Kategori arşivi: Yazılar

Bediüzzaman ve Dönemsellik!

Bediüzzaman’ın eserlerini dönemsel olarak yorumlama ve onların evrensel niteliği olmadığını söylemek evrensel ile dönemsel, klasik ile popüler eserlerin tabiatını bilmeyi gerektirir. Bu konular toplumdaki yaygın din kültürü ile çözümlenecek meseleler değillerdir.

1885’li yıllarda Osmanlı matbuatında yazarlar

Necip Asım, Cenap Şahabettin, Ahmet Mithat, Ahmet Rasim arasında klasikler konusunda bir münakaşa cereyan eder. Neyin klasik olup olmadığını ve bizde klasik olup olmadığını konuşurlar, yazarlar, batıdan örnekler verirler.

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i

Yunus Emre’nin Divanı evrensel ve klasik olarak yorumlanır.

Cenab-ı Mevlana’nın Mesnevisi yine evrensel ve klasik olarak kabul edilir.

Bugün Mevlid-i Şerif bir klasiktir, çünkü Peygamber-i Zişanın hayatını ve macera-ı ulviyesini kalbi ve akli, sürükleyici bir çekicilik ile cazibedar anlatımdır. Hiçbir zaman zamanın altında kalacak ucuz bir keyfiyeti olmayan eserdir. Her zaman okunur, duygular ürpermeler ağlamalar, ürküntüler bitmez.

Rahmetli annem Mevlidhandı çocukluğumda onun dizinde oturur onun mevlitlerini dinlerdim.

Bir orkestra şefi gibi cemaati ağlatır, defi ile gazeller söylerdi, hiç bitmesin isterdim o harika günler. Gözyaşı, ağlamak, döğünmek onun sanki yaratılışına takılmış cihazattı, neyse.

Şu güzelim Bediüzzaman’ı bu ülkede değerlendirme hastalığından bir türlü kurtulamadık.

Şimdi Ondokuzuncu Söz isimli eseri onun Peygamber-i zişanın (asm) hayatını ve mücadelesini anlatır. Süleyman Çelebi hazretleri gibi bir kalbi aşki bir pozisyonda değil mücadelesinin akli ve mantıki ve kalbi serüvenini anlatır.

Şu ifadelere bak, Hegel ifadeyi canlı tutmak maziyi şimdileştirmek ile mümkündür der.

Bediüzzaman maziyi şimdileştirmiş ve şöyle der:

İşte bak Hüsn-i Siret ve cemal-i suretle mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde muciznuma bir kitap, lisanında hakaik aşina bir hitap, bütün beni âdeme belki cin ve inse ve meleğe belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkati âlem olan muamma-i acibanesini hal ve şerhedip ve sırrı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek bütün mevcudattan sorulan bütün ukulu hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müthiş sual-i azim olan necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun suallerine mukni, makbul cevap verir.”

Şu ifadelerin moda düşünceler olduğunu kim iddia edebilir?

Asr-ı Saadette bir sahabe bunu Nebiyy-i Zişan’a okusaydı, bugün de biri Ali Bulaç‘a okusaydı, nasıl buna dönemsel diye bakabilirdi?

Nasıl zamanın altında kaldığını iddia edecek bir yorum yapabilirdi?

Şu ifadedeki sanatları anlatmak uzun yorumlar gerektirir.

Bir kere bir adamla sahabe asrından günümüze gelmiş birlikte Arap yarımadasına gitmişler, Bediüzzaman bir anlatıcı olarak yanındaki arkadaşına Peygamberimizi gösterip diyor “Şimdi bak.”

Var mı bu kompozisyonda Seyyid kutup veya Abduh’un bir beyanı, soruyorum sayın yazar?

Sonra anlatırken peygamberimizin portresini çiziyor, güzel ahlakı ve güzel sureti olan seçilmiş bir zat, elinde mucize bir kitap, lisanında hakikatlere aşina bir hitap, insanlar, cinler ve meleklere hitap ediyor. Bir tiyatro sahnesi gibi canlı bir anlatım!

Bu nasıl dönemsel oluyor?

Bunun dönemselliğini ifade edin, edemezseniz susun. Lütfen Bediüzzaman’ı anlamak için sanat felsefesi okuyun, Abduh ve Reşit Rıza, Kutup ve diğerleri büyük insanlar ama klasik müellif ve müfessir onlar da. Sanat bunlarla kıyaslanmaz. Siz onlarla eşdeğer tutup yorumlar yapıyorsunuz. Bütün Latin kültürüne mal olmuş bir ifade vardır, kovadis nereye, bu insanı anlatır.

Nereden nereye diye bunun neresi dönemsel milattan önce de insanın nereden geldiği sorundu. Bugün daha büyük sorun, çünkü onlar kitaplı dinlerin gözleriyle görüyordu, ama şimdi İskandinav ülkeleri Avrupa’da nihilist ve ateistler dini olanlardan fazla.

Klasik müellifler vardır, authores klasiki bir de klasik eserler. Aşırılıkları olmakla beraber İlahi Komedya bir klasiktir, asırlardır yorumlanır. Hatta son asırda Eliyot onu asra açılan pencereleri ile yorumlamıştır.

Mevlana’nın mesnevisi o gün bugün klasiktir, bütün dünyada bir yıl içinde yapılan Mevlana çalışmalarını bile anlatmak uzun yorumlar gerektirir. Şimdi O büyük zatın eserleri ile Bediüzzaman’ın eserlerini nasıl dönemsel diye yorumlayabilirsin. Ki onun asrında akıl hasta değildi, Hazret-i Mevlana hasta kalbi tedavi ediyordu, Bediüzzaman hem kalbi hem de aklı tedavi ediyor. Dünyada hergün onun tedavi masasından yüzlerce insan yeni bir gözle dünyaya bakarak kalkıyor, bunun dönemsel olması için nasıl olması gerekiyor?

Kerime Nadir‘in romanı aşk romanıdır, o dahi bir kısmi klasik olabilirken Mevlana‘nın Mesnevisi ile Bediüzzaman’ın mesnevisi nasıl dönemsel olabilir?

Bediüzzaman, Mesnevi’sinin başında “Yüzer ilimlerle alakadar binler hakikatler ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken…” der.

Bu Mesnevi’deki meselelerin anlatımlarının hiçbiri dönemsel değil. İster ikinci asırda oku ister yirmi birinci asırda oku, zamanı aşan bir perspektif ve gündeliği aşan bir bakışla yazılmışlar. Bunlar nasıl dönemsel olur?

Bir tanesini okuyorum: ”Kur’an’ın i‘cazı tahrifine bir seddir.

Evet, Kur’an madem mu’cizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Ayetleri başka kelamlar ile tebdil edilmekle tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessir, müellif, mütercim, muharref üsluplarını kisvelerini ayatın kisvesiyle iltibas ettiremezler. Ayetlerde i’caz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelamlar ayet addedilemez. Öyle ise i’caz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.“ (Mesnevi 95)

Bu cümleyi anlamak için bütün ulemayı çağırın ne kadar yol alırlarsa bir mezura ile ölçün sonra bu zamanın altında metnin altında dönemsel kalmış zevatı yorumlayın. Bediüzzaman üzerine konuşma izni almalısınız.

Mu’cizat-i Kur’aniye İsimli Eser

Kur’an’ın mu’cize olduğunu anlattığı Mu’cizat-ı Kur’aniye isimli eseri bu ülkenin din âlimlerini toplayın bir stadyuma kim yüzde kaçını anlıyor imtihan edin, ondan sonra dönemseli anlamış olursunuz. Mübalağa yapmıyorum.

Eserin girişinde bir cümle var. “Bu mucizat-ı Kur’aniye risalesindeki ekser ayetlerin her biri ya mülhitler tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinni ve insi şeytanların şüphelerine maruz olmuş ayetlerdir.“ (Sözler)

150 sahifelik eserde seçilmiş ayetler dinden çıkmış mülhitlerin itirazlarına cevaptır. Hangi ayete ne kadar mülhid itiraz etmiş bunu bilmek için Kur’an’a yapılan itirazların tarihini bilmek gerek.

Bir Zat-ı âli çıksın bu tarihi bize bir özetlesin kim zamanın altında üstünde o zaman görelim?

Ehl-i fennin bir sürü fen çeşidi var, biyolog, sosyolog, matematik, fizik vs.

Bunların itiraz ettiği ayetleri bilmek için büyük bir fen kültürü olmak gerekir, nerede böyle bir âdem, Abduh, Kutup, kim olursa olsun göster bize onların beyanlarını.

Bir de cin ve insan şeytanlarının itirazları bu itirazların da bir tarihi var bu kadar büyük bir muhit taramasından sonra bu eser yazılmış. Allah aşkına nasıl bu zatı dönemsel diye yorumlarsın?

O itirazlar bugün hala ilim ve fen muhitlerinde tekrarlanıyor ve Bediüzzaman onlara cevap veriyor. Nasıl modası geçmiş bir kütüphane kitabı gibi görürsün, bilmemek ne kötü, bir de gurur edası.

Aynı eserde bir belagat tarifi yapar Naci’nin Edebiyat Lügati. Dini kavramlar sözlüğünde, Kur’an tefsirlerinde böyle bir belagat tarifi yok.

Derece-i icazda belagat-ı Kur’aniyedir.

O belagat ise nazmın cezaletinden, hüsn-i metanetinden ve üslubların bedaetinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyanın beraetinden, faik ve safvetinden ve meanisinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lafzının fesahatinden selasetinden tevellüd eden bir belagat-ı harikuladedir ki, beni âdemin en dahi ediplerini en harika hatiplerini en mütebahhir ulemasını muarazaya davet edip bin üçyüz senedir meydan okuyor.“ (Mu’cizat-ı Kur’aniye)

Bir belagat tarifinin on bir şubesi var. Bu cümleyi gerçek diyorum, bütün İslam ulemasını topla şerhedecek güçleri yoktur. Nazmın cezaleti hüsn-ü metaneti, üslublarının bedaeti, garip ve müstahsenliği, beyanın beraeti, faik ve safveti, meanisinin kuvvet ve hakkaniyeti, lafzının fesahati bunları kim anlayabilir?

Buyurun Bediüzzaman‘ın rahle-i tedrisine. Bunları nasıl dönemsel diyorsun, bütün ulema dönemsel kalır bu cümlede mübalağa yok. Bunu biri şerh etsin göndersin. Bakalım.

Atom konusu kilise ve ilmi birbirine vurdurmuş.

Marks bu konçertoyu idare etmiş. Üç bin yıldır gündemde, Paris senatosu zerre konusundaki münakaşaları yasaklamış 1850 yıllarında.

Bediüzzaman küfrün bel kemiği olan bir atom konusunu eserlerinin odağında tutmuş. Milattan önce Demokritostan şimdiye kadar bütün ateist, materyalist ve nihilistlere cevap vermiş, bu nasıl dönemsel olabilir?

Üç bin yıldır nice insan bunun girdabında inancını kaybetmiş. Bir adam çıkmış Marks’ın ve ateistlerin bu kalesini darmadağın etmiş, nasıl ona dönemsel denir? Bu dönemseli eleştiri için bir kitap yazılır.

Ene konusu, Freud’un kıyametler kopardığı bir bahis, insan beynini

Roma’ya benzetir, Oradaki faaliyetlerin büyüklüğünden dolayı. Bediüzzaman bu ene konusunu eserlerinde eleştirir, dinin, felsefenin, ateist felsefenin, kelamın, hedonizmin enesini benini tarif eder. Freud gelsin bu konuyu nasıl çözdüğünü göstersin, bunlar insanlık tarihinin en büyük meseleleri olmakta devam ediyor, nasıl bunlar evrensel değil de dönemsel?

Gündelik kafalardan dönemsel yorumlar. Bediüzzaman söz konusu olurken biraz düşünmeli kamuoyu, pirim yapayım diye bu büyük adamı huzursuz etmeyelim. Lütfen.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Ah! Nerede O Eski Zamanlar?

Küçüklüğümden beri yaşlı büyüklerimizin sohbetlerini sever, zevkle dinlerdim. Hayretime mucip, memleketin her yerinde bulunan ihtiyarlarımız, lisanları, renkleri, örf ve adetleri ayrı da olsa, ortaklaşa bir birliktelikleri var, aynı duygu ve aynı düşünceyi bir sözle ifade ederler. Onlar… Heyecanla! ‘ah nerede o eski zamanlar?’diye büyük bir özlemle söylerler. Acaba, ihtiyarlarımız arzu ettikleri ilgi ve alakayı görmediklerinden mi? Veya ihtiyarlığın verdiği bedeni marazların sıkıntılarından mı? Her nedense yaptıkları serzenişle, gençlik zamanları ile alakadar olmaya başlarlar. Hane! Gençliğimde böyleydim, şöyleydim, bunu yaptım, şunu yaptım, gençlikte yaptıklarını bugün yapamayınca, ihtiyarlığın bıraktığı eziyet ve ızdırapları bir nevi gençliğe şikâyette bulunuyorlar. Onun için ‘’Ah nerede o eski zamanlar.’’ Bir şair de: ” Keşki gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazin haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim. Demiş.”1

Oysa ihtiyarlarımız her zaman asayişin, barışın ve huzurun teminatı, geleceğe ışık tutan, saygı değer birer canlı tarihtirler. Mürur-u zamanla imkânlar, şartlar değişebilir. Değişmeyen tek bir şey var, o da bir milletin mukaddesatı,  asaleti, büyüklerine saygı, örf ve âdetidir. Tarih şahittir: Ne zaman ki: Bir millet dininden taviz vermişse, örf ve adetlerinden ve aile büyüklerinden uzaklaşmışsa o zaman gerilemiş ve zarar görmüştür. Yıllar boyunca sosyal ve içtimai hayatımızda, daima arkamızda birer çınar ağacı gibi ayakta duran, haslet dolu yaşlı büyüklerimiz; gençlerinden, aile, akraba ve aşiretinden, hatta köy ve mahallesinden mesul, asayiş ve huzurun temini ve teminatı olmuşlardır. Olayların tedbir ve önlemini önceden alan bu kanaat önderlerimiz, büyüklük ve reisliklerini böylece göstermişlerdir. İşte büyüklükte, reislikte bu olsa gerek,

Her bir olayın neticesinde arzu edilemeyen hadiseler olabilir, vaki olan bir hadisenin önüne geçme yolları da diyalog, uzlaşma, maslahat ve müzakeredir. Maslahat yapılmadığı müddetçe risk daha da artar. Maslahat, uzlaşı ve hoşgörü büyüklüğün ve erdemliğin şe’nidir. Onun için büyüklerimiz bu hoşgörüyü daima önemsemiş ve alakadar olmuşlardır. Bugün yaşadığımız bunca olumsuzluklardan acaba büyüklerimiz haberdar olmamışlar mı? Nereye gidecek? Artık yeter… Millet olarak tahammül edilmez hale gelinmiş, Adamın biri, doktora gider, Doktor bey, ‘’Hanımın kulakları sağır olmuş’’der. Doktor da: ‘’ Onun sağırlık oranı tespit etmek lazım, fasıla, fasıla hanımla konuş, hangi mesafede ses ona giderse onu tespit et.’’der. Adamcağız: önce 5 metrede seslenir ‘’hanım akşam yemeği nedir’’ ses gitmez, 3 metre, 2 metre, derken bir metre kala hanım bağırır.’’bey efendi: Tam beş seferdir, sana demedim mi? Yemek, Kuru fasulyedir.’’ Meğerse, bey sağırmış. Evet, ağlayan annelerin sesleri Arş-i aladakiler bile duymuşlar. Acaba; Ferş-i aladakiler!  Siz de duydunuz mu?.

Bin yıldan beri ayni coğrafya üzerinde yaşayan Kürtler, Türkler, Lazlar ve Boşnakların ecdatları, yurt sathında meydana gelen düşman tearuzlarına hep birlikte göğüs germişler, hep beraber mücadele etmişler, canı pahasına bu güzelim memleketi bizlere miras olarak emanet etmişler, bugün yerleşim olarak Türkiye’nin güneydoğu ve doğu anadolu bölgelerinde yaşayan Kürt milletinin yarısından fazlası batı ve içanadolu bölgelerinde yaşamaktadırlar. Keza Türkler de, aynı şekilde Şarkın değişik yörelerinde yaşamaktadırlar. Yani Türkiye’nin her yerinde Kürt ve  Türk bulunmakta ve içtimai hayatta birlikte yaşamaktadırlar. Evlilikleri, dostlukları var, en önemlisi aynı din mensupları, aynı inanç, aynı Kıble, aynı Peygamber ve aynı Allah’a inanan insanlar,bu kadar birlerle birbirleriyle kaynaşmış bir topluluğun birinin diğerinden ayrı yaşaması imkansız….  

Biliniyor ki: Kürt milleti daima devletine sadık, Türk halkını daima başında bir büyük olarak görmüştür. Yıllardan beri devlet bu halkı ötekileştirilmiş üvey evlat muamelesine tabi tutulmuştur. Bir milletin ırkı, milliyeti neyse, o odur. Sen o değilsin denilmez. Kürt halkına zamanında eğitim imkânı verilmedi, dilini, giyimini, örf ve âdetini yasakladı. Zorla sen Türk’sün dediler. Kürt halkı, Türkiye Cumhuriyetine mensup bir vatandaştır. Kürt milleti asla ve asla Türk kardeşinden ve Türkiye’den ayrı yaşamak istemez.. Bu kuşku ve bu düşünce beyhudedir.

“Mademki biz Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak… vs. hepimiz kardeşiz. Öyle ise diğer kardeşlerimizin de en az bizim kadar hak ve hürriyet sahibi olmasına razı olmalıyız. Onun farklılıklarına saygı duymalı ve onları fıtri halleri ile kabullenmeliyiz. Kendimiz gibi giyinmeye, kendimiz gibi konuşmaya, kendimiz gibi davranmaya zorlamamalıyız. Zorla kendi kalıbımıza sokmaya, kendimize benzetmeye çalışmamalıyız. Onun da bizim gibi insan olduğunu unutmamalıyız. Farklılıklarımıza hoşgörü ve tahammül göstermekle birlikte ortak değerlerimizi, ortak vasıflarımızı ön plana çıkarıp, bu ortak paydalar etrafında birleşmeliyiz. Kardeş olduğumuz ve pek çok ortak değerlere sahip olduğumuz hakikati üzerinde birleşmeliyiz.”

Artık televizyon haberlerini dinlemek istemiyoruz!..

Neden?

Acaba, bugün Türkiye’nin neresinden kaç şehit, kaç trafik kazası, kaç terör etkisiz hale getirilmiş, kaç kişi hayatını kaybetmiş? Bu acı haberler milettin psikolojisini bozmuş, ölen askerin de, PKK’lının de üzerinde bir yürek ağlar, o da anne yüreği! Bu ağlayan annelerin feryatları arş-ı azama kadar yükseldi. O ağlayan gözlerle tüm gözler, tüm kalpler, tüm yürekler ağlıyor. Otuz iki senede 30-40 bin insan gitti, daha 30 veya 130 senelere; daha 30 veya 140 bin can kaybına artık tahammül kalmadı,

Başbakanımız, Sayın Tayip ERDOĞAN’IN barışa ve huzura attığı en güzel adımlarından biri de  ‘’Kürt açılımı’’ydı, bu barışçıl adımı engelleyen iç ve dış düşmanlarımız ile menfi milliyetçilik yapan boş boğaz muhalefetçilerin engeline takılı kaldı. Gene bu günlerde,  “Anneler ağlamasın’’ memleketin içinde bulunduğu rahatsızlığı ve sıkıntıyı bertaraf etmek için  gerekirse İmralı’yla da; PKK’yla de görüşülebilir” demesi, büyük bir cesaret ve erdemlik gösterdiği halde, barışı da, uzlaşıyı da istenmeyen hainler gene de seslerini yükseltmeye başladılar. Bu millet bin seneden beri beraber yaşamış, yaşamaya da devam etmek mecburiyetindedir. Bugün ki içinde bulunduğumuz acıyı müzakere, maslahat, diyalog, uzlaşma, İmralı’yla, PKK’yla her kiminle olursa olsun sonlandırılması milletin arzu ve temennisidir. Silahlar sussun.. Anneler ağlamasın…  Bu beladan kurtulmak istiyoruz..  ARTIK YETER!…

Sayın, Başbakanım ‘’Bu ateşe bir su serp,’’ halkın duası seninledir.

Asrımızın müceddidi,Bediüzzaman: Belaların def’i için şöyle diyor:

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır.

ABD’nin ve bazı Avrupa münafıklarının zulmüne duçar olan tüm İslam alemine, özellikle Suriye halkına  ve  memleketimize musallat olan  bugün ki belaların bertarafı için üstat Bediüzzaman’ın beyan ettiği üzere: hususi namaz ve duaların vaktı   gelmiştir. Hayırlı dualar dileğiyle…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Görevlisi

Kaynaklar

1-Yirmi altıncı Lem’a, 8.ci rica

Bediüzzaman Hazretlerinin Defterinde Yazılı olan 33 Hadisi Şerif

Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 3. Defa girdiği Afyon Medrese-i Yusufiyyesinde, şu gelen 33 hadis-i şerifeyi kendi evrak defterinde yazmış, bilâhare bâzı Nur talebeleri de, kendi defterlerinde kaydetmişler.Bunların bâzılarını, Üstâdımız kendi kalemiyle tashih edip, bâzı Arapça ve Türkçe hâşiyeler ilâve etmiştir. Risâle-i Nur’un talebe-i ulûm şerefini kazandıran ve ilim içinde hakikata bir yol açan mesleğini, bu hadis-i şerifler beyân etmektedirler.Bu hakikatı ifâde için, merhum mualla üstâdımız, Emirdağ-1, sf. 90′da: “Ehli velâyetin amel ve ibâdet ve süluk ve riyâzet ile gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahade ettiği hakik-ı imâniye, aynen onlar gibi Risâle-i Nur; ibâdet yerinde ilim içinde hakikata bir yol açmış, süluk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla, ilmî hüccetler içinde, hakikat-ül hakaika yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akide ve usul-üd din içinde bir velâyet-i kübra yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor.” diye beyân buyurmuşlardır.

Mustafa SUNGUR

1. “İlmi öğreniniz. Çünkü onun öğrenilmesi, Allah’a karşı haşyettir. Talebi ibâdettir. Müzâkeresi tesbihtir. Ondan bahis ise cihaddır.”

2. “Bir âlimin yatağına yaslanarak ilmine

…(kitabına) bir saat bakması, yetmiş saat ibâdetten hayırlıdır.”3. “İlmin tâlibi (talebesi), RAHMAN’ın tâlibidir. İlmin talipçisi, İslâm’ın rüknüdür. Onun ser-ü mükâfatı, Peygamberlerle beraber verilir.”4. “İlim talep etmek, Allah’ın katında nâfile namaz, oruç, hacdan ve fiy-sebiylillah olan cihaddan efdaldir.”

5. “İlminden menfaat görülen bir âlim, bin abidden hayırlıdır.”

6. “Din ile dünyayı talep edenlere veyl olsun.”

7. “Bir ademin bir hikmet kelimesini işitmesi, duyması, bâzen olur ki, ona bir sene ibâdetten hayırlı olur ve bir saat ilim müzâkeresi yanında oturmak, bir köle azad etmekten daha hayırlıdır.”

8. “Cenâb-ı Hak, bir ademi senin elinle (vasıtanla) hidâyete getirmesi, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha çok sana hayırlıdır.”

9. “Cenâb-ı Hak şu ümmetin üstünde hem deccalın kılıncını, hem de büyük harbin kılıncını beraber cem etmeyecektir.” ( Mülâheme-i Kübrâ olan ikinci Harb-i Umumi, alem-i İslâm’ı hırpalamadığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir deccâl, alem-i İslâm’ı başka bir surette hırpalayacak.)

10. “Hilâfet-i İslâmiyye, babamın kardeşi amcam Abbas’ın oğullarından zâil olmayacak. Tâ onu deccala teslim edinceye kadar.”

11. “Ulemânın mürekkebiye Şühedâ kanı muvâzene edilse, muhakkak ki Allah yanında, ulemânın mürekkebi, Şühedânın kanından râcih gelecektir.”

12. “Şedid, kuvvetli, kahraman o değildir ki, insanları mağlup etsin. Belki kahraman odur ki, gadap ve hiddet ânında, nefsini mağlup eder.”

13. “Bir müslümanın, bir müslüman kardeşinin hidayetini artırıp, kötülüklerden onu alıkoyan bir hikmet kelimesi soylemesi ; ona bir hediye ihda etmesinden daha hayirlidir.”

14. “Halk-ı Ademden (A.S) tâ kıyâmete kadar, âlem-i insaniyyet arasında, deccâl hâdisesinden daha büyük bir umur, mes’ele yoktur.”

15. “Bir ilim talebesi, ilim tahsil ederken eceli gelse, vefât etse, onun derecesiyle Enbiyâ derecesi arasında, bir peygamberlik mertebesi kalır.”

16. “Kim ki ilimden (yâni ilm-i imânî ve tahkikîden) bir bâb, bir mes’ele taâllüm ederse, onunla amel etsin etmesin, bir rek’ât nafile namazdan efdaldir. Eğer öğrenmekle beraber amel de ederse, yâhut onu başkasına da öğretirse, o zaman tâ kıyâmete kadar, onun o büyük sevabı ve onunla amel edenin sevabı onun olacaktır.

17. “Kim ki İslâmı ihyâ etmek niyetiyle ilimden bir bâb tahsil ederse, onun derecesiyle peygamberlik derecesi arasında, yalnız bir kalmış olur.”

18. “Bir mü’minde dört şey, dört ahlâk içtimâ ettiği zaman Cenâb-ı Hak, o dört ahlâkıyla ona cenneti vâcip etmiş olur:

Lisanında SIDK. ( Doğruluk.Yâni yalan söylememek.)
Malda SEH. (Yâni cömertlik.)
Kalpte meveddet, SEVGİ.
Hazırda ve gaybda olanlara NASİHAT etmek.

19. “Mütekellimden birisi gelecek, Kur’an’ı (Kur’an’ın hakikatlarını) öyle bir tarzda ders verecektir ki, ondan sonra, onun gibi o ders ve talimi veren olmayacaktır.”

20. “Bir ilim talebesi ilim tahsil etmekteyken ölüm ve ecel gelse, vefât etse şehiddir.”

21. “Kur’an’ın hamelelerine ikrâm, hürmet ediniz.” (Kur’an’ın hameleleriyse, ya Kur’an’ı hıfzedenlerdir, veyâhut Kur’an’ın hakikatlarını yaşayanlardır.)

22. “Ulemâya hürmet ediniz, ikrâm ediniz. Çünkü ulemâ, peygamberlerin vârisidir.”

23. “İlmin efdali imân ilmidir. Bu ilimle az olan amel, ilim ile olduğu için menfâât verir. Fakat çok amel cehil ile olsa menfââtsizdir.”

24. “Cenâb-ı Allah (C.C), mü’min kulunu tecrübe ve imtihan için, musibet ve belaya giriftâr eder. Fakat, O’nun bu iptilâi ve denemesini, o mü’min kulunun üstünde kerâmât ve ikrâmını izhâr içindir.”

25. “Said, fitnelerden uzak kalmış kimse, musibet ve fitneye giriftâr olduğu hâlde, sabreden kimsedir. Böyle adam ise, çok garip ve pek nâdirdir.”

26. “Muhakkak fitne gelmektedir. İbâdı (insanları) parça parça edecektir. Ancak âlimler ondan kurtulurlar.”

27. “Ahir zamanda, şiddetli ve dehşetli bir belâ gelecek. Herkese isâbet edecek. Ondan kurtulan olmaz. Ancak Allah’ın dinini bilen ve ona göre lisânıyla ve kalbiyle mücâhede eden bir adam kurtulacak. O ise, ona geçmişlerin mesleği sebkât etmiştir. Bir de, Allah’ın dinini bilip, tasdik eden birisi kurtulacak.”

28. “Benî ademin en cömerti, en kerimi ve en sâhisi benim. Benden sonra, onların en kerimi, en cevâdı ise, bir recul, bir ademdir ki; o adem (hususi) bir ilim bilecek ve o ilmini neşredecektir. Kıyâmet gününde müstakilen bir cemaat hâlinde baas olunacaktır.”

29. “Kur’an’ı öğrenen ve öğreten, içindeki hakaikını ders veren bilmiş olsunlar ki; kıyâmet gününde onların cennete girmelerine, sâik ve delil ben olacağım.”

30. “Sakın bid’atlara yanaşmayınız. Çünkü, bütün bid’atlar dalâlettir. Bu dalâletler de, ceheneme dayanacaklardır.”

31. “Bizden gayrısına kendisini benzeten, bizden değildir. Sakın Yahudi ve Hıristiyanlara kendinizi benzetmeyiniz.”

32. “Cihâdın en efdali odur ki, eğri yolda olup, Hakka karşı mümânaat gösteren en cebbâr hükümdarlara, kumandanlara karşı hak söz söyleyendir.”

33. “Cihâdın en faziletlisi, kişinin kendi nefsi ve hevâsına karşı mücâhade etmesidir.”

Muhakkak Biz İnsanı Ahsen-i Takvimde Yarattık

Cenabı Allah (c.c.) Kuranı Kerimde: „Muhakkak biz insanı Ahsen-i takvimde (en güzel bir biçimde) yarattık“, buyuruyor.  Bununla beraber İnsanı yeryüzünde halife olarak tayin ettiğini Bakara suresinin 30.ayetinde bildirmektedir. Yaratılışındaki donanım sayesinde Allah’a muhatap bir varlıktır. Bu demek oluyor ki, insan, tüm azaları ve duyguları ile, Allahın tüm isim ve sıfatlarını tanıyıp bilecek bir mahiyeti var.

İnsan, azaları ve duygularıyla, âlemlere bir pencere acar. Mesela gözleriyle renkler âlemini seyreder. Burun sayesinde kokular âlemini seyreder. Kulağın duymasıyla sesler âlemini dinler. Dokunma hissi ile maddi âlemi hisseder.

Bu şekilde insan, Allahın tüm isim ve sıfatlarını anlayıp idrak edecek güce sahiptir. Yaratılışındaki bu donanım sayesinde Allah’a hakiki bir kul olabilmektedir.

Allah insana kâinata halife olacak mahiyeti verdiği gibi, kâinatın en zelil ve en adi konumuna düşecek mahiyeti de vermiştir; tercihi insana bırakmıştır. Ya iman ve ibadet ile kâinata halife olmak, ya da inkâr ve isyan ile mahlûkatın en zelil ve hakiri olmak vardır.

  

“İnsanın mahiyet aynası, kainat aynası ile, mana ve keyfiyet bakımından, birbirine denktir.”

Tasavvuf ilmin büyüklerinden Seyyid Muhammed Efendi (k.s)  insanı tarif ederken şu kıymetli bilgilere rastlıyoruz.

“İnsan’a dikkatlice baktığımızda, kâinatın küçültülmüş bir misali olduğunu da görürüz. Allah’ın isim ve sıfatları kâinatta tecelli ederken, aynı isim ve sıfatlar insanda da, okunaklı bir şekilde tecelli ediyor.

İnsanın bu geniş mahiyet aynasındaki manalar ancak iman nuru ile okunabilir. Küfür ve inkâr hali bu yazıları okunmaz hale sokuyor. Bir benzetme olarak söyle diyebiliriz. Nasıl lambasız ve ışıksız eşya görünmez ise, iman ve hidayet olmadan da insan’a verilmiş manalar görünmez ve okunmaz.

İşte bu manaları göremeyen ve okuyamayan maddeci filozoflar, insanı konuşan bir hayvan olarak tarif ediyorlar. İnsana bu bakış farkı, iman ile küfrün farkıdır. İman, insanı kâinata halife ve sultan yaparken, küfür insanı hayvandan daha aşağı bir mevkie indiriyor.” 

Ahsen-i Takvim Suretindeki İnsan Nasıl Hayvandan Aşağı Düşer?

Kur’an ahlâkının en önemli şartı Allah’ın büyüklüğünü takdir etmek ve yalnızca O’nu ilah edinmektir. Oysa kibirli bir kişi kendisini Allah’tan bağımsız bir varlık olarak görür ve Allah’ın kulu olduğunun şuuruna varamaz. Allah’ın kendisine vermiş olduğu özellikleri kendi çabasıyla kazandığına inanır, büyüklenerek nefsini yüceltir. Kısacası kendi nefsini ilah edinir, onu Allah’a ortak koşar. Şu ayet ne de güzel tarif ediyor bu olayı: “…Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar. Onlarla itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.” (En’am Suresi, 121)

Alçakgönüllülüğün en büyük göstergelerinden biri de Allah’a ve resulüne itaattir.

Kuran’da itaat konusu birçok ayette geçer. İtaatin nasıl olması gerektiği bütün detayları ile  tarif edilir. İtaat, Kuran’a göre kalben ve fiilen, samimiyetle yerine getirilmesi gereken çok hassas bir konudur. Resule itaat etmek büyüklenen kişilerin son derece ağırlarına gider. Oysa takva, güzel ahlak, akıl gibi üstün özelliklere sahip olan resule itaatsizlik etmek,  Allah’a da itaat etmemek demektir.

Müminler ise Kur’an ahlâkını tam olarak yaşamaya çalışırlar, ancak hata yapmaları da çok doğaldır. İnsan tatmin bulmuş melek değildir, birçok eksikleri vardır. Eksiklerini unutup kendini üstün görmek ve büyüklenmek çok büyük yanılgı olur. Kendisini itaatten çıkmış şeytan gibi görmek istemeyen insan, kayıtsız şartsız Allah’a boyun eğmeli, nefsini ezerek itaat etmelidir.

Özet olarak insan, iman olursa, kâinata bir halife, Allah’a aziz bir kul, Peygamberimiz (asv)’e şerefli bir ümmet, insanlığa faydalı bir dost, Ahsen-i takvime tam bir model oluyor. İman olmaz ise; konuşan bir hayvan, zelil bir mahlûk, esfel-i safiline yuvarlanan bir taş gibi oluyor.

Ahsen-i takvim; Allah’a tam ve güzel bir kul olmaktır; esfel-i safilin ise şeytana maskara olmaktır.

Arif Ağırbaş

arif.agirbas@hotmail.de

https://twitter.com/Arif_Agirbas

Taif’ten sonra Miraç gelir…

1914’te başlayan Cihan Harbi’yle devletin önemli bir kısmı da bu savaşa girdi. Toplar, tanklar, tüfekler her yeri yaktı yıktı…

İnsanlar perişan oldu. Ben 1932 doğumluyum amma savaşın menfi tesiri benim çocukluğum ve ilk gençliğime denk geldi. Fakirliğin son sınırını gördüm, yaşadım… İnsanlar ekmek bulamaz duruma düştüler. Devlet, karneyle ekmek dağıtırdı. Adam başına yarım ekmeği alabilmek için çok zahmetler çekerdik. Bazıları o ekmeği satar, gazyağı, kibrit gibi ev için gerekli şeyler alırlardı. Gazyağı uğruna ekmeğini satmak, aç kalmaya razı olmak demekti. Otlarla beslenirdik. Elimize 10 kilo un geçmişse ocaktaki külü karıştırıp ekmek yapardık ki; un bereketlensin, yani artsın… Bazı köylülerin durumu iyiydi; elinde parası vardı. Amma parası olsa da harcayacak yer bulamıyor, altına tahvil edip saklıyordu. İneği olan adam, kibrit bulamıyordu. O da onun yokluğunu çekiyordu. Yani zengin de bir nevi fakir gibi yaşıyordu. Çok acayiptir; savaş felaketiyle beraber semavi felaketler de geldi. Mesela tarlaya 20 teneke buğday ekerdik, 10 teneke buğday alırdık. Tarlaların da verimi düşmüştü…

Doktor yok, ilaç yok… Koca şehre belki bir veya iki doktor bakıyordu. Annemin gözüne dal batmıştı, yara olmuştu. Hekime koştuk. Hekim, göz hekimi değil. Anneme verdiği ilaç onun gözünü daha da hasta etmişti. Böylece annem otlarla tedavi etmeyi öğrendi. Hasta olan, anneme gelir, annem ona uygun otla tedavi ederdi.

İkinci Cihan Harbi’nde şehrin her yerine büyük çukurlar açıldı; Alman uçakları Erzincan’ı bombalarsa o çukurlara girecektik. Sığınak gibi bir şeydi amma üstü kapalı değildi. Her gün düşmanı bekliyorduk. Kadınlar ağlıyor, erkekler tedirgin…

O zaman ben çocuktum, düşman nedir bilmiyordum amma anlıyordum; “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” kendi yavrularını canavarca yiyip yutuyordu.

En dibe vurmuştuk; daha aşağısı yoktu… Yani biz öyle zannediyorduk…

Şimdi o günleri düşündükçe “Sevk-i ilahi insanların anlayışını, düşüncesini değiştirir.” diyorum. Yaşadığım o büyük felaketleri hatırladığımda anlıyorum ki, Allah bana bir vazife vermiş, o vazife yönünde beni yetiştirmiş. Zelzele, savaş, kıtlık gibi hadiselerin altında neşvünema olan istidat çekirdekleri vardır. Çekirdek toprağa düşmüş, çiftçi onun üzerine basmış, toprağa gömmüş. Çekirdek feryat ediyor, “Neden bana bu kötülüğü yaptın? Çürüyorum karanlıkta… Beni kurtaracak yok mu?” Bu sırada çekirdek yeşeriyor, gün yüzüne çıkıyor. Ağaç oluyor, meyve veriyor. “Ben ne kadar kötü hallerdeydim, beni ne kadar güzel hallere getirdin!” diyerek, Allah’a şükrediyor.

Adetullah böyledir. Taif’ten sonra Miraç gelir…

Kader, bir çekirdek gibi olan insanı alır, en zor hallerden geçirir, en iyi hale ulaştırır… İnsanın yapacağı iş, sabır ve ibadetten ibarettir.

Mülk Sûresi ikinci ayette buyruluyor ki; “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…

Bu durumda hayatımızın gayesi;

Yaşlanmadan evvel gençliğin kıymetini bilmek,

Fakir olmadan evvel elimizdeki nimetlerin kıymetini bilmek,

Hasta olmadan evvel sağlığın kıymetini bilmek,

Felaketler gelmeden evvel huzurla yaşamanın kıymetini bilmek,

Mahkeme-i Kübra’da bizi bekleyen hesaptan evvel tevbenin kıymetini bilmek,

Velhasıl, son nefesimizi vermeden hayatın kıymetini bilmektir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman