Toprak tarafından yazılmış tüm yazılar

Komutan da Olsa Bir Gün Secde Edecek

“Secde” ve “komutan” kelimeleri, şu cümlede bile zoraki yan yana duruyor. Secdeyi komutana uzak, komutanı secdeye uzak görmek kimin haddine düşmüş! Secde herkesin hakkı. Komutan da olsa bir gün secde edecek. İstemese de secdeye varacak. Varlığını toprağa indirecek. Hem zaten Yaratan’ın dilediğince yaşıyor olmak bir secde değil midir? Ağzıyla konuşmak, “ağzınla konuş!” diyen Yaratan’a itaattir. Gözleriyle görmek, “gözlerinle gör!” diyen Yaratıcı’ya itirazsız secde etmektir. Secdeyi yasaklayan komutanlar, secde edenlerle yan yana durmayanlar bu gerçeği biliyor. Her gün secdeye doğru eğildiklerini, eridiklerini biliyorlar ama unutuyorlar sadece. Günübirlik avunmalara sarılıyorlar.

Yıllar önce okuduğum o YAŞ gerekçesini hiç unutmuyorum: “Namaz kılmayı alışkanlık haline getirmek…” Ordudan atılan bir subayın suçu olarak kaydedilmiş bu madde. Ana suçu. Asıl cürümü. Belli ki, “namaz kılma”yı suç olarak tanımlamaktan çekinmiş MGK. Namaz kılmayı suç kabul etmek, rezil bir suçtur: gayet iyi biliyorlar. TSK bu rezilliği kendine yakıştırmıyor. Ama namaz kılmadan edememeyi, bir tür takıntı diye tarif etmekle yırttığını düşünüyor. Namaz kılınır, kılınır da; ara sıra kılınır. Folklorik bir öğe olarak hatırı sayılır. Her gün namaz kılmak, günün beş köşesini namaza kilitlemek… Bakın işte bu “alışkanlık!” Bir tür obsesyon…

Bu yüzden “alnı secde gören komutan” görmeleri özlemeleri anlayışla karşılamak gerek. Ne güzel olurdu! Hoş olurdu. Hep böyle olmuştu aslında. Hep böyle olmalıydı. Hep böyle de olmalı. Ama… Alnı secde gören komutan hayalini yanlış anla(t)mamak gerek. Ben secdenin komutana lazım olduğunu düşünüyorum, secde komutana muhtaç değil. Secde ederse komutanın başı göğe erecek; secdenin değil. Secdeye komutan gelirse, secde terfi edecek değil; bu bir.

İkincisi, dindar komutan olmasını arzu etmem, dini komutanlara yaslamak için değil. Komutanın dindarlığı kendini bağlar, kendi faziletidir. Ben komutanın, adil, insaflı, demokrat, özgürlükçü ve ırkçılık-karşıtı olanını isterim. Her iktidar sahibinden din bunu ister; daha fazlasını değil.

Alnı secde görenlerin zaten adil, insaflı, demokrat, özgürlükçü ve ırkçılıktan fersah fersah uzak olması gerekirdi değil mi? Maalesef öyle değil. Secdedeki duruşunu hayata taşı(r)mayanlar o kadar çok ki… Namazı seccadede bırakıp hayatın namazını bozanlar hiç az değil. Namazdaki kıblesini selam verince unutanlar sürüyle… Keşke, alnı secde görenlerin kalbi de secde görebilse. Secdeye varmanın hayatı Allah’ın dilediğince incelikle yaşamak olduğunu bilseler. Yoksa bizim de dindar ama darbeci, hatta dindar olduğu için darbeci paşalarımız olur. Diktatörlüğünü dindarlığı yüzünden halkın gözünde dokunulmaz kılan kutsal “paşa”larımız olur; bu da üç.

Dördüncüsü, dini insana dayatmak da insana yasaklamak da gayri insanidir. Dolayısıyla, gayri İslami’dir. Beni dindar diye ezen silahlı kuvvetlerin tavrının değişmesidir önemli olan. Tarafının değişmesi bir şey ifade etmez. Silahlı kuvvetlerin dindarlara yaptığının aynısını dindar olmayanlara yapmasını istemek dine aykırıdır. “Dindar komuta”nın böylesine, terimin son damlasına kadar karşı koymayı kulluğumun icabı bilirim.

Beşincisi, din lehine bir dikta istemem. İslami olan, devletin vatandaşı üzerindeki dayatmacı kodlarının değişmesidir. Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez yasalar din adına da olsa dayatmadır. İnsan iradesini yok sayan her türlü düzenleme insanı iradeli yaratma iradesi gösteren Yaratan’ın iradesini beğenmemektir.

Altıncısı, hakikat her zaman sivil olmuştur. Öyle olması, gerçeğin duruluğu adına vaciptir. İktidarın yanında duran hakikat sulanır. Muktedirlerin elindeki gerçek saflığını yitirebilir. Bu yüzden hakikate kuvvetin amir olmaması gerekir. Hakikat kuvvete amir olmalıdır. Hakikatin iktidara ihtiyacı yoktur; müstağni kalmalıdır.

Yedincisi, hatırlamak ve asla unutmamak gerek ki, herkes Sultan Abdulhamid’den “şeriat” isterken, Said Nursî, deli diye tımarhaneye atılma pahasına, “hürriyet” talep ediyordu. Hiç olmazsa Said Nursi takipçileri olarak bilinen ağabeylerin “dindar komuta” talebi bu inceliği atlamamalı. Sultan’ın “şeriat”e gölge etmemesini ihsan olarak yeterli gördü Said Nursî. Hakikat’i asla iktidara endekslemedi. O zaman “şeriat elden gidiyor” diye feryat edenlerin, şimdiki seslerinin de “laiklik elden gidiyor” diye yankılanacağını bal gibi kestirmişti. Kendi hakikatini iktidara kilitleyenlerin korkusu hep “…elden gidiyor” şeklinde sloganlaşır çünkü.

Sekizincisi, dayatmaların din adına olması, zorbalığın din lehine yapılması, din karşıtı dayatma ve zorlamalardan daha tehlikeli ve zararlıdır. İktidar odağından din beklemek dine aykırıdır. İktidardan dini gönüllüce yaşayabileceğimiz özgürlük olmalıdır dindarın talebi.

Dokuzuncusu, militarizmin din kılıflısından Allah korusun. Militarizm bir fenalıktır. Darbecilik bir şehvet düşkünlüğüdür; fuhuştur. Oysa, “namaz insanı her türlü fenalıktan alıkoyar.” Hakkıyla alnını secdeye değdiren bir komutan halktan aldığı silahı halka doğrultma namertliğini kendine yakıştırmaz. Yasin Aktay’ın altını çizdiği gibi, “Namaz darbecilikten alıkoyar, namaz kılan komutan darbe yapamaz, silahını kötüye kullanamaz” demeli.

Onuncusu, darbecilerden çektiklerimizin asıl nedeni, tanımı gereği, komutanların alnının secde görmemesi”dir. Yoksa fenalıklardan alıkonulmuş olurlardı. Anlaşılan o ki”Namazı zayi ettiler de şehvetlerine yenildiler.” [Meryem, 59] Şu halde, şehvet ve hırsına yenik düşünen sivillerin de namazı zayi edip etmediklerini düşünmeleri gerekmez mi? İşte bize çuvaldız: Darbeyi hak etmediğini düşünen sivil dindarlar, kendileri gibi düşünmeyen kardeşlerine, cemaat dışı etmek, kitabını yasaklamak, adının anılmasına tahammül etmemek gibi darbeli uygulamalar yapıyor mu yapmıyor mu? Yoksa namazı mı zayi ettiler? Yoksa sadece alınları mı görüyor secdeyi? Kalpleri de görecek mi?

Senai Demirci

Can Sıkıntısı..

Amerikan pop müziğinin tanınmış solistlerinden Mariah Carey, eşinden ayrılınca bunalıma girdi, hastanelerde yattı, psikolojik tedaviler gördü, halen doktor nezaretinde çalışmalarına devam etmektedir.

Sahneye çıkmak, şarkılar söyleyip oynamak, alkışlanmak bir solistin yarım saatini alır. Gelmek, gitmek derken iki saat böyle geçsin, peki yirmi iki saat ne yapacak? İnsan “canım sıkılıyor” dediği anda kuyuya düşmüştür.

Canı sıkılan insan her şeyden evvel işsizdir. Bu dünyada her insan için pek çok iş var; fakat bir insan sevdiği işi yapar, sevmediğini yapmazsa boşta kalır. Bir de tembelse can sıkıntısı arttıkça artar. Bu halden kurtulmak için içki, kumar, uyuşturucu gündeme gelir; işte bunlar Mariah Carey gibi genç bir kızı hastane köşelerine atar. Carey’nin serveti, evi, arabası var. Her şeyi olmak da felaket! İnsan bir şeyler almak için çalışacak, aldığı şeyden sevinecek ki hayatın tadı çıksın.

Hollywood’un gözde artistlerinden yirmi yedi yaşındaki Gwyneth Paltrow da psikolojik tedavi görüyormuş. Bir artist film çalışmaları yapar, halden hale girer, sonra? Artistler hep başkasının hayatını yaşar, kendi hayatını yaşamaya vakit bulamaz. Peki “kendi hayatı ne?” Bu sorunun da cevabı bulunamadı. Modern dünyada “Herkes kendi hayatını yaşamalıdır” dendi, pek çok insan tahtakurusu gibi yaşadı. Paltrow, iki defa nişanlanmış, gönlünü eğlendirecek birisini bulamayınca, onun da canı sıkılmış, o da boşluğa düşmüş, hayatının civataları sökülünce soluğu psikiyatride almış.

İçki evvela insanı uçurur; fakat bu uçuşta paraşüt yoktur. Öyle düşer ki en yakını da ondan uzaklaşmak zorunda kalır, yine can sıkıntısı…

Haberlerden öğrendiğimize göre Pearl Harbor filminin başarılı oyuncusu Ben Affleck de alkol tedavisi görüyormuş. Tedavi görmeden evvel alkol uçurumuna yuvarlanan pek çok sarhoşu gördü, peki kendisi neden aynı yolu seçti?

Eğer insanlar kendini yönetecek olgunlukta dünyaya gelselerdi o zaman dine, eğitime, alime gerek yoktu. İçki, kumar, fuhuş öyle bir mıknatıstır ki her insanı kendine çeker. Bunun karşısında öyle bir eğitim, öyle bir iman olmalı ki, insanı kendine çekerken onu her türlü felaketten kurtarıp her türlü saadete sevk etsin. Felaketin maddi boyutları ölçülür, saadet ise insanın iç dünyasındadır, onu yaşıyan bilir.

Hıristiyan ülkeler kalkınmış; fert başına düşen milli gelir bizdekinin on misli. Her işsize hatta çalışmak istemeyene de geçineceği kadar para ödenir. Sosyal devletler, ferdi parasızlıktan kurtarmış can sıkıntısından kurtaramamış. Eğlenceler günün her saatini doldurmuyor; ilim, ibadet hiç arama, bu insan ne yapacak? Böylece gelişmiş ülkelerde içki yaygın. İçki beraberinde öyle şeyler getiriyor ve öyle bir hayat tarzı ortaya çıkıyor ki insan paçavradan farksız.

Müslümanlar, İslam’ın kurtarıcı vasfını ortaya koyabilseler, insanlık bu dini seve seve kabul eder. Ne yazık ki pek çok Müslüman’ın da canı sıkılıyor.

Silahların öldürdüğü insanlardan daha fazlası haram bataklığında perişandır.

Hekimoğlu İsmail

Dilimi Değdirdiğim Yere Kalbim Yetişir mi

Korkuyorum. Dilim kolayca dolanıyor süslü kelimelere. Büyük laflar damağımın her yanına yapışmış gibi. Dudağımdan sözler yâr yüzünden düşen yaşmak gibi kayıveriyor göğe.

Göğsünde taşıdığını bilmiyor gibi, içinde büyüttüğünü tanımıyor gibi heceler. Ayrılık sözleri dilimden eksik olmuyor. Ölümü sıkça anıyorum belki.

Hasret, hüzün, keder, sızı, sancı, ağrı, ölüm, ayrılık, özlem birer kelime sadece… Dile dokunduğunda acıtmıyor, kulağa vurduğunda can yakmıyor.

Bunlar sözler, sadece sözler, sadece sözler. Ağzımda kolayca yankılanıyorlar. Birçok kulağa çarpıyorlar. Belki birkaç kalbe de iniyor. Havada asılı duruyor sesler. Harflerin zincirine tutunuyor sözler. Dört harf “ölüm” ve sadece iki hece. “Ölüm” derken, kelimenin tam ortasında dil damağa değiyor. Bitirdiğinde dudak dudağa kavuşuyor. “Ölümmmm..” Buluşuyor dil ve damak. Isınıyor dudaklar, kavuşuyor. Kolay ölüm… bu kadar kolay. Demesi kolay.. Ya olması ölümün. Ya dudakları soğutması. Eşiğinde durmak son nefesin nasıl bir tükenmişlik. Nice bir yangındır ömrün bir nefese daha yetmemesi.. Ölümün kendisini ruhunla hecelediğin oldu mu? Ayrılığı kıvrana kıvrana içtin mi hiç? Hasretin tam ortasında kala kalıp zamanın kırık cam parçaları gibi gırtlağına battığını hissettin mi?

Korkuyorum. Yalancı olmaktan korkuyorum. Dilimi değdirdiğim yerlere kalbimi yetiştirememekten korkuyorum. Dudaklarıma vuran sözlerin tenimde iz bırakmadan savrulması yalancı eder mi beni? Ya her şeyimi yitirmiş ve geriye sadece sözlerim kalmışsa? Kuru sözler, boş sözler, süslü sözler, içinde kalp olmayan kalp sözler…

Ölümün yüzüne yüzünü değdiren ne çok yüzler oldu. Güldü mü ölüm onların yüzüne? Gözleri ölümün gözleri olunca neyi gördüler? Hangi hasretler koşuştu dudaklarına? Yarınlar var diye yarım kalmış işler, sonra söylerim diye söylenememiş sözler, sırası değil diye gecikmiş sevmeler ölümün eşiğinde kimbilir nasıl haykırdı? Ölüm anında susan dudak söyleyeceklerinin hepsini söyleyememişti. Ölümün kollarında açık kalan eller, sahip olunacakların hepsini bitirmiş miydi?

Sözleri yok ölümün. Ne söylüyorsa gözleriyle söylüyor. Bir ölünün gözlerine yığıyor tereddütlerin hepsini. Sessizce iniveren kirpiklerin ucuna savuruyor geç kalmışlıkların hepsi. Sanki ruhunu dudakları arasındaki ince çizgiye biriktirmiş gibi ölümler, hem hiç konuşmuyor hem hep konuşuyor.

Hayat gibi değil ölüm. Az konuşuyor. Heceleri sessiz. Sözleri keskin. Benim gibi sözlere tutunma sevdası yok ölümün. Ömür boyu suskun. Bir kez konuşur ve konuştuğunda en büyük sözünü söyler. Ne kadar konuşsam ve yazsam, ancak ölümün sözünü ederim. Ölümün sözü, ölümün kendisi değil. Bir beden ki, ölümün kırık hecesidir her daim. Hücre hücre ölüme yazgılıdır içinde yürüdüğüm bu gövde. Zamanın her “tik-tak”ı uzaklıkların sinsi habercisidir; çatlaklar açar aramızda, içimizde.

Hayat, aslında hep ölümü anlatır dinleyene. Hayat ölümle berbat olsun diye değildir bu. Ölümün eşiğinde yaşanan bir hayat daha çok anlam arar kendine, daha çok heyecan bulur da o yüzden. Ölümü bilirsen çerçeve çizersin kendine. Bildiğin, beklediğin bir son varsa, hayatı som bir altın gibi işlemeye koyulursun. Ucunu açık sanırsan, oyalanmaya durursun, hoyratça savurursun, oyuna dalarsın. Rüyanın rüya olduğunu bile unutacak sahte bir uyanıklık içinde uyursun. Uyanamazsın.

Buraya yazıyorum: en güzel, en içten yazımı öldüğümde yazmış olacağım.. En sahici nasihatimi, en umulmadık haykırışımı cenazem söyleyecek sana. Hayata nokta koyduğumda yüreğine çelikten sözler dikmiş olacağım. Çelikten sözler.. Ezsen de unutkanlığınla, kalbinin odacıklarında bir yerde suskun bir tohum gibi patlamayı bekleyecek. Hiç beklemediğin anda çiçekler açacak, buruk meyveler sunacak.

Sen sus ey ölüm. Ben sana hece hece yaklaştıkça, sen bigâne kal. Ben kelimelerle yoluna tuzak kurdukça, sen suskunlukların ardına kaç. Ben ele avuca sığdırmaya çalıştıkça seni, sen perdeler ardına saklan. Sen sus ki, bana söz söylemek kalsın. Yalan sözler. Kuru sözler. Ağız dolusu. Dil bulaşığı. Yüreksiz sözler. Sözler kalsın.

Yalanı dilimden uzak eyle Rabbim!

Senai Demirci

Ah Keşke

Dediklerine göre Ay’ın hep tek yüzünü görürmüşüz. Arka yüzü bir türlü dünyaya çevrilmezmiş. Kaderi de ay gibi görüyor olmalıyız.

Olanıyla biliyoruz kaderi. Olduğu kadarıyla görüyoruz. “Olmasaydı…”lar Ay’ın arka yüzü gibi gözümüzden uzağa düşüyor. “Ya o kurşun bir santim sağdan geçseydi…” diye başladığımızda düşünmeye, hayalimizin eli ayağı zifiri karanlıkta birbirine dolaşıyor. “Olan olmuştur bir kere…” Kurşunun kalbine değdiği sevdiğimiz, birkaç santimlik farkla, birkaç saniyelik tevafukla bu dünyadan göçmüştür. Olan olmuştur ve nasibimize düşen de olmuş olandır. Hayatta bir kereliğine olan neyse odur; sonra dosya kapanır. Hayat, kurşunun “ah keşke…” dediğimiz yerin bir santim solundan akar. Kan da oradan akar, zaman da oradan akar. Zamanı geriye doğru alıp, kurşunu bir santim sağdan ve bir santim soldan koşturacak iki seçenekli bir hayatı yaşamamıza izin yok. Kanı da zamanı da geri akıtamayız. Bir sağa bir de sola doğru çatallanan iki tane kader yok; yazgının dal uçlarından bize düşenleri biliyoruz sadece. Olan olunca oluyor. Binlerce “keşke…“nin emzirdiği, milyonlarca yakıcı “ah!”ın özlediği “öbür türlü olsaydı”lar olmadan kalıyor, kuruntumuzun elinde boynu bükük, solgun bir çiçek gibi duruyor.

O solgun, o yetim çiçeği yeniden tebessüme getirmek için neler neler yapmazdık değil mi? Gece gündüz toprağına varıp sulardık, yapraklarını neredeyse kirpiklerimizle okşardık. Yeter ki “böyle olan” değil de, “şöyle olsaydı…” diye dediğimiz öbür kader tomurcuğu açıversin: “Kurşun atardamarın bir santimcik, sadece bir santimcik sağından geçseydi ya… Ya geç ateş edilseydi ya da birkaç saniye önceden hareket etseydi kaza kurşunuyla vurulan genç kız. Çocuklarının renklerini beğenmediği bayramlıklarını değiştirmek için yeniden caddeye çıkan kadın, az önce geçseydi bombanın patladığı yerden ya da çocukları bayramlıklarını beğenmiş olsaydı. Kırmızı ışık 15 saniye geç sönseydi de, arabanın çarptığı çocuk çoktan kaldırıma çıkmış olsaydı. Kamyonun altına giren otomobildeki aile, üç dakika sonra çıksaydı mola yerinden ya… Annesi elinden daha sıkı tutsaydı Dilara’nın… Yahut komşusuna bıraksaydı Dilara’yı. Şehit olan delikanlı, rapor alsaydı da, bir sonraki celp döneminde askere gitseydi ya…”

O kadar çok ki “olsaydı…”larımız. O kadar çok “keşke çiçeği” var ki avuçlarımızda. O kadar yakıcı “ah!..”larımız var ki yüreğimizde.

Bir de şöyle düşünelim: Şimdilerde “keşke…”lerimizin ucunda özenle beslediğimiz ve süslediğimiz o “öbür türlü olsaydı”lar olsaydı, onların bu türlü değil de, öbür türlü olduğunun ayırdında olacak mıydık? “Böyle” olmasaydı kader, “öyle olsaydı…”ların güzelliğini görebilecek miydik? Kaderin biricik çizgisi içinde olup bitenler sayesinde fark ediyoruz öbür türlü olabilecekleri… Olan olmuş olmasa, “olsaydı”lara özlemimiz de olmayacaktı.

Sözgelimi, ardından ağladığımız, “şimdi burada olsa nelerimi vermezdim…” diye hayıflandığımız sevdiğimizin kaderi onu “şimdi burada” eylemiş olsaydı, onun şimdi burada olmasına vereceklerimiz bu kadar olur muydu? Böyle olmasaydı da öyle olsaydı, öyle olmasının böyle olmasının alternatifi olduğunu görebilecek miydik? Hepimizin yüreğini yakan gül yüzlü Dilara rögar kapağından düşmemiş olsaydı, bizi bunca acıyla tanıştırmamış olsaydı, “Aaa, şu kız değil mi rögar kapağından düşecekken düşmeyen kız” diye parmakla gösterebilecek miydik onu? Damatlığını almak için gittiği çarşıda bomba birkaç dakika geç ya da birkaç metre ötede patlasaydı, şimdi aramızda yaşayacak ve bugünlerde düğünü olacak delikanlıyı tanıyabilecek miydik meselâ… İki yıl önce, Mekke’de, çocuklarına hediye almak için gittikleri dükkanın çökmesiyle bu dünyaya veda eden hemşire hanımlar, birkaç dakika erken çıkmış olsaydı dükkandan, ne onları ne de çocuklarının mahzun yüzlerini hayâl bile edemeyecektik şimdilerde…

Böyle yaşıyoruz kaderi. Böyle biliyoruz. Böyle çekiyoruz acısını ve sancısını. “Öyle olsaydı..”ları da, böyle olduğu için söyleyebiliyoruz, özleyebiliyoruz.

Öyleyse, şimdi siz siz olun, böyle olan kaderinizi sevmeyi öğrenin. Kurşunun göğsüne hiç uğramadığı sevdiğinizi bir daha kucaklayın. Bombanın hiç uğramadığı sokaklarda güle oynaya yürüyerek eve dönen çocuklarınızı daha çok sevin. Birkaç saniye sonra ya da önce sevdiklerinizle altında kalabileceğiniz kamyonun karşı şeritte seyrediyor olmasına şükredin. Her bir çocuğu çukura düşmekten son anda kurtarılmış bir çocuk sevinciyle seyredin.

Şimdi, şu anda, “ah keşke böyle olsaydı” diye ağlayacaklarınız, şimdi sizin “böyle oluyor” da farkında değilsiniz.

Keşke, farkında olsaydınız..

Senai Demirci

Aptal Edison

Çocuğa ‘’Evladım okuyacak, büyük adam olacak’’ demeli Bediüzzaman ‘’Bir insana devamlı delisin delisin dersen, deli olur ‘’diyor. Çocuğa da hep ‘’yaramaz’’ demeyelim. Biraz da ‘’akıllı’’diyelim. Büyük insanlarda bir zamanlar çocuktu. Feza alimi Van Braun;

‘’Anne bu yıldızlara gidilmez mi?’’ diye sormasaydım yıldızlarla ilgilenmezdim diyor.

Edison yumurtaların üzerine oturuyor. Onu gören annesi:
‘’Oğlum, bu halin ne?’’ diye soruyor.

Edison: “Anne, yumurtaların üzerine oturunca civciv çıkmaz mı?’’ diyor.

Annesi kızmıyor.

Edison ilkokul 4. Sınıfta sıraların üzerinde hoplayıp zıplıyor. Öğretmeni sinirlenip onu okuldan kovuyor. Edison, ağlayarak eve dönüyor. Olanları annesine anlatıyor. Annesi hemen çocuğunun elinden tutarak okula gidiyor. Öğretmene bu davranışının sebebini soruyor. Öğretmen:

‘’Senin çocuğun ders çalışmıyor, aptal.’’ Diye cevap veriyor.

Edison’un annesi, “Benim çocuğum dünyanın en akıllısıdır,’’ diye karşılık veriyor. Böylece annesi Edison’u kurtarıyor.

Hekimoğlu İsmail