Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Risale-i Nurda Ramazan Mevzu’u – 7

  1. Ramazan-ı Şerif’te
  2. “Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tuba hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır.” (M: 402)
  3. “$ âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından bir nurunu, Ramazan-ı Şerif’te bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal-meyal gördüm.” (M: 409)
  4. “Böyle zalemelerin sergüzeşt-i zalimanelerini, bu Ramazan-ı Şerif’te bana okutmak hissini nereden kaptın” dedim.” (B: 198)
  5. “Filhakika bu Ramazan-ı Şerif’te hâdisenin sureti çok çirkindi.” (B: 284)
  6. “İkincisi: Bu Ramazan-ı Şerif’te acz u za’fı ve fakr u ihtiyacı tam hissedip, Cenab-ı Hakk’a iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi.” (B: 284)
  7. Ramazan-ı Şerif’te şimdi okuduğum münacatların okunmasına, bu hâdise mühim bir kuvvet oldu.” (B: 284)
  8. “Bu Ramazan-ı Şerif’te otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir fırancala yediğini (yalnız bir-iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna) başka bir şey yemediğini bizzât müşahede ettik(Haşiye).” (B: 301)
  9. “Geçen Ramazan-ı Şerif’te, Ehl-i Sünnet’in selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebeb ihtar edildi:” (K: 25)
  10. “Şimdiden biz tedbir ettik ki: İki Kur’an’ı, Risale-i Nur’un buradaki has talebeleri Ramazan-ı Şerif’te, herbiri her günde bir cüz’ünü sizin ile beraber okumak ile, Ramazan’ın her gününde bir hatme-i Kur’aniye olarak, manevî ve çok geniş bir mecliste, Isparta ve Kastamonu’yu ihata eden bir dairede halka tutan Risale-i Nur talebelerinin ve o dairenin merkezinde sizler bulunmak cihetiyle Risale-i Nur şakirdlerinin etrafınızda olarak; Nakşî’de hatme-i hacegân tarzında, fakat çok büyük bir mikyasta Risale-i Nur’un bütün şakirdleri manen hazır ve o dairede bulunuyor niyetiyle, tasavvuru ile okunmak,” (K: 91)
  11. Ramazan-ı Şerif’te beş gün savm-ı visal içinde gıda olarak, ekmeksiz muhallebi üç kaşık ve beş-altı kaşık da soğuk yoğurttan.” (K: 98)
  12. “Sizin bayramınızı, Leyle-i Kadr’inizi, Ramazan-ı Şerif’te makbul dualarınızı bütün ruh u canımla tebrik ve tes’id ediyorum.” (K: 100)
  13. “Geçen Ramazan-ı Şerif’te, hastalığım münasebetiyle, herbir kardeşim benim hesabımla birer saat çalışmalarının pek büyük neticelerini aynelyakîn ve hakkalyakîn gördüğümden; böyle duaları reddedilmez masumların ve mübarek ihtiyarların ve bahtiyar üstadlarının, benim hesabıma arasıra lisanen ve kalben duaları ve çalışmaları, kalemleriyle yardımları, benim Risale-i Nur’a hizmetimin uhrevî bir netice-i bâkiyesini dünyada dahi bana gösterdi.” (K: 117)
  14. Ramazan-ı Şerif’te yirmi gün zarfında, nesir bir surette, tekellüfsüz birden yazılmış.” (K: 153)
  15. “Ve mübarek dualarını bu mübarek Ramazan-ı Şerif’te ve bire bin kazancı kazandıran eyyam ve leyali-i mübarekede rica ediyoruz.” (K: 155)
  16. “Sırr-ı ihlasla ve iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturunun sırrıyla biz ve siz bu hakikata müteveccihen, bu Ramazan-ı Şerif’te herbirimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farzedip, nun-u mütekellim-i maalgayr, yani daima” (K: 181)
  17. “Bu Ramazan-ı Şerif’te âfâka bakmamak ve dünyayı unutmağa çok muhtaç olduğum halde; maatteessüf, dünyaya arasıra bakmağa bizi mecbur ediyorlar.” (K: 182)
  18. “Senin yazdığın mu’cizeli iki Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif’te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab’a girmesiyle, âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah’a şükreyle.” (K: 200)
  19. “Âyet-ül Kübra Ramazan’da zuhur ettiği gibi; zannımca Ramazan’da da matbaadan çıktığını, Isparta’ya geldiğini ve Ramazan’da serbestiyetle okunması ve câmilere okutmak için girmesi gibi, bu Ramazan-ı Şerif’te Âyet-ül Kübra’dan çıkan ve bir saat tefekkür bir sene ibadet manasını taşıyan Hizb-i Nuriye Âyet-ül Kübra’dan çıktığı misillü, bizim tesbihatımızda otuzüç defa” (E: 59)
  20. “Sâlisen: Bu Ramazan-ı Şerif’te, Kur’anı zevk ve şevk ile okumak çok ihtiyacım vardı.” (E: 249)
  21. Ramazan-ı Şerif’teki
  22. “İşte Ramazan-ı Şerif’teki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır.” (M: 399)
  23. “Ve Ramazan-ı Şerif’teki hakikat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvî hakikatları, yüzbin el ile aramaktır.” (K: 263)
  24. “Evvelâ: Bu mübarek Ramazan-ı Şerif’teki dualar, ihlas bulunmak şartıyla inşâallah makbuldür.” (K: 265)
  25. “Meyve’nin Dördüncü Mes’elesindeki bir hakikatın izahını Eski Said’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerif’teki kıymetdar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi’ etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki; o geniş ve karışık fırtınalı hakikatın kısaca zararlarını beyan eyle.” (E: 56)
  26. “Ve seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran Ramazan-ı Şerif’teki ibadet ve dualarınızın makbuliyetine âmîn diyerek rahmet-i İlahiyeden herbir gece-i Ramazan bir Leyle-i Kadir hükmünde sizlere sevab kazandırmasını niyaz ediyoruz.” (Em: 20)

Sayfalar Envar Neşriyata Göredir.

Ramazan Ayı kategorisi

www.NurNet.Org

19. Mektup 16. İşaret 3. Hüccetin Kısmen Şerh ve İzahı

“Yine İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez.” İşte bakınız! Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm‘dan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.

Hem İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte; dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?” (Mektubat, 19. Mektup, 16. İşaret 3. Hüccet)

Şerh ve İzah :

Mevcut İncillerden Matta -7 (15-20)’ye göre Hz. İsa (as) öğrencilerini yalancı peygamberlerden sakınmaları için uyarmış, gerçek ile sahteyi ayırt edebilmeleri için nasihatte bulunmuştur. Eğer kendisi son peygamber olsaydı böyle bir diyaloğa gerek duymaz, kendinden sonra bir peygamber gelmeyeceğini açıkça ifade ederdi. “Ben Âkıb’ım (benden sonra peygamber yoktur).”(1) diyerek kendinden sonra peygamber gelmeyeceğini söyleyen tek peygamber Hz. Muhammed (asm)’dir. Yüce Peygamberimiz (asm) peygamberliğinin kendinden önceki peygamber olan Hz. İsa (as) tarafından haber verildiğini “Ben İsa’nın müjdesiyim” (2) diyerek ifade etmiştir. İlk dönem Hıristiyanlarından kendisini Períklytos ilan eden çok sayıda kişi türemiştir. Örneğin M.S. 177 yılında Methoş isimli bir Hıristiyan “Ben, İsa’nın geleceğini haber verdiği Períklytos’um diyerek peygamberliğini ilan etmiş ve çok sayıda insanı da peşinden sürüklemiştir. Bu kişi hristiyan dünyasınca zındık sayılmıştır. (3) Períklytos gerek etimolojik, gerekse lugat anlamı itibariyle ‘şanı yüce, övülmeye layık olan’ demektir.(4)

Períklytos sözcüğü Yuhanna İncili’nin 14:16, 14:26, 15:26 ve 16:7’inci ayetleri ile Yuhanna’nın Birinci Mektubu’nun 2:1 no’lu ayetinde geçmektedir. Yeni Ahit mensupları, Períklytos kavramının “beklenen ve gelecek olan bir kişiye”  değil, Kutsal Ruh’a işaret olduğunu iddia etmektedirler. Oysaki Yuhanna İncil’de Períklytos için Gerçeğin Ruhu şeklinde tercüme edilen kısımlardaki Gerçeğin Ruhuna işaret eden zamirlerin hepsi erildir. Oysa Ruh eril değildir.

Nitekim Yunancada kullanılan zamirler eril, dişil, cansız ve cinsiyetsizdir. Bu durumda burada işaret edilen Kutsal Ruh olsaydı cinsiyetsiz zamirin kullanılması gerekirdi. Eril zamirin kullanılması O’nun eril bir şahsa işaret etmesi demektir.(5)  Ayrıca Yuhanna İncil’inde geçen Períklytos’un Kutsal Ruh diye açıklanmaya çalışılmasını eleştiren Prof. Dr. Maurice Bucaille, bu anlayışı reddederek Períklytos Hz. İsa’dan sonra gelecek, Hz. İsa gibi bir Peygamber olduğunu Yunan dili etimolojisine dayanarak şöyle açıklar: “Burada öne sürülen insanlara bildirme işi hiçbir surette Kutsal Ruh’un işlerinden olan bir ilhamdan ibaret değildir. Aksine kendisini belirleyen Yunanca kelimedeki yayma kavramı sebebiyle, onun açıkça maddi bir niteliği vardır. Şu halde Yunanca ‘Akouo’ ve ‘Laleo’ fiilleri bir takım maddi işleri ifade ederler ve bu fiiller ancak işitme ve konuşma organlarına sahip bir varlıkla ilgili olabilirler. Dolayısıyla bu fiilleri Kutsal Ruh’a uygulamak mümkün değildir.(6)

Öte yandan Barnaba İncili Hz. İsa’dan sonra bir başka peygamber daha geleceğini ama O’nun son peygamber olacağını şu cümlelerle bildirir: “Bana gelince, ben şimdi, dünyaya selâmet getirecek olan Allah’ın Elçisi’nin yolunu hazırlamak için dünyaya gelmiş bulunuyorum.” (Barnabas, Bölüm 72) “Kâhin karşılık verdi: “Allah’ın Elçisi geldikten sonra, (daha) başka Peygamberler gelecek mi?” İsa cevap verdi: “O’ndan sonra Allah tarafından gönderilen gerçek Peygamberler gelmeyecek ama pek çok yalancı peygamber gelecek.” (Barnabas, Bölüm 97,)

İbn Hişam, İbn İshak’ın Yuhanna İncili’nin 15/26-27. âyetlerini şöyle tercüme ettiğini bildirmiştir : “Babanın size göndereceği Münhamanna, Baba’dan çıkan hakikat ruhu geldiği zaman, benim için şahitlik edecektir. Siz de şahitlik edeceksiniz; çünkü başlangıçtan beri benimle berabersiniz. Bunu size, yanlışa sapmayasınız diye söylüyorum.” Münhamanna, Süryanice’de Muhammed karşılığındadır. Yunanca’sı Períklytos’tur. (7) Hıristiyanlar İncilin asıl nüshasında Períklytos kelimesininin geçmediğini geçen kelimenin Paráklêtos olduğunu iddia ederler. Bu iki kelimenin fonetik olarak birbirlerine yakınlığı karşısında, çevirmenlerin -yahut daha büyük bir ihtimalle sonraki tarihlerdeki yazıcıların- bu iki ifadeyi nasıl karıştırdıklarını anlamak kolaylaşır. (8) Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli Hıristiyanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında Müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768’de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiçte zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüzbinlerce Hıristiyan, Müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice’nin hangi sözcüğünün Yunanca’nın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak’ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, “Munhamanna” geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hişam bunun Arapça “Muhammed” kelimesi ya da Yunanca Períklytos sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. İsa’nın Hz. Peygamber’in (s.a.) mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncil’in dördü de, Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Helence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. İsa’nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişilerin şifahi rivayetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivayetler daha sonra Süryanice’den Helence’ye çevrilmişti. İncillerin hiçbiri Miladi 70’ten önce kaleme alınmamıştı. Bu İncillerin hiçbir Helence nüshası muhafaza edilememiştir. Hâlbuki İncillerin ilki Helence yazılmıştı.

Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alınan ve müsveddeler halinde toplanan Helence İncillerin ilk nüshaları 4. asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. İsa’dan (as) sonra aradan geçen 300 senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını tam kestirmek hemen hemen imkânsızdır.(9)

Sonuç :

Yüce Peygamberimize (asm) vahiy geldiğinde peygamberimizin yaşadığı durumu anlamak için Hz. Hatice Varaka bin Nevfel’e götürmüştür. Varaka bin Nevfel Hz. Hatice (r.a.)’ın akrabası, Mekke’nin rahibi ve vaiziydi. Tevrat ve İncil’i biliyordu ve bunları Arapçaya tercüme etmişti. Varaka bin Nevfel durumu dinledikten sonra Hz. Muhammed’e (asm) peygamberlik verildiğini müjdelemiştir.(10) Hıristiyan bir âlim olan Varaka bin Nevfel’in bu şehadeti de Kitab-ı Mukaddeste Hz. İsa’dan sonra bir başka peygamberin geleceğine bir delildir.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynakça:

1-Buhârî, Menâkıb,18

2-Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127; V, 262

3-Davud, Abdülahad, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s.291; ayrıca bkz: el-Hindî, Rahmetullah, İzhâru’l-Hakk Tercümesi, s.677; el-Cisr, Hüseyin, Risâle-i Hamîdiyye, s.60.

4-Davud, Abdulahad; Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s. 276

5-Çanakkale Onsekiz mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/1, Cilt 1, Sayı 1 (Sayfa 11-25)

6-Tevrat, İnciller Kur’an-ı Kerim ve Bilim – Maurice Bucaille

7-İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I, 187-188, Riyad, 1413/1992

8- Muhammed Esed, Meal-Tefsir, 61/6 dipnot

9-Mevdudi, Tefhimul Kur’an, 61/6

10-İbn-i Hişâm, Sîre: 1/254; İbn-i Kesîr, Sîre: 1/404

Yemek İkram Etmenin Fazileti

Misafire yemek yedirmekte çok fazilet vardır.
Câfer B. Muhammed (r.a) şöyle demiştir:
‘Arkadaşlarla beraber sofra üzerinde oturduğunuz zaman, oturuşunuzu oldukça uzatınız. Zira bu saat hayatınızın sizin aleyhinizde sayılmayan saatidir.’

Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir:
‘Kişi kendi nefsine, ebeveynine ve yakınlarına sarfettiği her nafakadan muhakkak sorulacaktır. Ancak kişi din kardeşlerine Allah rızası için infak ettiği yemekten sorulmayacaktır. Çünkü Allah Teâlâ kulunu bu yemekten ötürü sorguya çekmekten hayâ eder.’

Allah yolundaki arkadaşına yemek yedirmenin fazileti hakkındaki bu sözlerden başka, bunların kaynağı olan hadîslerden de bahsedilince  fazileti daha açıkça bilinir.

Hadis-i Şerifler:
– Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:
Herhangi birinizin sofrası önünde yayılı bulunup kaldırılıncaya kadar, melekler sevabı onun için olacak şekilde salâvat-ı şerife getirirler.(1)

– Din kardeşine doyasıya yediren ve kana kana içiren bir kimseyi Allah Teâlâ yedi hendek kadar ateşten uzaklaştırır. Bu çukurlardan ikisinin arasındaki mesafe beşyüz seneliktir.(2)

– Arkadaşlarıyla yediklerinden kul hesaba çekilmez.(3)

– Seleften bazıları, arkadaşlarının gönlünü hoş etmek için, cemaatle yediği zaman fazlaca yerdi. Tek başına yediği zaman ise, pek az yerdi.

– Üç şey vardır ki, insan onlardan hesaba çekilmez:
a) Sahur yemeği,
b) İftar yemeği,
c) Arkadaşlarla beraber yenilen yemek.(4)

– Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ‘Dostlarımı bir sa’ yemek üzerine toplamam, bir köleyi azâd etmemden daha iyi gelir bana’.

– İbn Ömer (r.a) şöyle demiştir: ‘Sofrada güzel ve helâl yemeğin bulundurulması ve arkadaşlara ikram edilmesi, kişinin şerefli oluşuna delâlet eder’.

– Ashab-ı kirâm (r.a) şöyle derlerdi: ‘Yemek üzerinde bir araya gelmek güzel ahlâktandır’.

– Ashâb-ı kirâm (r.a), Kuran okunmasında da bir araya gelirlerdi. Onlar bir araya geldikleri zaman, muhakkak toplu halde bir şeyler yedikten sonra dağılırlardı. Dostların dostluk ve yakınlıkla kendilerine yetecek kadar bir yemek üzerinde toplanmalarının dünyevî bir iş olmadığı söylenmiştir.

– Allah Teâlâ ile kulu arasında kıyamet gününde şöyle konuşma olur:
“- Ey Âdemoğlu! Ben acıktım, bana yedirmedin.”
– Sen âlemlerin rabbisin, sana nasıl yedirebilirdim?
– Senin Müslüman kardeşin acıktı. Ona yedirmedin.Eğer ona              yedirmiş olsaydın, bana yedirmiş sayılırdın.(5)

– Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Size ziyaretçi geldiği zaman, ona ikram ediniz.(6)

– Cennette bir takım köşkler vardır. Dışları içlerinden ve içleri de dışlarından görünmektedir. Bu köşkler yumuşak konuşan, Allah için yediren ve halk uykuda olduğu zaman kalkıp namaz kılanlar içindir.(7)

– Sizin en hayırlınız, Allah için yedireninizdir.(8)

– Horasan âlimlerinden biri, din kardeşlerine bitiremeyecekleri kadar bol yemek takdim ederek dedi ki: Hz. Peygamber’den bize gelen bir hadîsi şerifte şöyle buyuruluyor:
Kardeşleri ellerini yemekten kaldırdıkları zaman, artanı yiyen bir kimse hesaba çekilmez.(9)
Madem ki durum budur, o hâlde isterim ki size takdim ettiğim yemeği çoğaltayım ki onun kalıntılarından yiyelim.

Kaynak:
1) Taberânî, Evsat
2) Taberâni, (İbn Ömer’den)
3) Ezdî, Duafâ, (Câbir’den)
4) Ezdî, (Câbir’den)
5) Müslim
6) Harâitî
7) Tirmizî, (Hz. Ali’den)
8) İmam Ahmed ve Hâkim, (Suheyb’den)
9) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.

Erkek Kadın Karma Ders ve Seminer!

Erkek Kadın Karma Ders ve Seminer!

 

    “Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…[1]

 

    “Bir millet, cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebid eder. [2]

 

    “Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler! [3]

 

    “S-Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhahımız gibi görünüyorlar.

    C- Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir.

 

    Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.

 

    Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz.

 

    Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz. [4]

 

Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillahilhamd, bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlası ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var. [5]

 

“İman hizmeti, iman hakaiki ..  hizmet-i ima­niyeyi ha­riçteki kuvvetli cereyanlara tâbi’ veya âlet telâkki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil et­mek endişesiyle.. [6]

 

“Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek..[7]

 

Size, kâinatın en bü­yük mes’elesi olan iman hizmeti ye­ter. [8]

 

“Öyle ise hersöylenen sözünkalbegirmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. [9]

 

Bediüzzaman Said Nursi gibi bir dahi, hem muvazzaf, hem müceddid, hem allame bize bunu söylerken biz ölçüsüzlüğü veya sağlam olmayan ölçüleri kendimize ölçü almamız akıl tutulması ve fikri bir kabz haletinden öte bir şey değildir.

 

Nur Talebeleri kendisine ölçü olarak Risale-i Nur kıssaları olan Lahikalardan hisse alarak nurculuk yapar. Nitekim her mesleğin ölçüleri, prensipleri var. Bu prensiplerle sair mesleklerden ve meşreplerden ayrılır, farkını ortaya koyar.

 

Nur Talebelerini sair meslek ve hizmetlerden ayıran Lahikalardır. Lahikasız olanlarla şunu sormak isterim ki; sair mesleklerden senin farkın nedir? Şayet nurcu isek lahikaya uymak zorundayız. Lahikasız nurculuk iddia edenlerin bu iddiaları kuru bir söz, tedavülde olmayan paradan bir farkı kalmamaktadır. Nurcuyu sair mesleklerden ayıran lahikadır. İman hakikatleri zaten her meslekte var.

 

Hiçbir cemaat/meslek din olmadığı gibi Risale-i Nur da bir din değildir. Bir anlayıştır. Bu sebeple her hangi bir meslek/cemaat bizden ayrılırsan mürted olursun, kafir olursun, dalalete düştün diyorsa o lafı eden kimse kendisini enaniyetin katmerli haline kendisini teslim etmiştir demektir. Şayet o meslekte bu hakimse o mesleğin istikametinden şüphe edilir. “Hülâsa; tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir.Tarîkattandüşenşeriata düşer, fakat -maazallah- şeriattandüşenebedî hüsranda kalır. [10]

 

istikamet en büyük nimetler ve kerametler arasındadır. Doğru istikameti olmayan kimselerin hayatı ve hizmeti ve kendisine müteallik olan şeylerde zikzaklar çizmesi gayet normaldir. Çünkü elinde doğru istikametin malzemeleri bulunmamaktadır. Birisi hata yapınca onu tenkid etmek ise yanlıştır. Çünkü o hata yapan kimse, o hatayı gören kimse kadar bilmemektedir. Şayet o hatakar da hata yapmayan kimsenin bildiklerini bilse idi o hatayı yapmaya bilirdi.

 

Birisi duvara bir yazı yazmış. Şimdi ki aklım olsa idi şu, şu hataları yapmaz idi.

 

Başkası altına şöyle yazmış: o hataları yapmasa idin şimdi ki aklın olmazdı.

 

Bizler de hata yapanı görünce hemen hücum etmek yerine bu nazarla baksak güzel olacak.Hata ya cehilden yani bilmemezlikten veya gafletten veya dalaletten kaynaklanmaktadır.

 

Şeyet cehil ve gaflet ise ikazlarla uyandırılabilir; fakat dalaletten geliyorsa ne yaparsan yap vazgeçmez.

 

Şimdi birileri çıkmış erkek – kadın karma Risale-i Nur dersleri ( konferansları) yapmakta. Hatta birkaç adam sahneye masa kuruyor karşısında kadınlar Risale-i Nur Dersi yapıyorlar. Bunu da medya ile haber veriyorlar. Fesubhanallah bu resmi görünce öyle sinir oldum ki anlatamam.

 

Üstad Bediüzzaman’a da benzer bir teklif gelmiş bunu şu şekilde ifade ediyor.    “Mübarek Isparta’ya ve manevî Medreset-üz Zehra’ya üçüncü defa geldiğim zaman işittim ki; o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i nisa, benden bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde câmilerde onlara bir dersim olacak.. [11]üstadımız kadınlara vaaz vermeyip hanımlar rehberini derleyip gönderiyor. Şimdi bazı zekiler çıkıyor sanki üstad yapamadı, beceremedi, beceremezdi manasını verip biz yapıyoruz diyorlar. Bunu da iftiharla servis edip haber ediyorlar.

 

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Emirdağ Lahika mekrublarında geçen ve hayatta olan varis ve talebelerinden halen hayatta olan 5 Talebesi vardır. Bunlar; Abdullah Yeğin, M. Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Hüsnü Bayram ve Salih Özcan ağabeylerimizidir.

 

Nazarımızda üstadımızın ashabı olan bu ağabeylerimiz diğer talebeler içerisinde muvazzaf kılınmıştır. Şimdi bütün talebelerin fevkindediyerekdeğil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört-beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. [12]bu tavzif ile muhakkak ki bu vazife sahipleri daha teyakkuzda ve yollarda yön ve tehlike belirten yol işaretleri gibi bir vazife omuzlarına konulmuştur. Üstadımızın bu varis ve talebeleri tanımamak ise üstadın vasiyetlerini kabul etmemek manasına da gelmektedir.

 

Bizler ne üstadımızdan ne de üstadımızın talebe ve varis ve vekillerinden ne böyle bir uygulama duyduk, ne gördük.

 

Bu tip hak batıl karması nev’inden olan uygulamalar nur’un meslek ve meşrebinde yok. Hatta o sözüm ona ders okuyan kimsenin hanımı da olsa gene olmaz. Çünkü karşıdaki kadınların hepsi haramdır. “Üstad’ın iffet ve istikametteki hududsuzluğu, bilmüşahede sabittir ve inkârı gayr-ı kabildir. Hayatı boyunca, hanımlarla konuşmaktan,nazarıyla dahi meşgulolmaktan şiddetle içtinab etmiştir.[13]üstadımız değil ders vermek meşgul olup konuşmamışken bazı zekilerin üstad beceremedi, kendisine güvenemedi ama biz yaparız edasıyla piyasaya çıkması nurculuğa ne derece sığar, sadakatin ve istikametin ve külliyatın neresinde yazıyor bizim okumadığımız merak ediyorum.

 

Nurculuğa muhalif hareketler yapıyorlar sonra bize neden muhalif oluyorsunuz, muaraza ediyorsunuz diyorlar. Tabiri caizse bizim bir otomobilimiz var biri geliyor yakıyor arabamızı. Biz de mukabele edince sanane kardeşim ben hiç arabanın yanmasını izlemedim onun için yakıyorum diyor.

 

Veya herkesin evi var ve kapısı kapalı. Kimse evinin kapısını açık bırakıyor mu? Rastgele her isteyen girsin istediği şeyi istediği yerde istediği ile yapsın diyor mu? Madem olmaz öyle şey diyoruz o halde bizim daire-i mahremiyetimiz, haremimiz ola Nurculuğa yapılan yanlış hareketler ve tesirini kırmaya yönelik hareketlerde dik duruşumuzu bozmamak ve tavizsiz hizmet ederek nurun Âli olan mesleğini ve meşrebinin esasatını muhafaza etmekte kendisine nurcuyum diyenlerin vazifedir.

 

Biz nur talebesiyiz ve elimizde nurun müvazeleri ölçüleri var. Bunlarla hadiseleri mihenge vururuz. “O münafıklarveya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler vededirtirlerki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir.[14]nurculuk iddia edipte nura muhalif hareket eden kimseler bu kategorinin birisine dahil olduğu alenidir.

 

Bilmek makamında olanın bilmemesi özür kabul edilemez. Önde görünenleri ise hareketlerine daha da dikkat etmek mecburiyetindedirler.

 

Zeki olan kimseler hikmetini bilmediği ve kendi kurgusunda ve “tahayyül ve tasavvurunda [15] giydirdiği ve renk verdiği şekilde düşünüp hareket etmesi neticesinde hasıl olan hatalar mesuliyet getirir.

 

Şahsi ve umumi hukuklar  bu siyasi meselede de ortaya girmektedir. Her şeyde şahsi ve umumi hukuk söz konusudur. Mesela birisi x şahsına söz etse bu şahsi hukuk olur. Lakin islamiyete söz etse bu umumi hukuk olur. Veya biri dershaneye geliyor orada birisi ile arası bozuk bu şahsi hukuk olur. Ama orada umumi bir huzursuzluk yapacak olursa bu umumi hukuk olur.

 

Umumi hukuka tecavüz ise herkesle helalleşmekten geçer. Ve söylemek makamında olupta susanlar bu suskunluktan mesuldürler. Susmakla piyasayı bilmeyenlere bırakmış olurlar. Bilmeyenler konuşması şu misale benzer Şayet tilki vaaza başlamışsa kümesten endişe edebilirsiniz. İşi ehline vermezsek her şey elden gidebilir.

 

Keskin virajlarda ki tabelayı sökerseniz çok kimsenin helaketine sebep olursunuz. Ağabeylerimiz de bu çalkantıda bu tedbiri uygulayarak savrulmaları önlemek istemişlerdir.

 

Piyasada bir abi var birde kur-abiye var. Yani tasannu sahibi ve kendisini abi göstermek isteyen makam-ı kazip sahibi olan ehl-i cerbeze var. Bu cerbezeli kimseler hakkı batıl, batılı hak göstermek zekasına sahip olan kmselerdir. Bu cerbeze sahiplerinin ipleri, yularları nerede kimin elinde bu ise bizce aşikârdır.

 

O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. [16]

 

Dost ve talebe kılığına bürünmüş sahte nurcu gibi duranlar çeşitli desiseler çevirirler. Hadiselerle kimin kaç ayar olduğu belli olmaktadır. Sadakat imtihanı şiddetli olur. Çok büyük zannedilenleri yutar devirir.

 

Lahikası Olmayan kimseler içtimai hadiselerde savrulmamaları imkansızdır. Bir ağaç eğer toprağı derin değilse kök salması imkansızdır. Toprağı derin olmayan yerdeki ağaçlar devrilirler. Lahika bu ağaç toprağının kök salması için var olan toprak gibidir.

 

İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tenbelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler.

 

Onlar, öyle desiselerle onları hizmet-i Kur’aniyeden alıkoyuyorlar ki; haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’aniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da, dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki; hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkeza…

 

    Bu hücum yolları uzun çeker. Bu uzunlukta kısa keserek, dikkatli fehminize havale ederiz. [17]

 

«Namahreme bakmak, İblis’in okla­rından bir ok­tur ki, her kim benden kor­karak onu bırakırsa, (harama bak­mazsa) o haramın zevkine bedel ona bir iman veririm ki, o imanın celadet ve hala­vetini kal­binde duyar.[18]»

 

Netice ise; bir/birkaç erkeğin çıkıp kadınlara konferans veya seminer namında ders vermesi kesinlikle nurculuk sisteminde yoktur. Ve fitnelere kapı açması çok kuvvetli olan bir hadisedir. Böyle gayr-i meşru hallere sebebiyet verecek şeylerden sakınmak ise elbette ehl-i aklın karıdır.

 

Kadınlarınızı, kızlarınızı bu tip karma şeyler yapılan yerlere göndermeyiz. Böyle hak batıl karması olan şeye gideceğine evinde kendisi okusun daha karlıdır. Ehl-i dalaletin tarzında kadın erkek karşı karşıya oturup yüzlerini göreceği şekilde hizmet mizmet olmaz. Bazı yerde görüyoruz bir kitap fuarı imzaya gelen hep kadın, adamıun başını sarmışlar.. veya bilmem ne semineri diye öne bir masa koymuşlar 1 – 2 makam-ı kazip sahibi kutb-ul azam (!) masaya oturmuş karşısında kadınlar onlara seminer meminer diye bir şeyler yapıyor. (Yeni Asya, Nesil grubu)

 

Kimsenin dediğini hemen kabul etmeyelim ve unutmayalım ki cemaatler din değildir. Dinin içinde bir şubedir. İslama muhalif bir şey varsa orada bizim de olmamız otomatikman islama muhalefet etmektir.

 

Yani bizler kiminle berabersek, beraber olduğumuz kimse kime neye hizmet ediyorsa bizde orada oluyoruz.

 

Dini anlatan herkese takılmamak ve mihenge vurmak gerekir. Şimdi dini anlatıyorum ayağına gidip kendisine şöhret ve maddiyat elde etmek peşinde koşanlar var.

 

Risale-i Nuru iddia eden herkese itimad edilmez. Vitrinde risaleleri gösterip başka maksad takip edenler var. Belki büyük abilerin yanına sokulmuş, karanlık kimselere hizmet edenler olduğunu hadiseler gösteriyor.

 

Nasıl ki her sakallı deden değildir, her Risale-i Nuru gösteren de bunda samimi değildir. Belki başka maksadlar güderek nurculuğu akim bırakmak, nurların tesirini yok etmek veya azaltmakla iş görmekteler.

 

Nurlarların hizmetinde müsamaha namında hoş görü ile, tavizler ile hizmet edilemez. Nurculuktan taviz verilemez!

 

Nurculuktan taviz vererek hizmet edenler belki bir ara hizmetleri ayyuka çıkmış olabilir. Lakin bunların fren ayarları bozuk ve yolun adabına kurallarına uymamanın neticesinde hayat-ı içtimaiye ve diniyede tepetaklak olmaları kaçınılmazdır.

 

Kritik yerlerde, viraj ve uçurumlarda uyarıcı levha ve işretlere uyulmazsa netice vahimdir.

 

Bizler de Ahirzamanın muvazzafı Bediüzzamanın çorbasını çenler olarak, düsturlarımızı, esaslarımızı, tarzımızı hep nurlardan bilhassa lahikalarda olan hadiselerden alarak meselelere ışık tutarak rotamızı belirlemeliyiz.

 

Ölçüsü olmayanın hiçbir şeyi olmaz. Kur’an ve sünnet, icma ile kıyas’ın mahsulü olan Risale-i Nur eserlerine sadakatle sarılıp ilerlemek ve hizmet etmek öyle kıymettar bir hazinedir ki paha biçilmez.

 

Bizler gittiğimiz meşrebin, mesleğin, yolun adabına uyacağız diye, dinden taviz verilmez. Şayet cemaat için dinden taviz veriliyorsa o cemaat işlevini yitirmiştir. Başka bir şeye hizmet ediyordur.

 

Bizler dinimiz için bir cemaate tabi olduk. Daha istikametli yaşayalım diye. Ahiretimizi tehlikeye atsın diye değil.

 

    Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!… [19]

 

Selam ve Dua ile  

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Muhakemat ( 62 )

[2] Asar-ı Bediyye ( 309 )

[3] Lem’alar ( 120 )

[4] Münazarat ( 14 )

[5] Hanımlar Rehberi ( 6 )

[6] Kastamonu Lâhikası ( 137 )

[7] Kastamonu Lâhikası ( 241)

[8] Kastamonu Lâhikası ( 193 )

[9] Münazarat ( 14 )

[10] Tarihçe-i Hayat ( 19 )

[11] Hanımlar Rehberi ( 5 )

[12] Emirdağ Lahikası-2 ( 233 )

[13] Tarihçe-i Hayat ( 464 )

[14] Tarihçe-i Hayat ( 690 )

[15] Sözler ( 287, 633, 634, 682, 706 )

[16] Tarihçe-i Hayat ( 690 )

[17] Mektubat ( 426 )

[18](İlahî Hadisler (H.Hüsnü Erdem, D.İ.Bşk. Yayınları) ve K.H. hadis:2864)

[19] Mektubat ( 426 )

Hayat Verme Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Olması mümkün değildir; ama faraza eğer olsaydı: Bir kimsenin, ölmüş bir kuşu gözümüzün önünde dirilttiğini görsek. Ne kadar şaşırır hatta gözümüzü yalanlardık. Bu olayı da ölünceye kadar unutmazdık. Zira hayat verme hakikati, bu kadar etkileyici ve şaşırtıcı bir hakikattir.

Hâlbuki bizi şaşırtan, gözümüzü yalanlamamıza sebep olan ve ölünceye kadar da aklımızdan çıkmayan şey, ölmüş bir kuşun gözümüz önünde diriltilmesinden başka bir şey değildir.

Acaba ölen bir kuşu diriltmek mi daha hayret vericidir? Yoksa ölü yumurtalardan hayat sahibi kuşları çıkartmak mı?

Ya da ölü bir kuşu diriltmek mi daha şaşırtıcıdır? Yoksa nutfe denilen su damlacıklarından hayat sahibi mahlukları yaratmak mı?

Ya da ölü bir kuşu diriltmek mi daha acayiptir? Yoksa çekirdek ve tohumlardan, hayat sahibi olan bitki ve ağaçları yaratmak mı?

Acaba bu şaşkınlığı ve hayreti niçin Allah-u Teâlâ hakkında yapmıyoruz. Hâlbuki Allah-u Teâlâ çok daha hayret verici diriltmeleri her vakit gözümüz önünde yapmaktadır. Şöyle ki:

Gözümüz önünde görüyoruz ki, hayata son derece muhalif olan maddelerden hayat fışkırmakta ve yeryüzü hayat sahipleriyle dolup taşmaktadır. Hayatı olmayan tohumlardan, çekirdeklerden, yumurtalardan ve nutfe denilen su damlacıklarından yaratılan mahluklar; hayat sahibi olmakta ve bir kısmının da ruhu bulunmaktadır. Hayatı olmayan bu maddelerin, kendilerinde olmayan hayatı başkasına vermesi elbette düşünülemez. O hâlde gözümüz önündeki bu hayat, ancak ve ancak Hayy-u Kayyum olan Allah’ın yaratmasıyla olabilir. Demek Allah’ın varlığına en büyük delillerden biri de hayat verme hakikatidir.

Şimdi, Allah’ı inkâra yeltenen kişiye soruyoruz: Yumurta, çekirdek, tohum ve su damlacıkları gibi en basit maddelerden hayat sahibi varlıkları yaratan ve bu maddelerden hayatı fışkırtan kimdir? Bu hikmetli tasarrufa Allah’tan başka kim fail olabilir?

Acaba her şeyiyle güzel ve sevimli olan bu hayatın devamı için neler gerekli olduğunu hiç düşündük mü? Şüphesiz bunun için binlerce sebebin bir araya gelmesi gerekli. Bunlardan bi­rinin azlığı veya çokluğu hayatı felç edebilir.

Mesela, sıcaklık ve soğukluk dengesindeki ufacık bir aksaklık her şeyi yok edebi­lir. Isı öyle ayarlanmalıdır ki canlılar hayatlarını devam ettire­bilsinler. Sıcaklığın altmış dereceyi geçmesi canlılar için ölüm çanının çalması demektir.

Hayatın başka bir önemli şartı da atmosferin hayata elve­rişli tarzda hazırlanmasıdır. Gazların bugünkü hâlleriyle bir arada bulunmaları ihtimali, aslından hesap rakamlarına girme­yecek kadar küçüktür. Gazların belirli bir kaçış hızı vardır. Kafesteki kuş misali… Bu hızda azalma veya çoğalma olsa denge bozulur. Fakat onları kaçmaya zorlayan hızla, atmos­ferde tutan yerçekimi öylesine dengelenmiştir ki kaçıp dağıl­maları söz konusu değildir.

Hayat için su da şarttır. Suyun kaynağı ise okyanus ve de­nizlerdir. Dünyamızda saniyede 16 milyon ton, senede 505 milyon kere milyon ton su buharlaşır ve rüzgârlarla dört bir yere dağılır. İhtiyaç olan bölgelere bırakılır. Sonra tekrar bu­harlaşıp yeryüzünden gökyüzüne çıkar. Ta ki hayat devam edebilsin. Bunca suyu buharlaştırmak için 300 bin milyar kere milyar kaloriye ihtiyaç vardır. Bunu kömürle karşılamaya kalk­sak 4.1016 ton kömüre ve Türkiye bütçesinin yüz milyarca misli paraya ihtiyaç vardır.

İşte hayatın varlığı için bütün diğer şartları bir kenara bı­raksak bile, acaba bütün sebepler ihtiyar ve iktidar sahibi olsa; sa­dece sıcaklık, atmosfer ayarı ve su teminine güçleri yeter miydi?

Seyrangah.Tv