Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Sultan 2. Mahmud’un Aldığı Ders!

07Sultan Mahmud tebdil-i kıyafet yapıp gezerken tıkanan lağım kanalını açmakla uğraşan bir adamın konuşması dikkatini çeker. Adamın yaptığı iş çok müstekreh olduğu için Padişahın midesi bulanır.Tam bu esnada lağımcı küreği daldırır, çıkarır. Ortalığa fena bir koku yayılır. Bu kokudan lağımcı da etkilenerek seslenir: Yeter artık be kör nefis! Şimdi seni bu pislikten daha kötüsünün içerisine sokarım.”, der.

Sultan hayretle yanındaki adamına sorar:

Bu adamın söylediğini işittin mi?

İşittim efendim.

Kendisi dizlerine kadar pisliğin içerisinde olduğu halde kör nefsi daha hangi pisliğe sokabilir ki?

Adamın işinin bitmesinin ardından takip ederler. Evine girip temiz kıyafetlerle çıkan lağımcı, esnaf kahvesine oturarak okkalı bir kahve ısmarlar. Sultan Mahmud ile yaveri Sait Efendi usulca yaklaşıp selam verirler. Lağımcı Usta masaya davet eder. Konuşma başlar:

Merhaba ağa.

Merhaba, buyurun der, iki kahve daha söyler.

-Çalıştığın yerden beri seni takip ediyoruz.

-Hayrola! Yapılacak bir iş mi var? Herkese sorun, Sarı Mehmet dedin mi herkes tanır beni.

-Hayır, bir işimiz yok ancak çalışma esnasında bir sözünü çok merak ettik. Demiştin ki: “Yeter artık be kör nefis! Şimdi seni bu pisliğin içerisine sokarım.”Halbuki sen zaten pisliğin içerisinde idin. Nefsi daha nereye sokacaksın ki?

Lağımcı gülerek cevap vermiş:

Ben zenaatlerin en pisini yapıyorum ama alnımın teri ile hayatımı kazanıyorum. İşim bitince de yıkanıp ağa oluyorum, kendi saltanatımın padişahı oluyorum. Sultan Mahmut bile bana vız gelir. Kokudan tiksindiğim vakit nefsime “seni bu pislikten daha kötüsüne sokarım”, sözümden muradım, “bir yere uşaklığa girerim, seni emir altına aldırırım” demektir. Şimdi anladınız mı?

Sultan, adamına işaret eder, o da bir kese altın uzatır, ama lağımcı itiraz eder,

Ben bir iş görmedim ki karşılığını alayım, der.

-Bu, iş karşılığı değil. Padişah ihsanıdır. Hani biraz önce Sultan Murad bile bana vız gelir demiştin ya, işte onun ihsanıdır.[1]

Nefsin firavunluğunu ve onun korktuğu tek noktayı anlatan bu hikayeyi manidar bulduğumuz için paylaşmak istedik. Emir altına girmek istemeyen nefsi, lağımcı Sarı Mehmet Usta, uşak olma, emir altına sokma tehdidi ile haddini bildirip, pisliğin içerisinde temizlenme dersi verir.

Fazla söze gerek var mı?

Mehmet Çetin

mehmetcetin.de

[1] Hilmi Yücebaş,  Ref’i Cevat Ulunay’ın Hayatı Hatıraları Eserleri, sh. 128, Arkın Dağıtım. 1968

Metin ile Çetin Okulda

Bugün size, çok kısa bir şekilde iki kardeşi tanıtacağım. Metin ile Çetin’i…

Çok garip özellikleri olan iki kardeştirler Metin ve Çetin.

Büyük olan Metin’dir.

Üniversiteyi kazanmıştır. Okulunu ve arkadaşlarını çok sever. Fakat sadece okulunu ve arkadaşlarını… Derslerle hiç arası yoktur. Öğrenci işlerinde kaydını yaptırdıktan sonra, bir daha ders işlenirken sınıfta gören olmamıştır. Ders başlayana kadar arkadaşlarıyla birliktedir. Onlarla muhabbet eder; maddi, manevi her türlü sıkıntılarında yardımcı olur. Ders başlarken de usulca kantine sıvışır.

Okulda herkes Metin’i çok sever. Başı sıkışan soluğu doğruca onun yanında alır.

Kısaca Metin, çevresine son derece yararlı biridir ama derslerle ve sınavlarla işi yoktur.

Kardeşi Çetin de aynı okulun müdavimidir. Fakat tek farkla. Çetin üniversiteyi kazanamamış, dolayısıyla kayıt da yaptırmamıştır. Güvenlik zayıf olduğundan, her gün ağabeyiyle birlikte okula gelip gitmektedir. Kayıt yaptırmamış olmanın dışında, o da aynı ağabeyi gibidir. İnsan olarak harika, öğrenci olarak berbat… Zaten kendini öğrenci olarak da görmez. Onun için okul, ağabeyi ile birlikte takıldığı bir ortamdır.

Bu hayalî dostlarımızla oturup sohbet ettiğimizde, okul ve öğrencilik hayatı hakkında enteresan bir bakış açısına sahip olduklarını görürüz.

Bir defa, okul ile aralarında kurmuş oldukları bu ilişkinin, olması gereken en doğru şekilde kurulmuş bir ilişki olduğunu düşünmektedirler. Çünkü onlara göre okulların varlık sebebi, iyi insan yetiştirmek olmalıdır. Kendileri ise zaten çok iyi insanlardır. Dolayısıyla buradaki diğer öğrencilere yardım ederek, onların dertlerine derman arayarak asıl hedef(!) yönünde hızla ilerlemekte, gitgide daha da olgunlaşmaktalardır.

Metin, ısrarla, okul yönetiminin, kendisinin bu duruşunu anlayıp takdir ettiğini, aslında onların istediği ideal öğrenci modelinin kendisi gibi olduğunu iddia etmekte ve dört yılın sonunda okuldan derece ile mezun olacağını düşünmektedir. Dersler, gelişmeye muhtaç öğrenciler için bir meşgale olsun diye vardır sadece.

Çetininse mezuniyet gibi bir düşüncesi yoktur. Okul onun ortamıdır. Sabah kalkıp oraya gider, akşam olunca eve dönüp yatar. Okulun öncesi ve sonrası diye bir şeylerin, onun kafasında yeri yoktur. Ona göre, okulun eğitim vermek gibi bir amacı da yoktur. Hatta hiçbir amacı yoktur. İnsanların bir araya gelerek vakit geçirdikleri, bir süre sonra da ortadan kayboldukları bir mekandır okul. Bu nedenle, ne kadar iyi olursa, burada geçirdiği süreyi de o kadar kaliteli geçirmiş olacaktır.

Kahramanlarımızı kısaca tanıdık.

Şimdi size iki sorum var:

  1. Metin ve Çetin kardeşlerin görüşleri doğru olabilir mi? Gerçekte üniversite ya da okul bu mudur?
  2. Durumlarında bir değişiklik olmazsa, 4 yılın sonunda, Metin ve Çetin mezun olabilirler mi?

Herhalde bu sorulara “evet” cevabı verecek kimse yoktur, değil mi?

Çünkü Metin ve Çetin her ne kadar iyi insanlar olsalar da, öğrencilik görevlerini yerine getirmiyorlar. Mezun olabilmek için geçmeleri gereken sınavlara girmiyorlar, düzenli girmeleri gereken derslere bile girmiyorlar.

Hele Çetin’in okulda kaydı bile yok! Okulun gerçek mahiyetini dahi anlamamış. Kendi kendine bir araya gelerek oluşmuş bir yapı olduğunu zannediyor.

Fakat herkes gibi onlar da bir gün o okulun kapısından, bir daha girmemek üzere çıkacaklar. Muhtemelen de Çetin, güvenlik elemanlarının nezaretinde çıkacak.

Ya sonra?

Hayalî kahramanlarımızın gerçek hayatta kimleri temsil ettiğini, sanıyorum ki hepimiz anladık.

Çetin yaratıcıyı kabul etmeyen insanların modelidir. Çok iyi özellikleri olabilir ama asıl konuyu kaçırmaktadır. O okulun bir var olma sebebi ve bir yapılış amacı olduğu gibi bu dünyanın da bir yaratılış maksadı vardır. Bunların başıboş olduğunu düşünmek, arkadaki asıl amacı görmemek, çok büyük bir hatadır ve ağır bedeli vardır.

Metin ise kayıt yaptırmış, yani Allah’ın varlığını kabul etmiştir. Ama o da okulun ve öğrenci olmanın, yani bu kainatın ve kulluğun ne demek olduğunu tam olarak anlayamamıştır.

Anlayamamıştır, çünkü kulluğun gereklerini yerine getirmemektedir. Dua ve farz ibadetlerle işi yoktur. Bunları gereksiz görür. Okula, öğrencilere yardım için, öğrencilerin daha iyi eğitim almalarını sağlamak için ve okulu daha iyi bir ortam haline getirmek için geldiğini zanneder. Yani dünyaya, iyi insan olmak için, çevresine yardımcı olmak için ve dünyayı daha yaşanabilir bir dünya yapmak için gönderildiğini düşünür.

Halbuki “okul” ve “öğrencinin” tariflerini açıp okusa, okulun kurallarını açıp okusa böyle mi olurdu?

Olmazdı. Çünkü okusaydı, kainatın yaratıcısının “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” dediğini görecekti. Kendi yaptığı iyilikler güzel olmakla birlikte, bunların tek başına kendisini hedefe götüremeyeceğini anlayacaktı.

Muhittin Yenigun

yenigun.name.tr

SUİZAN

Suizan etmekte ne kadar da korkusuz davranıyoruz değil mi? Ahirette yaptığımız her kötülüğün hesabını vereceğimizi bildiğimiz halde, suizan etmekte nasıl oluyor da bu kadar fütursuz olabiliyoruz?
Ben, insanda zannın şöyle geliştiğini düşünüyorum: Kişi gördüğünü, duyduğunu, kendi kalp, ruh ve karakter tezgâhından geçirip aklına gönderir, aklı kabul ederse buna inanır ve zannetmeye başlar. İnandığı şey kötü ise suizan, iyi ise hüsnüzan olur. Şu ayrıntıya da dikkat çekmek istiyorum ki kişi duyduğunu yada gördüğünü, kalp, ruh ve karakter kalitesine göre işler, yapılabilir olarak gördüğünü aklına gönderir. Yani kötü kalpli, kirli ruhlu, zayıf karakterli olan, suizan eder; iyi kalpli, temiz ruhlu, güçlü karakterli biri de hüsnüzan eder.
Suizannını kişi içinde bırakmaz, açığa vurursa; yani başka kişilerle paylaşırsa iftira günahına, en iyi ihtimalle gıybet günahına girmiş olur. Her iki ihtimalde de kul hakkına girmiş olur. Günahını ikiye katlamış olur.
Edebiyat hocamın yaklaşık olarak on yıl önce suizan ile ilgili anlattığı bir hikâyeyi içine kendi üslubumu ve fikriyatımı katarak anlatmak istiyorum. Şöyle ki:
Bahar aylarında, sıcak bir günde, hikmet ehli, hakperest bir Kadı ve yardımcısı Kâtibi ile geniş kırlar ve türlü türlü çiçeklerin bulunduğu bir yere, tefekkür ve tenezzüh için gitmişler. Çiçekler arasında gezip, Allah’ın yarattığı sanat eserlerine bakıp “ne güzel yaratılmışlar, sübhanallah, berekellah” diye diye gezerken yanlarından koyunlu kuzulu bir sürü geçmiş. Sürünün yaşlı çobanı da arkadan gelmiş. Çoban, kadıyı görünce tanımış, selamlaşmışlar ve sürü ve çoban bir tarafa; Kadı ve Kâtibi bir tarafa gitmişler.
Çoban, koyun ve kuzuları ile beraber ilerlerken bir an gözü uzakta duran iki kişiye ilişmiş. Biraz dikkat edince yerde bir kadın ve bir adamın olduğunu görmüş. Namüsait bir durum, deyip atlamış atına, koşmuş tek nefeste Kadıya. Mevzuyu açmış, anlatmış olanları heyecan, hayret ve korkuyla. Kadıyı da yanına alarak gitmişler o iki kişinin olduğu yere. Çobanın anlattığı iki kişi uzakta belirmeye başlayınca parmağını uzatıp işaret ederek eklemiş çoban “görüyorsunuz dimi kadı efendi rezilliği?!”
Kadı dur hele, iyice yaklaşıp bir anlayalım demiş ve yanlarına biraz daha yaklaşmışlar ki birde ne görsünler.
Yerde yatan bir kadın üstünde de bir adam.
Tam yanlarına gelince yerde yatanın yaşlı, bayılmış bir kadın olduğunu üzerin de duran adamında genç bir çocuk olduğunu fark etmişler ve kötü bir durum olmadığını anlamışlar.
Genç çocuk, Kadı, Kâtip ve Çobanı görünce “Sizi, bize Allah gönderdi, annem sıcaktan bayıldı, başına güneş geçmesin, gölge olsun diye duruyordum öylece, çaresizce; çok dua ettim biri gelsin diye, çok şükür sizler geldiniz.” demiş ve yaşlı kadın böylece kurtulmuş.
Velhasılıkelam, “Bazen her şey göründüğü gibi değildir.”
Rabbim bizleri suizan etmekten, suizan edilmekten ve suizan etmekten korkmayan insanlardan muhafaza etsin!
Selam ve dua ile..
Halil İbrahim DEDE
11/06/2015 – Çorlu

Halil İbrahim DEDE – Facebook

NurNet.Org

Bir Selâlık Saltanat..!

Şarkın kalesi Erzurum’un Horasan İlçesine bağlı Aşağı Kızılca köyünde 60 küsur sene önce gözlerini hayata açmıştı…

Babası yörenin tanınmış din âlimlerinden Nedim Hoca… Cömert, misafirperver, konak sahibi, ağzı dualı, şefkat ve merhâmet timsaliydi. Köyünün imamlık vazifesini de yerine getirmişti. İlme, âlime, hafızlara sonsuz saygısı ve sevgisi tartışılmazdı.

Babasından aldığı köklü ve sağlam terbiyenin eseri olacak ki, beş kız, beş erkek evlâdını İslâm edebiyle yetiştirmişti. Sonuçta bir çiftçiydi, ziraat ve hayvancılıkla geçimini sağlardı. Yiğit, hatırı sayılır, babası gibi misafirperver bir insandı.

Yılların ve yoğun çalışmanın bedenine yüklediği yükle birlikte amansız hastalığa yakalanmıştı. Bir kaç yıldır gördüğü tedavi mukadder sonu önleyememişti. Çınar gibi çevresine ses vererek devrildi. Son telefon görüşmemizde her zaman söylediği sözleri tekrarladı: “Sen ilmen bizim aile büyüğümüzsün, ağzın Kur’an’lı, bana dua et ve hakkını da helal et…”

Kardeşlerimle birlikte çıktığımız bin iki yüz kilometrelik yolun ucunda, onun cenazesinde dostluk, akrabalık, insanlık, komşuluk ve İslâmlık ruhunun ne kadar canlı, diri ve geçerli olduğunu bir kez daha müşâhede etmekten dolayı duygulanmış ve Rabbime hamdü senalar etmiştim.

“El-Mevtü hakkun!” gerçeği bir kez daha kulaklarımızda yankılanıyor, gönüllerimizde uyarı ve ürpertisini hissettiriyordu. Küçük bir köyde bu kadar cemaat nereye sığabilirdi ki? Tıpkı sağlığında ağırladığı ve tebessümle karşıladığı misafirlerini, dost ve akrabalarını soğuk bir kış gününde ve kar altında öylesine sıcak bir alaka ile karşılıyordu ki, sanki yer gök dua demetiyle örülmüş, Kur’ân sadâsıyla mest  olmuş, çocuklarının ve aile efradının mahzun göz yaşlarıyla sulanmıştı…Selâ ile ilan edilen vefat haberi, Peygamber (s.a.v)’e salavatla taçlanıyordu.

Bu kadar cemaat, köyün küçük camiine nasıl sığacaktı? Erzurum ve çevreden iştirak eden hafız ve imamların ihlaslı Kur’an sadâları yankılanıyordu etrafta… Bir nevi Kur’ân ziyafetine ev sahipliği yapıyordu Alibey… İstense de hiç kimse böylesine bir topluluğu sessiz ve sükûnet içinde organize edemezdi.

Kur’ân hatmi, va’z ve öğle namazını müteâkip köyün karşı yamacında yer alan kabristana doğru kepçe ile açılmış karlı ve çamurlu dar yoldan ilerleyen bir konvoy oluşmuştu. Son yolculuğuna doğru omuzlarda yaşadığı son tahta oturuşu, biraz sonra toprağın bağrında son bulacak, ötede yaşanacak mânevî saltanat ve müjdelere eşlik ederek yüce Yaradana kavuşmuş olacaktı…”Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz” ferman-ı İlâhîsi zihinlerde dalga dalga yayılıyor, dudaklarda dua olarak semaya yükseliyordu.

Musallaya konulmasıyla birlikte, elinde sarık ve cüppe ile bekleyen İmam olan oğlu Mahmud’un; “Büyüğümüz olarak senin cenaze namazını kıldırmanı istiyoruz” arzusu üzerine cüppe ve sarığı giyerek tabutun başına geçtim.

“El-mevtü hakkun…Bir farz-ı kifâye, bir sünnet-i Nebeviyye ve bir âdet-i İslâmiyyeyi ifa etmek üzere toplanmış olan muhterem kardeşlerim…” hitabıyla başladım sözlerime…

“Mevti veren O’dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.

İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır… Bir Ma’bûd-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz… Ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalâlet ağlasın…” tarzında devam etti.

Son demlerindeki vasiyetini hatırlattım: Bütün ehl-i imana haklarımı helal ediyorum, onlar da bana haklarını helal etsinler…Sanki kabir ahalisi suskun ve heyecanla misafir kardeşlerini ağırlamaya hazırlanıyorlardı.

Kabristanda yükselen gür sesli bir koro içten haykırıyordu: “helal olsun, helal olsun, helal olsun…”

Merhume annemin biricik kardeşi dayımın oğlu! Benden yana da, bizden yana da helal olsun. Mekânın Cennet olsun…Nur içinde yat… Mahşerde görüşmek üzere Rahîm ve Ğaffâr olan Rabbime emanet ol..!

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Maske

Alarmın sesiyle gözlerini açtı.

Kolunu yan tarafa doğru uzatıp kocasını kontrol etti. Yerinde yoktu. Demek ondan önce kalkmıştı.

Düşündü. Acaba çayı demlemiş miydi?

Hemen maske çantasını açtı, yanına “mutlu” ve “hırçın” maskelerini aldı. Mutfağa gittiğinde çayın hazır olduğunu görünce mutlu maskesini takıp kahvaltı hazırlığına girişti.

Kahvaltıyı hazırlarken bir ara küçük oğlunu uyandırmaya gitti. Odaya girerken “sevecen” maskesini taktı. Çocuğu uyandırıp kreş için hazırlarken, içindeki bezginlik ve şefkat duygularının savaşını çocuktan gizliyordu yüzündeki maske.

Kahvaltıdan sonra hazırlanıp işe gitmek üzere yola çıkarken “boyalı” maskesini taktı. Asansörde komşusuyla karşılaşınca hemen “ilgili” maskesini suratına geçirip sordu.

  • Geçen gün sizin kız biraz öksürüyor gibiydi. Nasıl, iyi oldu mu?

Asansör inene kadar süren ve sokağa çıkana kadar da devam eden bu sohbet vedalaşma faslıyla bittikten sonra tekrar bir önceki maskesine dönmüştü.

İş yerine geldiğinde ilk önce güvenlikçi ile karşılaştı. Konumunun da etkisiyle biraz yukardan bir selam verirken “kibirli” maskesini suratına geçirmişti bile.

İşi gereği akşam oluncaya kadar muhatap olduğu türlü insanlar için türlü türlü maskeler taktı çıkardı suratına.

Kimine tatlı dilli, kimine ciddi, kimine sert, kimine kibar, kimine samimi, kimine de soğuk maskelerini gösterdi.

İşten çıkıp eve dönerken yine yüzünde olan boyalı maskesi, yüzündeki yorgun ve bitkin ifadeyi zorlukla örtebiliyordu.

Her akşam olduğu gibi yine caminin önünden geçecekti. Yılın bu günleri genellikle caminin önünden geçişi hep namaz çıkışına rast gelirdi. Of! Yine kalabalığın arasında kalacaktı.

Tahmin ettiği gibi tam camiye yaklaştığında cemaat akşam namazından dağılıyordu. Önde çocuklar ve gençler, peşinde orta yaş kuşağı, en arkada da amca ve teyzeler camiden dağılıyorlardı.

O kadar yorgundu ki, kimseye dokunmadan o kalabalıktan geçmek istiyordu. Sanki birine dokunsa oracığa yığılıp kalacaktı.

Bir an kendini nehirden karşıya geçmeye çalışan ama ayaklarının ıslanmasını istemeyen bir yolcu gibi hissetti.

Gözünü karartıp kalabalığa daldı. Kalabalığın arasından geçerken çok tuhaf bir şey dikkatini çekmişti. Namazdan çıkanların neredeyse hepsinin yüzünde aynı maske vardı. Çok fazla bilmediği bu maske çok hoşuna gitmişti.

  • Bu maskeden istiyorum.

dedi kendi kendine. “Baksana, kim takmışsa yakışmış.” Ve başladı bu maskeyi aramaya. İnternete girdi, arkadaşlarına sordu, kitapları karıştırdı ama bir türü bu maskeyi bulamadı.

Acaba bu maskeyi camide mi dağıtıyorlardı?

Öyle olmalıydı. Bu konu artık meraktan öte bir takıntı haline gelmişti. Ne yapıp edip öğrenmeliydi.

Günlerin biraz daha uzamasıyla artık iş çıkışında caminin önünden geçişi, cemaatin namazdan çıkışına değil namaza giriş vaktine kadar gelmişti. O gün merakı onu cemaatle birlikte camiye soktu. Arkalarda bir yerlerde oturup izlemeye başladı. Erken geldiği için cemaat yeni yeni camiye giriyordu. Gelenlerin yüzlerine baktı. Pek çoğunda o maske yoktu. Demek içerde dağıtılıyordu bu maskeler.

Ezan ve kametin ardından insanlar imama uyup namaza durdular. O da arkadan onları izliyor ve maskelerin dağıtılmasını bekliyordu.

Acaba bu maskeler için para isterler miydi? İsterlerse ne kadardı? Selam verince mi dağıtacaklardı yoksa çıkışta mı?

Namaz kılanları arkadan izlerken bu düşüncelere dalmış gitmişti. Bu arada da cemaat farzın sonuna geldi. İmamın ardından cemaat selam verince yüzleri gördü ve şaşırıp kaldı. Herkes maskesini takmıştı bile.

İyi ama ne zaman dağıttılar bunları? Acaba ben başka şeyler düşünürken gözümden mi kaçtı?” diye düşündü. Fakat biliyordu ki namaz sırasında başka şeyle ilgilenilmez, maske de değiştirilmez.

Kafasında camiye girerken mi çıkarken mi daha fazla soru olduğunu düşünerek camiden çıktı. Eve gittiğinde de hala düşünmeye devam ediyordu. En sonunda bu işin namazla bir bağlantısı olabileceğine karar verdi. Çocukluğunda ona da nasıl namaz kılınacağı öğretilmişti ama aradan o kadar zaman geçmişti ki…

Oğlunu yatırdıktan sonra internetin başına geçti. Namazla ilgili unuttuklarını hatırlamaya çalıştı. Kısa bir çalışmayla dualar geri gelmişti bile.

Duaları hatırlamıştı ama namazın mahiyetini, neden namaz kılındığını hatırlamamıştı. Çünkü çocukluğunda namazın nasıl kılınacağı ve okunacak sure ve dualar ezberletilmişti ama neden kılındığı ile ilgili bir bilgi verilmemişti.

Kısa bir araştırmayla namazın bir Müslüman için olmazsa olmazlardan olduğunu öğrendi. İnsanın günde beş defa, kendisini yaratan, başta hayat, akıl, iman, sağlık ve rızık gibi sayısız nimetleri veren rabbinin huzuruna çıkıp, şükran ve bağlılığını bizzat ifade etmesiydi namaz.

Abdestini aldı seccadesini serdi. Alıştığı üzere hangi maskeyi takacağına karar vermeye çalıştı.

Bir tanesini aldı taktı ama olmadı. Çünkü Rabbi onun doğru olmadığını biliyordu. Sonra başkası, bir başkası… Sonuç hep aynıydı. Hepsini aynı sebeple çıkardı. Rabbi maskenin altını biliyordu.

Sonunda maskesiz olarak namaza durdu. Namaz boyunca da Rabbini düşündü.

Namazın sonuna gelmişti. Rabbena’ları okuyup selam verince yanında namaz kıldığı dolabın kapısındaki boy aynasında kendisi ile göz göze geldi.

  • Ama bu maske!..

Hayır. O yüzünde gördüğü şey maske değildi.

Ona HUZUR deniyordu.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr