Kategori arşivi: Yazılar

Fatih Sultan Mehmet’e Atılan İftiraya Cevap!

Ecdat tartışması aldı başını gidiyor. Ne çok tarihçimiz ve ne çok tarih filozofumuz varmış meğer. Hayret. Her şey bu yalnızca köşelerinden kükreyebilen aslanlarımızın buyurduğu keskinlikte halledilebilmiş olsaydı tarih diye bir disipline de ihtiyaç kalmazdı.

fatih-sultan-mehmed-han akşemseddin ve kadırgalarKlişeler ormanında yürüyoruz. Metafizik uykusundan uyanmakta olan bir “köşebent” geçmişe bir put gibi taptığımızı tespit etmiş. Alnından öpülmeyi bekliyor olmalı. Ona göre Necip Fazıl, Osmanlı’ya asla toz kondurmazmış. Gayet emin bir edayla şu cümleyi atıyor önümüze: “Alın bakın Necip Fazıl’ın padişahlarla ilgili yazdıklarına. Tam bir tepkisel yüceltme yazılarıdır.” Necip Fazıl’ı okumamış olsak lokmayı yutardık ama çok şükür Osmanlı’yı onun kadar ağır eleştiren çok az yazar olduğunu bilenlerdeniz. Fatih ve II. Abdülhamid gibi bir iki isim hariç neredeyse bütün Osmanlı tarihini hallaç pamuğu gibi atan Necip Fazıl’dan zılgıt yemeyen padişah ise yok gibidir. Kanuni ile ilgili söylediklerinden birkaç örnek:

“Tarih olsaydı bugün, alçalmamızın Kanuni ile başlatıldığı okutulurdu! O bir mirasyedidir!”

“Kanuni iki suç işlemiştir: Yahudi’yi memlekete sokmak ve şeyhülislamları atamayla getirmek. İkincisi ise en büyük cinayet!..”

“Kanuni kendi şahsıyla büyük değildir, devriyle büyüktür.”

Bu mudur ‘yüceltme’? Daha ne desin zatıalinizi memnun etmek için!

Bu birkaç cümle bile Necip Fazıl’ı okumadığını, okumuşsa da anlamadığını, yaşadığı başdöndürücü değişim esnasında fikirlerini başkalarınınkiyle karıştırdığını göstermiş oldu. Şimdi “şanlı ecdat tarihi” dersi vermeye kalkan ufak tefek köşebentleri atlıyor ve yanlış anlatılan tarihî bir gerçeği açıklamaya başlıyorum.

Murat Belge, öğrencilik yıllarımdan beri takip ettiğim bir aydın. Yazar, çevirmen, akademisyen… “İstanbul Gezi Rehberi” maddi hatalarına rağmen zevkle okunabilen bir kitabı. “Vatan” gazetesinde “ecdat” üzerine bir söyleşisi çıktı. Katılmadığım o kadar çok görüş beyan etmiş ki, hepsini tartışmak haftalarca bu köşeyi kapatmak anlamına gelecekti. Bu yüzden Murat Bey’e mahsus olmayan bir hatasına demir atmakla yetineceğim.

Belge, hem “Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür” adlı iddialı kitabında hem de Mine Şenocaklı’ya verdiği röportajda Fatih’in İtalyan ressamlara Topkapı Sarayı’nın duvarlarına “pornografik resimler” veya “freskolar” çizdirdiğini belirtiyor. Güya İstanbul Fatih’inin saray duvarlarına yaptırdığı bu müstehcen resimleri oğlu “sofu” Bayezid kazıtmış veya üzerini örttürmüş imiş! Şimdi “Sen Peygamber’in müjdesine nail olmuş birine nasıl bu iğrenç eylemi yakıştırırsın?” desem, ‘Bakın, dememiş miydik, bunlar şanlı ecdat hastalığına kaptırmışlar kendilerini, iflah olmazlar’ diyeceklerinden eminim. İsterseniz içinizden deyin diyeceğinizi ama müsaadenizle ben aydınlarımızı daldıkları bu rüyadan uyandırmak için sorgulama düğmesine basayım.

Kim söylemiş Fatih’in sarayının duvarlarına pornografik resimler çizdirdiğini?

Eğriboz’da Fatih’in kuvvetlerine esir düşen ve II. Bayezid zamanına kadar sarayda kaldığını söyleyen Angiolello adlı İtalyan, ülkesine döndükten sonra hatıralarını yazmış. Angiolello’nun hatıralarından öncelikle Franz Babinger’in Fatih hakkındaki cüretkâr ve garazkâr kitabıyla haberdar olmuştu Türk okuyucusu. Halil İnalcık hoca vaktiyle bu kitabı yerden yere vurmasına ve tarafgir bir eser olduğunu bilimsel olarak ortaya koymasına rağmen nedense kimsenin umurunda olmadı. Varsa yoksa Babinger. Bu ülkede ille ‘gâvur’ mu olmak gerek sözünü dinletmek için?

Yeri gelmişken belirteyim ki, Babinger pek çok başka efsanenin olduğu gibi Fatih’in saray duvarlarına ‘pornografik resimler’ çizdirdiği efsanesinin de ana kaynağıdır. Eskidendi o, ‘Babinger yazmış canım’ dediniz mi akan sular dururdu. Lakin artık durmuyor, onu da, ona biat edenleri de sorgu odasına davet ediyoruz.

Tarihçilikte ana kaynağa gitmediğiniz sürece yanılma ihtimaliniz çok yüksektir. Hele ikinci el kaynak kullanıyorsanız rehberinizi kargalardan seçmemelisiniz. Peki bütün atıfların kaynağı olan Angiolello ne diyor kitabında? Türkçe tercümesinde şunu:

Gentile (Bellini) tarafından birçok güzel tablo yapılmış ve hepsi saraya konulmuştu.”

Bu kadar. Şimdi Babinger’in bu cümleyi ne hale getirdiğini görelim: “Bellini, Fatih’in ve saray çevresindekilerin portrelerini yapmakla kalmamış, sarayın mahrem odalarını erotik ve muhtemelen müstehcen resimlerle de süslemişti. Bu resimler açıkça ‘şehevî nesneler’ (cose di lussuria) diye nitelendirilmiştir.” Numarasını yakaladığımız nokta tam da burası işte. Babinger “cose di lussuria”yı elçabukluğu marifet hesabı “şehevî nesneler” haline getiriyor, sonra onu “erotik” diye yorumluyor, ardından da “muhtemelen” kılıfı altında “müstehcen” (obscene) noktasına kadar dayıyor.

Eh, Babinger işi “erotik” ve “müstehcen”e getirir de bizimkilerin eli armut toplar mı? “Pornografik” yaftası bugünler için var zaten.

Halkın çok büyük bir kısmının İstanbul’u fethettiği için Nebevî müjdeye nail olduğuna inandığı bu büyük zatın içine düşürülmek istendiği tuzağı böylece yakalıyoruz. Şimdi “cose di lussuria”nın yanlış bir çeviri olabileceğine geliyoruz.

Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden Patricia Fortini Brown’ın mükemmel çalışması “Venetian Narrative Painting in the Age of Carpaccio” Babinger’e en susturucu cevabı veriyor aslında. Brown’a göre Angiolello’nun genellikle “erotik” veya bizimkilerin dediği gibi “pornografik” diye çevrilen İtalyanca ifadesinin tam olarak neyi kastettiği bilinmiyormuş.

Neymiş peki? Genellikle “şehevî şeyler” veya “erotik freskolar” diye çevrilmesine rağmen, Osmanlı sarayında verilen ziyafetler ve diğer şenlik sahnelerinin resimlerinin yapıldığı anlamına da gelebilirmiş bu ifade! Zira ‘lussuria’, ‘lux’ kelimesiyle aynı kökten geliyor. Şehvet kadar eğlence, şenlik vs. gibi anlamları da var. Nitekim Avrupa ve Osmanlı saraylarında kır manzaraları ve eğlence sahnelerinin duvar resimlerinde yer aldığını biliyoruz. Venedik saraylarında bile bulunmayan ‘pornografik freskolar’ın Osmanlı sarayında ne işi olabilir Allah aşkına? Bakın Halil İnalcık ne güzel anlatmış “The Ottoman Empire” adlı kitabında:

Fatih, Bellini’yi Venedik’ten kendi sarayına freskolar yapması için davet etti. Fakat Fatih’i çağdaş Rönesans yöneticileri arasına sokanlar meseleyi abartıyorlar. O her şeyden önce Müslüman bir gâzi yöneticiydi, amacı da devleti dünyanın en güçlü imparatorluğuna dönüştürmekti.”

Dikkat ettiyseniz hoca hem ‘erotik’ ifadesini kullanmıyor hem de Fatih’in bütün açılımlarını yöneten ana fikrin İslamiyet olduğunu adeta haykırıyor. Tarihe tapıyormuşuz! Hayır efendiler, tarihe tapan eden yok. Tek gayemiz, tarihi muhabbet sofralarınıza meze olmaktan kurtarmaktır!

 Mustafa Armağan

www.mustafaarmagan.com.tr

Nefis

Her kademesi bir tuzaktır yedinciye ulaşırsan sırrı anlarsın.

Nefsi Emmare;

Her daim günaha sokmak ister. Günaha meyleder insan, günahtan kaçışın şeytandan kaçışın kadardır.

Nefsi Levvame;

Dayanamazsında girersin günaha sonra anlarsın hata ettiğini pişmanlık duyarsın..

Nefsi Mülhimme;

Hani İbrahim peygamber Hacer’i bırakmıştı ya çöle, korkuyordu .”Üzülme” diye Rabbim ilham etmişti Hacer’e, o an mlhimme mertebelerindeydi işte Hacer…

Nefsi Mutmainne;

İbrahim bırakıp giderken sormuştu Hacer; “Bu kimin isteği?”diye. O da; “Rabbimin”demişti O bizi zayi etmez diyerek teslim olmuştu Hacer…

Nefsi Safiye;

İbrahim gidince su aramak için koşuyordu Merve, Safa tepelerinde acizliğin zayıflığın sırrına erdi fakrını anladı. Kumlara bıraktığı yavrusu susuzluktan ölebilirdi ama o hiçbir zaman düşünmedi isyanı itirazı, sadece ağladı. Rabbim zemzemi sundu. Nefsi Safiye mertebesindeydi Hacer.

Nefsi Marziye- nefsi Raziye;

İsmail büyümüş İbrahim Allah’a verdiği sözü tutacak İsmail’i kurban edecekti Hatice en güzel elbiselerini giydirdi öptü kokladı İsmail’i gönderdi babasıyla, şeytan geldi; ”İbrahim İsmail’i kesecek” dedi,  “hiç baba oğlunu kesermi?”

”Allah istemiş kesecek.”

Hacer Allah istediyse bize ne düşer? Deyip rıza göstermişti işte o zaman Rabbi Hacer’den razı olmuş nefsi marziye ve nefsi raziyeyi bir anda yaşamıştı.

Yaşanan her olay bir nefis mertebesine çıkmak için basamak olur ya da engel.

Duygularımızın hepsinin latifeyi Rabbaniye’nin emri altına girmesini nasip etsin Allah…

Kaynak: Aşkı sükûn-(Nuriye Çeleğen)

Hazır Medeniyet Yüzde Seksenini Meşakkate Attı

“Neden Şeriat şu medeniyeti(*) reddeder?” 


Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir.

Nokta-i istinadı kuvvettir; o ise, şe’ni, tecavüzdür.

Hedef-i kastı, menfaattır; o ise, şe’ni, tezahümdür:

Hayatta düsturu, cidaldir; o ise, şe’ni, tenazu’dur.

Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir; o ise, şe’ni, böyle müthiş tesadümdür.

Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshîldir; o heva ise, şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebep olmaktır.

Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

“İşte onun için, bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış, onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beyne beyne (ikisi ortası) bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalîlindir ki; nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umûmun, laakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

“Hem, serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-i zarûriye havaic-i zarûriye hükmüne geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel; ferdi, şahsı, fakir, ahlâksız etmiştir.

(*) HAŞİYE: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar, o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip, malımızı harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer, iki harb-i umûmi ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip, öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.

İnşaallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvveti ile, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmiyi de temin edecek.

Bediüzzaman Said Nursi

Gıybet Yapacaksan Anneni veya Babanı Yap!

Herkesin İstifade edeceği bir Peygamber kıssası

Peygamberler bizim için birer rehber ve yol göstericidirler. Her bir Peygamberin hayatı bizim için hikmet ve ibret verici olaylarla doludur. Bu olaylar karşısında onların tavrı bize örnek olmakta ve o gibi hadiseler bizim de başımıza gelirse bizde onlar gibi olalım ve öyle davranalım diye onların başından geçen olaylar bize nakledilir. İşte bu ibretli ve hikmetli kıssalardan birisi eski çağlarda beni İsrail peygamberlerinden birisinin başına geliyor ve şöyle bir hadise bize de ders olsun diye rivayet ediliyor.Şöyle ki:

Cenabı Hak bir Peygamberine vahi ile şöyle diyor. Sabah kalkıp dışarı çıkarak yol almaya başla ve yolculuk esnasında karşına çıkacak beş şey olacak. O beş şeyi şu şekilde karşıla ve muamele eyle.

1-Karşına çıkan birinci şeyi yiyip yutacaksın.

2-Karşına çıkan ikinci şeyi de saklayacaksın.

3-Karşına çıkan üçüncü şeyi de koruyacaksın.

4-Karşına çıkan dördüncü şeyi üzmeyeceksin.

5-Karşına çıkan beşinci şeyden de kaçacaksın.

O nebi bunları dinledikten sonra Bismillah der ve yola çıkar. Yolda giderken yol onu bir dağa götürür ve karşısına birinci olarak koca bir dağ çıkar.

O nebi bunu görünce şaşırır ve kendi kendine der.

Allah Allah bu dağ nasıl yenilir ve yutulur. Sonra olsun dedi madem Rabbim böyle emretti mutlaka bunda bir hikmet bir sır saklıdır. Ben bana söyleneni yapayım der ve koca dağı yemeye niyet ederek dağa doğru ilerler. O dağa doğru yemek için gittikçe dağ küçülür. Nihayette dağ bir lokma kadar olur. O da onu alır ve yer. Yerken de o dağ tatlı bir yiyecek gibi olur.

Yoluna devam eden nebinin önüne bu sefer altından bir leğen çıkar. Bunu görünce dedi. Bunu saklamam söylenmişti. O leğeni aldı ve toprağa gömerek sakladı. Yola devam ederken döndü geriye baktı. Gördü ki, o leğen sakladığı yerden çıkmış. Tekrar geri döndü ve o leğeni yine sakladı. Yoluna devam ederken yine geriye baktı. Yine o altın leğenin çıktığını görünce “ Fesubhanallah”  dedi  ve tekrar döndü o leğeni sakladı. Leğen yine saklandığı yerden çıkınca o nebi. Ben üzerime düşeni yaptım ve sakla denen şeyi sakladım. Fakat o sakladığım yerden hep çıktı. Vardır bunda da bir hikmet dedi ve yola devam etti.

Yolculuğuna devam eden nebinin bu sefer karşısına atmacadan kaçan bir serçe çıktı. Serçe korkmuş bir şekilde nebiye sığındı. Ve ne olur bana yardım et atmaca beni yakalarsa yer dedi. O nebi biraz düşündü ve üçüncü karşıma çıkanı koru denmişti. Serçeyi aldı ve koynuna koyarak onu sakladı. Derken dördüncü olarak atmaca yanına geldi ve o nebiye şöyle dedi.

Sen Allahtan korkmaz mısın?  Neden benim rızkımı elimden  aldın. Nebi. Bana öyle emredildiği için serçeyi sakladım dedi. Atmaca.

Peki, şimdi ben ne yapayım, aç karnımı nasıl doyurayım. Nebi biraz düşündü ve  Bana dördüncü şeyi üzmemem söylenmişti.

O zaman yanındaki yiyeceğinden bir parça kopardı ve atmacaya vererek Al bu da senin nasibin diyerek atmacaya verip yoluna devam etti.

Yola devam ederken önüne kokmuş bir leş çıktı. Kokusu çok rahatsız ediciydi. Hemen aklına beşinci şey geldi ondan da kaçacaktı.  O da hemen oradan hızla kaçarak uzaklaştı. O nebi gideceği yere gitti. Yol bitince dinlendi sonra ellerini açarak şöyle bir niyazda bulundu.

Ya Rab sen her şeyi hakkıyla gören ve bilensin. Her işinde hikmet ve güzellikler bulunduransın. Yolculuğumda benim başıma gelen bu beş şeyin hikmet nedir. Bunu bana bildir. Ta ki bende o hikmetleri ümmetime bildireyim dedi. Ve semadan bir nida geldi ve ona dedi.

-Ey nebi, yolda gördüğün o beş şeyin hikmet ve tabiri şudur.

Birinci olarak önüne çıkan dağ öfkeye işarettir. Öfkeni yenmek istiyorsan ondan korkma ve kaçma. Öfkeni dışa çıkarma ve onu yut. Öfke yutuldukça küçülür ve zararsız olmaya başlar. Hele öfkenin dediği yapılmaz da yutulursa sonu tatlı olur. Öfke şeytandandır. Şeytan da ateştendir. Ateşi su söndürür. Bu bakımdan ateşe körük olmamak su olmak gerekiyor. İş hayatında, aile hayatında bir taraf öfkeli ise öbür taraf su gibi olmalıdır ta ki öfke ateşi sönsün. Eğer su değil benzin olma seçilirse ateş yani öfke büyür ve zararlı olur.

İkinci olarak bulduğun altın leğen senin güzel amellerindir. Onlar altın gibi kıymetlidir. Onları saklamak lazımdır. Eğer o güzel amelleri başkasına anlatırsan kıymeti düşer. Belki gurura ve kendini beğenme tehlikesine düşme ihtimali vardır. Bundan sakınmalı ve güzel amelleri gizlemeliyiz. Fakat sen saklamakla beraber başkaları onu dışarı çıkarsa bunda da sana zarar yok, başkalarına ise yarar çoktur.

Üçüncü olarak saklaman gereken şeydi. Bu da sana teslim edilen ve verilen emanetlerdir. Emanete hıyanet etmeyip onu koruman gereklidir. Sana verilen en büyük emanet iman ve insaniyettir. Hayatımız, gençliğimiz ve diğer sahip olduklarımız birer emanettir. Yani geri alınmak üzere verilen şeylerdir ve zamanı gelince de alınmaktadır. Sende görüyorsun ki kimsenin elinde bırakılmıyor. Emanetin sahibi emanetini geri alıyor ve alacak. Öyle ise senin görevin Rabbinin emanetini korumaktır.

Dördüncü olan şey üzmemen gereken şeydi. Senin üzerinde hakkı olanlar vardır. Bunlardan birincisi Allah’ın hakkı, ikincisi Peygamberin hakkı, üçüncüsü anne ve babanın hakkı, dördüncüsü diğer kullar ve canlıların hakkıdır. Allah’ın hakkı emirlerini yapıp yasaklarından da kaçmaktır. Peygamberin as hakkı Ona tabi olmak ve Onu örnek ve rehber kabul etmektir. Anne ve babaya helal isteklerine itaat etmektir. Eşimiz, çocuklarımız ve diğerlerinin üzerimizdeki haklarını saygı duyup onları korumaktır. Bu hak sahiplerini üzmeyerek onların hakkını korumaktır.

Beşinci olarak gördüğün kokmuş et gıybete işarettir. Onu nerde görsen mutlaka ondan hep kaçan olmalısın. Gıybet yapılan güzel amelleri bozan bir şeydir. Zor kazandığın sevabı kolay harcamaktır. Gıybet zehirli bal gibi dışı tatlı içi öldüren zehirdir. Gıybetten kaçan ve sakınan olmalısın. Eğer illa gıybet yapacaksan anneni veya babanı yap ki sevapların onlara gitsin. Niye sevmediğin birini gıybet edip de en kıymetli sevabını ona veresin.

Gıybet ateş gibidir. Ateş nasıl odunu yakar bitirir ise, gıybette senin Salih ve güzel amelleri öyle yakar ve yiyerek bitirir. Bu kıssadan bize de düşen bir hisse olmalıdır. Rabbim bizi de hisse alanlardan ve öfkesini yutup gıybetten de kaçanlardan eylesin.

Gerçek Dost Nasıl Olur ve Gerçek Hayat Nasıl Yaşanır?

Şam’ın büyük alim ve velisi Bilal’in babası Saad, sahabedendi.

Efendimiz (sas) Hazretleri, baba Saad’ın Medine’de başını okşayarak dua etmişti. Bu duadan sonra Saad’ın oğlu Bilal’in Şam’daki manevî hayatı kısa zamanda inkişaf etmiş, ‘Şam’ın Hasan Basri’si’ diye söylenir hale gelmişti.. Şam’daki evini öğrenci yurdu haline getiren Hazret-i Bilal’in bir dost tarifi vardır. İşte bu dost tarifine bir bakalım isterseniz. Gerçek dost nasıl olurmuş bir görelim. Çünkü gerçek dosta ihtiyacımız var gerçekten de. Yetiştirdiği öğrencilerine gerçek dostu şöyle tarif ediyordu Şam’ın büyük velisi:

Her karşılaştığında senin avucuna bir altın koyan değildir gerçek dost. Her karşılaştığında senin dindarlığını bir kat daha artıran kimsedir gerçek dost!..

Bu tarifin açıklamasını da şöyle yapıyor:

– Çünkü diyor, dünyada avucuna konan bir altın, ahirette geçer akçe değildir. Ama gerçek dostunun sana kazandırdığı dindarlık, ahirette geçer akçedir. Orada seni altınların değil dindarlığın kurtarır. Öyle ise, dindarlığınızı kuvvetlendiren gerçek dostlar yetiştirin, faydaları ahirete kadar uzanan gerçek dostlar kazanın, sonra da kazandığınız böyle gerçek dostlara ömür boyu sahip çıkın, kaybetmemeye bakın!..

Ne dersiniz, bizim de her görüştüğümüzde dindarlığımızı bir kat daha kuvvetlendiren gerçek dostlara ihtiyacımız var mı? Bu konuyu bir düşünsek mi?

****

Şimdi bir de Hicri 200’de yine Şam’da vefat ettikten sonra da tasarrufu devam eden yedi büyük veliden biri olan Maruf-u Kerhi’ye bakalım. Hayatımızı değerlendirme konusunda neler anlatıyor bir de onu dinleyelim. Ariflerin kutbu Maruf-u Kerhi diyor ki:

1- Hayatımızı İslam’a hizmet ederek yaşamaya öylesine adamalıyız ki, bu sırada dünyamızı kaybetsek de üzülmemeli, kazansak da sevinmemeliyiz. Çünkü diyor, bu hayatın hedefi, dünyayı değil ahireti kazanmaktır! Ahiretini kazanan hiçbir şeyini kaybetmemiş demektir. Kaybeden ise hiçbir şeyini kazanmamış sayılmaktadır!..

2- İslam’a sadece sözle değil, halle yaşayarak da hizmet edileceğine dikkat çeken Maruf Hazretleri, bu konudaki ikazını da şöyle yapar:

-Bir kul niyetini düzeltir de ihlaslı yaşamaya yönelirse, Allah ona halle örnek olma kapısını açar, dilinden önce hali konuşur! Zaten insanı kurtaran da ‘sadece diliyle iddia ettiği değil; haliyle de ifade ettiğidir!’ Bu sebeple yaşayarak örnek olma hizmetinin önceliği hiç unutulmamalıdır!.

3- Maruf-u Kerhi, hizmet hayatı boyunca maruz kaldığı sıkıntıları tevekkül ve teslimiyetiyle yendiğini anlatırken de şu tavsiyede bulunur:

Hayatınızda Allah’a öylesine tevekkül edin ki, bütün sıkıntılarınızda dayanak ve desteğiniz yalnız Allah olsun. Kullar bundan sonra sizin desteğinize koşar.

4- Çok mütevazı yaşayan Maruf Hazretleri bir gün yol kenarına oturmuş elindeki ekmeğini yerken karşısına dikilen bir aç köpeğin gözlerini kendisine diktiğini görünce ekmeği tek başına yemekten utanır da, bir ucundan kendisi ısırır, öteki ucunu da gözünü dikmiş bekleyen aç köpeğe uzatır, birlikte yemeye başlarlar. Bu sırada uzaktan yaklaşan bir adam:

-Utanmıyor musun elindeki ekmeği köpekle birlikte yemeye, der.

-Utanmaz olur muyum der, utandığımdan dolayı tek başıma yiyemedim de onunla birlikte yemeye başladım. Şöyle sorar:

-Sen olsan utanmaz mıydın aç bir köpek karşısında iştiha ile karnını doyururken onun açlığına ilgisiz kalmaktan?

5- Hayatını İslam’a hizmete adadığından dolayı dünya malı adına hiçbir şeye sahip olmayan büyük veli, meşhur talebesi Seriyyü’s-Sakati’ye son anda vasiyetini şöyle yapar:

Vefatım kesinleşince hemen gömleğimi çıkarıp bir yoksula verin, dünyaya nasıl geldi isem ahirete de öyle gitmek istiyorum, hesabını vermek zorunda kalacağım bir gömleğim dahi olmasın üzerimde!.

– Ne dersiniz, düşünmeye değer mi bu örnekler?

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

a.sahin@zaman.com.tr