Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Büyükçekmece’de Hayrunnisa Nur Mektebi Açıldı

Hayrunnisa Nur Mektebi  İstanbul  Büyükçekmece’de  bin metrekare arazi içinde bulunan villamızda kız çocuklarımızı  maddi ve manevi bir donanımla geleceğe hazırlamak için kurulmuştur.Mektebimizde düzenli okuma proğramları, Risale-i Nur dersleri, Fıkıh, Kur’an, Hadis, Siyer ve tercih edenlere açık öğretim dersleriyle dört yıl süren bir eğitim sürecinde sahasında mütehassis , müdakkik ve vasıflı hocalar yetiştiren ve Medreset-üz Zehranın küçük bir numunesi olan  bir eğitim kurumudur.

Hayrunnisa Nur Mektebi’nde eğitim görecek çocuklarımız için  geniş ve ferah ortamlarda, sahasında uzman hocalar tarafından ders imkanı sağlanmaktır..

Hayrunnisa Nur Mektebi 20 haziran 2012 de açılan ve kırk kişilik talebe mevcudu ve sekiz kişilik  hoca kadrosuyla bir yaz proğramını tamamlamıştır.

Hayrunnisa Nur Mektebi  12  ile 17 yaş arası kız çocuklarına yatılı olarak hafta sonları tatilleri ile 17  Eylül’de başlayacakKız çocuklarımız  için hazırlanmış bu güzel imkandan siz değerli velilerimizin de istifade etmesini  tavsiye ediyoruz.

Öğrenci Kayıt ve İrtibat İçin:  Tel: 0 536 883 10 83 – 0 536 813 54 87

Adres: Türkoba mahallesi. Portakal sokak. No: 29 Büyükçekmece –  İSTANBUL

08.09.2012
Risale Ajans

“Ramazan Yürekli” İnsan Olabilmek!

Ramazan, hayatın akışını değiştirir. Hayata bir yardımlaşma, sevgi ve merhamet hâkim olur. Keşke Ramazan yüreklerimize de gelse… Ramazan yüreklerimize de gelse, sağanak sağanak rahmet yağsa üstümüze… Ramazan yüreklerimize de gelse, tüm günahlarımız tövbe iksiriyle yıkansa… Ramazan yüreklerimize de gelse, yüreklerimiz “kardeşlik” duygusuyla birleşse…

Kültürümüzde insan “merkez değer”dir. “Ahsen-i takvim” üzere halk edilmiş “eşref-i mahlukat”tır.

Her şey insana “musahhar”dır, onun yardımına verilmiştir.

Kur’an’ın bu yaklaşımı sebebiyle, Osman Gazi’nin maneviyat önderi Şeyh Edebali, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözünü ebediyetin alnına çakmıştır.

Osmanlı Devleti, bu sözü yüreğinin rehberi yaptığı dönemlerde gelişmiş, büyümüş, zenginleşmiş, bu sözün rehberliğini unuttuğunda ise tökezlemiş, duraklamış, nihayet hedefini (insanı) yitirip yıkılmıştır. Avrupa ise, “bizden biri”nin belirlediği insan eksenli yapılanmayı alıp kendini geliştirmiştir.

Her neyse… Ben galiba eski insanımızı özlüyorum.

Fazilet sahibiydi, şefkatliydi, sabırlıydı, hoşgörülüydü, gözleri sevgiyle bakardı, yardıma muhtacın yardımına karşılıksız koşardı.

Aradan çok zaman geçmedi; çok zaman geçmedi, ama çocukluğumda tanıdığım “insan”la bugünün insanları arasında büyük farklar var.

İNSAN PLANINDA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ

Değişimden korkan biri değilim, hatta değişimden yanayım. Ama bozulmuşluğu, kokuşmuşluğu, sapmışlığı ve kaybolmuşluğu “değişim” olarak kabullenmeye de asla niyetim yok.

Mademki varoluş sebebimiz “insan” olmaktır, elbette çocukluğumda tanıdığım “insanlar”la, şimdi tanıdığım “insanlar”ın “insanlık”larını karşılaştıracağım.

Bir çırpıda, ama üzülerek belirtmek zorundayım ki, geçmişte tanıdıklarım (Müslümanı, Hıristiyanı, Musevisiyle) daha “insan”dılar.

Daha sevecen, daha acıyan, daha duygusal, daha sempatik, daha yardımsever…

RAMAZAN TOPLUMU

Azınlıkların henüz tümüyle İstanbul’u terk etmedikleri yıllarda Halıcıoğlu’nda otururduk. Çok sevdiğimiz, çok iyi görüşüp konuştuğumuz Rum komşularımız vardı. Yılbaşlarında biz onlara armağan verir, kandil gecelerinde onlar bize “kandil simidi” getirir, Müslümanca Ramazanlarla Hıristiyanca yortuları birlikte kutlardık. İftar sofralarına birlikte oturur, iftar sonrası yapılan yemek duasına birlikte “âmin” çekerdik.

Bu tavrımızı ne Hıristiyan ruhbanlardan, ne de Müslüman hocalardan hiç kimse “küfür” olarak damgalamaz, hatta iki tarafın ruhanileri bu konuda cemaatlerini teşvik bile ederlerdi.

Çok iyi kaynaşmışken, aramıza önce Kıbrıs girdi. Sonra “Atatürk’ün Selanik’teki evinin Rumlar tarafından bombalandığı” yalanı manşetlere çıktı. Kışkırtılan kalabalıklar sokağa döküldü. Rum evleri ve dükkânları yağmalandı.

Bu olay iki tarafın (Türkler ve Rumlar) arasına kasten sokuşturulmuş bir fitne idi, ama karşılıklı anlayış ve sevgiyle ve zaman içinde aşılabilirdi. Çünkü toplumlar, aralarındaki farklılıkları, tarihten gelen alışkanlıkla renk cümbüşüne dönüştürmüşlerdi.

Fakat barışmalarına fırsat verilmedi. Bazı Hıristiyan fanatikler düşmanlığı körükleyici tavırlar sergilerken, kimi (Bediüzzaman’ın ifadesiyle) “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” dindarlarla, kendisinden daha ucuza mal satan Rum rakibini bir şekilde bertaraf etmek isteyen uyanık tüccarlar, “Müslüman kardeş, Müslümanlardan alışveriş et!” yazılı levhaları dükkânlarına asma gafletini gösterdiler. (Bu din tacirliğinin sonradan envai çeşidi çıktı.)

Bu arada da ortalığı karıştırmak isteyen uzaktan kumandalı bazı gazeteler, sözde din gayretiyle, Hıristiyan komşuları incitici yayınlar yaptılar. Müslüman-Hıristiyan diyaloğu koptu. Aralarındaki sevgi ve anlayış köprüsü uçtu. Hatlar keskinleşti. Yunanistan’a göçmek zorunda kalan komşumuz Vasilya Teyze’nin (ya da buna benzer bir isimdi de bizim kolayımıza böyle demek geliyordu) Müslüman komşularına sarılarak dakikalarca ağladığını bilirim.

İki taraf da politikacıları ve sorumsuz yayınları suçluyorlardı. Ama film bir kez kopmuştu: Giden renklerden hiç biri geri dönmedi. Uyanık Müslümanlar İstanbul’dan zoraki giden Rumların mallarını ucuza kapattıkları için sevinirken, gerçek Müslümanlar sevdikleri komşularını kaybetmenin acısını yaşıyorlardı. Renksiz kalmıştık.

SEVGİYİ YAŞATMAK ZOR, ÖLDÜRMEK KOLAYDIR

Sevgi bir kez öldürülürse, yeniden dirilmesi çok zordur. Emek ve gayret ister. Farklı toplumların uyum içinde yaşamasını sağlayan unsur sevgiydi; politik ve ekonomik sebeplerle öldürüldü. Onun öldürüldüğü yerde ise düşmanlıklar yeşerdi.

Rumlar eskisi kadar yoğun şekilde İstanbul’da yaşasalardı, kuşkusuz Kıbrıs sorununun çözümü daha rahat olur, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi çok daha kolay gerçekleşirdi.

Şimdi zaman zaman yüreğimiz, yakın tarihte ürettiğimiz ve öncelikle başka renklere yönelttiğimiz düşmanlıklara takılıyor.

Zaman zaman sevgisizlikten boğuluyoruz!

Hep böyle olur: Sizden olmadıklarını varsaydıklarınızdan başlattığınız nefret seferiniz, git gide sizden olanların limanına ulaşır.

Nihayet sıra size gelir, size de bulaşır ve yüreğiniz çöle dönüşür.

Ramazan çöle dönüşmüş yürekleri yumuşatma günleridir.

Bir kamuoyu yoklamasına göre, nüfusumuzun yüzde seksen beşlik (sürekli olmasa bile Ramazan’da arada bir oruç tutanlarla birlikte) ekseriyetle Ramazan’ı yaşıyoruz.

Yaşıyoruz, ama acaba tüm derinliği, manası, ruhi ve bedensel yansımaları, kavrayıcılığı ve kuşatıcılığıyla yaşayabiliyor muyuz? Bu tür bir Ramazan’ı yaşayabilmek, biraz daha “yürek Müslüman’ı” olup “Ramazanlaşma”ya bağlı gibime geliyor.

RAMAZAN YÜREKLİ OLMANIN ANLAMI

Eskiden tam yıl “Ramazan yürekli Müslüman’ı” idik. Bu yüzden daha fazla merhametliydik. İnsan hem Müslüman olup hem de inancını yüreğinden yaşarsa, Allah onu tepeden tırnağa merhamete dönüştürür.

İnsan “merhamet”e dönüşünce, ne mi olur?

1. Kendine merhamet eder. İçki, kumar, uyuşturucu, hatta sigara gibi zararlı alışkanlıklardan kendini de, yakınlarını da uzak tutmaya çalışır… Ebediyetini tehlikeye düşürmemek için “Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” (Allah’ın emrini tutup yasaklarından sakınma ülküsü) mantığıyla yaşar…

2. Ailesine merhamet eder. Eşine, çocuklarına ve tüm aile efradına sevgiyle yaklaşır.

3. Akrabalarına merhamet eder. İmkânları nispetinde onları korur, gözetir, ihtiyaçlarına koşar.

4. Komşularına merhamet eder. Komşuları açken, muhtaçken, “Rabbena hep bana” anlayışı içinde salt kendine yaşamaz. Komşularıyla salt maddî varlığını değil, manevî varlığını da paylaşır. Dertlerini dinler, sırlarını tutar, onları teselli eder, çözüm üretmeye çalışır.

5. Fakirlere merhamet eder. Tüm kazandığını kendine harcamaz. Sadece mecbur olduğu fitreleri, zekâtları değil, “gönlünden kopan”ları da verir.

6. Kâinata merhamet eder. Ne havayı kirletir, ne çevreyi. Kâinatın gelecek nesillerden ödünç alınmış bir emanet olduğunu, ayrıca tüm varlıkların Allah’ı tespih ettiğini bilir, ona göre davranır, asla tahrip etmez.

7. İnsana merhamet eder. Kendi hakkının-hukukunun yanı sıra, başkalarının hakkını-hukukunu da korur.

8. Varlığa merhamet eder. Öncelikle “kul hakkı” gözetir. Yalnızca “farz” ibadetlerle inancını sınırlamaz, sınırsız bir idrak ile sosyal hizmetlerde de bulunur. Kitap dağıtır, öğrenci okutur, parasızlıktan evlenemeyen sevdalıları evlendirir vs.

9. Herkese karşı nazik olur. Trafik kuralları konusunda hassas davranır. Elbisesi, çorabı, dişleri, saçları ve bedeni daha temiz olur, daha düzgün yaşar.

10. Yerken, içerken, çevresindeki insanları da dikkate alır; onları iğrendirecek hareketler yapmaktan sakınır. İnandığı dinin, insanı “hayatın merkezi” saydığını bilir ve nasıl bir inanca sahip olursa olsun, her insana “insan” olarak saygı duyar…

11. Başkalarını yargılayacağına kendi olumsuzluklarını yargılar. Başkalarını suçlamak yerine kendi nefsini suçlamayı seçer. Başkalarını yadırgamaz, kendini yadırgar. Başkalarını çekiştirmekten uzak tutar nefsini; cihadı “kendi nefsiyle mücadele” olarak algılar. “Mü’minin mü’mine gülümsemesi sadakadır” hükmü çerçevesinde her bakışını tebessümle süsler.

12. Anne-babasının değerini bilir, onları yalnızca “Anneler Günü”nde, “Babalar Günü”nde değil, tüm zamanlarda hatırlar.

13. Şeyh Edebali’nin, “İnsanı yaşat ki, devletin yaşasın” öğüdünde, “Her insan kendi varlığı içinde bir devlettir” anlamını okur, hikmetine ulaşır, sırrını çözer ve her insana “devlet” gibi davranır.

YÜREKLERE GELEN RAMAZAN

Keşke Ramazan yüreklerimize de gelse…

Ramazan yüreklerimize de gelse, sağanak sağanak rahmet yağsa üstümüze…

Ramazan yüreklerimize de gelse, tüm günahlarımız tövbe iksiriyle yıkansa…

Ramazan yüreklerimize de gelse, yüreklerimiz “kardeşlik” duygusuyla birleşse…

Ramazan yüreklerimize de gelse, hem yüzümüz, hem de yüreğimiz gonca gonca çiçek açsa…

Ramazan yüreklerimize de gelse, Ramazanlaşsak, insanlaşsak, vicdanlaşsak da, kendi içimizden taşıp birbirimize karşı zaman zaman hissettiğimiz nefretleri aşsak…

Tüm hayatımızı “adam gibi” yaşasak; yaşasak ve yaşatsak!

O zaman ortamımız Osmanlı insanının birbirleriyle ilişkileri seviyesinde ilişkilenecek…

İnsan ve devlet dengesi mükemmel seviyede kurulacak…

Temel hak ve özgürlükler hem birey, hem devlet çapında işlerlik kazanacak…

O zaman Avrupa Birliği’ne filan ihtiyaç duymadan yaşayıp gideceğiz!

Osmanlı insanının “yürek Müslüman’ı” olduğu dönemlerde, Osmanlı Devleti de yürekleşmiş, “yürek devleti” olmuştu. “Yürek devleti”ne olduğu ölçüde büyümüş, gelişmiş, zenginleşmiş, güçlenmiş, geniş bir hayır müessesesine dönüşüp her inançtan insanı sevgiyle kucaklamıştı.

Şimdi ise yüreğimiz, yakın tarihte ürettiğimiz ve öncelikle başka renklere yönelttiğimiz düşmanlıklara takılıyor. Zaman zaman sevgisizlikten boğuluyoruz!

Hep böyle olur: Sizden olmadıklarını varsaydıklarınızdan başlattığınız nefret seferiniz, git gide sizden olanların limanına ulaşır.

Nihayet sıra size gelir, size de bulaşır ve yüreğiniz çöle dönüşür.

Ramazan-ı Mübarek, ramazanlaşıp “Ramazan yürekli Müslüman”a dönüşmek için büyük bir fırsattır.

Mübarek olsun.

Yavuz Bahadıroğlu

“Aklını Kaybetmeyen Gençlerle Muhavere” Tr/İng Çalışması

Bu risale, Gençlik Rehberinde, Sözlerde ve bazı birkaç yerde daha geçen Onüçüncü Sözün İkinci Makamı mektubudur. Üç tarzda üç yoldan başka kabre giriş olmadığını ve o üç yolun da hakiki iç yüzünü gösterip ispat eden risaledir.

Sadece Müslümanlara değil, aynı zamanda gayr-ı müslimlere de hitab eder ki, ehl-i dünyanın ve sefahette gidenlerin gittikleri yolun iç yüzünü gösteriyor. Madem herkes ister istemez kabre girecektir, “Ahiretimi ne suretle kurtaracağım?” diye olan sualin cevabını arayacaktır.

Risalede netice olarak ders veriliyor ki:
“Dünya ve Ahirette ebedî ve daimî sürûru isteyen, îman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi kendine rehber etmek gerektir.”

Türkçe ve İngilizce, karşılıklı satırlara tevafuk eden bu risale çalışması, sür’atle istifade edilmesi için önce A4 sayfasına taslak hazırlanıyor. Sonraki zamanlarda ise “booklet” *  dediğimiz bu şekilde kitapçıklar bastırmak üzere düzenleniyor. Elimizde bu tarz çalışmalardan vardır ve kim isterse bizimle irtibata geçebilir.

Bu çalışmalara bizi sevk eden amaçlardan birisi, yabancı dildeki hizmetlerimizi geliştirmek, Risalelere İngilizcede ecnebi kalmamaktır. Başlangıç seviyesinde iken, Türkçe ve İngilizce iki ayrı kitabı karıştırmak yerine, vaktimizi biraz tasarruf edelim niyetiyle Allah’ın bir ihsanı olarak bu işlere başladık. Dimağda bir kolaylık, fikirde bir derinlik ve genişlik, ülfette bir ciddiyet, mânada bir zenginlik, hizmetlerde ise muvaffakiyetler diliyoruz bu çalışmalarla.

Belki başka bir taifenin yapacağı ise, İngilizce Risalelerin seslendirilmesidir, biz ise bu konuda ehil değiliz. Çünkü Türkçe Risaleler bile Risaleleri anlayanlarca seslendirilince daha mânalı oluyor.. yani, Türkçe bilmek yetmiyor.. Bu hizmetlerde birbirimizden haberdar olabilirsek, bu alanda taksimü’l-a’mal hâsıl olabilir.

Not: Elimizde şu an gönderilebilir 2. Söz, 13.Sözün ikinci makamı hazır var. Ayrıca ileride tam hazır olabileceklerden 24. lema, 25.sözden bir parça, 19. Mektubdaki 1. Esas, Hikmet-i Hilkat-ı Alem konulu derleme çalışması, 22. Sözün 1. Leması ve biraz daha fazlası.. gittikçe artacak inşaallah.

(*): Booklet’ler çoğunlukla A5 ölçüsüne göre hazırlanıyor. Microsoft Word belgeleri PDF formatına dönüştürülerek oradan yazdırma ekranında “Sayfa ölçekleme” (Page Scaling) menüsünden “Kitapçık yazdırma” (Booklet printing) seçilirse, oradaki standart ayarlarla yazdırılabilir. Zaten Booklet’e uygun çalışmalarımızı ona göre düzenledik. Renk seçeneği sizin arzunuza göredir.

Buna ek olarak, belge yazdırıldığında tam ortasından ikiye katlanıp üstten ve alttan kırpmak gerekiyor: genişlik 11,5 cm, yükseklik 18 cm olarak ayarlanmalı. Ortasından zımbalandığında, kitapçık okumaya hazır şekildedir.

PDF formatında Kitabı indirmek için Tıklayın

Diğer çalışmalar için Tıklayın

Kıbrıs Magosa Nur Talebeleri Namına Lütfullah

ludevelop@gmail.com
Kuzey Kıbrıs
29/07/12

www.NurNet.org

On Bir Ayın Sultanı (Şiir)

On bir ayın sultanı

Hoş geldin ey Ramazan

Rahmet dolu her anı

Hoş geldin ey Ramazan

 

Bu ay mağfiret ayı

Çok edelim duayı

Yok edelim hatayı

Hoş geldin ey Ramazan

 

Hakka yakın olmalı

Çokça namaz kılmalı

Dua niyaz yapmalı

Hoş geldin ey Ramazan

 

Teravih namazıyla

Sahur ve iftarıyla

Ve Kadir Gecesiyle

Hoş geldin ey Ramazan

 

Ruhları arındıran

Sevapları arttıran

Ve nefisleri kıran

Hoş geldin ey Ramazan

 

Şeytanları bağlayan

Cennet kapısı açan

Cehennemi kapatan

Hoş geldin ey Ramazan

 

Fakiri hatırlatan

Bereketi çoğaltan

Sevaba sevap katan

Hoş geldin ey Ramazan

 

Günahları yok eden

Sevapları çok eden

Ve açları tok eden

Hoş geldin ey Ramazan

 

O’nun başı rahmettir

Ortası mağfirettir

Sonu ise cennettir

Hoş geldin ey Ramazan

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

İslâm’la İlk Tanışma – İşaretler (Barihudâ Tanrıkorur)

İslâm’la İlk Tanışma – İşaretler

O sıralarda yukarıdaki komşuma bir zât geldi: Pir Vilâyet Han… Pakistanlı. O zaman ben üniversitede hocalık yapıyordum. Komşum beni çağırdı:

“-Sizi biriyle tanıştıracağım!..” dedi.

Komşum bir sûfîydi. Bir anda kendimi zikir toplantısının ortasında buldum:

“Lâ ilâhe illallâh, Mûsâ Rasûlullâh”, “Lâ ilâhe illallâh, İsâ Rasûlullâh”,“Lâ ilâhe illallâh, Muhammed Rasûlullâh” diye zikir yapılıyordu.

Ben bir taraftan da ilâhî bir işâret bekliyordum. Derken bir işâret geldi: Pir Vilâyet Han, benim kaybolmuş yüzüğümü buldu. Şaşırdım. Bunun aradığım işâret olduğunu düşündüm. O topluluğun içine girdim.

Pir Vilâyet Han, İngilizce’yi çok iyi biliyordu. Peygamberlerin hayatını, Hazret-i Mevlânâ’nın, Bayezid-i Bistâmî’nin, İbnü’l-Arabî’nin hayatlarını ve «Esmâü’l-Hüsnâ»yı hep ondan öğrendim. Onlar Çistiyye tarikatından gelen bir kola mensuptular. Kendilerinde zikir var, ama abdest-namaz ve itikad yoktu. Onların bâtıl bir tasavvuf akımı olduğunu 3 yıl sonra anladım. İlk başladığım zamanlar bilmiyordum, tabiî…

Şimdi anladığım kadarıyla bunlar Halvetiyye’nin bir kolu idiler ve onların pîri Hindistan’da yatıyordu. Bunlarda her peygambere iman vardı, ama son peygamber olan Hazret-i Muhammed’in şeriatını uygulamıyorlardı. Onlarla üç sene süren birlikteliğim, hep imtihanlarla geçti. Kalbî hazırlık safhasındaydım sanki… Onlardan kalb temizliğini, zikri, istiğfârı öğrendim. Şâyet onlardan bu tasavvufî temrinleri öğrenmeseydim, belki İslâm’ın itikad ve amelini anlamayabilirdim. Allah, âdeta onların eliyle kalbimi temizleyip, İslâm’a hazırlamıştı beni…

Çok ilginçtir, Pir Vilâyet Han’la ilk tanıştığım gün, apartmandan aşağı indim. Durakta otobüs bekliyordum ve esmer tenli bir adam bana doğru yaklaştı. Bu adamı daha önce hiç görmemiştim. İyice yanıma kadar yaklaştı ve:

“-Sen ya Müslümansın, ya da Budistsin!..” dedi.

Ben çekindim. Hiç tanımadığım birisi, yabancı bir erkek, bana niye böyle diyor ki, diye düşündüm içimden…

Adam:

“-Sen, yoksa o yukarıdaki pis ve yanlış yolda olanların yanında mısın?” diye sordu. Sonra da:

“-Gel, seni bizim evimize götüreyim, seni hanımımla tanıştırayım da sana salâtı (namaz kılmayı) öğretsin!..” dedi.

Fakat ben iyice şaşırdım ve korktum. İlk otobüse bindim ve oradan ayrıldım.

Çok gariptir, bir sene sonra aynı adamı tekrar gördüm. Bir parkta otururken, bu adam da parkın bir kapısından girdi ve önümde namaz kılmaya başladı. Secdeye vardı. O adamın yaptığı hareketlerin namaz kılmak olduğunu, ancak müslüman olduktan sonra öğrendim. Sonra elini açtı ve benim duyacağım şekilde -belki de bana duyurmak için- yüksek sesle duâ etmeye başladı:

“-Allah’ım, bu kız çok temiz bir kız!.. Ne olur, doğru yola ulaştır!.. Bu insanlardan onu kurtar!.. Doğru yolu bulsun!..” dedi.

Her yerde hidâyete götüren işâretler ortaya çıkıyordu. Allah Teâlâ, âdeta bana, sırayla bu insanları gönderiyordu, kendisine yaklaşmam için… Hani âyet-i kerîmede, “Allah kendisine yönelene hidâyet eder…” (er-Ra’d, 27) buyruluyor ya… Ben, Allah’tan bunu istemiştim, O da sebeplerini yaratıyordu.

Çile Devri

Tam bir çile devri dolduruyordum. İçinde bulunduğum tarikatın şeyhi Pir Vilâyet Han, bana bir gün:

“-Sen, bizden değilsin!.. Senin mânevî âilen çok uzaklarda!.. Sen burada garipsin. Sen bu dünyaya garip geldin. Doğduğun yerde de seni kimse anlamadı. Şimdi etrafındakiler de seni anlamıyor. İnşâallah duâ edelim, er-geç mânevî âileni bulacaksın. Biz senin son durağın değil, başlangıç durağınız. Mâneviyat dünyanın ilk basamağıyız. Ama bizim yanımızda kalabilirsin. Bu, yalnız başına kalmaktan daha iyidir. Merak etme, bir gün gerçekten mânevî âileni bulacaksın; görünce de onları tanıyacaksın!..” dedi.

Onların yanında çok hizmet ettim.

* * *

Pir Vilâyet Han’la birlikte, 1975 yılında Fransa sınırında Alp Dağlarında Chamoni (Şamani) denilen bir yerde inzivaya çekildik. Çile ve riyâzet dönemi altı hafta sürdü. Herkesin küçük, ayrı ayrı çadırları vardı. Her sabah kalkar, kendi kendimize zikir yapardık. Kimse, kimseyle konuşmazdı. Ayrıca her gün oruç tutardık.

Bir gün onlarla birlikte Alp dağlarında kampa çekildiğimizde, şeyhime müracaat ettim ve:

“-Benim soyadım Moo; ama bana seslendiklerinde «Hû!..», «Hû!..» gibi geliyor. Bu zikri duyunca da, dünyadan sıyrılmak istiyorum. Sanki ben, öbür dünyaya doğru çağrılıyormuşum gibi hissediyordum. Artık dayanamıyorum, bana bir isim verin!..” dedim.

Şeyhim yanıma geldi ve:

“-Öyleyse ismin «Bari» olsun!..” dedi.

Bir şeyler daha söyledi, fakat gerisini anlamadım.(1) Böylece beni rahatsız eden “Moo” şeklindeki soyadımdan da kurtulmuştum.

Esrarlı Bir Rüya

Riyâzâtımızın beşinci haftasında bir rüya gördüm. Bu rüya için, hayatımı değiştiren, beni İslâm’la buluşturan bir rüya diyebiliriz. Rüyamda bir ses duyuyordum. Parmağımdaki yüzüğüm kastedilerek:

“-O yüzüğü Davud’a ver. Konya’da içine «Lâilâhe illallâh» yazdırsın!..” deniyordu.

Davud Bellak, o kampta aşçılık yapan bir Amerikalı idi. Uyandım.

“-Bu ne garip bir rüya!..” dedim. “O adamı tanımam ki, nasıl gidip yanına böyle bir şey söyleyeceğim şimdi!..”

Yemeğin ardından Davud’un yanına gittim ve:

“-Konuşabilir miyiz?” dedim.

Şaşkınlıkla:

“-Tamam.” dedi.

“-Ben bir rüya gördüm. Sanırım seninle alâkalı…” dedim ve rüyamı anlattım. Birden yüzü değişti.

“-Altı haftadır buradayım ve ben niye buraya geldim, diye düşünüyor; bir işâret bekliyorum. Demek ki, ben, senin için buraya gelmişim.” diyerek anlatmaya devam etti:

“-Ben geçen sene Konya’da şeyhimin yanındayken bir rüya görmüştüm. Rüyamda, bu Alp dağlarında her tarafı karlar bürümüştü. Dağda, uzun beyaz elbiseli, uzun saçlı bir kadın vardı. «Bana yardım et!.. Bana yardım et!..» diye beni çağırıyordu. Rüyamı, hizmetinde bulunduğum Süleyman Efendi’ye anlattım. Şeyhim Süleyman Efendi:

«-O seni çağıran Fahrünnisâ Hatun’dur.»(2) dedi. Sonra devamla:

«-O’nun rûhu, batıdaki kadınlarda doğuyor. Sen onlardan birine yardım edeceksin ve hidâyetine vesile olacaksın…» diyerek size işâret etmiş demek ki… Ben Konya’dan dönünce Norveç’te çalışmaya başladım. Bir reklam kağıdı geldi. Üzerinde Chamonix-Alp dağlarının resmi vardı. İçimden, işte rüyamda gördüğüm dağlar dedim ve bir işâret olduğunu düşünerek reklamdaki o işi kabul ettim. Şimdi verin yüzüğünüzü, seve seve «Lâilâhe illallâh» yazdırayım. Onu, Konya’ya bizzat götürürüm.” dedi.

Ben de yüzüğümü çıkarıp kendisine verdim. Kamp bitti. Oradan ayrıldık. Sonra Davud’la mektuplaşmaya başladık. Kendisine yüzüğümü soruyordum hep; o da henüz Konya’ya gitmediğini söylüyordu…

( Devam Edecek.. )


1-Yıllar sonra tanıştığım Konya’daki şeyhim, ismimin “Bâri” olduğunu öğrenince, onu “Barihudâ” olarak değiştirdi. Çünkü Barihudâ, Allâh’ın (husûsî olarak) hidâyet verdiği kimse demekmiş.

2 -Fahrünnisâ Hatun, Mevlânâ Hazretleri’nin en büyük hanım müridiymiş.

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi