Kategori arşivi: Yazılar

Ahirzamanın Gizli Kutupları!

yildizBu âhirzaman asrında hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede bulunan Risale-i Nur talebelerinin çok ehemmiyetli özellikleri, husûsiyetleri ve mümeyyiz sıfatları vardır.

Onlar ahvâl, etvâr ve ef’alleriyle bulundukları mahallerde fark edilirler ve o beldelere kuvve-i maneviye olurlar. Yaptıkları Kur’ân hizmetlerinde karşılık beklemezler. Sırf Allah rızası için hâlisâne çalışırlar, hizmetlerinin neticesini de Allah’a bırakırlar. Onlar toplumun mânevî dinamikleri ve sigortalarıdır. İhlâs, sadakat ve tesanüdle birlikte, sebat ve metanetleri ehl-i imana büyük bir kuvve-i mâneviye olur. Onlar sarsılmaz, dağılmaz ve dağıtılmazlar. Çünkü hizmetleri şahsa dayalı değil, sağlam ve metin bir şahs-ı mânevîye dayalıdır.

Bu mânâda Sekizinci Şuâ’daki izâhlar çok mânidârdır. Risale-i Nur’un “O iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibariyle âdeta birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri hâlde, kuvve-i mâneviye-i î’tikadları cesur birer zâbit gibi, kuvvet-i mânevîyeyi ehl-i imanın kalplerine verip, mü’minlere mânen mukâvemet ve cesaret veriyorlar.”1 İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri talebelerinin mühim husûsiyetlerine böyle işaret ediyor.

Risale-i Nur’a talebe olanlar iman-ı tahkikîyi taşıyorlar ve kuvvetli bir imana kavuşuyorlar. Bu iman-ı tahkikîyi taşıyan ve sadakatle dâvâlarına sarılan talebeler İhlâs Risalesi’nde geçen sırr-ı ihlâs gereği duruşlarını yapıyorlar. Hizmetlerini dünyevî ve uhrevî bir neticeye bağlamıyorlar. Sırf rıza-i İlâhî için hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede çalışıyorlar. Kınanmaktan, eleştirilmekten ve takibattan korkmuyorlar. Hizmetlerini karşılık beklemeden yaptıkları için kimseye minnet de duymuyorlar. Birbirlerine karşı sabrı tavsiye ederken, münakaşalı konulara girmiyorlar. İçtimaî ve siyasî mevzuları cemaatin şahs-ı mânevîsinin aldığı kararlar ve Risale-i Nur’un sarsılmaz prensipleri doğrultusunda kabul edip sarsılmadan o kararlara tereddütsüz sahip çıkıyorlar.

Bu meselenin sırrı sanırım burada yatıyor: “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız hâlde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.”2

Bu sır ile hizmet eden talebeler bulundukları kasaba, köy ve şehirlerde özellikle saff-ı evveller, imanî hizmetlerinde âdeta birer gizli kutup gibi—çünkü en küçük bir talebe büyük velîlerin de üstünde bir dereceye çıktığını yine Üstadımız bildiriyor—(Kutupluk ve velâyet, gizliliği gerektirir. Hattâ onlardan bazıları kendi mertebelerini bilmezler. Üstadımız Tahiri Ağabey için “Bu [kutup derecesinde] velîdir, ancak kendisi [mertebesini] bilmiyor” dermiş.) müminlere mânevî birer dayanak noktası olurlar.

İhlâs sırrını taşıyan hizmetler Allah katında o kadar makbüldür ki; Allah o beldelerdeki mü’minlerin kuvve-i mânevîyesine bu hizmeti bir dayanak noktası yapar. O hizmetkârlar bilinmek ve görünmek de istemezler. Çünkü bilinmek ve görünmek sırr-ı ihlâsa münâfidir. Ancak onlar diğer ehl-i iman tarafından görüşülmedikleri halde yaptıkları hizmetin mânevî tesiri ve bereketini ehl-i imana Allah hissettirir. Bu hizmetin imana ve itikada yaptığı kuvvetin tezahürü diğer mü’minlerin de kalplerinde mânen bir kuvvet ve cesaret vermesi yukarıya aldığımız İhlâs Risalesi’nin tezâhürü olmalıdır.

Bu hakikate binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zatlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirtleri âdi, âmi adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhât! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?” diyerek, dost ise inkisar-ı hayâle uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.3

Ancak hakikat şudur: Nur Talebeleri gurur ve enâniyeti bırakmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü onlar nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enaniyet ve fânî zevkleri aramamakla taliptirler. Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlâhî, ihsanını, enaniyetini bırakmayana ihsas etmemektir—tâ ucb ve gurura girmesin.4

Öyleyse mesele budur: “Risale-i Nur şakirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşif ve kerâmâtı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazîfe-i İlâhiye olan muvaffakiyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstahak oldukları şan ve şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, ‘Vazifemiz hizmettir, o yeter’ derler.”5

İşte Nurun hakikî şakirtleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri onlara yetiyor.

Baki Çimiç / Nur Postası

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 466
2- Lem’alar, s. 160
3- Şuâlar, s. 317
4- Şuâlar, s. 317
5- Kastamonu Lahikası, s. 263

Şehit Torunları Bacılarıma…

Şehit torunu bacım nedir bu nahoş halin,

Allaha cevap vermeye yeter mi mecalin,

Kim aldattı seni nereden  bu izmihlalin

Bu olumsuz terbiyeyi sen kimlerden aldın.

 

Neden düşünmüyorsun ki kimdi senin deden?

Unutma ki! Cezasını çekecek hak eden,

Düşmanlarla beraber olmaya hangi neden,

Kötü eş bulabildin, ama dostsuz kaldın.

 

Sana yakışır mı bu kıyafetle gezinmek,

Çok yüce mertebeden yuvarlanarak düşmek,

Hanıma olur mu olumsuz yerlere gitmek.

Yaptıkların senin değil, başkasından çaldın.

 

Bacım! Korun senden annelik hissi gitmesin,

O ana düşman seni fuhuşla kirletmesin,

Can damarından tutarak sakın tüketmesin,

Böyle olursan bil ki yapa yalınız kaldın.

 

İyice düşün! Sakın kendine leke çalma,

Haysiyetini koru, sakın her yere dalma,

Kötü arkadaştan uzak dur onlarla kalma,

Sen onlara uyarsan bil ki ateşte  yandın.

 

Ana düşman kızları soymaya karar aldı,

Süsleyip televizyona o koydu bir cadı,

Hile ve desiselerle sizleri kandırdı,

Hainin lafını tutarsan sen fena kandın.

 

Düşman gençlerin çoğunu fuhuşla öldürdü,

Yandaşlarına bizi göstererek güldürdü,

Kızların şereflerinin çoğunu süpürdü.

Düşmana kanarsan sen fena aldandın.

 

Kardeş! Uyan ve düşün tertemiz soyunu,                

Gafletten kurtul boz onların oyununu,

Uzat o güzel eteğini kapat koynunu,

Düşmana uyarsan bil ki diri diri yandın.

 

Eğer örtünsen düşmanları kahredeceksin,

Ecdadının ruhlarını gülşad edeceksin,

İmanlı vatandaşları sevindireceksin,

Rabbin gazabından kurtulup oh! Diyeceksin.

 

 Abdülkadi HAKTANIR

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

Bediüzzaman’ın Van Yılları (Kısa Hikaye)

Van’daki medreseleri, sibyan mekteplerini dolaşıyorum, müderrislerle, hocalarla görüşüyorum. Bazen öğrencilerin ilmi seviyeleri ile ilgili konuşmalar yapıyorum, onların ilimlerini eleştirel bir gözle yorumluyorum. Bazı konularda ironik bir seviyede, tecahül ederek onların ilmi seviyelerini gözden geçiriyorum. “Yok efendim yok, biz bu eğitim ve öğrenci seviyesi ile çocuklarımızı ateizmin, nihilizmin pençesinden kurtaramayız. Bir sınıfa girdim, müderris efendi beni heyecana karşıladı. Çocuklar sordular. Efendim bu adam kim, o da saygı ile “aa çocuklar siz bu adamı tanımıyor musunuz öyle mi, bu meşhur Molla Said, birden çocuklar ayağı fırladılar. Renkleri bozuldu. Çocuklar size soru soracağım “la şerike leh “ ne demek? Efendim ben biliyorum dedi bir talebe, ne demek Efendim anlamı?“ Allah’ın ortağı, eşi, benzeri yok demek” bir delil verebilir misin, bazı ilimlerden coğrafya, kozmoğraya ve daha başkaları. Çocuklar sustular, herkes çözümsüz bir meselenin getirdiği hayret ile birbirlerine baktılar. Başlarındaki hoca; “Molla Said Hazretleri, bu sorulara cevap vermeleri mümkün değil“ dedi.

Van da bulunduğu sürece Bediüzzaman laboratuara ve gözleme dayalı ilimleri okumuş, özellikle zooloji, botanik, nebatat ilmi, astronomi ve daha başkaları , onlardan Allah’a giden yolları kendi zihninde açmaya çalışmıştı. Bunları zihninde kuruyor ve düşünüyordu. Van Valisi Tahir Paşa ile talebenin bu halini zaman zaman münakaşa ediyor, buna bir çözüm getirmek gerektiğini sürekli gündemde tutuyordu. Pozitif ilimler ile dini ilimler ve özellikle akaidi meseleleri bunların ikisini birlikte sentezleyen bir eğitim tarzı peşindeydi. Dinin gerçeklerini ve inceliklerini bu asrın anlayışına uygun en yeni beyan tarzlarıyla isbat etmek gerekiyordu.

Van valisi Tahir Paşa her iki ilim dünyasından haberdardı, kendisine sürekli İstanbul’dan yayınlar geliyor, Molla Said ile okuyorlar, dünyanın ilme bakışı ile bizim mekteplerimizdeki bakışı birlikte yorumlamanın gerektiğine kafa yoruyorlardı. Müteaddit defalar birlikte ne yapmalıyız diye konuşuyorlar, yorum yapıyorlardı. Hatta ilmi münakaşalardan dolayı vali ile araları açılır, daha sonra valinin özür dilemesi üzerine davetiyle Van’a döner.

Bediüzzaman, Tanzimat nesli ve kendi çağdaşları gibi düşünmüyordu, Namık Kemal devlet ile kavga ediyor, değişimin siyasi olması ve farklı bir rejim ile yönetilmenin bütün sorunları çözeceğine inanıyordu. Namık Kemal 1888 de ölmüştü, ama fikirleri hala aydınlar arasında yaygın ve mücadelesini birçok insan benimsiyordu. Siyasi değişme cafcaflı, dikkat çeken bir konu idi, kolaydı, bir anda her şeyin değişeceğini vaat ediyordu. Ama ilmi gelişme, eğitim sisteminin değiştirilmesi, hocaların ve öğrencilerin ilme bakış açılarını değiştirmek emek isteyen zor bir işti. Çözülmesi gereken iç içe meseleler vardı, Bediüzzaman eğitim tarzının ve yorum tarzının değişmesini günlerce yıllardır düşünüyor, iç diyalogları kendisi ile ayrıca müderrislerle, hocalarla münakaşa ediyor, bu konuya bir çözüm için gayret ediyordu. Düşünce adamıydı, Vali Bey’in evinde kalıyor, onun kızlarını bile karıştırıyordu, dış âlemle alakadar değildi.

Skolâstik düşünceden ve tabiat ve kâinat yorumundan kurtulmak için Descartes klişe ile planlı şekilde münakaşa etmiş, batı düşüncesine gözlem ve yorumu getirmişti. Kendisi de medresedeki uygulamalardaki skolâstiği yıkmak istiyordu. Kendisinin skolâstik bir medrese hocası olmadığını her mahfelde öne sürüyordu. Ama medreseyi karşısında almak istemediğinden bahsi örneklerle vermek gerektiğine iniyordu. Yoksa Galile’nin başına gelen, Descartes’in kıl payı kurtulduğu kavganın içinde kaybolup gidebilirdi, ihtiyatlıydı. Yüzyıllardır akla ve gözleme kapalı bir düşünceyi birden bire aklın ve gözün huzurunda beş duyu laboratuarında yorumlamak müşkül bir sorundu.

Bediüzzaman iyi bir gözlemciydi, onun müşahedesi birkaç noktada toplanıyordu. İnsanları, âlimleri, müderrislerin karakterini ve dünyasını gözlüyor, sonuçlara varıyordu. İlimleri okuyor onların karakterini anlıyor, onlarla din arasındaki kapıları açmak için çabalıyordu. Medresedeki skolâstiği görüyor onu gidermeye gayret ediyordu.

Gözümde dikkate aldığım iki şey iki kurum vardı, oralardaki eğitim beni ilgilendiriyordu. Birisi medrese buna bağlı olarak camii, diğeri ise okullardı. Ondokuzuncu yüzyılda ülkemizde birçok yenilikçi, yeni fikirler üreten toplum mühendisleri vardı. Onların hedef aldıkları siyasi kurumlar ve yöneticileri idi, yeteneklerle uğraşıyorlar, sistemi yenilemek için uğraşıyorlardı. Beni ise bulunduğum yerde okulları ziyaret ediyorum, öğrencilerle, öğretmenleri ile konuşuyorum, bilgi seviyelerini, derslerini takib ediyorum. Yıllardan beri takip ettiğim doğu batı fikirlerini kaynak eserlerini, ilmen ilerlemiş batı ile kıyas ediyorum, vardığım sonuçlar bizim illa da zamanın ihtiyaçlarına göre dersler, hocalar ve eğitim sistemlerinin olması zorunluluğuydu. Hiçbir zaman siyasilerin yönetim yetersizliklerini söz konusu etmeye yeltenmedim, her şeyin başı öğrenilen ve öğretilen ve öğretenlerin durumu idi.

Bir başka gözlem alanı ise doğu ve güneydoğudaki aşiretlerin içinde bulunduğu durumlardı. Devamlı birbirleri ile geçinemeyen bu gurupları irşad ediyor ve onlara yön gösteriyordu. Eğitim tarzındaki yetersizlikleri görüyor, bunu kendi dünyasında çözümlemek için çareler düşünüyordu. Yenilikçi bir eğitim adamı olarak hayatını devam ettirirken birden onun bu eğitime takıntılı durumunu daha da harekete geçiren bir olay olur. Söylenilen söz Osmanlının yıkılışa doğru hızla gittiği bir dönemi yansıtıyordu. Osmanlı güçlü olsaydı düşmanları böyle bir sözü sarf edemezdi. İslam dünyası yeni bir dünyaya intibak edememiş olması Avrupalıların Osmanlıyı ve İslam dünyasını yıkmasını çabuklaştırıyordu, iştahları kabarıyordu. İngiliz sömürgeler bakanı İngilizlerin o günki durumlarından kaynaklanan ve güçlünün söyleyebileceği bir sözdü. “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız ve Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız. “

İyi ki bu sözü duymuşum, bu söz benim dava ağacımın çekirdeği oldu diyebilirim. Hani insan bir çekirdekten nasıl inşa edilirse, bir ağaç nasıl bir tohumdan doğarsa benim doğumum bu sözden olmuştur. Beni ülkemin mücadele tarihinde iyi bir noktaya getirmiştir, yenileşme tarihini ayrıntılı olarak okumuştum, Ali Suavi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi değişimcilerin hayatlarını ve mücadelelerini biliyordum. Onlarla benim farkım onlar Fransız ve İngiliz siyasilerinin evrenine girerek ülkelerine yenilik getireceklerine inanmalarıdır. Namık Kemal benden kırk yılı aşkın bir süre önce İstanbul’a gelmişti, Tercüme odasında batılı siyasi fikirlerle karşılaşmış Monteskiyo, Volter, Ruso gibi filozof siyasilerin evrenine girmişlerdi. Onların böyle bir yol seçmeleri hem kendilerine hem de onları örnek alan nesile bir yanlış örnek olmuştu. Yanlış bir yol açanların büyük sorumluluğu olur, bu siyasi mücadele sahipleri kendilerini görünürde büyük işler yapmış sanıyorlar ve büyük alkış alıyorlardı, ama sonuçta yaptıkları bir şey yoktu. Her biri ülkenin bir yerinde sürgünde emellerinin enkazları altında kalıp dünyadan göçtü gittiler.

Namık Kemal’in İstanbul’a geliş yılları ile benim aramda geçen kırk yılı aşkın sürede her gelen aydın fikir adamı, Avrupa’ya kaçan şahıslar siyasette başka yenilik getirecek araç görmediler. Namık Kemal ve Namık Kemal perestler bana sistemle kavga konusunda yeterli ders verdiler, ben sistemin esası olan bir eğitimin sistemi ve o sistemi yenileyecek değerler üzerinde düşündüm. Bu sözü duyunca da elimdeki malzeme birden en güçlü mücadele aracına dönüştü. Onlar sistemle kavga eden filozof ve siyasi adamları kendilerine önder seçtiler, onlar o yenilikçilerin bakış açılarını kendi ülkelerine tatbik etmek istediler. Ama onlar kendi ülkelerinde haklı olana gerekçelerle siyasi fikri teorik bahisler ürettiler, ama biz henüz onların mücadelelerinde oların ülkelerinin durumlarında değildik. Onlar intibak zorluğundan heba oldular. Sadece bir takım kavramlara dikkat çektiler.

Sömürgeler bakanının bu sözü benim Kuran’a yönelmemi doğurdu, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim “ dedim.Bu söz benim hayatımı ve gayemi iyi hülasa etmiştir.Sömürgeler bakanı bu sözü söylerken meseleye derinliğine hakim görünüyor, Kur’an’ın temel meselelerini ve insanlar , toplumlar ve devletler üzerindeki tesirlerini bilmeyen, izlemeyen bir insan bu sözü söyleyemez. Kur’an insanlara ahiret inancı veriyordu, adalet hissi veriyordu, ibadet aşkı veriyordu, evrende insandan başka varlıkların, ruhanilerin olduğunu söylüyordu. Hz Muhammed’in dinin değerlerini yaymadaki temel esprileri ve onun yolundan giden büyük insanların hareket noktalarını, programlarını veriyordu. Bizim yenilikçilerimiz bizim düşmanımız olan bir devlet adamı kadar düşünememişler, toplumsal ve ferdi değişmenin kaynağını görememişler, yanlış yerlere bakmışlar, yanlış organize olmuşlar ve sonuçta başarısız olmuşlar.

Büyük değişimcilerin ilk önce kendileri değişmeleri gerekir, hz Peygamber kırk yaşına kadar toplumu organize etmek için bir bekleyiş içinde idi, büyük bir gözlemci idi. Medine ve Mekke halkı, din anlayışları, aile ilişkileri, Kabe ve oradaki putlara karşı davranışlar, kafalarında İbrahimi dinin esası olmasına rağmen yaratmak ile ilgili bütün eylemleri Kabe’deki 360 ı aşkın puta veriyorlardı, ama Allah’ı da biliyorlardı. Böyle irtibatsız ve sakat bir itikad dünyasında zevklerinden başka mabudları yoktu. Kabede en kötü eylemleri yapıyorlar ve hiç endişe duymuyorlar, putlarına sonsuz saygı duyuyorlardı. Peygamber ticaret nedeni ile civar ülkelere gidiyor, insanların nasıl dalalet içinde olduğunu görüyor, irkiliyordu. Kendisi bu cehennemi çevre içinde saflığını koruyor, putperest bir toplum içinde onlardan uzak olmayı katılmamayı her halükarda beceriyordu. Bu kırk yıllık süre içinde bir arayışın içinde meyve vermeye doğru gittiği de gerçekti, toprağa atılan bir tohum nasıl kendine ayrılan evrensel takvim süresini tamamladıktan sonra dışarı çıkıyordu. Peygamber bütün akli ve zihni melekeleri ile olayları değerlendiriyor değişmenin olması lazım geldiğine karar veriyor, ama nasıl olacağı konusunda bir planı olmuyordu. Bir demir nasıl ocakta biçimlenmeye uygun hale gelinceye kadar bekler tam o kıvamı yakalayınca şekillenir, bir şey olur. Peygamber beklemenin son ve en önemli halkasını Hira’da aylarca bir doğum mağarasında istedi, ta ki bir gün güneşin ışığı oraya yansıdı. Çünkü nasıl güneş ışıksız olmaz, aynen öyle de ulûhiyet de risaletsiz olmaz. Cebrail güneşe ışığını ilahi bir tasarımla monte etti ve Hz Muhammed, Hz Peygamber olarak evine döndü, ama ne olduğunun farkında değildi, olaylar gelişince ne olduğunu iyi anlamıştı. O mağarada Cebrail’in bir büyük ışık huzmesi ile ulûhiyettin ışığına ona getirdiği güne kadar.

Bediüzzaman cehalet ışığı ile kararmış olan ülkesini aydınlatmak için kendisi ışığı arıyordu. Tıpkı peygamberin uluhiyetin ve kainatın sırlarını aramak için mağaraya kapandığı gibi, o da Van’ın sokaklarında, kalesinde, medreselerinde kafasında bu eğitim meselesinin nasıl çözüleceğini düşünüyor bir hâkim ışık arıyordu. Bütün hayatı bu arayış ile şekillenecekti. Yoğunlaşmak bir meseleyi zihninin odağına yüklemek ve her gördüğü olay ile onun çözümü arasında bağlar kurmaktı. Sadece düşünen o değildi, özellikle bir Osmanlı valisi olmanın ötesinde bir entelektüel olan Vali Tahir bey ona fikirlerinde iştirak ediyor, onun kadar huzursuz oluyor bir de hayret ediyordu. Klasik medreseden yetişmiş bir Molla ‘nın medreseye dayanan ilimlerdeki bitmez tükenmez münakaşalar yerine yeni bir öğrenci öğretmen ilişkisine ve yeni bir metin araştırmasına ve ilimler ile din arasında bağlar kurmaya nereden kafayı takmıştı, onu dinliyor ve saygı duyuyor, çözmek için gayret gösteriyordu.

Ahmet Nebil Soyer / www.NurNet.Org

Bir teselli mi arıyorsun?..

Oğlumla sohbet ederken dedi ki, “Adana Kitap Fuarı’nda, standa bir hanım geldi. Hüzünlü bir halde tasavvufî kitapları inceledi. ‘Yakın zamanda babamı ve ağabeyimi kaybettim. Hayattan zevk alamaz hale geldim. Ölümü sorguluyorum. Üzüntümü unutturacak bir kitap tavsiye eder misiniz bana?..’

Oğlum bu hatırasını anlatınca, ben de kendi hatıralarımdan birine, 70’li yılların Ankara’sına, Dışkapı’da kiraladığım küçük büroma hayalen gittim…

Her yerde bulunmayan kitapları bulundurduğum için, insanların dikkatini çekerdi bu küçük dükkân. O yıllarda sık sık evimiz aranıyordu. Ben de o küçük büroyu tuttum ve başta Risale-i Nurlar olmak üzere, bütün kitaplarımı oraya taşıdım. Dükkânın vitrinine de İngilizce birkaç kitapla atlaslar yerleştirdim.

Bir gün küçük büroma bir hanım geldi. Dedi ki, “Annem vefat etti. Bu acıya dayanamıyorum. İntihar edeceğim!” Dedim ki, “Hanımefendi, neden intihar ediyorsunuz? Biraz sabırlı olun; yakında annenize kavuşursunuz! Hem anneniz, dünyada ölmüş olsa da ahirette dirildi. İnsan cenazesi bir tohum gibi toprağa girer. Tohum dirilir dünyaya döner, insanın ruhu da ruhlar âlemine gider ve yaşamaya devam eder. Günler geçecek, bir gün siz de öleceksiniz, annenizin yanına gideceksiniz, yine beraber olacaksınız… Görüyorsunuz ya; sizin intihar etmenizi gerektirecek bir durum yok. Allah için, İslamiyet için yaşayın, mücadele edin. Bedavadan gitmeyin…” dedim.

İstasyonlarda, trene binip gidenlerin ardından ağlayan kişiler görürüz; ne gözyaşı dökerler!.. Tabiatıyla bir ayrılık acısı var ölümde… Amma Yirminci Mektup’taki “Yuhyî ve Yumît” isimlerini okuyunca, o acı geçiyor; hiç olmazsa hafifliyor. İnsan derdine bir teselli arıyorsa, evvela Esmaü’l Hüsna’yı iyi anlamalı. Bir formül, bir denklem gibi her isim üzerinde düşünmeli. O zaman görülecek ki, Allah’ın yarattığı hiçbir şeyde kötülük yoktur.

Açıkça görüyoruz ki, eceli dolan gidiyor. Diplomalar, makamlar, sevilenler, şöhret, evler, arabalar, işler bırakılıp gidiliyor. Ölüm öldürülemiyor, kabir kapısı kapanmıyor. Öyleyse kabrin arkası için çalışacağız ki, “Hakiki saadet ve lezzet ondadır.” diyor Bediüzzaman…

Mesela bir sinek için en büyük şans, bal kabına konmaktır. Konduğunda “Dünyalar benim oldu!” der. Balın bütününü yiyeceğini zanneder. Yiyeceğini yiyip uçmak istediğinde ayaklarının bal kabına yapıştığını anlar. Kurtulmak için çırpınır çırpınır ve sonunda ölür. İşte teselliyi kendi kafalarına göre arayanlar, bu sinek gibi dünyaya yapışırlar; sonra da dünya ve ahiretlerini cehennem ederler. Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki, “Tadımlık bir hazzı kısa vadede tüketmelerini sağlarız; ardından onları altında ezilecekleri ağır bir azaba mahkûm ederiz.” (Lokman/24)

Şahsî huzuru, aile huzuru, işyerindeki huzuru bozulmuş olan kimselerin şikâyetlerini dinleyince, yaptıkları hataları ele veriyorlar aslında…

Gayri meşru yollarda zevk ve teselli arayanların, evvela bu dünyada dengesi bozuluyor ve bozulacak…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Çürümüş kalpleri kim diriltecek?

“Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?” (Yasin sûresi, 78)

Bazen karamsarlığın eline düşüyor işte insan. Ne kadar ‘düşmemek lazım’ dese de, düşüyor. Nasihatler havada kalıyor. Umutsuzluk, iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter. Yani meleke halini almasın. Karakter olmasın. Depresyona dönüşmesin. Yoksa arada bir hüznün girdabına düşmek de yanlış değil. Allah, insana hayatı zıtlar arasında koşturarak öğretiyor. Bazen mutlusun, bazen hüzünlü; bazen iyimsersin, bazen kötümser; bazen neşe saçarsın; bazen öfke… Bunların hepsi normal. Hepsiyle barışman lazım. Hepsi senden. Ama bir farkla: Birisinde ‘mantıksız bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın.

İnsanın bu dünya hayatını bir misafir gibi yaşamasını öğütleyen hadisi ele alalım. Acaba o misafirlik, nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı? Yoksa yaşadığın hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya; zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe… Hepsi Allah’ın elinde ve hikmet gereği bazen yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın, onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Allah korusun, yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Hazır mısın olanca neşeni bohçana sarıp yerini kedere terk etmeye?

Şimdi bana diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan böyle sahiplenmeden yaşayamaz.” Neden olmasın? Eğer bütün bu kederleri, neşeleri birbirinden farklı ama kaynağı aynı görürse ve en nihayet her birisinin aynı Zat’ın (c.c.) tecellisi olduğunu anlarsa, neden olmasın? Sen, sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin; ara sıra tuz yedirmesini yadırgar mısın? Halbuki aşinasın onun ikramlarına… Tanıyorsun onu. Biliyorsun. Sana aslında ne kadar şefkatlidir. Seni aslında ne kadar çok sever, biliyorsun. O böyle şefkatliyken sana, neden birden kötü davranmaya başlasın?

Bazen Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı diye soruyorum. Bazen cevabım; “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda, kendimi kandıramadığım anlarda soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: “De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.

Amenna, diyorum. Elhamdülillah, diyorum. Daha neler neler söylüyorum neşeyle… O zaman üzerimden bir ton yük kalkıyor sanki. Umutsuzluğum gidiyor. Aslında bu umutsuzluk, taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte ben de kendi kalbimin ıslahını kendi omuzlarıma alıyorum, umutsuz oluyorum. Ayet-i kerime aslında o yükü kime bırakmam gerektiğini söylüyor bana: İlk başta yaratana… O yaratmanın her türlüsünü bilir. O yüzden karamsarlığa kapılsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır, karamsar olmak başka…

Ahmet AY

twitter.com/yenirenkler