Muhammed Numan tarafından yazılmış tüm yazılar

Ehl-i Sünnet müslüman ve pürmerak Risale-i Nur Talebesi instagram sayfası: risaleinurdan.vecizeler

Sadâkat ve meşveret

Sadâkat ve Meşveret

“Ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının verdiği evham ve me’yusiyet cihetiyle zâhirî inkâr ve çekinmekle azimet ve sadâkate muhalif hareket eden kardeşlerimiz o duâlardan mahrum kalmasınlar” diye bir duâsındaki “sâdıkine” kelimesini kaldırdığını söylüyor Üstad Hazretleri.

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki; ruhsatı değil, takvayı esas tutmak, bid’aya girmemek ve evhama kapılıp kimliğini -Nurculuğunu- inkâr etmemek ve çekinmemek, sâdık bir Nur Talebesi olmanın şartlarıdır. Dünyevî bir takım faydaları elde etmek ve kaybetmemek adına, bu zamanın arzî olan içtihadlarına istinaden sadâkate münafi hareket etmek, kişinin daire içerisindeki pozisyonunu belirlemede önemlidir. Ayrıca dünyevî ve uhrevî hiçbir makâmata alet edilemeyen Risale-i Nur’ları sadeleştirmek sûretiyle tahrif etmek, siyasî bir zümrenin tekeline almasına çalışmak ya da bunu hoş görmek; sadâkatin bir başka gereği olan ‘kendi malı bilmek ve neşrine- muhafazasına çalışmak’ esasına bütün bütün zıt bir harekettir.

Takvayı esas tutup; Risale-i Nur’u bir bütün olarak kabul eden ve ondaki hakikatleri müştaklara ulaştırmayı vazife bilen, güneşi bırakıp mumu tercih etmeyerek; hariçte medet aramayan, korkmadan ve çekinmeden her türlü sıkıntıya göğüs geren ve bu kudsî hizmetteki en küçük vazifeyi manevî feyizlere tercih eden, elbette hususî bir iltifata mazhar olacaktır. İşte Üstadımız buna sadâkat diyor.

Üstadımızın ifadelerine göre; Risale-i Nur’a muhalif bir cereyana taraftar olmayan ve zıt bir mesleğe girmeyen ve hatta kalben taraftar olmadığı taktirde bid’a ile amel edenler, dost ya da talebe olabilir. Ehemmiyetli ve esrarlı meselelere teşrik edilmediği taktirde onları daire dışına atmak ve neticesinde düşman sınıfına iltihak etmeye sebep olmak son derece yanlıştır.

Risale-i Nur’da çok defa meşverete vurgu yapılıyor. “Esrarlı meselelere teşrik etmeyiniz” ifadelerinden de meşvereti anlamak mümkündür. Zıt bir mesleğe girmeyen ve Risale-i Nur’a muhalif bir cereyana taraftar olmayan her kişi meşverete katılabilecek kişidir. Daire içerisinde olanlara karşı üstünlük olarak telâkki edilebilecek türden kriterler, faydadan ziyade zarar getirir. Cemiyeti andıracak şekilde ölçüler belirlemek de o kabildendir. İstidatlara göre istişare zeminleri tesis etmek bu tür problemleri ortadan kaldırabilir. Taksimu’l-â’mal, meşverette “taksimu’l-istidat” olabilir. Eğitim alanında istidatları inkişaf etmiş birisine ille de neşriyatta ya da sosyal alanda da bulunacaksın ısrarı hikmete pek uygun düşmese gerek.

Cemaatin umumuna taalluk eden bir takım meselelerin istişaresini yapmak için her alandan biri ya da birileri ile “Meşveret” adı altında toplanılabilir. Bunu yaparken evvelâ gönüllü olanlar belirlendikten sonra kur’a çekilebilir. Böylelikle siyasî partileri andıracak tarzda seçimlere lüzum kalmaz. Meşveretler arası hiyerarşik bir sistem manâsında diğerleri üzerinde bir hâkimiyet kurmadan da bunu yapmak mümkündür. “Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebte olmaz” ifadelerini de fiiliyata dökmek önemlidir.

Şimdi Üstad Hazretleri’nin “sâdıkine” kelimesini kaldırmak meselesine tekrar dönelim.

Risale-i Nur mesleğindeki şefkat, bu zamanda her meseleden daha büyük olan iman kurtarmak vazifesine baktığı cihetledir. Her türlü kusur, iman kurtarmak mesleğinde çakıl taşları hükmündedir. Bu sebeple Üstad Hazretleri bir duâsındaki “sâdıkane” kelimesini kaldırıyor ki; hem onlar bu küllî duâların şümulüne dahil olsunlar ve hem de “acaba bizim bunda hissemiz yok mudur” şeklinde bir me’yusiyete kapılmasınlar. “Milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içerisinde yanmaya razıyım” dedirten de bu şefkat sırrıdır.

“Sâdıkine kelimesini kaldırdım” ifadesi Üstadın bir duâsı için geçerlidir. Bu duâyı da tesbihata dahil etmiş. Her sabah ve ikindi namazlarında ism-i âzamdan sonra okuduğumuz ‘subhaneke ahiyyen şerahiyyen’ ile başlayan duâ, bu duâdır. Elimizdeki mevcud tesbihatlarda bu duâ haricindeki bütün duâlarda “sâdıkine” kelimesi geçiyor ve elbette okumak lâzımdır.

Tesbihata dair kanaatlerimize bir başka yazıda değinmek ümidi ve duâsıyla..

Cenâb-ı Hak bizleri sâdık Nur Talebelerinden eylesin.

Süleyman YAPRAK
www.NurNet.Org

Laiklik mi dediniz? ‘Eski Hal Muhal’dir

Laiklik mi dediniz? ‘Eski Hal Muhal’dir

Anayasa çalışmaları, laiklik tartışmasıyla öne çıkıyor. Zihinler, bu kavramda hiç net olmadı, halen de değil.

İşin aslı şudur:

Batı’da, ruhban sınıfı ile krallık, halka ve aydınlara karşı baskıcı bir cephe oluşturmuştu. Fransız İhtilalini hazırlayan sebeplerin başında bu baskı vardı. Fransız İhtilali ile laiklik kabul edilerek, krallık devrilmiş, ruhban sınıfının siyasete etkisi engellenmiştir. Batı’da devletin dindara ve dinsize karşı tarafsız olması, laiklikle sağlanabilmiştir.

Halbuki İslam, laikliğe ihtiyaç duyuracak bir çatışmanın kaynağı hiç olmadı. İslam’ın özünde, siyasi güce dayanarak halkı ve ilim adamlarını ezip dışlamak gibi bir anlayış yoktu. Aksine İslam, Said Nursi’nin ifadesiyle halkı ve ilim adamlarını, siyasetin baskısından koruyan bir “tahassüngah” (sığınak) idi”. Bu sebeple Müslümanlar laikliğe hiç ihtiyaç duymadı. İslamın özündeki din, vicdan ve düşünce özgürlüğü herkes için güvencede idi. Gayrı müslimler bile bu özgürlüğün güvencesi altında, asırlarca sorunsuz yaşadılar. Kimse, “laiklik istiyoruz” deme ihtiyacını duymadı.

Bizdeki militan ve militarize laiklik, Batılılaşmanın ve dahası medeniyet aksı değiştirmenin aracı olarak kabul edildiğinde, ona, toplumdan dini tasfiye misyonu yüklenmişti.

Laikliğin, militanca yöntemlerle dini toplumdan tasfiyede kullanılması, bizdeki sorunun asıl kaynağıdır. Böyle bir laikliğin, bırakınız anayasada yer alması, yüzüne bakılacak tarafı bile yoktur. Toplum, hukuk kaygısı taşımayan, din ve vicdan hürriyetini boğma amaçlı bir laikliğe ilgi duymadığı gibi saygı da duymamıştır. Bu gerçek dikkate alındığında sayın Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “Laiklik Anayasada yer almamalı” sözü, tarihi ve sosyal dayanağa sahip bir taleptir. Tedirginlikle alelacele reddedilmeden önce, tartışılması gereken bir yaklaşımdır.

Zira, halkın seccadesini ve mevlidini suç unsuru kabul eden bir laiklik, anayasada yer istemeden önce, baskıcı politikaların ahlak ve hukuk dışı infaz aracı gibi kullanılmış olmakla sorgulanmaya muhtaçtır.

“Laiklik eşittir, dinsizliktir” algısı, hayali bir suçlama sloganı değildir. Bu kavram, kitlelerin hafızasında, açtığı derin yaralarla malul çarpık bir kimliğe sahiptir.

“Laikliğe aykırı olarak…” diye başlayan, ne anlama geldiği meçhul, cezalandırıcı soyut kanun hükümleri, devlet adına yıllarca karanlık siyasi emellerin ve ekonomik soygun operasyonlarının aracı olarak kullanıldı. Sahtekar bir hamiyetfüruşluğun maskesi yapıldı.

Yeni bir Anayasa yapımının arifesinde bu kötü hatıraları yaşanmamış farz eden bir hafızasızlığı, bu toplumdan kimse beklememelidir.

Laiklik Anayasa’ya girse de girmese de, yapılması gereken şudur: Din, vicdan ve düşünce özgürlüğü  temelinde toplumdaki farklı görüşlerin kendini ifade edebilmesi ve her inanç mensubunun inancının gereklerini yapabilmesi hukukun tartışmasız güvencesinde olmalıdır.

Laiklik Anayasaya girecekse, baskı ve şiddeti dışlama temelinde, dindara ve dinsize ortak bir hukuki güvence sağlayacak içerik ve tanımla girebilir. Herkesin kafasına göre anlam biçtiği soyut bir kavrama anayasada yer yoktur ve olmamalıdır.

Militan laikliğin dini şuuru tahrip amacıyla kullanıldığı dönemlerde en anlamlı eleştirilerin Said Nursi’den geldiği görülür. Eserlerinde ve mahkeme savunmalarında laikliği, tarihsel kökenleri ile tahlil eder. Onu,Din ve Vicdan Özgürlüğünün teminatı olarak görür ve gösterir.

Laiklik adına dinin toplumdan tasfiyesi amacıyla yapılan yanlışlıkların terk ve ıslahı için söyledikleri halen yol göstericidir:

“Laik Cumhuriyet dini dünyadan ayırmaktır. Yoksa dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak olmadığını biliyoruz. Laiklik dine karşı tarafsız kalmaktır.” Ve devamla, “Eğer laik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki, laik manası bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere  ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim” demektedir.

Bu ifadelerdeki laiklik tanımına dikkat edilmediği takdirde yapılan iş, “istibdad-ı mutlaka ‘Cumhuriyet’ nâmı vermek, irtidad-ı mutlakı rejim altına almak, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermek, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kanun’ ismi takmak” olacaktır. Yani laiklik, zorba yöntemlerle ecnebi hesabına medeniyet değişimin aracına dönüşecektir.

Bu gerçekleri uzun yıllar yaşayarak gelmiş bir toplum olarak, geleceğe ilişkin beklentilerimizi netleştirmek zorundayız.

Laiklik dokunulmaz tabu değildir. Faşizm artığı bir devlet aklının, arkaik kavramı olma kimliğini terketederek, hukuk içinde her düşünceyi koruyan demokratik bir içeriğe dönüşmek zorundadır.

Laiklik böyle gelmiş, böyle gidemez.

Laiklik hakkında; Said Nursi’nin ifadesiyle “Eski hal muhaldir.” (İmkansız)

Mevlana’nın ifadesiyle “yeni şeyler söylemek” zamanıdır.

Kaynak: www.risalehaber.com

www.AdaletTerazisi.Com

İttihad-ı İslam Üstadımız Said Nursi’nin Gayesiydi

İttihad-ı İslam Üstadımız Said Nursi’nin Gayesiydi

Aziz Kardeşlerimiz! bu gelen leyle-i miracın hakkımızda ve alem-i islam hakkında hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyor, islam coğrafyasında yaşanan sıkıntıların izalesi ve rahmete dönmesini Bar-ı Gah-ı Kibriyadan ümid ediyoruz. 
Bu vesile ile ittihad-ı islam-ki Necib Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin bir gayesidir -zahiren vücuda geliyor olması, bu babta müjdeci kararlara imzalar atılması ve o ittihadın zahiri manasını ifade eden İslam İşbirliği Teşkilatının madden daha kamil manada teessüsü hepimizi sevindirmiştir.

Bu mana için gayret gösteren başta sayın Reisi Cumhurumuz ve Hükümet erkanımızı tebrik ve takdir ediyor, ittihad-ı İslama dair Bediüzaman Hazretlerinin mühim derslerinden ve lahiklarından bir kısmını nazar-ı dikkatinize arzediyoruz. 

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Talebe ve Hizmetkarları
Hüsnü Bayramoğlu, Abdullah Yeğin 
Aziz, sıddık kardeşlerim, Leyle-i Mi’rac, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i maneviye sırrıyla, inşaallah herbiriniz kırkbin dil ile tesbih eden bazı melekler gibi, kırkbin lisan ile bu kıymetdar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadet ile şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı tebrik ile beraber, hakkımızda inayet-i Rabbaniye pek zahir bir surette tecelli ettiğini tebşir ederiz.

Üstadımız Bediüzzaman Hz. bu yaşadığımız musibetlerin tahlili sadedinde bizlere şöyle ders veriyor ve bu musibetlerin netaicini ifade edip nazarımızı uhuvvet-i islamiyete ve ittihad-ı islam’a celbediyor; 

“-Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felaket olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslam için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan alem-i İslama fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslamiyenin felaketi, alem-i İslamın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir.
Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve ab-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslamiyenin inkişaf ve ihtizazını harikulade ta’cil etti. Biz incinir iken, alem-i İslam ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlubiyetle bir saadet-i acile-i (عَاجِلَهءِ )
muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i acile-i (اٰجِلَهءِ ) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’i ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.”
” Şark husumeti, İslam inkişafını boğuyor idi; zail oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslam’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, baki kalmalı.
   Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.
   Dediler:
   -Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslamın sadası olacaktır!..”
İslamiyetin ali siyaseti ve içtimai maslahatı bitamamiha müslüman devletlerin siyasetlerinin tevhidine ve mesailerinin teavün ile teşrikine medar olduğu ve bu ihmal edildiğinde neticesinin vahim olacağını ders veren Üstadımız bizleri şöyle ikaz ediyor ve diyor; 
“Haccın bahusus tearüfle tevhid-i efkarı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i aliye-i İslamiye ve maslahat-ı vasia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslamı, İslam aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.
  • İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
  • İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs biçare valideleri olduğunu “ba’de harab-il Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
  • İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
  • İşte Afrika, biraderini tanımıyarak öldürdü, şimdi vaveyla ediyor.
  • İşte alem-i İslam, bayraktar oğlunu gafletle bilmiyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip ah-u fizar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslam, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi.Fa’tebiru
“… imanın mahiyetindeki harikulade şehamet, izzet-i İslamiyenin tabiatındaki alempesend şecaat, uhuvvet-i İslamiyenin intibahıyla her vakit mu’cizeleri gösterebilir.
  • Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat
  • Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i alem.”
Hutbe-i Şamiye’de; 
“Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakiki milliyetimizin hakimiyetini gösterdi. Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir. Ve hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslamiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakiki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
İşte bu kudsi milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslam bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslam taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslamiye ile mürtebit ve alakadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslam taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.
İşte bu mezkur hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslamiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.” buyuruyor.
Emirdağ Lahikasında ; 
Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslamiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yeganesi; ittihad-ı İslam cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında İttihad-ı İslam dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.
Yine Emirdağ Lahikasında İhvan-ı Müslim ile alakalı mektubu ki Anadoluda Nur talebelerinin sair islam ülkelerinde ittihad-ı islam için çalışan cemaatlerle olan münasebatını izah ediyor; 
“Halep’te İhvan-ı Müslimin azasının bana yazdığı tebriğe mukabil onu ve İhvan-ı Müslimini ruh u canımızla tebrik edip “Binler Barekallah!” deriz ki, ittihad-ı İslamın Anadolu’da Nurcular -ki eski İttihad-ı Muhammedinin halefleri hükmünde ve Arabistan’da İhvan-ı Müslimin ile beraber hakiki kardeş olan Hizbü’l-Kur’ani ve ittihad-ı İslam Cemiyyet-i kudsiyesi dairesinde çok saflardan iki mütevafık ve müterafık saf teşkil etmeleriyle ve Risale-i Nur ile ciddi alakadar ve bir kısmını Arabiye tercüme edip neşretmek niyetleri, bizleri pek ziyade memnun ve minnettar eyledi.

Benim bedelime, İhvan-ı Müslimin Cemiyeti namına bana tebrik yazana cevap verirsiniz. O taraftaki Nur şakirdlerine ve Nur eczalarına himayetkarane alakadar olsunlar. “

” Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir mes’elesi; şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için şimdiki bu hükumetimizin hakiki kuvveti, hakaik-ı Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üçyüz elli milyon uhuvvet-i İslamiye ile ittihad-ı İslam dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslama taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için; hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’an’a ve ittihad-ı İslama tarafdar olmağa mecburdurlar.”
“Alem-i İslamın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dörtyüz milyon müslümanı birbirine kardeş ve maddi ve manevi yardımcı yapan İttihad-ı İslamın, yeni teşekkül eden İslami devletlerde tesise başlamasının ve Kur’an-ı Hakim’in kudsi kanunlarının o yeni İslami devletlerin kanun-u esasisi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslamiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkam ve hakikatlarını akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur’an-ı Hakim’in, zuhura gelen küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin de, bu gelen bayramını tebrik ile beraber, Medresetü’z-Zehra’nın ve bütün Nur Talebelerinin hem dahil hem hariçte, hem Arapça, hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz…”
Üstadımız Bağdat Paktı münasebetiyle demokrat hükümetini nasıl suretle tebrik ediyorsa  bugün bizlerde aynen Üstadımız gibi dört değil kırkın üzerinde islam devletiyle olan ittihada vesile olan sayın Cumhurbaşkanımızı ve Hükümetimizi tebrik ve takdir ediyoruz; 
“Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkarane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dörtyüz milyon İslam’ın sulh-u umumisine ve selamet-i ammenin teminine kat’i bir mukaddime olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım…

Türk gibi Arablarda da Arabcılık ve Arab milliyeti İslamiyetle mezcolmuş ve olmak lazımdır. Hakiki milliyetleri İslamiyettir. O kafidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azimdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymetdar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def’edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine, dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsaleme-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiblerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum…”

Menfi milliyetçilik ise hakikaten bu ittihad-ı islam önünde bir set teşkil ediyor işte bu hastalığa Bediüzzaman 26. Mektup’ta eczane-i Kur’aniye’den şu edviyeler ile deva arzediyor; 

 ” Hey’et-i içtimaiye-i İslamiye, büyük bir ordudur, kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Halıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, Kıbleleri bir, Kitapları bir, Vatanları bir, bir, bir, bir… binler kadar bir, bir…

İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek kabail ve tavaife inkısam, şu ayetin ilan ettiği gibi, tearüf içindir, teavün içindir; tenakür için değil, tahasum için değildir!.. “Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslamiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felakettir ki, tarif edilmez.

Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki manen onlara yardım edip; menfi unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adavet besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki ile beraber; o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın, cenuptan gelen Kur’an nuru var; İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.

İşte o dindaşlara adavet ise; dolayısıyla İslamiyete, Kur’an’a dokunur. İslamiyet ve Kur’an’a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek; hamiyet değil, hamakattır!..

Rahmet-i İlahiyeden ümid kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir…

 

Hüsnü BAYRAMOĞLU, Abdullah YEĞİN

www.NurNet.Org

Bediüzzamandan Tebrik..

“Evvelâ: Sizin Leyle-i Mi’racınızı bütün ruh u canımla tebrik ederim.” (Ş: 499)

“Sizin mi’racınızı tebrik ve Mi’rac Sahibi’nin (A.S.M.) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.” (K: 252)

“Umum kardeşlerime birer birer selâm ve kârı binler olan Leyle-i Mi’racınızı tebrik ederim.” (E: 40)

“Leyle-i Mi’racınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden niyaz ederiz.” (Em: 15)

“Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi’racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.” (Em: 121)

“Siz Üstadımızı hasta hallerinde pek fazla meşgul ettiğimizden kusurlarımızın affını ayrı ayrı rica eder, Cenab-ı Allah’tan şifalar dileriz ve Leyle-i Mi’racınızı tebrik ederiz.” (Hn: 151)

 

Bediüzzaman Said Nursi

www.NurNet.Org

“Risale okumanın zamanı geçti.”, şeklindeki eleştirilere nasıl cevap vermeliyiz?

“Risale okumanın zamanı geçti.”, şeklindeki eleştirilere nasıl cevap vermeliyiz?

Bir şahıs için İslamî ilimleri, süreklilik ve devamlılık bakımından iki kısma ayırabiliriz:

Birisi, her anda ve her şartta lüzumlu olan ilimlerdir ki; bunlar imana ve marifete dair ilimlerdir. Bir insan bu ilimlere ömrünün son anına kadar muhtaçtır. Bu iman ve marifet ilimlerinde bir sınır, bir son mertebe yoktur, insan ne kadar tekemmül ve terakki etse kârdır. Bu ilimler, gıda noktasından sürekli ihtiyaç duyulan ekmek ve su değerinde olan ilimlerdir.

İnsan maddeten nasıl ekmeksiz ve susuz yaşayamaz ise; aynı şekilde iman ve marifet ilimleri olmaksızın, insan manen yaşayamaz. Hatta bu ilimlerin bazı kısımları vardır ki; hava gibidir her an solumaya insan muhtaçtır; bu tevhid ve Allah’ın isim ve sıfatlarının kainat üstündeki tecellileridir. İnsan başını nereye çevirse, bu nevi ilim ve tefekkürle karşılaşır.

İnsaf ve sağlıklı bir kafayla Risale-i Nurlara bakanlar, Risale-i Nurların kahir ekseriyetinin, bu sürekli ve devamlı olan ilimler sınıfından olduğunu itiraf edeceklerdir. Yani Risale-i Nurlardaki ilimler; ekmek, su ve hava mesabesinde olan ilimlerdendir. Bu sebeple Risale-i Nurlardaki ilimler, değil bir insanın, bütün insanlığın her döneminde en önemli ve gerekli bir ilim sınıfıdır.

Diğer İslami ilimler ise, insanın ömründe bir veya iki defa ihtiyaç duyacağı ilimlerdir. Bunlar genelde kıraat ve ilmihal bilgileridir. İnsan ömründe namaz nasıl kılınırın cevabını bir kez öğrenir, belki bir de yanılır ve unutur ise; bir daha bakma ihtiyacı hisseder, bunun dışında başka ihtiyaç hissetmez. Bu sebeple bu gibi ilimler, insan hayatında sürekliliği ve devamlılığı olan ilimler değildir.Tabi sürekli ve devamlı olmaması, önemsiz olduğu anlamına gelmez. İman ve marifet ilimleri ekmek ve hava gibi iken, bu çeşit ilimler meyve gibidirler. Ekmek ve hava ihtiyacı sürekli tekrarlandığından usandırmazken, meyve sürekli olsa usandırır. Risale-i Nurlar bu çeşit ilimleri İslam kaynaklarına havale etmiştir. Bir Nur talebesinin, Risale-i Nurları okuyup onunla meşgul olması, kıraat ve ilmihal bilgilerini öğrenmesine engel değil ki ikisi arasında bir tercih yapsın. Bu zamanda iman ve marifet ilimlerinden habersiz yaşamak, bir insana tehlike olarak yeter de artar bile.

Çağımızı iyi okuyup anlayamayanların, Risale-i Nurların ehemmiyet ve değerini takdir edememesi, Risale-i Nurların değil, onların bir kusurudur. Bu zamanda hükmeden; ilim ve fendir, insanların da manevi hastalığı maddecilik hastalığıdır. Bu şartları ve hastalıkları iyi tahlil edemeyenler, elbette doğru tedaviyi de bilemezler.

Bu çağın insanı iman ve marifet ilimlerine yani; Risale-i Nurlara muhtaçtır. Bu ihtiyaç da kıyamete kadar böyle gidecektir. Bunun en güzel delili; insanlığın umumi ahvalidir. Mesela on beş milyon nüfuslu İstanbul’da, farzlarını nizami olarak  ifa eden bir milyonu bulmaz. Böyle manevi bir hastalığın bulunduğu ortamda, Risale-i Nurlara ihtiyaç kalmamıştır demek, mesuliyet ister. Hem Risale-i Nurlar sadece bir ispat ve delil mecmuasından ibaret değildir, ayrıca marifet ve tefekkür tefsiridir. İmanın hadsiz mertebe ve derecelerini ders veren evrensel, eskimez, vehbi ve manevi bir tefsirdir. İnsanlığı hem imani yönden, hem de ahlaki yönden ıslah ediyor. Böyle bir tefsire dil uzatmak, manevi kemalle bağdaşmaz.
Bu tür tenkitleri samimi bulmuyoruz. Zira böyle bir tenkidin ne kendilerine ne de tenkit ettiklleri hakkında hiç bir faydası olmamakla birlikte, sayılmayacak kadar zararları vardır. Allah yanlış yolda olanları doğru yola hidayet etsin.

Kaynak: SorularlaRisale

 

www.NurNet.Org