Kategori arşivi: Yazılar

Her Musa’nın Bir Firavun’u Vardır!

musa.firavunHazreti Âdem aleyhısselam ile dünyada insanın serüveni başlamış, Kabil ve Habil çocuklarının nesli için yaşama şekli onlara öğretmiş, oğlu Kabil büyüyünce babasının kurduğu düzene karşı çıkmış, kardeşinin malına kıskanarak onu öldürmek istemiş. Habil Allah’tan korktuğu için Kabil’e zarar vermek istemedi; ona dedi ki: “Ben istiyorum ki, sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezası işte budur.”1

Kabil niyetini icra etmeye kararlıydı, çünkü o nefsine mağlup düşmüş, kardeşinin malını ve izzetini gasp edecekti; nihayet,”nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü: bu yüzden de kaybedenlerden oldu.”2,

Bu cinayetle Kabil ilk cani, ilk diktatör, ilk zalim ve ilk sömürücülerden oldu. Peygamber efendimizin (asm) bir hadis-i şeriflerinde “kötülüğe sebep olan onu yapan kadar gibidir” buyurmuştur. Kabil’de öldürme hadisenin ilk sebeplerindendir.

“Her Musa’nın bir Firavun’u vardır.” Demişler. İyi ile kötü, zalim ile mazlum, hak ile batıl her zaman aynı alanda görünmüş,aynı  meydanda mücadele etmişler, bu mücadelenin ilk başlangıcı Hazreti Âdem ile İblis’ti, zamanla Hazreti Nuh ile Sâm, Hazreti Davut ile Câlut, Hazreti İbrahim ile Nemrut, Hazreti Musa ile Firavun, asr-ı saadette Hazreti Muhammed (asm) ile Ebucehil, ahir zamanda Hazreti Mehdi ile deccal ve süfyan’a kadar devam ede gelmiş, Habil tarafı ehl-i iman; Kabil tarafı ehl-i küfür, yani ”hak ile batıl” bu iki kutup kıyamete kadar birbiriyle mücadele edecek, elmas ruhlu Ebubekir’ler cennete;  kömür ruhlu Ebucehil’ler de cehenneme gidecekler…

İki akıl hastasından ibretli bir mesaj! 

İstiklal savaşından sonra, 1925 yılında Elazığ’da “Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi” kurulur. Halen devam etmekte olan“akıl hastanesi” ismiyle maruf  bu hastanede iki deli kavga eder, kavgaya müdahale eden bir misafir araya girer ve kavganın nedenini merak eder,

“Neden kavga ediyorsunuz?” der, onlardan biri şu cevabı verir:

 “Serseri adama bak”  “ben firavun’um” diyor.

”O Firavun’sa, bende Musa’yım. Firavun, Musasız olur mu?” demiş,

 “her Musa’nın bir Firavun’u vardır.” darbı mesel olan bu veciz söz her şeyi ifade etmektedir.

Bediüzzaman,”hak ve batıl’ı” iki nazar olarak öne vermektedir. Biri “dalalet nazarı, diğeri “iman nazarı” şeklinde ifade buyurmaktadır.

Dalâlet nazarı: Talep etiklerini elde etmekten aciz olan insan kendini himayesiz anlar, dolayısıyla hüzün, keder ve dalaletinden dolayı kendini yetimler gibi zanneder. Kimsesiz, güçsüz ve zayıf görür. Dolayısıyla Allahtan alakasını kesen adam, âlemin tümünü düşman ve korkulu görür. İman ve İslamiyet’ten ayrılan biri daha kimseyle kardeşlik bağını kurmaz ve alakayı keser. Menfaat üzerine küçük irtibatları olsa da bir değer taşımaz.

Hele ölüm hadisesini yokluk ve idam, yaşadığı hayatı ise manasız, karmaşık bir muamma olarak görür. Onun için ölümü tahattur etmek bile istemez. Bu sefer beyhude bir yaşantı ile birkaç günlük yaşam için dünyada oyalamaya başlar. Oysa imansız bir kalp ne kadar servet ve variyet sahibi de olsa, kalbi ve ruhu sıkıntılı, manen bir cehennem içinde olur.

“Sırat-ı müstakimi kaybeden çok belalı,  zararlı ve müşkülatlı yollara düşer.” Ne kadar güzel ve veciz ifade etmiştir, Hazreti Bediüzzaman….

İman nazarı: “Ağlar yetimler gibi değil,” belki sorumlu ve yükümlü bir memur veya vazifeli bir kul olarak kendini görür. Dolayısıyla Allah’ın varlığı bütün nimetlerin üstünde olduğunu anlar. “Sırat-ı müstakim” yolunda hareket eder.

İman ehli, kadere ve hadisatlara, Kur’an’ın ve Peygamberin terbiye ve talimiyle bakar. Mesela: İnsanı bu dar-ı dünyadan ayrılan ölüm vakıası belki zahiren acı da görünse, iman ehli der ki ölüm ve kabir ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Dünyanın cüz’i meseleleri için fazla sıkıntıya girmem, “Allah var, gam yok” der, bir istinat noktayı bulur ve rahatlar.

Sonuç olarak dalalet ve iman kanadının mukayese edilmeyecek kadar birbirlerin- den uzaktır. İman nurunu kaybeden bir insan dünya serveti hep onun olsa beş para etmez.

Bediüzzamanın bir sözü ile noktalamak istiyorum.”Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ahirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insan kalbi, ruhu tavahuş eder, vicdani daima muazzep olur.” 3

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

KAYNAKLAR

1-Maide/29

2-maide/30                                                                                                             

3-29.Şua,3.nokta

Ekonomik Savaşta Marketlerimiz Neden Yok?

İçeride veya dışarıda Müslümanlar bir saldırıya uğrayıp da çaresiz kaldıkları zaman, yegâne etkili silâh olarak boykota başvurmak aklımıza gelir—daha doğrusu, gelirdi. Birçoğumuz saldırgan tarafa destek olan kurumların ürünlerini bir müddet satın almazdık; ama zaman geçip de mesele soğuyunca, saldırılar yumuşamasa da bizim tepkimiz yumuşar, bir müddet sonra da herşey yine eski haline döner ve biz cellâtlarımızın ücretini ödemeye kaldığımız yerden devam ederdik.

28 Şubat döneminde her iki tarafın da birbirine karşı ilân ettiği boykotlar, hatırlayabildiğimiz kadarıyla, bir neticeye ulaşmadı. Onlar hedef aldıkları kurumları yıkmayı başaramadılar; berikiler de kendilerinin kuyusunu kazanlara karşı tepkilerini sonuna kadar götüremediler.

11 Eylül bahanesiyle ABD’nin Afganistan topraklarında başlattığı bombardımanların ilk beş ayında can veren sivillerin sayısı, 11 Eylül saldırısında ölenleri geride bırakmıştı. Bu katliama karşı ilk andaki tepkimiz Amerikan mallarına boykot şeklinde tezahür ettiyse de, bu konudaki azmimiz, katilin cinayetlere devam konusundaki azmi kadar güçlü ve devamlı olmadı. Hattâ, daha sonraki Irak işgali sırasında, İslâm topraklarında işlenen vahşetlere karşı bu kadarlık bir tepkiyi bile göstermeden, o vahşetlerin sponsorluğunu yapmaya devam ettik.

Gazze’de cereyan eden İsrail hunharlığı, ekonomik savaş konusunu gündeme getirmese de, en azından bazılarımızın hatırına tekrar getirmiş bulunuyor. Pek gür çıkmamakla birlikte, en azından İsrail’e destek veren kuruluşların ürünlerini boykot etme çağrıları yer yer işitiliyor. Çoğunluğumuzun ise, dilleri “Kahrolsun İsrail!” diye bağırırken, bir türlü vazgeçemedikleri alışveriş ve tüketim alışkanlıkları, işlenen cinayetlere malî kaynak sağlamaya devam ediyor. Gerçi bazılarımızın dilleri bile İsrail’i kınamaya varmadı; eğer utanmasalar, Obama ile ağız birliği içinde “İsrail savunma hakkını kullanıyor” diyecekler! (Yine de emin olmaya gelmez; bakarsınız yarın öbür gün bu tür söylemleri de açıkça işitmeye başlarız. Şimdiye kadar neleri işitmeye alışmadık ki?)

***

Boykot veya ekonomik savaş deyince, akla Bediüzzaman Said Nursî geliyor. Bu kavramları Bediüzzaman bundan bir asır önce hem sözlü, hem de fiilî olarak kullanmış ve uygulamıştı. Kendisinden, “niçin ilim ve irfanına münasip bir kıyafet giymediğini” soranlara şu cevabı veriyordu:

Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, ama onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum; onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mahsulâtını giyiyorum.”

31 Mart sonrasında çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfîde de Bediüzzaman, “Boykotlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden [sizce] cinayet işledim” sözleriyle savunma yapıyordu.

***

Başka sahalarda imkânsızlıklardan söz edilse bile, ekonomik savaş ve onun en önemli bir silâhı olan boykot konusunda İslâm âleminin elinde dünyayı dize getirecek imkânlar mevcuttur; bu silâhı kullanmamayı mazur gösterecek hiçbir bahane de yoktur. Ne var ki, bugüne kadarki boykot çağrıları büyük çoğunlukla bireylerin teşebbüslerine bağlı kaldığı için, uzun soluklu ve tesirli olmamıştır. Nihayet herkes kendi içinde bir muhasebeyle baş başa kaldığında, kendi teşebbüsünün küçüklüğünü meselenin büyüklüğü ile kıyaslamakta, aradaki orantısızlık karşısında şahsî boykotunu sonuna kadar götürme azmi eriyip gitmektedir. Bu durum bizi topyekûn bir çözüm arayışına sevk ediyor.

Aslında mesele, herkesin kendi başına çözüp yürütebileceği kadar basit değildir. Birinci adımda, boykot edilecek firmaların tesbiti gerekir ki, vatandaşın bu konuda güvenilir ve kapsamlı bir listeye ulaştığı varsayılsa bile, alışverişlerini bu listeyle karşılaştırarak yapması külfetli bir iştir. Bu işi kolaylaştıracak bir yol varsa, o da, boykotu bizzat uygulayan müesseselerin yaygın bir şekilde hizmete sunulmasıdır.

Böyle bir marketler zinciri teşekkül etmiş olsa, yahut mevcut market zincirlerinden bazıları bu yolu ihtiyar etse, dostunu-düşmanını bilen ve alışverişine haram karıştırmak istemeyen şuurlu mü’minler, paralarının nereye gittiği ve kime yaradığı konusunda bir endişe taşımaksızın, gönül rahatlığı içinde alışverişlerini yaparlar. Bu takdirde kimsenin önünde bir mazeret kalmamış olur.

***

Böyle bir teşebbüsün güçlüğüne, hattâ imkânsızlığına dair yüzlerce dereden su getirecek olanların sıralayacakları “Neden olmaz?”ları şimdiden işitir gibi oluyoruz. Fakat bizce bunun tam tersi geçerlidir:

Kesin ve zarurî bir ihtiyaca cevap vereceği için, bu bâkir sahada ciddiyetle girişilecek ve ciddiyetle takip edilecek olan bir teşebbüsün muvaffak olma ihtimali daha fazladır. Kaldı ki, ister ticaret, ister savaş olsun, her ikisi de risk işidir; bunu göze almadıkça zaten bir iş yapamazsınız. Bahsimize konu olan işte ise kendisini asıl tehlikeye atanlar, teşebbüs edenlerden ziyade, teşebbüs etmeyenlerdir.

İşin içinde, zalimin zulmünden hiç değilse bir kısmına engel olmak imkânı varken buna teşebbüs etmemek ve zalimi desteklemeye bilfiil devam etmek gibi manevî ağırlığı çok yüksek bir risk vardır.

Ümit Şimşek / umsimsek@gmail.com

Hürrem Sultan’ın Suçu Ne? Şehzade Mustafa Neden Katledildi?

“Tarihimizdeki aktörlerin sirkteki hayvanlardan farkı ne?” diye sorsam garipser misiniz?

Kanuni ve Hürrem’e tıpkı sirk hayvanlarına layık gördüğümüz muameleyi yapıyoruz. Onları arzularımızın esiri olarak görmek ne yalan söyleyelim hoşumuza gidiyor.

Hürrem Sultan’ın Kanuni’yi avucunun içine aldığı ve aşkını kullanarak Mustafa’yı öldürttüğü iddiası da böyle. Aşk, entrika, kan, intikam, gözyaşı. Tekmili birden bu hikâyenin içinde.

Hurafeler arasında gezmeyi kesip dürbünümüzü ayarlamaya Hürrem’den başlayalım. Leslie Peirce, ona gelinceye kadar bir padişah eşinin ancak tek bir erkek evladı olabildiğine dikkat çekiyor. Her anneye tek şehzade ilkesi diyebiliriz buna. Ancak saltanatının daha başlarında 2 oğlunun ölmesi üzerine Kanuni’nin, üstelik tek eşli yaşamayı seçtiği için Hürrem’den birden fazla oğulun doğmasına izin verdiğini biliyoruz.

Hürrem, Mahidevran gibi oğluyla birlikte sancağa gitmeyip sarayda kaldı. İstanbul’da kalması onun hem istihbaratın, hem de güç ve servetin içinde bulunmasını sağladı. Saraydaki ağırlığını artırdı. Siyaset üzerindeki etkisinin arttığını söylememize gerek yok. Kanuni, Hürrem’i nikâhına almakla bir ilki gerçekleştirmişti ki, bu, ona sevgi kadar güven duyduğunu da gösterir.

Bütün bu ilklerin Osmanlı iktidar zembereğine yüksek dozda kıskançlık ve rahatsızlık aşılaması anlaşılır bir durum. Sarayda dengeler değişiyor ve padişahın ailesi damatlarıyla birlikte iktidara ağırlığını koyuyordu. Neden diğer kadınlar değil de Hürrem? Koskoca padişah bir kadına neden bu kadar yüz veriyor, yükselmesini neden önlemiyordu? Gözden kaçan nokta, hanedan ailesinin kız kardeşler, eşler, damatlar ve kızlarla siyasetin içinde yer alma geleneğinin başladığıydı. Aile artık siyasetin aktörlerinden oluyordu. Hatice-İbrahim çifti olsun, Mihrimah-Rüstem çifti olsun, Hafsa Sultan olsun bu siyasî değişimin ayakları haline gelmişlerdi. Mahıdevran ve Hürrem’in dışarıda kalması mümkün değildi. Onlar da tez zamanda pozisyon almak gereğini hissedeceklerdi.

Bu değişimi içine sindiremeyenlerin bulunması ne kadar tabii ise, hanedan içinde olup bitenlerin kamuoyuna faş olması da tabiiydi. Yani Hürrem-Mahıdevran mücadelesinin halkın diline düşmesinin esas sebebi, hanedanın dışa açılmasıydı. Daha önce kapalı kapılar ardında olup bitenler şimdi tartışılıp konuşulabiliyordu.

Kanuni’nin asıl gözdesi, genç yaşında Manisa’da ölen Mehmed’di. Cihangir hastalıklıydı; mücadele Mustafa, Selim ve Bayezid arasında geçecekti. Ancak asıl mücadele Mustafa-Bayezid arasında geçecek ve Selim kenardan seyredecekti. Mahıdevran’ın da, Hürrem’in de ellerindeki kozları sonuna kadar oynadıklarını bilmemiz lazım. Ancak Hürrem’in avantajı başkentte, Mahıdevran’ın dezavantajı Amasya’da bulunmasıydı. İkisi de oğullarının tahta çıkması için hazırlanıyorlardı.

PADİŞAHA HATA ATFEDİLİR Mİ? 

Kanuni, dedesi Bayezid’in, babası tarafından devrilmesinde rol oynayanlardan biriydi, yani bir padişahın hangi yöntemlerle tahttan indirilebileceğini iyi biliyordu. Öte yandan oğlu Mustafa’nın asker arasında sevildiği bir sır değildi. Navagero’nun raporuna yansıyan, ‘Mustafa’nın babasına karşı bir darbeye girişeceği’ bilgisinden gafil olması mümkün müydü?

Dedikodular yayıldıkça yayılıyordu: Kanuni ihtiyarlamış (halbuki 59 yaşındaydı), savaşacak takati kalmamış, eşi, kızı ve damadı onu avuçlarının içine almışlar vs. Venedik elçisi Bragadin, Mustafa’nın büyük karışıklıklar çıkarmaya hazırlandığından söz ediyordu. Yavuz nasıl asker üzerindeki nüfuzunu kullanarak babasını tahttan indirdiyse Mustafa’nın da aynı yolun yolcusu olduğunu Tebriz’den Draç’a kadar müthiş bir casusluk ağı kurmuş olan Kanuni’nin gözden kaçırması mümkün müydü? Mustafa Âli gibi tarihçilerin Mustafa’nın ölümüne kadınların ve ‘namussuz damadın (Rüstem) komplosu’nun sebep olduğunu yazmaları nedendi peki? Peirce’e göre insanlar Hürrem ve Rüstem’e aile bireyi oldukları için değil, “sultanın mahremiyetini bilen dostları” olarak tepki gösteriyor, padişahın kişisel bağlılıklarının hükümranlığını tehlikeye attığını düşündükleri için endişeye kapılıyorlardı. Oysa Kanuni tek başına değil, yetkilerini çevresindeki insanlara dağıtarak yönetmeyi tercih ediyordu. Bir hata işlediklerinde cezalarını gözünü kırpmadan vermesini de biliyordu.

Kanuni’nin saf ve dolduruşa getirilmeye müsaitmiş gibi algılanmasının sebebi buydu. Güvendiğine tam güveniyordu. Tabii ki bu güven-ihanet ilişkisini açıklamak tarihçiler için kolay değildi. Sultanın bunca güvendiği vezirleri yeri gelince gözünü kırpmadan idam ettirmesini ‘hata’ diye sunmak tarihçiler için kolay değildi. Padişah’a hata atfetmeye Osmanlı geleneğinde çok nadir rastlanır. Suç, daima başkalarınındır.

Mustafa’nın katlinde suçlu Padişah olamayacağına göre bir günah keçisi seçilmeliydi. Rüstem-Hürrem-Mihrimah üçlüsünün padişahı kandırdığı, evlat katline sebep oldukları söyleminin kaynaklarda genişçe yer tutmasının sebebi buydu. “Rüstem öfkeyi üzerine çekti. Padişahı da Mustafa’nın ortadan kaldırılmasının doğrudan sorumluluğundan korudu.”

HÜRREM VE NEFRET

Peki Hürrem neden hep nefret edilen biri oldu? Cevabı Leslie Hanım veriyor: “Hürrem, Mustafa’yı taht savaşında tasfiye etmeye ve bu işte kendine müttefik bulmaya çalışırken, bir şehzade annesinden beklenen oğlunu koruma rolünü yerine getiriyordu. Onun Mustafa’nın adaylığını bozma çabaları Mahıdevran’ın oğlunun başarısını garantiye alma çabalarıyla paraleldi. Ama Mahıdevran, oğlundan yana çabaları nedeniyle övülürken, Hürrem kötüleniyordu.”

Hürrem’in diğer padişah eşlerinden farkı, göz önüne çıkmasına izin verilmesiydi. Oysa Mahıdevran’ın yaptığı manevralar taşrada bulunduğu için fazla göze çarpmıyordu. Öte yandan Hürrem’in oğlu Bayezid’i korumak için çırpınması, halk tarafından Kanuni’nin otoritesini zayıflatmak şeklinde algılanıyor ve tepki uyandırıyordu. Velhasıl hem kocasının otoritesini, hem de oğlunu koruyacak altın bir formülü bulamamasıydı Hürrem’in trajedisi.

Unutmayalım ki, mücadeleyi Mustafa kazansa yalnız Bayezid değil, Selim, hatta Cihangir de öldürülecek, bugün Hürrem’e yapılan ithamlar Mahıdevran’a yöneltilecek, Kanuni yine otoritesini kuramamakla suçlanacaktı. Onlar hem anne, hem de eşti. Annelik güdüsüyle hareket ettiklerinde başka, eş olarak hareket ettiklerinde başka seçenekler çıkıyordu önlerine. Mustafa babasını devirmeye hazırlanıyordu (Halil İnalcık da aynı kanaatte). Kanuni’nin hafızasında dedesini devirmek için babasının safında verdiği mücadele canlanmıştı. Navagero, aylar önce Kanuni’nin oğlu Cihangir’e şöyle dediğini aktarıyordu: “Oğlum, Mustafa padişah olunca hepinizi öldürecek.” Kanuni’nin saf olmadığını, hele bir kukla hiç olmadığını ne zaman anlayacağız dersiniz?

Mustafa Armağan / www.mustafaarmagan.com.tr

Yeni Dünya Düzeni ve Risale-i Nur Hizmeti

Küresel güç odakları Ortadoğu, İslâm coğrafyaları ve zayıf ülkeler söz konusu olunca, sadece menfaatleri için hareket ederler. Bazen petrol gelirlerinin, bazen da diğer yeraltı kaynaklarının peşindedirler.

Şer şebekeleri, yeni dünya düzeninde “Kuvvetli olan haklıdır” prensibi ile hareket etmek isterler. Bu anlayışla haber ağları kurar, kamuoyunu yanlış bilgilendirir, mazlumları cani gibi gösterirler. Yeni dünya düzeni (!) kurma heveslilerinin bu yolun sonunda varmak istedikleri yer, tam anlamıyla bir kara düzendir aslında… Zayıfların ezildiği, maneviyatın, ahlâkın, adaletin olmadığı, insan haklarının rafa kaldırıldığı, hukukun ayaklar altına alındığı bir düzen…

Ancak, görülmesi gereken başka şeyler de vardır.

Maneviyattan nasipsiz güruhun unuttuğu, anlamadığı, asla da anlayamayacağı bir başka “yeniden yapılanma” gerçekleşmektedir dünyada: İman ve Kur’ân Medeniyeti.

İman ve Kur’ân Medeniyeti’ne dünyayı hazırlamakta olan en güçlü dönüştürücü sosyolojik realitelerden biri ise, şüphesiz Risale-i Nur Hareketi’dir.

Bu büyük hareket ve hizmet, temelde bir düşünce ve aksiyon hareketidir. Okumayı, fikri, bilgi üretimini esas alır. İhlâs, Allah rızası, imana hizmet ve samimiyet olmazsa olmazıdır. 

Risale-i Nur hizmetleri Amerika’dan Avrupa’ya, Asya’dan Afrika’ya uzanan coğrafyalarda insanlığa diriliş üflemektedir… Hizmetin vesile olduğu neticeler, çok yakın bir gelecekte, küresel ölçekte net olarak görünecektir Allah’ın izniyle.

Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden Milaslı Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun Barla Lâhikası’nda yer alan mektubundaki şu satırlara bakalım:
Risale-i Nur eczaları bir şecere-i nuraniyedir ki, dalları aktâr-ı arza neşr-i envar ediyor. Ve ilânihaye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semadaki yıldız ve kamerler, zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse, Risale-i Nur eczaları da öyledir. Ve zulmette nura ihtiyaç ne ise, Risale-i Nur eczaları da odur.

“Bahr-i dalâlet mevcleri arasında, sefine-i Nuh (as) necat verir, her kim dahil olsa, tufan-ı maâsiden halâs bulur. Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütüphanesinde bir bahardır. Ve bahar kadar letâfetlidir ve canbahştır. Ve ölmüş arza o bahar vasıtasıyla hayat verildiği gibi, Risale-i Nur eczaları da ölmüş arz kulûblara taze hayat verir. Risale-i Nur eczaları bir mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i sâfilînden, âlâ-yı illiyyîne yükseltir.” (Barla Lahikası, s. 471)

Risale-i Nur isimli koca çınarın dalları bütün dünyayı manevî olarak aydınlatmaktadır. Aydınlatmaya devam edecektir. Karanlıkların kopkoyu olduğu gecelerde yıldızlar ve ay, dünyaya nasıl ışık verirlerse, bu eserler de aynı şekilde akıl ve kalplere manevî bir projektör olur.

Hz. Nuh’un (as) gemisine binenler nasıl kurtuldularsa, ilhamla yazdırılan, manevî kuvvete sahip bu eserler de, okuyanların kurtulmasına vesile olur. Marifet ve muhabbetle dopdolu kitaplar, ilkbahar mevsimine benzer. İlkbahar gibi kalplere huzur ve diriliş üfler. Sanki ölmüş gibi olan dünyaya, baharla nasıl yeni bir hayat üflenirse…

Marifetullah kaynağı eserler de, ölmeye yüz tutmuş, dünyada boğulmuş gönülleri canlandırır. Allah’ı tanıtan eserler, insanı haksızlıktan hakka döndürür; hayvanlıktan insaniyete, cehennem çukurlarından cennet bahçelerine yükseltir.

Yaşamakta olduğumuz tarihî süreç, insanlığın Kur’ân-ı Kerîm iklimine hazırlandığı, çok muazzam bir dönüşüm sürecidir.

Herkesin haberi olsun: Dünyanın manevî—iman, ihlâs, sevgi, marifet, muhabbet, yardımlaşma, iyilik—haritaları müspet yönde değişiyor.

Necati Kağan Çetin / Nur Postası

İbrahim Ethem’den Gençlere “Günaha Girebilme Şartları!”

Halk arasında İbrahim Etem diye söylenen İbrahim’in babası Ethem, Belh sultanıydı. Sultan babasının yerine geçerek Belh hükümdarı olmuştu İbrahim.

Bir gün bir meçhul adamın teklifsizce sarayına girip kapının yanına oturduğunu görüp “Burası han değil, ne işin var burada?” diye çıkışınca meçhul adamın düşündüren cevaplarıyla karşılaştı.

– Senden evvel burada baban Etem vardı, ondan önce de öteki hükümdar oturuyordu. Ondan önce de bir başkası vardı. Bunların hepsi de burada bir müddet kalıp gittiler, şimdi de bir müddet kalma sırası sana geldi. Söyler misin burası yolcuların bir müddet dinlenip de gittiği han değil de nedir? Meçhul adam, “İşte benim istirahat müddetim de bitti, ben de gidiyorum.” diyerek çıkıp gözlerden kayboldu.

Belh hükümdarı İbrahim Etem, Hızır diye kabul ettiği bu meçhul zatın uyarısından sonra artık sarayını da, tahtını da terk ederek kendini tümüyle İslami hizmete verir. İmam-ı Azam gibi büyüklerden ders alarak kendini iyice yetiştirir, gençleri de yetiştirmeye başlar. İşte bu sırada gelen gencin biri İbrahim Etem’e sorularını şöyle sorar:

Nefsim beni günaha girmeye zorluyor, nefsime nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum, ne tavsiye edersiniz bana? der.

İbrahim Etem de kendine mahsus üslubuyla cevap verip açıklama yaparak der ki:

Önce günaha girmenin şartlarını hatırlat nefsine. Günaha girme şartlarını yerine getirebilirse günaha girebileceğini söyle, der. Genç heyecanlanır.

Günaha girmenin şartları da mı var? Öyle ise o şartları söyle de hemen yerine getireyim, der.

İbrahim Etem de anlatır günaha girmek için yerine getirilmesi gereken üç şartı.

Birincisi der, içinde günaha girme duygusu başlayınca kendisine karşı günah işleyeceğin Zat’ın mülkünden dışarıya çık, günahı orada işle! Sonra geri dönüp gel!..

– Bu mümkün mü, der genç. Her yer O’nun mülküdür. Mülkü olmayan yer yoktur ki, oraya gideyim de günahı orada işleyip döneyim!..

– Öyle ise der İbrahim, hem mülkünde oturacaksın hem de mülkün sahibine karşı gelmekten utanmayacaksın; senin gibi civanmert bir gence yakışır mı böyle saygısızlık?..

– Genç, sen ikinci şartı söyle, der. Onun mülkünün dışına çıkmam mümkün değildir.

İbrahim Etem de ikinci şartı anlatır:

– Öyle ise der, kendisine karşı günah işleyeceğin zatın verdiği rızkı da yememeye karar ver, ondan sonra ona isyana niyetlen!.. Genç, düşünmeye başlar:

– Bu da mümkün değil der. Ben Allah’ın verdiği rızkı yemeden yaşayamam ki?

– Öyleyse der İbrahim Etem, hem mülkünde oturacaksın, hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de O’na karşı günah işlemekten utanmayacaksın, buna akıllı, insaflı civanmert bir gencin vicdanı razı olur mu?

– Olmaz, der genç. Sen üçüncü şartı söyle de bir de ona bakalım. İbrahim Etem de günah işlemenin üçüncü şartını söyler:

– İçinde günah arzusu kıpırdayınca hemen O’nun görmediği gizli bir yere git, günahı görmediği gizli bir yerde işle. Sonra geriye dönüp gel!..

– Genç, bu şartta der, öteki şartlar gibi imkânsız. O’nun görmediği bir yer var mı ki gidip günahı orada gizlice işleyeyim de sonra dönüp geleyim?.. İbrahim Etem de sözlerini şöyle bağlar:

– Öyle ise der, benim civanmert evladım, hem mülkünde oturacaksın, hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de görmediği gizli bir yer bulamayacaksın, yine de ona karşı günah işlemeyi göze alacaksın, imanlı, insaflı, civanmert bir gence yakışır mı böylesine isyan ve itaatsizlik?

Genç, daha fazla dayanamaz, iki elini birden kaldırarak bağırmaya başlar:

– Teslim oldum ey İbrahim teslim! der. Bundan sonra nefsim beni günaha zorlayınca haykırarak diyeceğim ki:

Ey nankör nefis, utanmıyor musun, mülkünde oturduğun, verdiği rızkı yediğin, görmediği gizli bir yeri bulamadığın Zat’a karşı açıkça, alenen isyan bayrağı çekip de nankörce günah işlemeye?

Ne dersiniz? Gencin bu şartları bizim için de geçerli mi? Biz de Allah’ın mülkünde oturuyor, verdiği rızkı yiyor, günah için görmediği gizli bir yer bulamıyor muyuz? Öyle ise biz de bu genç gibi içimizden gelen bir feryatla bizi günaha zorlayan nefsimize, “utanmıyor musun” diye itiraz ederek üzerimizdeki baskısını yok etmeye çalışmalı mıyız?

 Ahmed Şahin / Zaman