Muhammed Numan tarafından yazılmış tüm yazılar

Ehl-i Sünnet müslüman ve pürmerak Risale-i Nur Talebesi instagram sayfası: risaleinurdan.vecizeler

Marsilya Nur Talebelerinden Hizmet mektubu..

Esselamu Aleyküm Degerli, aziz, nur talebeleri!

Bu seneki elhamdulillah Paristeki 2. kitap fuarımızı çok maddi ve manevi bir bereketle bitirdik .Türkiyede, Pariste ve Marsilya bölgesinde maddi ve manevi katkılarında bulunan kardeşlerimizden Allah -ebeden razi razı olsun . Bu seneki fuarımız çok bereketli geçti çok değisik kardeşlerle tanışma imkanımız oldu.

Hemen hemen her meslek grubunda konuşma nasip oldu.Hapishanede din dersi veren biriyle tanistik asayi musada n bazi yerler gosterdik cok hayret kaldı ve hapishanede ders yapacağız dedi çünkü harkulade bir eser dedi. Bazı kanaat önderleriyle görüştük. Onlar dedi üstadla hiç sorunumuz yok eğitimcilerle kastamonu talebeleri meseleleri bahsi mest etti eğitim camiasında devrim niteliği taşıyor .

bide üstadın Osmanlı Avrupa’ya hamile mesele onlar dedi biz bunu şu anda yaşıyoruz ve yeni müslüman olanlarda bunu hayret ettiler yakındır tam manasını tezahürünü görmek Tarık Ramazanın asistanlariyle görüştük nurlardan bazı bölümler gösterdik kitapları hemen aldılar Tarık Ramazana kitaplar hediye -edildi çok şeylerle karşılaştık; ama zaman yetmez nurların kerametlerini anlatmak.

Herkesten Allah razı olsun

selam ve dualarla

selahaddin marsilya

——————

Bediüzzaman’ı okuduğumuzda şevkimiz ve fikrimiz değişiyor ve. Bir an önce kitapların Fransızca Tercüme edilmesini istiyoruz diyorlar bize çok sorular sorul du bizi Risale’i Nur tatmin ediyor ve biz Bediüzzamana çok sevgi besliyoruz..

 

-peki dedik size standa çeken ne oldu?

-bizde bilmiyoruz Allah tarafından bizi buraya iten çeken bizi oldu.

Bişi oldu birkaç cemaatlarla kanaat önderleri ile görüştük dediler.

Bizim Bediüzzamanla hiç sorunumuz yok biz onu kendimizden biliyoruz ve seviyoruz.

Pariste ki 2’nci fuarımızdı geçen sene ve bu sene katıldık 160 bin kişinin katıldığı bir yerdi Marsilyada.

10 kitap fuarını yaptık toplam 6 sene oldu fuara katiliyoruz ve fuarda bu sene çok ilgi arttı her sene ilgi ve alaka fazlalaştı ve bütün kitaplari tükettik elhamdülillah. .

IMG-20160516-WA0005

Osmanlı, Avrupa hamiledir Avrupa Osmanlı’ya hamiledir meselesinde söz çok cezbetti dediler.

biz artık yaşıyoruz ve Doğum yaklaştı bide glaston meselesi Kur’anın Sönmez manasını söndürülmez bütün dünyaya göstereceğim tamamen mest etti çok şeylerle karşılaştık elhamdülillah.

Biz bugün Pariste bitiyoruz 4 gün sürdü inşaallah seneye daha büyük bir stand aldık..

selam ve dua ile..

Marsilya Nur Talebleri..

Şahsın değil Hakkın hatırı âlîdir!

Şahsın değil Hakkın hatırı âlîdir!

 

Hakiki Meşveretin Nasıl Yapılacağı Ve Meşveret’in Su’i İstimal Edilmemesi!

“Meşveretle hareket etmek lazımdır, yoksa hareketimiz ferdî olur.”[1]

Meşveret ve şûrâ-i şer’î, dinin esasat ve müsellemat gibi kat’i ve sabit hükümlerinin hâricinde ve şer’î usûlüne göre yapılır.

Meşverette iyi niyet ve ihtisas şarttır. Yani meşverete katılanlar, istişarede ele alınacak meselenin isabetli olan cihetini ve tercihi gereken maslahat-ı umumiyesini keşfetmek niyet ve gayretine sahib olmalıdır.

Yoksa kendi maksadlarını veya bağlı olduğu şahsın, cemaatin, mesleğin, meşrebin menfaatini tahakkuk ettirmek niyetini taşıyanlarla yapılacak meşveret hak ve maslahat-ı bulmaktan daha çok karışıklıklara ve inşikaklara sebeb olur. Nitekim bu hususta Fesafis-said namı ile nurun kahramanlarından Zübeyir ağabey Meşveret hususunda şöyle bir şey söylemiştir.

“Müteaddit defalar bir iş hususunda münakaşa edilir; meşveret ve müdâvele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır.

Bu kavgamsı konuşmada herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri de misilleme yapar. İlk hakaret edip kalp kıranı kast ederek “O bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim” der. Bu beş altı defa tekerrür edince, artık en yakın dava arkadaşına küskün durur. Bu küskünlüğü gören ikinci, birinciden soğur, ikinci ile üçüncü birleşir.

Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da haricilerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık o birincinin hakkında tenkitler ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.”[2]

Hal böyle olunca yapılan bu meşveret, meşveret-i şer’îye değildir ve ibadet mahiyetini taşımaz. Şahsi fikirlerin havada uçtuğu ve namı duyulmuş – ilmen veya maddi sebeple – sözü geçen kimselerin efkarının umuma dayatıldığı bir zemindir. “Rey’-i vahiddir.”[3]

“İstibdad tahakkümdür. Muamele-i keyfiyedir. Kuvvete istinad ile cebirdir. Rey’-i vahiddir. Sû-i istimalâta gayet müsaid bir zemindir. Zulmün temelidir. İnsaniyetin mâhisidir.

Sefalet derelerinin esfel-i sâfilinine insanı tekerlendiren ve Âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefalete dü­şürttüren ve ağraz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren; hatta herşeye sirayet ile zehirini atan, o derece ihtilafatı beynel İslâm îkâ’ edip (Mu’tezile, Cebrî, Mürcie) gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden istibdaddır.

Evet, taklîdin pederi ve istibdad-ı siyasîyenin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfiziye, Mu’tezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.”[4]

Biz insanları bir fabrikadan çıkan kürdan gibi aynı yapmaya çalışmak veya birisinin anladığı nurculuğu umuma yaymaya çalışıp nurculuk ve hizmet budur, bunun harici nurcu değildir gibi şeyleri ileri sürmek ve hezeyanlarını savurmak ise akıl tutulması veya o ileri sürdüğü şeyin namı altında kendi heva ve hevesini tatmin etmeye çalıştan öte bir şey değildir.

Allahımız bile bizi bir adem oğlu iken “millet millet yaratmışken”[5] bazılarının herkese tek tarzı dayatması Allahımızın insana verdiği hürriyeti insandan almaya çalışmaktan öte bir şey değildir. Buna mukabil ise manevi istibdadlar ve tahakkümler ortaya çıkıyor. Ve insan bu baskıya gelmiyor ve gelemezde. Bu hadiselere ise bazıları “Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler.” [6] bu şekilde taklitçilik ise müstebitlere davetiye çıkartır. Çünkü “bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehli hamiyeti dahi müstebid eder.”[7] Hal böyle olunca istibdad, dayatma, baskıcı bir şey tezahür eder. “İstibdad, zulüm ve tahakkümdür..”[8]bizler ise meşveret namı altında ki rey-i vahidleri tanımayacağız ve tanımayız. Çünkü “tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor.” [9] sözde hakkı bulmak veya tavsiye etmek için yapılması gereken ve hakikatin tezahür zemini olması gereken meşveretten kin, nefret, öfke, gayz adeta irin çıkıyor. Enaniyet hesabıba kararlar alınmasını bunu tevlid ediyor.. “Bir ince tel gibi her tarafa heva ve hevesin tehyici ile çevrilmeğe müstaid olan rey’-i vâhid-i istibdadı; lâyetezelzel bir Timur direk gibi lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı ammeye tebdil eder. Siz de Sefîne-i Nûh gibi emniyet ediniz. Herkesi birer pâdişah hükmüne getiri­yor. Siz de hürriyetperverlikle pâdişah olmağa gayret ediniz. Esas-ı insa­niyet olan cüz-ü ihtiyarî te’ min eder, âzâd eder. Siz de câmid olmaya razı olmayınız.”[10] Heva ve hevese göre hareketler rey-i vahidi – yani istibdadı – netice veriyor. İslamiyetin verdiği hürriyet ise insanı köle değil adeta padişah yapıyor ki herkesin rey’i vardır. Bizler de hak ve hukukumuzu ve kendimizi idare edip yönetmeyi bilmeliyiz ki müstebitlere yani istibdada meyilli olanları kendimize celb etmeyelim. Malumdur ki “Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen; merhametini değil, iştihasını açar.

Sonra döner, geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.” [11]

Hakiki olmayan meşveretlerin bir fayda sağlamayacağını ve dini bir değer taşımayacağını Üstad Hazretleri şu ifadelerle belirtir.

“Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o Şûrâ-yı Hakikiyeyi yapmamasıdır. » [12]

Bu hakikattaki meşveretler yapılmazsa ihtilafların bitmeyeceği ve şahsi garazların devam edeceği aşikârdır. Demek ki şer’i meşveret hakiki olmalıdır.

Meşveret adı altında yapılan müessese toplantıları veya rakiplerini tasfiye etmek toplantılarına meşveret demek dini bir tabir olan meşveret manasına hakarettir. Meşveret gibi kutsi bir mefhumu makamından tenzil edip indirmek ve meşverete olan itimadı kırmaktır.

Meşveretin bir hususiyeti ise: “Uykusuzluk asabiyet verir; akıl, fikir yerine his konuşur.” Saat 24.00’den sonra; istişare yapmayın, müdavele-i efkara girişmeyin, Risale-i Nur’dan bir bahis dahi sormayın[13]

Ümmetin itimad edeceği bir meşveretin meclis-i ilmiye olmasını lüzumlu gören üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şu ehemmiyetli hususları nazara verir: «Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler.

Evet, meşrutiyettir Her Şeyde Meşveret Hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir. » [14] hakiki meşveretler insanlara huzur ve eminlik verirken sözde meşveretler insanlara kin aşılıyor.

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri gelecekteki cemahir-i müttefika-i İslâmiyyenin siyaset ehline, şûrâ’nın ehemmiyet ve lüzûmunu beyan eden yazısının bir kısmında şu hususa dikkat çeker: “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.”[15]

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şurâ’ya verdiği aynı ehemmiyeti, Risale-i Nur dairesindeki hizmet faaliyetinde de meşverete ihtiyaç duyduğunu söyler. Mesela der ki:

“Bu mektupta bir ince meseleyi Meşveret Suretiyle reyinizi almak için gönderdik. Münasib midir?”[16]

“Hâfız Ali’nin mektubunda, medrese-i Nuriyenin üstadı olan Hacı Hâfız ile gayet Samimâne veUhuvvetkârâne Görüşmeleri ve Meşveretleri bizleri çok mesrur eyledi.” [17]

“Risale-i Nur dairesindeki şakirdler, İstişare Suretinde, tab etmek gibi çok ehemmiyetli işleri görmeye başlamalarıdır.” [18] Risale-i Nurun dairesinde Hakiki Meşveret çok ehemmiyetlidir. Yoksa hareketler ferdi kalır istenen maksada ulaşılması müşkilleşir.

HAS TALEBELERLE MEŞVERET ETMEK GEREKLİLİĞİ

Üstad Hazretleri Nur Talebelerinde istişare etmeyi “has şakirdler, haslar” gibi tabirlerle yapılmasını ifade eder.

“Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirdleri ve müdakkik nâşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.” [19]

“Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.” [20]

“Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.” [21]

“Hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.

Sakın! Dikkat ediniz! ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.”[22]

Dini hizmetler yapanlar arasında zaman zaman aykırı düşünceler olabilir. Bu durumda bu farklılıkları görüşerek birliği beraberliği korumak gerekmektedir. Yoksa madem benim gibi düşünmüyor o halde aramızda yeri yoktur deyip bir rakip gibi görüp onu elemeye çalışmak ise Risale-i Nurun hiçbir yerine uymaz, kitabın bir yerinde yazmaz. Yazdığı yer ise insanın heva-i nefsidir.

Bir de on beş günde okunması hususunda tavsiye/emir bulunan İhlas Risalesinin mana anlaşılsın anlaşılmasın vird gibi de olsa okunmasına dikkat gayret lazımdır ki sırr-ı ihlas ve sırr-ı uhuvvet insanın ruhunda rasihleşsin. Yoksa ezbere ihlas ve Uhuvvet Risalelerini okuyupta birbirini ezen kimselere rastlanması nadir olmaz.

“Kardeşlerin, ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve mânevî ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, Erkânların Meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı mânevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı mânevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar.”[23]

“Şakirdlerin Tensibiyle ve Meşveretiyle İntihap Edilecek bir yeni kahraman bulununcaya kadar o vazifeleri taksimü’l-a’mâl suretinde herbir şakird bir vazifesini yapmaya başlasın.”[24]

Buraya kadar belirtilen kısımlar çerçevesinde meşveret hizmet ehlinin olmazsa olmaz özelliğidir. Fakat bu meşveretler, görüşerek ve müzakere ile hizmeti ifâ ve icrâ etmenin mukaddemesi mânâsında olan meşveret, istişâre ve şûrâ, mezkûr beyanat ve tavsiyelerin neticesi olarak bir esas olduğu zâhir oluyor.

Meşveretlerden önce bir araya gelip nelerin konuşulacağı konuşulmayağı nasıl kim kime destek vereceği gibi şeyleri bir nevi tiyatroları tertip edip bir gün sonra bu tiyatroyu sergileyip buna da meşveret ettik demekle bir nevi danışık dövüşme gibi şeye meşveret denmez!

Zaten böyle bir tiyatrodan veya nam salmış kimselerin fikirlerinin meşveret kararı diye sunmak ve bunu milleti dayatmak hizmet erine yakışmaz. Tabi başka maksatlarla hulul edip ağalık sistemini kurmak istemiyorsa.. (Fatebiru)

S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C- Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[25]

Bizler de ağalık kurmak isteyenleri ve kendisi adeta cennet ırmaklarında yıkanıp kusursuz adeta bir nevi peygamber gibi ismet sıfatına sahipmiş gibi ve her sözü ayet gibi anlaşılıp hemen tatbik edilmesini isteyen ve nefsi nemrudlaşmış, firavunane tavırlar sergileyenleri çocuk hükmünde görüp ne sözünü ne de kendisini büyük biliriz.

“vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra’nın galebe-i mutlak ve istilâ-i tammına sed ve mani olan sekiz emir, üç hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O maniler ise: Ecnebilerdetaklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye’stir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.”[26]

Bu manalara bakalım.

Gayr-i Müslümlerde: cahillik, kendisinin elindeki şeylere tek doğru budur deyip başkalarını kabul etmeyip dediğim dedik havasında olmasına neden olan papazların başı çekip her şeyde söz sahibi olması avrupanın terakkiyatına mani oldu

Biz islam coğrafyasında ise: muhtelif baskılar istibdadlar, istibdad içinde istibdadlar ve bu istibdad envaının neticesinde hasıl olan ortaya çıkan tembellik ve bütün maddi ve manevi mağlubiyete sebep olan yeis yani ümitsizlik islamiyetin hakikatının inkişafına mani olan sebeplerdir. Bunlar islam güneşinin tam bir surette görülüp yayılmasının önünde müteselsil sıradağlar gibi engellerdir.

Maddi istibdadlar yıkılır yıkılmaya yüz tutar. Lakin manevi istibdatlar ise o kadar kolay olmaz. Çünkü ön yargı hakimdir. “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur!”[27] Benimle konuşurken uhuvvet, muhabbet kelimeleri kullanıp, arkamdan iş çevirenler ve hased edip bu hasedine de hizmete sadakat namı veren aldanmış veya aldatanlardan da habersiz değilim.

“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn…”[28]

Yazımızda kurum ve şahıs isimleri olmadığı için attığım taş kimin kafasına denk gelirse..

Selam ve dua ile


[1] Zübeyir Gündüzalp / Bir Dava Adamından Notlar ( 118 )

[2] Zübeyir Gündüzalp / Bir Dava Adamından Notlar ( 24 )

[3] Asar-ı Bediyye ( 305, 306, 309 )

[4] Münazarat /Asar-ı Bediyye ( 305 )

[5] Hucurat Sûresi, 49:13

[6] Mektubat ( 370 )

[7] Asar-ı Bediyye ( 308 )

[8] Asar-ı Bediyye ( 419 )

[9] Mektubat ( 268 )

[10] Asar-ı Bediyye ( 306 )

[11] Sözler ( 707 )

[12] Hutbe-i Şamiye ( 60 )

[13] Zübeyir Gündüzalp / Bir Dava Adamından Notlar ( 117 )

[14] Muhakemat ( 22 )

[15] Sünuhat Tuluat İşarat ( 37 )

[16] Emirdağ Lahikası-ll  ( 104 )

[17] Kastamonu Lâhikası ( 199 )

[18] Kastamonu Lâhikası ( 129 )

[19] Emirdağ Lâhikası-l ( 109 )

[20]  Emirdağ Lâhikası-l ( 223 )

[21]  Kastamonu Lâhikası ( 234 )

[22] Kastamonu Lâhikası ( 236 )

[23] Şualar ( 492 )

[24] Emirdağ Lâhikası-l ( 189 )

[25] Tarihçe-i Hayat ( 82 )

[26] Muhakemat ( 10 )

[27] Einstein

[28]Hutbe-i Şamiye ( 62 )

 

www.NurNet.Org

Sevapları imha eden dehşetli, manevî bir hastalık: Gıybet

Gıybet sözlükte; arkadan çekiştirmek, isim vererek kötülemek, hazır olmayan birinin aleyhinde konuşmak gibi mânâlara gelir.1

Terim mânâsı: İnsanları gıyaplarında çekiştirmek, hoşlanmayacakları sözlerle anmaktır. Anılan kişi o anda orada bulunsa ve hakkında söylenen sözlerden darılsa, o konuşma gıybet  olur. Sözler doğru olursa zaten gıybettir. Yalan olursa hem gıybet, hem iftira olup iki katlı bir günah olur.2

“Birbirinizi gıybet etmeyiniz” diyen Kur’ân’a göre gıybet, ölü arkadaşının etini yemek gibi müstekreh bir iştir. Çünkü dedikodusu yapılan şahsın o anda orada bulunmaması sebebiyle o ölü mesabesindedir. 3

Gıybette menhus bir lezzet vardır. Kişi onun dehşetli akıbetini düşünmeyip hissiyatına hakim olmazsa gıybette sınır tanımaz, başkaları hakkında ağzına geleni bal yiyor gibi pervasızca ortaya döker. Ancak bu bal mânen zehirlidir. Dehşetli manevî ağrıları Ahirette hissedecektir.

Gıybet, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi iyi amelleri imha eder.4  Bin bir zahmetle kazanılan sevapları, gıybetlerini yaparak irade ile başka kişilere kaptırmak  ne kadar zararlı bir iştir. Gıybet öyle netameli bir günahtır ki, kişinin verecek iyiliği yoksa, gıybeti yapılanın günahları alınır, yapan kişinin hanesine yazılır. Bu da başka bir faciadır.

Bu hastalık daha çok cahil kesimlerde yaygın olur. “Cahil, din ve dünya işlerini pek iyi bilmeyen, menfaatini zararında, zararını menfaatinde arayan, düşmanın düşmana yaptığını kendi nefsine yapan kişi olarak  tarif edilir. Çoğunlukla cahil insanlar gıybetin dehşetli sonuçlarını bilmedikleri için, çabuk bu hastalığa yakalanırlar.

Bir kısım cahiller dünya işlerini iyi bilirler, ama din işini bilmezler. Üstad Bediüzzaman’a Doğu aşiretlerine hürriyet ve  meşrûtiyeti anlatırken, “Biz cahiliz. Sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz “ dediklerinde O onlara, “ Gerçi cahilsiniz. Ama âkilsiniz. Hanginizle kuru üzümü paylaşsam zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil” demiştir. 5

İşin garip bir tarafı; dinî bilgisi olan bir kısım  insanlar da, menfi siyasî tartışmalarda bu hastalığa çabuk yakalanırlar. Bir an için işin vahametini unutarak kendilerini gıybete kaptırırlar. Üstad Bediüzzaman, huzurunda bir salih âlim, siyasî fikrine muhalif diğer bir salih âlimi fıskla (günahkâr olmakla) gıybet ettiğini, siyasî  fikrine muvafık  bir münafığı senakârane  methettiğini gördüğünü,  bu yüzden “Euzu billahi mineş şeytani ve siyaseh /Şeytandan ve siyasetten Allaha sığınırım” dediğini ifade eder.6

Bediüzzaman gıybet etmez ve  huzurunda başkasının gıybet yapmasına müsaade etmezdi.7

Gıybet, düşmanlık, haset besleyenler ve inatçıların en çok kullandıkları alçak bir  silâhtır. İzzet-i nefis sahibi olanlar, bu  pis silâha tenezzül edip onu kullanmazlar.8

Üstad Bediüzzaman, gıybetin birkaç yerde caiz olabileceğini belirtmiştir;

1– Hakkı gasp edilmiş birinin, hakkını almak için vazifeli birine şikâyette bulunmasıdır.

2- Teşrik-i mesai sebebiyle istişarenin hakkını vermek için, “Onunla iş biriliği yapma. Çünkü zarar görürsün” gibi sözler gıybet olmayabilir.

3- Tahkir ve tezyif maksadıyla değil, tarif için “ O topal ve serseri adam filan yere gitti” gibi sözler de gıybet olmayabilir.

4- Fasık-ı mütecahir olan yani sıkılmadan, utanmadan açıkça günah işleyen ve onunla mütelezziz olanlar hakkında söylenen sözler de gıybet  olmayabilir.

Sonradan gıybetin farkına varılması halinde  tövbe istiğfar etmeli, “Allahummeğfir lena ve limeniğtebnahu /Allahım bize ve gıybetini yaptığımız şahsa mağfiret eyle” diye duâ etmeli, ona rast gelince “Hakkını helâl et“  demelidir. 9

Bu mevzuyu işlememizin sebebi; geçenlerde kendisini Salih olarak bildiğim muhterem bir Nur Talebesi ile yolda karşılaştım. Menfi siyasetin tetiklediği ihtilâf  mevzusunda diğer bir Nur Talebesi  grubunu isim vererek galiz ifadelerle gıybet etti. Ona yaptığı şeyin gıybet olduğunu hatırlattım. Kabul etmedi. Bundan çok müteessir oldum.

Sözün Özü: Gıybetin dehşetli sonucunu hatırlayarak, hissiyatımızı dizginleyip  çok zor şartlarda kazandığımız salih amelimizi kendi isteğimizle gıybet yoluyla başkasına kaptırmayalım. Huzurumuzda bu alçak iş yapıldığı zaman yapanları güzellikle uyaralım. Dinlemedikleri vakit, içimizden “Ya Rab! Ben bu işe razı değilim” diyelim. Bir Hadiste yapılan bir kötülüğe şahit olan kişi, onu içinden kınarsa, “Ben buna katılmıyorum” derse, o günahın ona bulaşmayacağı ifade edilir.10

Allah cümlemizi insî ve cinnî şeytanlardan, bütün haram kılınan işlerden, bilhassa gıybet hastalığından muhafaza etsin, gıybet yapanları da ıslah etsin. Amin.

Dipnotlar:

1– Osmanlıca – Türkçe lügat, gıybet md.

2– Muslim, Birr, 70; Ebu Davut, Edep, 35.

3- Hucurat, 12.

4– Mektubat, 467.

5- Münâzarât, s. 121.

6– Hutbe-i Şamiye, s.125.

7- Tarihçe-i Hayat, Yeni Tanzim, s. 503.

8- Mektubat, s. 466.

9- A.g.e., s. 467.

10- Camiu’s Sağir, cilt: 2, s. 188.

İbrahim ERSOYLU

www.NurNet.Org

Yanlış bizdense ben bizden değilim

Cemiyet hayatına bakıldığında herkesin durduğu bir yer, bir çevre, bir konum, bir görünüm vardır.

Kimileri yanlış yerde yanlış işlerin içerisinde, kimileri doğru yerde doğru işlerle meşguldür.

Bir de doğru yerde yanlış işler yapanlar, yanlış yerde, ama doğru olanlar vardır ki bu durum sosyal problemlerin ve kafa karışıklıklarının en baş sebeplerindendir.

Kişinin sadece doğru tarafta yer alması yetmez. Doğru tarafın gerekleri olan doğru vasıflar ve işlerle mücehhez olunmadığı sürece vizyonu kirleten bir vebal taşınacaktır.

Doğru tarafta olmanın fanatikliği ve taassubuyla yanlış işler yapanlar, yanlış tarafa doğru insanları itmiş olacaklardır ki bu da başka bir vebaldir.

Bu yüzden bulunduğunuz tarafın doğru olması, her zaman sizin de iyi olduğunuzu göstermez veya yanlışın içinde olup iyi insanların olabileceği gerçeğini de setretmez.

Peki neden iyiler ve doğrular doğruların safında birleşemiyor. İşte bunun en büyük müsebbibi doğruda bulunanların doğru işler yapmamasıdır.

Doğruların ve iyilerin imtihanı zordur. Çünkü iyiliğe bağlı gelişen sıfatlar çoktur. Oysa kötülük ve yanlış kolaydır. Ayrıca doğru olmanın ve doğru safta kalmanın da bir bedeli vardır ve bu bedeli ödemeyi gerektirir.

Doğru tarafta olanların işleri ağırdır. Zira hem kendi saflarında bulunan çürüklerle, kötülerle mücadele etmesi gerekir, hem de yanlıştaki iyileri celp etmesi, çekmesi gerekir. Bunun için de doğru taraftakilerin her halleriyle doğru olmaları çok mühimdir.

Şu da var ki doğru yerin doğruluğu sadece kişinin kendi aklıyla anlayabileceği bir durum değildir. Çünkü ahir zaman gereği iyiler ve kötüler birbirine karışmıştır. Oysa siyah ve beyaz gibi birbirinden ayrı olması gerekir. Lâkin bugün pek çok şey grileşmiştir. Doğru safın doğru tesbiti ancak güçlü bir şahs-ı manevî ile mümkündür. Velev ki bu şahs-ı manevî havuzunun içerisine, yanlış düşse bile o büyük Kevser-i havuz kirleri temizleyecektir.

Doğru yerde yanlışların sayısı artmışsa bu daha da tehlikelidir. Zira buradaki doğru kendi tarafındakilerden bile yara alır ve sevilmez hale gelebilir.

Bazen doğru tarafta olmanın fanatikliğine kapılır insan. Hep doğrunun ve haklının kendi tarafında olduğunu düşünmek bir fanatizmdir. Duyguların hakim olduğu mantığın, esasların, hakikatlerin geri plana atıldığı durum her ne olursa olsun fanatizmdir.

Hasılı; yanlış yerde doğru insanların bulunmasının bir sebebi de doğru yerdeki yanlışlardır. Bu yüzden sadece doğru yerde olmak yeteli değildir. Taraf olmak, doğrusuyla yanlışıyla savunmak demek midir?  Yani yanlışa doğru mu demektir.  Elbette hayır. İşte sıkıntı buradan başlamaktadır. Doğru tektir. Hangi safta bulunursa bulunsun doğruların etrafında bir şahs-ı manevî oluşacaktır.

Yasemin YAŞAR

www.nurnet.org

Meşveret ve şûrânın enfüsî mütalâası

İçtimaî konuların tanziminde, âyetten alınan en mühim ders meşverettir.

Allah’ın emri olma noktasından da meşveret bir ibadettir. Resul-i Ekrem’in (asm) hayatı pahasına tatbik ettiği sağlam bir sünnetidir. Üstadımın da, âyet ve hadise dayanarak ısrarla vurguladığı, hizmetin selâmeti noktasından olmazsa olmazı anlamında ehemmiyet verdiği bir esastır.

Rahmetli Zübeyir Ağabeyin Üstadımızdan tevarüsle, hizmetin tanziminde en esaslı karar organı, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisini temsil eden ve amir makam olan meşveret heyeti ve şûrâdır.

Meşveret hür bir zeminde yapılmalıdır. Her müşavir, fikrini serbestçe, ama müşavere kurallarına uygun olmak kaydıyla söyleyebilmelidir. Âyetin ve hadisin emri gereği meşverete ehil, görüşülecek konuya muhatap kişilerle hakkı verilerek meşveret edilmelidir. Meşveret heyeti bir takım grup ve kanaatlerin tasdik makamı olmaktan azade olarak her bir üyenin fikir ve kanaatini çekinmeden ifade edeceği kalitede olmalıdır. Şûrânın üyeleri, hizmetin her bir meselesi ile alâkadar, tenkide müheyya, hatayı kabul etmez, yalanı çok çirkin görür bir heyet olmalıdır. Bu hakikatler ile meşveret adam harcama yeri olmamalı, yerinde adam istihdam etme makamı olmalıdır.

Nur Talebesi, hayatı ve içerisindekileri, maharet ve salâhat zaviyesinden değerlendirdiği için meşverette de salâhat önemli olmakla beraber Nur Risalelerinin meslek ve meşrebinin doğru idrakî ve yorumu da kesinlikle ehemmiyetlidir. İşte bu noktadan meşverete seçilecek kişinin ehl-i takva olmasıyla beraber meslek ve meşrep prensiplerinin yorumu ve uygulamasında mahir olmasına dikkat edilmelidir.

Meşveret edilecek insanın şahsiyeti çok önemlidir. Bu noktadan meşverete dâvet edilen kişi, Risale-i Nur prensiplerinin imbiğinden süzülmüş ölçü ve vasıfları kişiliğine, karakterine sindirebilmiş, yerleştirebilmiş olmalıdır. Hayatın içerisindeki hadiseleri, şahıs ve vesilelerin değil, hizmetin selâmeti açısından değerlendirecek kapasitede olmalıdır. Heyet ve kurula seçilmeyi genel seçim havasıyla karıştırmadan, kendisinin değil de gerçekten ehil kardeşlerinin tensip edilmesinin daha doğru olacağı kanaatinde samimî olarak, menfaatini ve kendisini geri, ehil kardeşini ileri tutabilmelidir. Ama seçilerek meşverete gitme görevini de bir hizmet bilerek o şuurla kabullenmelidir.

Özgeçmişi, kişiliği, özgüveni, idarecilik ve müdebbiriyette yeterliliği, ileri görüşlülüğü, başkalarının etkisinde kalmaması, kararlı olması, alınan kararlara uyması, malî ve ailevî konularda mümkünse probleminin olmaması, mütevazı kişiliğe sahip özellikleri olan kişiler seçilmelidir. İşin özü meşvereti hakkıyla yapacak kişi seçilmelidir.

Meşveret, her meselemize hâkim olmalıdır. Dolayısıyla hadiselerin ve alınan kararların üzerinde kaderin de kararı ve hükmünün olduğu unutulmamalıdır. İmtihan dünyasında bitmeyecek olan ihtilâf ve fitnenin en az zararla atlatılması istikametinde feraset ve belâgatle hareket edilmelidir. Tarihin sürekli tekerrür ettiği gerçeğinden hareketle bazı hadiseler yaşanmadan ders alınamayacağı da unutulmamalıdır.

Her ne yaşanırsa yaşansın cemaatin uhuvveti, tesanüdü esastır. Fikir ve kalbe danışılarak, münakaşasız şekilde yapılan meşveretler her zaman ehemmiyetle muhafaza edilmelidir. Bu noktadan her meşveret heyeti adayı ve üyesi Ümmet-i Muhammedi (asm) sahil-i selâmete çıkaran geminin hademesi olduğunu katiyen unutmadan, meşveret heyetine veya yönetim kuruluna seçilmeyi bir hizmet makamı bilip, nefsine de makam sahibi olmadığını aksine hizmetkâr olduğunu kabul ettirmelidir. Bu cümleden hareketle cemaat içerisinde “Yönetim kurulu üyesi ağabeyimiz” şeklindeki takdimler, kişiyi uçurmaya değil sorumluluk altına girmeye ve daha fazla şuurlu olmaya hazırlamalıdır. Bu nev’î takdimlerde cemaat de dikkatli ve hikmetli olmalıdır.

Sistem dışı çare aramak,  tahribattır. Sistem içi çözüme odaklı olmak dâvâ adamının şiarıdır. Eski halin artık muhal, yeni halin ise izmihlâl değil, aksine şûrâ olduğunu, bedellerini ödeyerek dersimizi aldık. Haklı şûrâmız bütün kuvvetini, haktan, tesanütten ve ihlâstan almaktadır.

Mehmet ÇETİN