Kategori arşivi: Yazılar

Türköne’den Medresetüzzehra Yorumu

“Medresetüzzehra”, Bediüzzaman’ın yüz yıl öncesinde bir eğitim projesi. Bu projeyi, mübarek bir vasiyet olarak kuvveden fiile çıkarmak üzere arayışlar ve çalışmalar yapılıyor. Daha önce Mardin’de bir toplantıdan haberim olmuştu. Risale Akademi tarafından bu hafta sonu Van’da “Said Nursî’nin Eğitim Felsefesi: Medresetüzzehra Sempozyumu” başlığı ile yapılan ve benim de tebliğle katıldığım üç gün süren toplantı, bu çabaların en son örneklerinden biri.

Dört ayrı salonda paralel toplantı şeklinde süren sempozyumun özgül ağırlığı ve yoğunluğu fazlaydı. Toplantı  doğrudan bu projeyi konu alan 88 tebliği kapsıyordu. Doğal olarak ancak bir salondaki tebliğleri takip etme imkânım oldu. Dinleyebildiklerimin her birinin çok faydalı ve ufuk açıcı olduğunu ve yeni çok şey öğrendiğimi belirtmeliyim. Türkiye’de artık niteliği yüksek bir birikim mevcut. Bu birikimin tarihe yön vermesini, toplumu hamur gibi yoğurup şekillendirmesini engelleyecek hiçbir mani yok. Yüz yılın sabrı ve emeği taşı eritmiş, şekil daha ötesi ruh vermiş.

Medresetüzzehra, somut olarak İslam dünyasına hitap eden bir yüksek eğitim projesi. Soyut olarak daha geniş perspektif içinde bir medeniyet inşasını amaçlıyor. İleri bir ufku işaret eden bu vasiyeti, fiziki bir mekân, duvarları, odaları olan bir bina olarak tasavvur etmek yanlış değil. Doğu’nun merkezi olan Van’ın öne çıkması da öyle. Ama elbette bunlarla sınırlı bir ufka hapsolmak Said Nursî’yi doğru anlamak anlamına gelmiyor.

Dinlediğim tebliğlerden, eğitim alanından ileri bir medeniyete açılan kapının önünde durduğumuzu ve geleceği ete-kemiğe bürünmüş şekilde temaşa etmekte olduğumuzu anladım. Demek ki Bediüzzaman doğru anlaşılıyor ve yorumlanıyor.

Evet, Medresetüzzehra, Van’da kurulacak bir yüksek öğrenim kurumundan ibaret değil. Önce, bu topraklarda insanların birbirine bakışını, devletin bugüne kadar empoze ettiği etnik kökenler hakkındaki önyargıları ters-yüz etmek gerekiyor. Sonra da eğitim ve medeniyet konusunda telakkilerimizin, alışkanlıklarımızın sorgulanması başlıyor. Cümle kapısından girişimiz, eğitime bakışımızın, kullandığımız yöntemlerin değişmesi ile başlıyor. Hepsi bir araya gelip insana bakışın değişmesi ile dünyayı değiştirmek anlamına geliyor.

Üniversite, kelime anlamı olarak “kainat şehri” demek. Evrensel olanı içinde barındırıyor. Batı’dan aldık, ama benimsemedik. Eğitim, ancak sağlam geleneklerle kurumlaşıyor. Sağlam gelenek mevcut değilse, benzerlik binalarınızla, giydiğiniz cübbelerle ve kütüphane rafları ile sınırlı kalıyor. Batı’daki üniversite geleneği, evrensel prensiplere dayanıyor. Ne olduğunu kavramak için bizdeki benzerine, medreseye bakmak lazım. Medreseyi kapatarak bu geleneği bir ayrık otu gibi bıçakla kesip atmış olduk. Mektep ile medrese arasında aktarılan bilginin içeriğinden önce, kullanılan yöntem açısından farklılık vardı. Dinî ilimleri, Tanzimat’ın kurduğu Mekteb-i Nüvvap’ta da öğrenebilirdiniz, Fatih veya Süleymaniye Medresesi’nde de. Farklılık uygulanan eğitim yöntemlerindedir. Mektepte kitlesel eğitim, medresede ise bireysel eğitim verilir.

Bireysel eğitim, müderris, yani ders veren ile talebe yani talep eden arasında dolaysız ilişkiye dayanır. Merkezde talebe vardır. Kitlesel eğitim ise öğretmen ile öğrenci arasında, yani öğreten ile öğrenen arasında araya mektep dediğimiz resmî kurumun girdiği ve her şeyi belirlediği sisteme dayanmaktadır. Müfredat, sınavlar, ders içerikleri mektepte standarttır. Öğrenci sınıfta, öğrenen kitlenin bir üyesidir. Aralarında hiçbir fark yoktur. Hepsi birbirinin tıpatıp aynısı olarak kabul edilir. Medrese’de ise hocayı özgürce talebe seçer. Eğitim, ders esasına göre yapılır. Diplomanın yerine, hocadan aldığı icazet geçerlidir. Talebe ömür boyu ders aldığı hocaların ismini bir vasıf olarak kullanır.

En önemlisi, sanılanın aksine mektepte eleştiri yoktur. Öğretilen öğrenilir. Medrese geleneği ise diyalektiğe dayanır. Ehl-i Cedel adı verilen münakaşacı talebelerin sıkıştırmalarından yüzünün akıyla çıkamayan hocanın itibarı da olmaz. Biz üniversite sistemini, mektebe dönüştürerek aldık.

Türkiye mevcut eğitim sistemi içinde, Bediüzzaman’ın bize gösterdiği tecrübeleri yaşadı. Bu tecrübe, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkinin ahlakî bir boyuta taşındığı, bir misyona dönüştüğü her türlü tecrübedir. Bilginin kendisinden öte, bilginin ahlâkî boyutu ve kişilik eğitimi, resmî müfredatın içinde yer almayan insanî boyut devreye girmektedir.

Medresetüzzehra projesi, ruh olarak geçmişimize zaten şekil verdi; şimdi yeni bir medeniyet projesine ilham kaynağı oluyor. İçerden dışarıya doğru yeni bir merhale bu durum.

zaman

Seni Kim Zengin Etti?

İbadetler, Allah emrettiği için yapılır.
İslam’ın şartından biri de zekât vermektir. Belki zekât vermek insana sıkıntı verir, yani malını bir başkasına vermek zordur.
Adam diyor ki, “Canımı istesen veririm fakat para istiyorsun, işte bu çok zor.”
Çünkü canını bedava buldu. Kolayca vereceğini zannediyor amma iş cüzdana gelince fakirlikten korkuyor ve titriyor.

Ancak iman ibadete dönüşürse o zaman zekât verdiğine sevinir. “Çok şükür Allah bana zekât vermeyi nasip etti.” der. Zekât Allah’ın emri olduğu için “Ne olursa olsun; Allah emretmiş, o emre uyacağım.” denirse Allah da insana kolaylık gösterir.
Allah’ın varlığı karşısında kendi fakrını anlayan insan, zekât vermekten korkmaz. Kendi organlarına bile sahip çıkamayan insanın nesi zengin?

Ömrünü uzatamayan, felaketlere mani olamayan insanın nesi zengin?

Zaten zekât meselesinde anlaşılması zaruri olan husus şudur: Neden falan adam zengin olamamış da kendisi zengin olmuş? Herkesin aklı var, gücü var, işi varken, pek çok kişi zengin olmak için çabalayıp da olamıyorken, onu zengin eden kim? Böylece anlar ki onun zenginliği Allah’ın lütfuyladır. Elim ayağım, evim arabam dese de aslında onlar onun değildir. Ölünce “benim” dediği çok kıymetli vücudunu ve mallarını dünyada bırakır gider. Böylece anlar ki aslında insan çok fakir amma kainat bütünüyle Allah’a ait…

Hangi meşhura kaldı ki dünya?

Bastığın yer belki kralların kalbidir.
Gururlanma ey insan değmez,
İnsan neyin sahibidir?
Kuyumculuk yapan çok zengin bir arkadaşım vardı. Psikolojik hastalığa yakalandı. Yanıma gelip bana sordu, “Bu hastalıktan kurtulmak için ne yapabilirim?” Dedim ki, “O serveti tek başına yeme. Allah, razı olmaz. Bak hastalandın. Peygamberimiz buyurmuş ki, hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin.” “Ne yapayım?” dedi. “İnşaat yap.” dedim. Arkadaş inşaat işinde yüzlerce insan istihdam etti. Birçok eve ekmek girdi. Hastalık mastalık kalmadı.

Allah servet verir. Fakat onu sadece bir adamın yemesine izin vermez. O servetten herkes pay almalıdır. Bunun iki çeşidi vardır: Biri şirket kurmak, işçi çalıştırmaktır. Diğeri zekât vermektir.
Milletçe kalkınmak İslamiyet’te hedeftir…
Allah’ım her türlü nimeti “senden bilenlerden” eyle… Senin emirlerine tabi olanlardan eyle. Verdiğin nimetlerden ihtiyacı olanlara vermemizi nasip eyle… Bütün iyilikler Senden, kötülükler nefsimizdendir. Allah’ım bizi iyiliklerle mamur eyle. Sen bize servet verdin. Bize de zekâtlarımızı vererek, şükrümüzü eda etmeyi nasip eyle…

Hekimoğlu İSMAİL

Abdestli Süt Emziren Annelerin Çocukları Tarih Yazıyor

Kıssaya göre, Muhammediye kitabının yazarı olarak da bilinen Yazıcıoğlu Muhammed Efendi, kardeşi Ahmed-i Bican’ın camideki vaazını dinlemeye gider fakat sohbeti dinleyemeden gülümseyerek camiden çıkar.

Vaazı bitirip eve gelen Ahmed-i Bican Hazretleri annesinden, abisinin neden camiden çıktığını sormasını ister.

Büyük oğluna “Kardeşin, bir hata mı işledim? diye soruyor” diyen anne duydukları karşısında gizemli bir konuyla karşı karşıya kalır. Büyük oğlu, “Kardeşimin sohbetini dinlemeye o kadar çok melek gelmişti ki oturacak yer bulamıyor ve birbirlerinin üzerine oturuyorlardı. Çok hoşuma gitti de ona tebessüm ettim. Meleklerden oturacak yer kalmadığı için çıkmak zorunda kaldım” der. Annesi duyduklarını küçük oğluna anlattığında Ahmed-i Bican çok müteessir olur. “Ağabeyim melekleri görebiliyor da ben niye göremiyorum? Ona bir sorar mısın?” der. Anne oğluna bunu da sorar ancak cevabı kendisinin bulması gerekecektir.

Çocuklarının bebeklik zamanlarından itibaren yaşanan olayları iyice gözden geçiren anne olayın nedenini çok geçmeden tahmin eder. Oğullarını daima namaz abdestiyle emzirmiştir fakat küçük oğlu sadece bir defa komşu kadın tarafından anne namazdayken bilmeden abdestsiz emzirilmiştir. Anne çabucak selam verse de duruma müdahale etmekte geç kalır. İki oğlu arasındaki bu maneviyat farklılığını, bir kereye mahsus olsa da abdestsiz süt emzirilmeye bağlar…

SOFİ MİRZA EFENDİ VE NURİYE HANIM’IN ÇOCUKLARI SAİD NURSİ’YE GÖSTERDİĞİ ÖZEN
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri henüz 10 yaşındadır. Hizan Şeyhi Seyyit Nur Mehmet Efendi’nin medresesinde tahsil görmektedir. Hafızası, doğru sözlülüğü ve birçok özelliği hocası Şeyh Seyyit Nur Mehmet Efendi’nin ilgisini çeker. Böyle mükemmel yetişmiş bir çocuğun anne ve babasını merak ederek köyleri Nurs’a doğru yola koyulur.

Ailenin evine vardığında evde olmayan baba Sofi Mirza Efendi’nin tarladan gelmesini bekler. Mirza Efendi iki öküz ve iki inekle çıkagelir. Hayvanların ağızlarının bağlanmış oluşuna hayret eden hoca, Mirza Efendi’ye nedenini sorar. Sofi Mirza Efendi “Bizim tarlalarımız bir hayli uzakta. Hayvanların ağızlarını bağlamasam yolda başkalarının tarlalarındaki ekinleri yiyebilirler. Hem komşumu rahatsız etmiş, hem de haram yiyen öküzle tarlamı sürmüş, haram yiyen ineğin sütünü içmiş oluruz. Bunun için hayvanların ağzını bağlı tutuyorum” der.

Babanın haram ve helal noktasındaki hassasiyetini gören hoca bu kez anne Nuriye Hanım’ın hassasiyetlerini öğrenmek ister. “Said’i büyütürken siz nelere dikkat ettiniz?” der. Nuriye Hanım, “Said’e anne olacağımı anladığımdan itibaren abdestsiz yere basmadım. Dünyaya geldikten sonra da ona abdestsiz süt vermedim” diye anlatırken hayrette kalan Seyyid Nur Mehmet Efendi “Elbette böyle anne babadan böyle çocuk dünyaya gelir” diyerek tekrar medresenin yolunu tutar.
HEP ABDESTLİ EMZİRMEK KOLAY DEĞİL AMA. 
Günümüz şartlarında çocuğu daima abdestli emzirmek hayli zor bir ideal. Ancak bunu başaran anneler de mevcut. İstanbul’da yaşayan, iki kız annesi Havva Hanım kızlarını daima abdestli ve Yasin okuyarak emzirdiği gibi, abdestli yedirmeye gayret etmiş. Büyüğü ilkokula gidiyor ve başarıları şimdiden öğretmenlerinin ilgisini çekiyor. Terbiye ve edepleriyle ise çevrelerindeki herkesin ilgi odağı oluyorlar.

Böyle çocuk yetiştirmek zor olsa da “Zahmette rahmet vardır” sözü ebeveynler için hoş bir motivasyon aracı olabilir. Bu zahmete katlanıp sadece kendilerine değil, vatana, dine, din büyüklerine, insanlığa faydalı çocuklar yetiştirebilmeyi hedefleyebilirler. Bu mutluluğa ulaşmanın ilk basamağı ise tarih yazan çocukların annelerinin bizlere aktardığı ip uçlarını takip etmek, abdestili olup Kur’an’ı elden bırakmamak olacaktır…

nisanur

Müslüman Zengin Olmasın Mı?

Dünya hayatı bir imtihandır. Zengin Müslüman servetiyle imtihan edilmektedir. Servetini Allah’ın, Resulünün (sav), Kur’anın, Sünnetin, Şer’iatın ve İslam ahlakının kurallarına göre kullanmalıdır.

Soru: Bir Müslümanın zengin olması suç mudur, ayıp mıdır?
Cevap: Helalinden kazanıp zengin olursa ne suçtur, ne ayıptır… Haram yollarla zengin olursa suçtur, ayıptır, büyük günahtır.

Soru: Zengin bir Müslüman, zekatını verdikten sonra lüks ve israflı bir hayat sürebilir mi?

Cevap: Serveti helal ve tayyib olsa bile süremez, çünkü Kur’an, Sünnet, Şeriat ve İslam ahlakı ve hikmeti israfı kötülemiş, haram kılmıştır. Bir Müslüman, Karun kadar zengin olsa bile israf yapamaz.

Dünya hayatı bir imtihandır. Zengin Müslüman servetiyle imtihan edilmektedir. Servetini Allah’ın, Resulünün (Salat ve selam olsun ona), Kur’anın, Sünnetin, Şer’iatın ve İslam ahlakının kurallarına ve hükümlerine göre kullanmalı ve idare etmelidir.

Zengin Müslümanın serveti ne gibi hayırlı işlere yarar?
(1) Zekattan başka nafile sadaka verir, böylece Allah ile ticaret yapmış olur…
(2) İslam’ın yayılması ve güçlenmesi, toplumun ıslahı için çalışan şahısları ve kurumları destekler (Din sömürücülerini, bid’atçileri, şarlatanları desteklemez)…
(3) Açları doyurur, çıplakları giydirir, sıkıntıda olanları feraha kavuşturur… Bu gibi mâlî ibadetleri fakirler yapamaz…
(4) İşyerleri, dükkanlar, fabrikalar açarak Müslüman halka istihdam kapıları açar, aş ve geçim temin eder…
Kur’an müsrifler (israf yapanlar) için “Onlar şeytanın kardeşleridir” buyurmaktadır. İsraf büyük bir beyinsizliktir.

İsraf gurur, kibir, böbürlenme, fakirlere yukarıdan bakıp onları hor görme gibi büyük ve öldürücü günahlara yol açar. Helal kazancın ve zenginliğin hesabı, haram kazanç ve zenginliğin azabı vardır.

Bendeniz çok hayırlı, çok takvalı, çok dindar zenginler görmüşümdür. Servetleriyle çeşit çeşit hayırlar yaparlar, çok sayıda insana doğrudan doğruya veya dolaylı olarak iş, aş, istihdam imkanı sağlarlar, lakin kendileri mütevâzı yaşarlardı.

Azan, israf sergileyen, ihtişam ve debdebe içinde yaşayan, Hududullahı çiğneyen zenginler iyi değil, kötü zenginlerdir. İbadet ile lüks ve israf bir arada olmaz. Lüks namaz, lüks oruç, lüks hac, lüks umre demek gülünçtür, soytarılıktır. Hacca veya umreye gidiyor, beş yıldızlı otelin açık büfesinde tabağını tepeleme dolduruyor, sonra bu nimetleri yiyemiyor, yarısını bırakıyor ve çöpe atılıyor. Böyle israflar, vicdansızlıklar ibadet eden bir Müslümana yakışmaz.

Sorumsuz zengin, namaz kılmayan şımarık oğluna bir milyon liralık lüks otomobil satın alırsa beyinsizlik etmiş olur. Zenginliğin üstün ve avantajlı tarafı, malıyla ve parasıyla ibadet edebilmek, mal harcamayı gerektiren sâlih ameller işleyebilmektir.

Birtakım kendini bilmez zenginlerimiz İkea firması sahibi, dünyanın en zengin yüz adamı listesinde yer alan İsveçli zenginden ibret alıp utanmalıdır. Şu anda sağ mıdır bilmiyorum, bundan on beş yıl kadar önce bir gazeteci ona “Beyefendi otomobiliniz pek eski değil mi?” sorusunu yönelttiğinde, tebessüm ederek “Hayır eski sayılmaz, on beş senelik bir Volvo’dur” cevabını vermişti.

Evet helalinden kazanıp zengin olmak suç ve ayıp değildir ama Müslüman zengin Kur’an, Sünnet, Şeriat ve İslam ahlakı ölçülerine uymak; israftan, aşırı lüksten, gösterişten, gurur ve kibirden kaçınmakla mükelleftir.

İkea’nın sahibi Hıristiyan İsveçli, ahlak bakımından birtakım şımarık ve müsrif Müslüman zenginlerden daha ahlaklı olsa gerek. Allahın sınırları vardır. Zengin Müslümanlar bu sınırları sakın aşmasınlar, çiğnemesinler. Kendileri için iyi olmaz. Dünya zenginler için keyif çatma, lüks ve israf içinde eğlenme yeri, yalancı bir cennet değil, varlık imtihanını kazanma dershanesidir.

Zenginlerimiz, “Müslümana her şeyin en iyisi layıktır” sözüne aldanmasınlar. Her şeyin en iyisini yiyelim, en iyi evlerde oturalım, en iyi otomobillerle gezelim, en iyi elbiseleri giyelim derken başta israf olmak üzere büyük günahlara batabilir, isyan yollarına sapabiliriz. Allah, Resulünü bize en güzel örnek ve model olarak göndermiştir.

Biz onun kadar faziletli, onun kadar dindar, onun kadar takvalı olamayız ama var gücümüzle, olanca gayretimizle ona benzemeye, onun yolundan gitmeye, onun hayatını, ahlakını, davranışlarını, Sünnetini benimsemeye çalışmalıyız. Ancak böyle yaparsak iyi Müslüman olabilir ve Allahın rızasını kazanıp O’nun lütuf ve keremiyle ebedî saadete nâil olabiliriz.

Mehmet Şevket EYGİ

nur dergi

Suriye’ye “Büyük Ortadoğu Projesi”

Bu gün komşu Suriye devleti hızla bölünüp parçalanmaya gidiyor. Bunun üzerinde Türkiye’nin Suriye’ye karşı tutumu nasıl olmalı? diye bir soru aklıma geldi. Türkiye elbette uluslar arası hukuka göre etkin bir biçimde hukukunu korumalı; Akçakale’de katledilen vatandaşların hakkını savunmalı, yani meşru müdafaa hakkını kullanmakla haklılığını ortaya koymalıdır. Bilindiği üzere; Türkiye ile Suriye halkı arasında tarih boyunca komşuluk ve akrabalık bağı devam etmiştir. Bu bağ dünya var oldukça da devam edecektir. O zaman; Türkiye, Suriye’de gelişen bu günkü olaylara karşı yukarıdaki kopmaz bağlarımız için temkinli ve itidalli davranması gerekir. Çünkü: Türkiye’nin, anlık bir kıvılcımına karşı Suriye devletinin de karşılık vermesi, durum ne kadar vahim olacağı bilinmez.

3/Ekim 2012 günü Suriye tarafından Akçakale ilçemize düşen top mermisinden hemen sonra, Suriye Enformasyon Bakanı Ümran El Zubi’nin, Şam adına resmen Akçakale‘ye düşen top mermisiyle vefat edenlerin ailelerine ve kardeş Türk halkına başsağlığı dilemiş, Akçakale’de şehit olmasına yol açan top mermisinin kaynağını araştırdığını bildirilmiştir. Türkiye sınırına “10 kilometreden fazla yaklaşmama emri”ni vermesi bir özür mahiyeti taşımaktadır. Türkiye Hükümetinin temkin ve tedarik maksatlı iyi niyetle çıkardığı teskerenin “savaş tezkeresi Olmadığı”nı bilinse de, Türkiye: Kara, deniz ve hava unsurlarının kullanılması muhtemel sınır ihlaline karşı bir teyakkuz olsa da, halk arasında gene de tedirginlik yaşamaktadır.

Suriye’nin durumuna gelince: En son Uluslararası Hak İhlâlleri İzleme Merkezi’nin “Suriye raporu”nda, “Kuzey Irak örneğinde olduğu gibi, Suriye’de de Esad sonrası süreç için, küresel ve bölgesel aktörler tarafından yönlendirilecek ve Türkiye için tehdit tahlilinde” bulunulduğu belirtilmiştir. Acaba; Suriye “özgürleşiyor mu, yoksa parçalanıyor mu? “ “Görünen köy kılavuz istemez” atasözü soruya, güzel bir cevap olsa gerek…

Bütün olup bitenlerin bu coğrafyanın yeniden şekillendirildiğini gösterdiğine işaret edilen raporda da açıkça “Suriye bugün İsrail’in bölgedeki politikaları açısından tehlike arz etmiyor. Zaten parçalara bölünmeye doğru gidiyor. Irak’ın işgal edilmesi ile parçalara bölündüğü gibi. İsrail için tehdit teşkil eden Suriye’nin de “İsrail’in güvenliği” hesabına bugünkü iç savaşa itildiği anlaşılmaktadır.

Yabancıların fesat çıkarmasıyla Suriye’de şiddetlenen iç savaşın, bundan önce de İslâm ülkelerini etnik ve mezhebi ayrımlarla küçültüp devletçikler haline getirerek “büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olarak ortaya koyuyor.

Evet, yabancılar, günün birinde çekip gidecekler. Ama Türkiye, Suriye’yle, Irak’la, İran’la komşu kalmaya devam edecek. Bu nedenle Türkiye ortak inanç, tarih, kültür ve mirası paylaştığı Suriye, Irak ve İran komşularıyla yüz yüze kalacaklar, dolayısıyla iyi ilişkilerimizi geçmişte olduğu gibi bu günde sürdürmeliyiz. Aksi takdirde, Uluslararası Hak İhlâlleri İzleme Merkezi’nin “Suriye raporu”nda da belirtildiği gibi, Başta Suriye’nin parçalanmasının en büyük zararı Türkiye’ye olur…

Türkiye, Suriye’nin istikrarı ve sulhun temini için elbette birçok fedakârlıkları göstermiş, Şam hükümeti ile defalarca temas etmiştir. Her şeye rağmen, uzlaşma temin edilemediği bilinmektedir. Türkiye gene de barış umudunu yitirmeden, bu Müslüman kardeş ve komşu ülke için arabuluculuk görevini sürdürerek barış, huzur ve istikrarın sağlanmasına öncülük etmesi, insani ve İslami bir görevdir. Altı yüz sene devlet-i Aliye’yi adaletle, sulhla idare eden ve hâkimiyetini sürdüren bir imparatorun mirasçılarına elbette “yurtta sulh, cihanda sulh” düşmektedir. Bu haslete mazhar olan bir millet olarak, Suriye komşumuzun bugünkü muzdarip hali, elbette başta bizi alakadar etmektedir. Bu nedenle Suriye’nin sulh ve istikrarı için arabuluculuk ve barışa katkı da aslı görevimiz olmalıdır.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

9.10.2012