Toprak tarafından yazılmış tüm yazılar

Cenaze ve Vıdı Vıdı

Musallâ saltanattır; başrole koyarlar seni orada. Telaşların ve koşuşturmaların ılık kucağına buzdan bir öpücük olup düşersin ölümün saçağından.

Sensiz zamanların habercisi olursun sevdiklerine. Hesapsız sanılan günlerin hesabını koyuverirsin sığlaşmış ceplere. Eşkâlini belirlersin cesedinle, faili meçhul, sinsi ve sessiz tükenişlerin. Senden arta kalan sessizlik çığlığa dönüşür gül yangınlarının eteğinde… Senden taşan sensizlik ilmek ilmek hasret sarar geniş zamanların göğsüne. Susarsın musallâda; sustuğun için konuşturursun sarhoş sözlerin dillendiremediği haykırışları. Durursun musallâda ve durduğun için dolaşırsın unutuşlara terk edilmiş köşeleri.. Kapatırsın gözlerini musallâda, görmezsin ve görmediğin için gösterirsin ışıkların gösteremediği ıssız sızıları. Yüzünü sakınırsın sevdiklerinden musallâda ve yüzünü sakındığın için kırılgan bir aynada yeniden lûtfedersin gerçeğin yüzünü onlara.

Bu yüzden, işte bu yüzden, anlatamadığım, anlayamadığım, anlatsam da anlayamayacağın nice suskun ve sözsüz gerekçe yüzünden, önünde durduğun cenaze “nesne” değildir! “Özne”dir cenaze; sana konuşur, seni “nesne” eyler. “Sessiz bir dil”dir. “Sözsüz bir çağıltı”dır musallâdan gelip geçenler. Ölümü unutmuş, varlığın farkına varamamışlar için ayağa kalkmış bir nutuktur. Hızla akıp, hazla sığlaşan hayatın teninde bin kılıç yarasıdır; kanatır, acıtır… Son sözünü söyleyen “adam”dır aramızda, son ve en gerçek sözü söyleyen beliğ bir hatiptir. Hayatı pahasına konuşan eşsiz bir kahramandır o. O konuştuğu için susmalısın, sesini iptal etmelisin. Hem de sadece dilini damağını çekmekle kalmamalısın riya bulaşığı sözlerden, kalbini de yumalısın kirli hayâllerden, hırslarının diline de kelepçe vurmalısın.

Gelip geçilecek yer değildir musallânın önü. Oradan suskunca gelip geçen her ceset, senin de eksile eksile oraya gelişini hatırlatır. O gider, sana gelir sıra. O bir daha ölmeyecektir artık; sensin ölecek olan, sensin ölüyor olan, sensin ölümü örülüyor olan.

Sus orada. Sus ve ömrünü gül yaprağı gibi bardağın suyunu bile taşırmayan incecik bir söze dönüştürmüş olanı dinle. Dur orada. Dur ve dilini aklından sürgün eden sloganları unut ve bir daha söyleme. Bekle. Bekle ve sesini kalbine dokundurmayan taraftarlıkları yık ve bir daha ayağa kaldırma.

Durma vaktidir cenazeler. Durulma fırsatıdır. Hızla akıp giden hayatın sahte örtüsünü, sığ örgüsünü yırtıp atma, söküp savurma demidir. “Azıcık yavaşla!” der sana cenaze. “Ağzının gürültüsünde kaybetme kendini.” “Dünyalık kaygıların eteğine dolama ayaklarını.” “Dilini bağla…” “Elini bağla…”

Sen sen ol; kendini fail sayma cenazede. Ölümün ellerinde yıkanmaya hazırlan. Yükünü yık da gel cami avlusuna. Omuzlarından dünyayı at da gel cenazenin karşısına. Sözünü unut da gel. Bu yalnızlık senfonisini dinlemeye gel. Serkeş avuçlarını boş acılarla yeniden kanatma. Ruhunun teknesinde alevden kitreler” kar ki; ebrûlansın felek, ateşten çiçeklere dursun an.

Yık düzenini. Karıştır sahte düzeneğini hayatın. İncecik bir kader tüyüdür alnına değen cenazede. Uyan! Tenlere sarılıp da unuttuğun, sevdalara kanıp da uyuttuğun varoluş kırılganlığını yeniden keşfetmek için kapılar aralar sana o suskun hatip.

Sen; kendini bilmez, cenazenin suskunluğunu kullanamazsın. Ölenin üzerinden ölümü yeniden unutturan yeni sloganlar üretemezsin. Nefretleri susturmuş, kinleri soğutmuş o suskun dilin söylediklerine kulak tıkayıp; yeni kinleri, yeni nefretleri uyandıramazsın.

Öyle edersen, bir defa ölenin yanında bin haysiyetsiz ölümü daha ayağa kaldırırsın. Biricik dirilme fırsatını ayağınla tepersin. Öyle sığ, öyle aldırışsız gelip geçersen cami avlusundan, bir ölünün üzerinden bin cinayeti kurgularsın. Kalbini ayağa kaldırmak üzere uzanan elleri geri itersin.

O suskunluk sana hükmeder. Sen o suskunluğa hükmedemezsin. O hâl seni etkiler. Sen o hâl üzre sulta kuramazsın.

Orada o tabut öylece sessiz akıp giderken ellerin üzerinden senin için varlığın perçemlerinden sıyrılma vakti gelmiştir. O sessiz gemi öylece yüzüp giderken gafletli sloganların arasından, yakanı puslu bedenin hazlarından kurtarma anı gelip çatmıştır.

Ruhun alındığı, suretin bırakıldığı o dem, bedenine üflenen ruhunu yeniden hatırlama zamanıdır. Ölümün konuştuğu yerde vıdı vıdı edenler ruhlarını dünyanın kirli toprağına gömmeye ne kadar da hevesliler. Saygısız, duyarsız bedenlerini, kirli bulaşık sloganlarını, yitirdikleri ruhlarına çirkin bir mezar taşı edip dikiyorlar. Bir Fatiha’yı bile çok görüyorlar dillerine.

Senai Demirci

Dırdırcı Kadın ile Kazanılan Makam

Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği bir örnek vardır; Bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa, o gemi batırılamaz. Aynen öyle de bir insanda dokuz kötü huya karşılık bir iyi huy bulunsa, o kişiye kötü diyemeyiz. Onun iyi huyunu nazara alıp, halimize razı olacağız.

Mübarek alimlerden Zenbilli Ali Efendi hanımından hiç memnun değilmiş. Bir gün yolculuğa çıkmış. Yolda giderken, iki kişiye rastlamış. Beraberce yollarına devam etmişler. Bir müddet gittikten sonra acıkmışlar; adamlardan biri, ‘Allah’ım bize yemek gönder’ diye dua etmiş. Bakmışlar ki karşıdan bir adam elinde bir tabak yemekle geliyor. Karınlarını doyurmuşlar. Tekrar yola çıkmışlar; yine karınları acıkmış. Bu Sefer diğer adam dua etmiş, “Allah’ım bize yemek gönder.” Yine karşıdan bir adam elinde yiyeceklerle gelip, bunlara ikram etmiş. Bir müddet daha gitmişler ve yine mola vermişler. Sıra Zenbilli Ali Efendiye gelmiş. Biraz düşünmüş ve sonra şöyle dua etmiş; “Ya Rabbi bu kardeşler kimin hatırı için senden yiyecek istedilerse ben de onun hürmetine senden yemek istiyorum. Bakmışlar ki, karşıdan iki adam ellerinde çeşit çeşit yemeklerle, şerbetler geliyor. Adamlar çok şaşırmış ve , “nasıl dua ettin” diye sormuşlar. Zenbilli Ali Efendi demiş ki, “Önce söyleyin siz nasıl dua ettiniz?” Adamlar, “Biz duamızda “Allah’ım, bize karısının zulmüne sabredip erenler arasına karışan Zenbilli Ali Efendi hürmetine yiyecek gönder” diye dua ettik” demişler. İşte o zaman Zenbilli Ali Efendi, işin farkına varmış. Arkadaşlarına, “Benim yolculuğum burada bitiyor. Evime dönmem gerekiyor” demiş. O mertebeyi karısının eziyetlerine katlanarak elde ettiğini anlamış.

Hekimoğlu İsmail

Dostluk Öyküleri (Bir Hiç Uğruna)

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Almanlara karşı mücadele eden bir Fransız birliğinde çarpışan iki arkadaştan biri ağır yaralanmıştı. Geri çekilen Fransız birliği, yaralı askeri çatışma alanında bırakmıştı. Yaralı askerin arkadaşı, çatışma alanına dönüp arkadaşını getirmek istiyordu.

Arkadaşın herhalde ölmüştür” dedi komutan. “Onun cesedini getireyim derken kendi hayatını tehlikeye atmanın gereği yok.”

Fakat, askerin bitmek bilmeyen ricaları karşısında, komutan yumuşadı. Bir müddet sonra çatışma alanından geri dönen askerin sırtında, yaralı bir beden değil, bir ceset vardı.

“Görüyorsun” dedi komutan, “bir hiç uğruna hayatını tehlikeye attın.”

“Hayır” diye cevap verdi asker. “Onun benden istediği şeyi yaptım ve ödülümü aldım. Onu kaldırıp kollarımın arasına aldığımda, henüz ölmemişti. ‘Biliyordum Tom’ dedi, ‘geleceğini biliyordum. Beni yalnız bırakmayacağını biliyordum.

Olay Yerinden Kaçış….

İnsan çok şeyi unutur. Şemsiyesini unutur mesela… Yağmur biter, şemsiye de bir köşeye atılır. İnsan, ayakkabısını kapıda unutur sözgelimi; aralarındaki bağ kapıya kadardır, kapıdan içeride ayakkabısız da olabilir insan.

Cüzdanını bile unuttuğu olur insanın; eni konu paradır eksilen, parasıyla arasında kan bağı yoktur, çalışırsa yenisi bir daha gelir, gelirse de harcar, seve seve eksiltir. Kimliğini de kaybedebilir insan; hiç önemli değil, “hüviyetimi kaybettim, hükümsüzdür” diye ilan verir, yaşamaya devam eder. Kimliksizlik kendisini de “hükümsüz” eylemez .

Peki ya, kalbini kaybedebilir mi insan? Bir şemsiye gibi bir kenara fırlatıp yeni yağmurlara kadar hatırlayamadığı olur mu kalbini? Eşikte bıraktığı ayakkabı gibi kalbiyle de bağlarını kolayca çözer mi? Parası gibi midir insanın kalbi? Hemencecik harcanabilir mi? Kalbini kaybeden bir adam, çalışarak yeniden kazanabilir mi kalbini? Sahibince bulunamadığı için herkese “hükümsüzdür” diye duyurulmuş kalpler var mıdır kaldırımlarda?

Hadi itiraf edelim; unuttuğumuz bir kalbimiz var… Göğsümüzde, kendi halinde çırpınıp duran bir kalp.. Uzattığı elini havada bırakmışız gibi utandırılmış.. Yüzünü bize döndüğünde tanımazlıktan geldiğimiz bir yabancı olmuş. Unuttuğumuz, hükümsüz bir kalp. Kapı dışarı ettiğimiz bir kalp… Köşeye fırlatıp attığımız bir kalp..

Alkollü bir sürücünün kaldırımda yürürken öldürdüğü ikiz kardeşinin ardından acıyla konuşuyor Yeliz: “Bunları hep televizyonda seyrederdik; şimdi bizim başımıza geldi.” Demek ki, televizyonda seyircisi olduğumuz cinayetler, kazalar, kayıplar o kadar yakmıyor canımızı. Oysa, “televizyonda seyredilebilir” olan her şey, “başımıza gelebilir” olma özelliği de taşıyor. “Bir başkası”nın başına geleni “bir başkası” olarak seyrettiğimiz her defasında, kendimizin de “bir başkası”nın gözünde “bir başkası” olduğumuzu unutuyoruz. Bir gün “bir başkası” olma sırası bize de gelecektir. Yeliz’i şaşırtan da bu. Seyrettiğimizi değdirmiyoruz kalbimize.. Yahut değdirmek istediğimizde kalbimizi yerinde bulamıyoruz. O anda “hükümsüz” oluyor…

Çok değil, birkaç hafta sonra “Filiz Koç” diye yazıversem, kimse hatırlamayacak... Evine birkaç yüz metre kala, hiç hesapta yokken sarhoş bir sürücünün arabasının burnunda parça parça dağılan Filiz’in ardı sıra bıraktığı boşluğa birkaç dakikacık olsun değdiremedik kalbimizi. Haberler diyor ki: “Alkollü sürücü iki kadını ezip kaçtı…” Kalbimize değdirmeyelim diye yazılmış sanki: “iki kadın sadece; üç değil, dört değil, dört yüz hiç değil!” “Ucuz atlatılmış” edasında kurulmuş cümle.. Ama İsminaz Koç için “bir kadın” değil yitirilen: “Kazadan on dakika önce beni aradı, ‘Anneciğim ne yapıyorsun?’ dedi. Ben de ‘Aç mısın kızım? Senin sevdiğin yemeği yaptım’ dedim. ‘Anneciğim hemen geliyorum’ dedi ve telefonu kapadı… Yavrum her gün geldiği yoldan işinden evine geliyordu. Ben ne yapacağım onsuz?”

On dakika sonra, annesiyle sofraya oturacak bir evlat olunca ezilen, kalbimizi hatırlıyoruz yeniden… “Ben ne yapacağım onsuz?” diyeceğimiz biri eksilmeyince yanımızdan yöremizden, haberler, gazete sayfasında taş gibi sessiz nefessiz duruyor; TV ekranından bize taşmıyor, yuvamıza bulaşmıyor, kalbimize dolaşmıyor.

Haber devam ediyor: “Sürücü Oktay G., kaldırımda yürüyen Filiz Koç’a (24), ardından yaklaşık 150 metre ilerideki Ayten Akdoğan’a (34) çarptı. Filiz Koç ile Ayten Akdoğan olay yerinde can verirken, sürücü Oktay G. aracıyla olay yerinden kaçtı.” Hiç şüphesiz “Ayten Akdoğan” adı da unutulmayı hak ediyor. O da bir “kadın”… Ama Merve ile Melike için “bir kadın” değil Ayten Akdoğan; bir “anne”. Anne “ömür boyu”dur; bir anlık haber gibi gelip geçmez gözümüzden, gönlümüzden.. Hangi birimiz, hiç olmazsa birkaç saatliğine, olmadı bir kaç dakikalığına, 13 ve 14 yaşlarındaki iki çocuğun kalbini göğsüne koyup hiç hak etmedikleri “annesizliğe” dokunmaya yanaşır? Annesizlik ki, okul dönüşü evin kapısı her açıldığında karşına çıkan kocaman bir boşluk, anlamsız bir sessizliktir. Annesizlik ki, sesini hatırladığında, yüzünü hayallediğinde, sözlerini tekrarladığında, fotoğrafına baktığında, çocuk kalbinde hiç dinmez hüzündür, hiç susmaz ağlayıştır. Annesizlik ki, başka çocukların annelerini her gördüğünde yeniden alevlenen bir hüsrandır, yeniden başlayan bir hasrettir.

Nerede kalbim? Nerede kalbin? Nerede kalbimiz?

Bu tür haberlerin bir şablonu var ve ne yazık ki bundan sonra da tekrarlanacak ve işe yarayacak gibi: “Falanca falanca olay yerinde can verirken, sürücü feşmekanca aracıyla olay yerinden kaçtı.”

Sadece sürücü feşmekanca mı? Hepimiz kalbimizi de alıp olay yerinden kaçtık.

Senai Demirci

Fatiha’yı Oruçla Açarken…

Her istediğimize elimizi uzatabileceğimizden eminken, şeffaf ve yumuşak bir kılıç gibi iner; elimizi eşyadan keser oruç. Eşya ile aramızı açar. Eşya ile aramızda, karşılıklı razı olunmuş bir yabancılık inşa eder. Bu yabancılık, Yaradan’ın eşyayı bize tanıdık ve yakın edişinin hatırlatıcısı olur. Her kavuşmayı çocukça bir heyecanla bekler, her iftarda ter ü taze bir buluşma yaşarız. Denir ki bize: “Hiçbir şey için ‘Benimdir’ deme. De ki ‘Sadece yanımdadır.'” Ve denir ki yine: “Ne su senindir ne de suyu içen dudak… İkisi arasındaki yakınlık, O’nun izniyledir, O’nun hatırınadır, O’nun ismiyledir.” Açlığı ve susuzluğu her hissedişte, yeryüzünde müsaadeyle yaşamanın tadı yayılır damağımıza.

Mahrumiyetimizi hatırladıkça, dünyada misafir izzetiyle ve izniyle nefes almanın genişliği dolar göğsümüze. Böylece, sürekli devinen ve sözsüz de söylenen bir “Bismillah”a dönüşür oruç. Arzuladıklarımızın her zaman elimizin altında olduğu hissi, onlara dair hayretimizi azaltır, onların varlığı karşısındaki hayranlığımızı küllendirir. Oruç, eşyanın üzerindeki külleri kaldırır, varlığa olan körlüğümüzü açar. Nimetlerin üzerindeki alışkanlık perdesini yırtar. Diğer zamanlarda sebepler üzerinden fiyatlandırdığımız nimetler, yeni bir bedelle, bambaşka bir fiyatla karşımıza çıkar. “Su eşittir para” denkleminin tek yönlü geçerli olduğunu anlarız meselâ. Su para eder ama para su etmez. Parayla su içemeyeceğimizi ilk defa fark ederiz. Paramız geçersizleşir, suyun gönderilmişliği sahicileşir.

Hep yeni, hep yeniden tadarız suyu ve ekmeği… Yeni baştan tadarız varlığı… Karşılığını ödemekten aciz olduğumuz iyilikler gördüğümüzü öğreniriz. Hayretimiz artar. Teşekkür iştahımız yerine gelir. Minnettarlık duygumuz çoğalır. Hamdimiz artar. Böylece, sessiz bir “Elhamdülillah“ı içirir bize oruç. Arzu ettiklerimizi gerçekleştirmekte pek gecikmeyiz sair zamanlarda. Elimizin altında olana çabucak erişiriz. Canımızın çektiğini hemencecik alırız. Heveslendiğimizi kolaycacık yer içeriz. Arzu ve heveslerimizle yapışık hale geliriz böylece. Yapışık ikizler gibi, her şart altında, onların yanı sıra koşarken buluruz kendimizi. Varlığımızı heveslerimize kilitleriz. Arzularımızdan ayrı bir kişilik oluşturma mecalimizi hepten kaybetmiş olabiliriz. İçgüdülerimizin ucunda savrulmaya başlarız. Sahiciliğimizi yitiririz. Hevamızla aynılaşırız. Sığlaşırız. Orucun yaşattığı gönüllü yoksunluk, heva ve heveslerimiz ile “biz”in arasını ayırır. Kendimizi, ilk defa, kendimiz bildiğimiz arzularımıza “dur!”, “yapma!” derken buluruz. “Ben” ile “ben”imiz sandığımız arzularımız ayrışır, karşı köşelere geçer. Bu hâl, bize naif bir bakış kazandırır.

İlk defa, hırsla değil merhametle görürüz eşyayı. “Yiyecekmiş gibi” bakmayız nimete; duru ve sakin “var edilmişliğini”, taze ve kasıtlı “verilmişliğini” okumaya başlarız. Şehvetin sürükleyiciliğinden “ben”imizi sıyırır; şefkatin kucaklayıcı bakışını kuşanırız. Heva ve hevesin, arzu ve hırsın hoyratlığı, her şeyi bize “mecburmuş” gibi göstermesine karşı direnme fırsatı ediniriz. Her şeyi, “ikram”, “iltifat” ve “ihsan” şaşırtıcılığı içinde tatmaya başlarız. Anlarız ki, eşya bizim heveslerimize “mahkûm” değildir; aksine bize yönelmiş “merhamet”in göstergesidir. “Mecburiyet” algımız, “mahcubiyet”e dönüşür. Merhamet eden mecbur değildir çünkü. Kendisine kerem edilen, keremi hak etmiş değildir. İhsan, ihsan edenin kendi tercihidir; kimsenin zorlaması değildir. İftar vakti, bu ikram, ihsan ve iltifat edilmişlik duygusunu daha bir net hissederiz. Sofrada, eşya sanki yeniden filizlenir gibi olur. Varlık, taze kabuk bağlamış bir yara gibi pembeleşir. Her şey, “marul içi tazeliği”ne bürünür. Nefsimizle değil, nefesimizle muhatap oluruz varlığa. Bize merhamet edildiğini anlar, başkalarına da merhamet borçlu olduğumuzu fark ederiz. Şefkat gözeneklerimiz açılır. Benden bana, benden sana, benden ona, ondan bana, senden bana.. şefkat nehri yeniden akmaya başlar. Böylece, “O Rahmandır ve O Rahîmdir” sırrıyla yıkar bizi oruç. Sebepler susar oruçta. Çokluk bire iner. Çokça hazır olanlar tükenir.

Bolca el altında tutulanlar faydasızlaşır. Yalnızlaşırız. Eşyanın desteği koltuğumuzun altından çekilir. Tekilleşiriz. Bir gurbete düşmüşçesine, eşyanın uzağına atılırız… Kalabalığın ortasında, yapayalnız kalırız. Her şey var ama bize faydasız. Her şey burada ama bizden habersiz. Çokluğu susturup, Bir olanın emrine kulak kabartırız oruçla. Sebeplerin şımartmasını terk edip, sebepsiz Var Eden’in iznine ayarlarız kalbimizi. Eşyanın içinde kaybolmuşluğumuzu yırtarız. Kentin boğuculuğundan sıyrılırız. Dar zamanların duvarlarından dışarı atarız kendimizi. Silikleşmiş varlığımızı, her şeyi bir kenara itmenin ayrıcalığı ile yeniden biliriz, yeni baştan bileriz. Varlığın göğsünde taze bir heyecanla çarpan kalp gibi yeniden ölçüp biçeriz kendimizi. Her şeyin faydasızlaştığı, her şeyin sustuğu “din günü”nde, “hesap sorulacak adam” imtiyazı ile tek başına ayakta tutulmanın resmini tamamlarız. Böylece, “Din Günü’nün Sahibi”iyle tanış eder bizi oruç

Senai Demirci