Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

İhanet belgesi ve Patrikhanede “Kin Kapısı”

Yazacağım konu netameli bir konudur. Bu yüzden peşin peşin belirteyim ki, hiçbir inanca ve hiçbir ibadethaneye karşı değilim…

İnançlarıma saldırılmadığı, ibadetlerim engellenmediği müddetçe, hangi inanç mensubunun ne yaptığına karışmam…

İlgilenmem…

Dert etmem…

Ülkemde tüm inançların serbestçe yaşanmasını isterim.

Ancak bir “ibadethane”nin kapısı, hiçbir mecburiyet ve devlet baskısı olmadığı halde, ısrarla ve inatla kapalı tutuluyor ve vahim iddialara rağmen açılmıyorsa, sorma hakkını kendimde görürüm:

“Neden o kapıyı 195 yıldan beri kapalı tutuyorsunuz?..”

Bahsettiğim kapı, Fener Rum Patrikhanesi’nin orta kapısı…

195 senedir kapalı tutulan bu kapıya, Fener Rum Patrikhanesi sakinleri kendi aralarında “Kin Kapısı” diyorlarmış.

İstanbul fethinin öncesinde ve sonrasında, içinde özgürce “dini âyin”ler yapılan Fener Rum Partikhânesi’nin her kapısı “Din Kapısı” olmalı iken, birine “Kin Kapısı” denmesi nedendir?

Girişler sürekli kapalı tutulan orta kapının solundaki küçük kapıdan yapılıyor. Bu kapının neden sürekli kapalı tutulduğunu soruyorsunuz, mantıklı bir gerekçe söyleyemiyorlar. Çok ısrar ederseniz, şöyle bir mazeret duyuyorsunuz:

“Patrik Gregorius, bu kapının önünde idam edildi ve hemen kapının önüne gömüldü, mezarının üzerinden geçilmesini istemiyoruz.”

Oysa Osmanlı kaynaklarında; Patrik Gregorius’un burada gömüldüğüne ilişkin bir kayıt yok. Bu da çok normal: Zira asılarak öldürülenlerin, gömüldükleri yerlere ilişkin kayıt tutulmazdı. 

Ama Patrik Gregorius’un o kapının önünde idam edildiği bilinen bir gerçektir. Neden acaba? Osmanlı her daim inançlara saygılı davranmışken, Fatih Sultan Mehmed, Rum Patriği’ni kendi protokolüne alıp saygı göstermişken, neden bir patrik asıldı?

Neden olacak, vatana ihanetten!..

Olay kısaca şöyle: Mora yarımadasında, büyük bir Rum isyanı (Patras Vakası) patlak verir (1820-1821 yılları). İsyancılar binlerce Türk’u katlederler. Bebekler ana karnında süngülenir. Kızlar, gelinler dağa kaldırılır.

O tarihte atalarının tahtında oturan Sultan II. Mahmud, Sadrazam Benderli Ali Paşa’yı isyanı bastırmakla görevlendirir. İsyan bastırıldıktan sonra tahkikat genişletilir. İsyana adı karışanlar bir bir yakalanıp yargılanır. Ele geçen belgeler arasında Fener Rum Patriği V. Gregorius’un Rus Çarı II. Alexandr’a yazdığı “ihanet mektubu” da vardır (başka bir kayda göre, Patrik’in mektubu, Rus baskısından kaçarak İstanbul’a gelen Kırımlı Yunus Bey tarafından Sadrazam Benderli Ali Paşa’ya verilmiş, böylece Ali Paşa, gizli Rum Cemiyeti Etniki Eterya’nın varlığından ve plânlarından haberdar olmuştur).

Sadrazam’ın emriyle bir geceyarısı sonrası patrikhane basılır. Belgelere el konur. Patrikhane’nin o tarihte bir “Gerilla Merkezi” olarak çalıştığı ortaya çıkar.

Patrik başta olmak üzere sorumlu bulunanlar yargılanır ve suçları sabit görülenler çeşitli cezalara çarptırılır: Bu arada Patrik V. Gregorius idam cezası almıştır: Patrikhane’nin orta kapısının önünde infaz edilir (22 Nisan 1821).

Derler ki, orta kapı o gün bugün kapalıdır ve işte bu yüzden “Kin Kapısı”denmektedir. Türk büyüklerinden biri oracıkta asıldığında yahut İstanbul tekrar Rumların eline geçtiğinde kapı açılacaktır.

Bu arada, Patrikhane’nin bulunduğu sokağın adını unutmayalım: Sadrazam Ali Paşa Sokağı…

Bir de “Patrik Cenapları”nın sehpadaki son sözlerini unutmayalım:

 “Vazifemi yaptım!..” demişti.

Vazifesi Rus Çarı’na o mektubu yazmak mıydı?

Şuracığa bir “bilgi notu” sıkıştırayım izninizle: Osmanlı tarihi boyunca üç patrik idam edilmiştir. Bunlardan ilki Patrik I. Kiril (1638-Sultan IV. Murad zamanı, Ortodokslar arasına dini nifak sokmaktan); ikincisi, Patrik III. Parthenius (1657, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa emriyle, Osmanlı’ya isyan eden Eflak Voyvodası’nı desteklemek suretiyle vatana ihanetten); üçüncüsü ise Patrik V. Gregorius (1821-Mora isyanını plânlamak suretiyle yine vatana ihanetten) asıldı.

Patrik V. Gregorius’un, Rus Çarı II. Alexandr’a hitaben yazdığı, hayatına mal olan o mektupta, yani “ihanet belgesi”nde acaba neler vardı?

Yarına inşallah…

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Bediüzzaman Terör Konusunda da Haklı Çıkıyor

Yeni Akit gazetesi yazarı Yavuz Bahadıroğlu “‘Sevgi dini’nin dindarları” başlıklı yazısında terörü “insan merkezli” devletler bağlamında değerlendirdi. İnsan ve yaratılanı sevmek üzerinde duran Bahadıroğlu birçok kişinin farketmeden bölücülük yaptığının altını çizdi.

Bahadıroğlu terörü besleyen duyguların hırc ve bencillik eksenin olduğunu ifade ederek şunları sölyedi: “Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.””

Bir insanın insan olması için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lazım diyen Bahadıroğlu yazısının ilgili kısmında şunları kaydetti:

İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.

Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım.

Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir.

Yani işin başı yine Allah sevgisi…

Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.

Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik…

Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız…

Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!

Oysa kadîm kültürümüz devlet, para, ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.”

Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit / Risale Haber

Bediüzzaman’da Ne Alâyiş, Ne Nümayiş Sadece Hak!

Bahadıroğlu, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Hicaz’da olsam Türkiye’ye dönerdim” dediğini hatırlattı

Akit’teki yazısında Bediüzzaman Hazretlerinin gördüğü baskıyı anlatan Bahadıroğlu, “Ne alâyiş, ne nümayiş; sadece Hak ve hakikat…” dedi.

Yazısı şöyle:

“İmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya(Türkiye’ye) gelmek lâzımdı; çünkü en ziyâde burada ihtiyaç var”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 441)”.

Bediüzzaman’ı Şeyh Said Olayı bahanesiyle önce Erzurum, İstanbul, nihayet Burdur’a sürüldü (1925)…

Yetmedi, büsbütün yalnızlaştırmak amacıyla 1926 Mart’ında Barla’ya sürdüler. Sürgün yerini zindana çevirmek için de zalim bir Nahiye Müdürü ile ihbarcı bir muallim tayin ettiler…

Evi gözetleniyor, ona selam verenler kelepçeleniyor, yatsıdan sonra ışığı yanan evler basılıp “Risale yazıp yazmadıkları” araştırılıyordu…

Baskılar zamanla o dereceye vardı ki, Bediüzzaman, 1934 yazında Isparta’daki talebelerinden Tenekeci Mehmed Abi’ye şu mealde bir mektup gönderdi:

“Kardeşim, ben burada muallim ve nahiye müdürünün ezasına tahammül edemez hale geldim. Beni çok rahatsız ediyorlar. Kırlara da çıkamaz oldum. Rutubetli odada kabirde yaşar gibi yaşıyorum.”

Mehmed Abi, mektubu alır almaz Isparta Valisi Mehmet Fevzi Daldal’a götürdü. O da üstlerine bildirdi. Zamanın hükümeti, Bediüzzaman’ın Barlagibi gözden ırak bir yerde tutulmasından, göz önünde tutulmasının daha doğru olacağını düşünüp, 25 Temmuz 1934 tarihinde Isparta’ya aldırdı…

Fakat zulüm bitmemişti: 1935 Mayıs’ında, yine bir bahane ile gözaltına alınıp Eskişehir Cezaevi’ne atıldı. Bu gözaltı için İçişler Bakanı Şükrü Kayaile Emniyet Genel Müdürü ve Jandarma Genel Komutanı Ankara’dan Isparta’ya gelip harekâtı bizzat yönettiler…

Bediüzzaman ellerini kelepçeye uzatırken, tepeden tırnağa kadar silahlı askerlere hayretle bakıyor ve komutana şöyle diyordu:

“Bu kadar alayişe ne lüzum vardı? Bir asker gönderseniz, arkasından gelirdim.”

“Dâhile kılıç çekilmez” diyen, talebelerine sürekli olarak “Müspet hareket” ve “meşruiyet” telkin eden insandı.

“Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz. insanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seviyesine indirir” diyordu.

Eskişehir Cezaevi’nden çıkar çıkmaz da (27 Mart 1936) Kastamonu’ya sürgün edilip polis karakolunun karşısında bir eve yerleştirildi.

Kastamonu’da sekiz yıl kaldıktan sonra, 1943’de 126 talebesiyle Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevkedildi.

Derken, 1948 Ocak ayında, ülkenin çeşitli yerlerinden toplanmış ellidört talebesiyle birlikte Afyon’da tutuklandı. Bu işlem için çevre illerden askeri birlikler getirilmiş, dağ-taş çepe çevre sarılmıştı…

Yer Denizli Ağır ceza Mahkemesi…

Savcının dudaklarında öteden beri yapılan isnad ve iftiralar yuvarlanıyor: “Siyasetle meşgul oluyor muşsunuz?”

Bu ithama Bediüzzaman’ın cevabı şöyledir: “Hey bedbahtlar! Risale-i Nur… emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti sağlar… Bana vereceğiniz en ağır cezaya da beş para vermem. Hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şehitlik mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir. Bizim gibiler için ölüm bir terhis tezkeresidir. Sonu idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî saâdetin ve rahmetin anahtarı olur…” 

“…Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz senedir çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun! Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahküm etmek isteyenlerin hepsine hakkımı helâl ettim…”

Ne alâyiş, ne nümayiş; sadece Hak ve hakikat…

“1946’dan sonra hiç demokrasi olmadı” diyen Sayın Kılıçdaroğlu, sanırım 1946 öncesinde yapılan antidemokratik zulüm ve baskılardan (demokrasilerde zaten bunlar olmaz) haberi yok…

Ayrıca “CHP dönemi şimdikinden daha iyiydi” diyenler de ya öfkelerini konuşturuyorlar, ya da “zulüm” ve “baskı”nın ne olduğunu bilmiyorlar.

Dünyanın Yüreği Paslandı!

Dünya şiddetin kıskacında… İnsanlık âlemi derin bir bunalıma düşmüş, varlık sebebini unutup, “madde” bağımlısı olmuş… Ne Irak’taki Amerikan işgali sırasında meze yapılan kadınlar, ne Suriye’de yaşanan iç savaşta ölen çocuklar, ne Mısır’da, ne Kırım’da katledilen özgürlük dünyanın umurunda…  

Para ve güç eksenli hayat felsefesi, altta kalanların canını çıkarıyor…

Artık bir yanımız terör, bir yanımız savaş, bir yanımız adaletsiz paylaşım ve “iktisat” düsturuna uymamanın ürettiği kıtlıklar, yokluklar, sıkıntılar…

Bu kıskacın içinde bunalıyoruz. Bunaldıkça bir birimize saldırıyoruz: Bu da dostluk, kardeşlik, arkadaşlık gibi kavramları yok ediyor; git gide yalnızlaşıyoruz.

İnsanın “Ahsen-i takvim” sırrında yaratılmış “Eşref-i mahlûkat” olduğu gerçeğini kavrayamayan, bunu kavrayamadığı için de “Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görme” basiretini gösteremeyen ve bu yüzden, kendisi gibi inanmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi giyinmeyen, kendisi gibi yaşamayan herkesi hor gören nesiller yetiştirdik…

“Anlayış”ın yerini “şiddet” aldı, “barış”ın yerini “kavga”; “sevgi”nin tahtına “kin” oturdu, “müsamaha”nın yerine “öfke” geldi…

Helâlinden kazanma” düşüncesi, “ne pahasına olursa olsun kazanma” hırsına dönüştü.

Devletlere de, insanlara da şiddet hâkim: Güçlü devletler bahaneler uydurup daha güçsüz devletleri yutuyor (son örnek Kırım). Menfaat uğruna çıkarılan iki dünya savaşının acıları yetmemiş olmalı ki, insanlık yeni savaşlarda kendini tüketiyor…

Olumsuz tabloyu normal yollardan değiştirme umudunu yitiren gruplar ve grupçuklar, terörden medet umuyor…

Ne bir “haksızlık yapma” endişesi, ne bir “kul hakkı” korkusu, ne “sevap” arzusu, ne “günah” endişesi…

Benliğimize çoktandır menfaat, ihtiras ve öfke hükmediyor!

Bu tablo bize Batı’nın armağanıdır! Yoksa, Devr-i Saadet’i en iyi şekilde kendi çağına yansıtan Selçuklu-Osmanlı terkibinde, böylesine yıkıcı olumsuzluklar yaşanmazdı.

Orada hoşgörüsüzlüğe, anlayışsızlığa, adaletsizliğe, çıkarcılığa, fırsatçılığa, horlamaya, zorlamaya yer yoktu…

Çünkü bu terkipte insan “kutsal varlık”tı ve “Her şey insan için”di… Kalb kırmak Kâbe yıkmak anlamına gelirdi. Bu anlayışı terk ettik edeli, “İnsan insanın kurdu” haline geldi…

Batı’lı “aydınlanmacı”lar (her konuda akla öncelik tanıyan düşünce sisteminin etkisi ile 18. Yüzyıl’da Avrupa’da bilimde ve felsefede büyük gelişmelerin olduğu döneme “Aydınlanma Çağı” deniyor), “Allah sadece insanın var ve yok olmasına karar verir” dediler, “bu ikisinin arasındaki bölgede, yani hayatın içinde (hâşâ) Allah’a yer yoktur, insan her şeye aklıyla karar verir!” (Deizm).

“Deist” (akılcı) eksende kurulan “Yeni dünya” insanının dizginleri boşaldı. kendini “yanlış”tan ve “günah”tan koruyan manevi bağlardan kurtuldu. “Kutsal” ile ilişkisi kalmadı. Doğal olarak Allah’la irtibatı koptu, ihtiraslar aklın önüne geçti ve “altta kalanın canı çıksın” (ya da “hayat mücadeledir”) mantığı, hayat düzenini altüst etti.

Sonuç olarak hem bencilleştik, hem de acımasızlaştık!

Sevgi, şefkat, merhamet, hamiyet gibi yüce duygularımız paslandı. O duyguların yerini daha fazla para kazanma, daha çok güçlenme, hükmetme ve sömürme düşüncesi aldı…

Kısacası “insan insanın kurdu” oldu, insanlığımızı kemirdi! Ezebildiğini eziyor, ezemediğine “bende” oluyor; kimi zaman eğilip bükülüyor, kimi zaman ezilip büzülüyor; gerektiğinde vahşileşip saldırıyor.

Denizleri öldürdük, gölleri ve ırmakları kuruttuk, ozon tabakasını bile deldik… Hiçbir tedbir almadan yüzyıllar boyu kurduğumuz fabrikalarla çevreyi, eğlence düşkünlüğümüzle (uyuşturucu dâhil) hayatı kirlettik!

Gelirimiz arttı belki, ama hiçbir kural tanımayan “kazanma” hırsımız, envai çeşit vahşeti de dâvet etti. Öylesine acımasız bir “yeni dünya” kurduk.

Ama hâlâ çok mutsuzuz.

Yavuz Bahadıroğlu

Risale-i Nur “tahrif” Edildi Mi?

Soru şu:

“Risale-i Nur ‘tahrif’ edildi mı?”

Hayır! Bildiğim kadarıyla, Risale-i Nur “tahrif” edilmedi, sadece “tashih” edildi. Bu iki kelimenin arasında dağlar kadar fark var…

Tahrif: “Bozmak, kalem karıştırmak… Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek” anlamına geliyor…

Tashih ise, “Daha iyi ve daha doğru hale getirmek, düzeltmek” demektir. Düzeltmeleri yapan da, bizzat eserin müellifi, yani yazarı olunca, kimsenin bir şey söyleme hakkı olmaz. Çünkü yazarın, eseri üzerine tasarrufta bulunma hakkı vardır.

Bedîüzzaman da, zaman içinde oluşan hassasiyetleri dikkate alarak, Risale-i Nur Külliyatı üzerinde bu tür tasarruflarda bulunmuş, bazı kelimeleri ya bizzat ya da yakın çevresine verdiği talimatlarla “tashih” ettirmiştir.

“Ne gibi hassasiyetler?” diye soracak olursanız, mesela, “Kürt”, “Kürdistan” gibi hassasiyetler…

Biliyorsunuz Bediüzzaman, çok dinli, çok uluslu, çok dilli bir imparatorluk (Osmanlı) kültürünün çocuğudur. Bu imparatorluğun öz güveni son derece yüksek olan kurucu gücü, bugün “Doğu-Güneydoğu Bölgesi” dediğimiz bölgeye hâkim nüfusun etnik kökenini esas alarak, “Kürdistan” demiş, ötekine “Arabistan” demiş, o dönemde yazılan eserlere de böylece geçmiştir.

Ancak cumhuriyet döneminde, “ulus devlet” kurmanın bir gereği olarak bu isimlendirmelerden rahatsızlık duyulmaya başlanmıştır. Bediüzzaman da, oluşan hassasiyeti dikkate alarak, gereksiz bir kavgaya girmeme adına, “Kürt/ Kürdistan” kelimelerini “Doğu/ Güneydoğu Bölgesi” anlamında “Vilâyat-ı Şarkıye” olarak değiştirmiştir.

Bu konuda öylesine hassas davranmıştır ki, imparatorluk döneminde, etnik kökenine izafet kullandığı “Kürdî” unvanını bile “Nursî” yapmış, ama ard niyetli muhalifleri, etnik kökeni yüzünden aşağılamak için “ayrımcılık” yapmayı dahi göze alarak, “Kürdî” demekte ısrarcı olmuşlardır.

Bediüzzaman Hazretlerinin en yakın talebelerinden olup yıllarını onunla geçiren rahmetli Mustafa Sungur Ağabey, bu hususu bana böyle açıklamış, bir sürü de belge vermişti. O günlerde yine “tahrifat” iddiaları vardı ve bir televizyon oturumuna katılmış, belgeleri bir bir göstermiştim…

Ayrıca, zaman zaman gündeme gelen ve kafaları karıştırma dışında “hizmet”e hiçbir katkısı olmayan bu tür iddialara cevaben, Risale-i Nur üzerine araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz de bir kitapçık yayınlamıştı.

Akgündüz, özet olarak şunları söylüyor: “Bediüzzaman âhir ömründe külliyatta bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştir ve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır. Ancak bazı ağabeylere (Risale-i Nur hizmetinin önder isimlerine… Y.B.), kendi zamanında bastırmadığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Bedîüzzaman’ın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anlamına gelmez. Tahrif, ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.

“Bedîüzzaman’ın kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsaadesi verdiği talebelerinin meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilakis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır.

“Risalelerde tahrifat diye ifade edilen hususlar, bizzat Bedîüzzaman’ın tasarrufundan geçen ve Bedîüzzaman’ın değiştirdiği ifadelerdir. Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktır. Yoksa hiç bir nur talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkâr etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir.”

Bu ifadelere katılıyor ve kısa bir not eklemek istiyorum: Tercüme ve sadeleştirme esnasında bazı anlam değişiklikleri söz konusu olabilir. Hiçbir eserin tercümesi o eserin kendisi değildir. Bediüzzaman’ın yakın talebeleri zaten bu yüzden “sadeleştirme”ye karşı çıkmışlardır.

Yine de, hangi amaçla yapılmış olursa olsun, hiçbir tercüme ve sadeleştirme, Risale-i Nur esaslarına zarar veremez. Çünkü orijinal nüshalar elimizdedir.

Yavuz Bahadıroğlu