Kategori arşivi: Yazılar

Depresyona girmemenin şartı kadere iman etmektir!..

Her şey bir nizam içindedir. Atomdan güneş sistemine kadar her şey bir nizam içinde doğar, yaşar ve göçüp gider.

Bu çerçeveden bakıldığında eğer bir şahıs kadere tam manasıyla iman ederse külli nizamı anlamış demektir. Külli nizamı anlayan, Allah’ın kendi hayatındaki icraatına razı olur; böylece rahatlar. Gönlümüze göre bir dünya isteriz amma dünya bizim gönlümüze göre olmuyor. O zaman olana razı olmalı ki, dert birden bine çıkmasın.

Mesela tatil gününde pikniğe gitmek isteyen, yağmur yağınca “Zamanı mıydı?” diye isyan eder. Şuurlu Müslüman ise “Bunda da bir hayır vardır.” der ve rahat eder. Şu dünyada öyle felaketler var ki, bu felaketler karşısında insan bazen çıldıracak duruma gelir. Amma gereği gibi iman eden Müslüman için kader, fırtınaya tutulmuş geminin yanaştığı liman gibidir.

Kâinat kitabından bir örnekle bu meseleyi açıklayalım: Mesela küçücük bir çekirdeğin içinde koskocaman bir ağaç, meyveler, yapraklar, vitaminler; yani büyük bir fabrika bulunur. Aynı şekilde küçük bir yumurtanın içinde civciv var. Bu örneklerden anlarız ki, hiçbir hadise göründüğü gibi değildir. Kim bilir o hadise nasıl bir sonuca ulaşacak? Nasıl ki dağlardan çıkan nehirler, bağları bahçeleri, ovaları sular, rızkın artmasına sebep olur; aynen öyle de her hadisenin bir sebebi ve istikameti vardır. İçinde çok hikmetler bulunur.

Başına gelen felaketlere kader nazarıyla bakamadığı için pek çok arkadaş bunalım geçirdi. Onlara diyorum ki; “Depresyona girmemenin birinci koşulu geçmiş ve gelecekle meşgul olmamaktır. Geçmişi bırak değiştiremezsin, geleceği bırak hükmedemezsin; o tarlalar dikenlidir. Bulunduğun ânı İslam’a uydur.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki, “Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yâni, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu, adalet-i İlâhiyenin bir nevi tecellisidir.

İnsan, hücrelerinin sayısı kadar felaketlere namzettir. Bu felaketlerin bütününden insanı koruyacak olan Allah’tır. Müslüman’a yakışan, Allah’tan razı olmaktır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Kadr ü kıymet bilmek

Unuttuğumuz birkaç kelime ve terkip: Kadir bilmek, kadr ü kıymet, kadirdân (değer bilen), kadr-âşina (değer bilir), kadirşinas (değer bilir), âlî-kadr (değeri büyük)… Kadir (kadr) kelimesi, “güç yetirmek, takdir, şeref ve azamet, itibar, derece” gibi anlamlar taşıdığı gibi “ölçü, miktar” anlamını da yüklenir (karınca kadrince).

Kadir bilmek, zor bir sınavı başarmaktır. Tarih boyunca pek çok kişi kadrinin bilinmediğinden şikâyet etmiş, insanların kadirbilmezliğini yermiştir. İşte Karacaoğlan, “Kadir kıymet bilmez olmuş her kişi / Kadir kıymet bilen yere gidelim“; işte Mazlumî, “Hayırsız komşudan yaman kardaştan / Kadir bilenlerin iti yahşıdır“. İşte üstad Laedrî, “Âsaf’ın mikdarını bilmez Süleyman olmayan / Bilmez insan kadrini alemde insan olmayan“. Ve Hayali Bey’in o yürekler yakan şikâyeti “Ko beni gussa vü hicr ile yanıp yakılayın / Sen var ol kadrini bilmezler ile şâd yürü (Ey sevgili, ben keder ve ayrılık içinde yanıp yakılırken var git sen değerini bilmeyenlerin arasında gününü gün et [elimden ne gelir?]). İlla bu konuda en büyük çığlığı Fatih döneminden bir kadın şair, Mihri Hatun göklere yükseltir. Ben onun beytini ilk okuduğumda, “A Mihri Hatun” dedim içimden, “başka hiçbir şiirin olmasaydı bile, şu iki dize, senin adını kıyamete kadar yaşatmaya kâfi gelirdi.” Diyor ki “Kadri bilinmeyen âşıklar için haşre değin / Döğelim başımızı taşlara aksın yaşımız ([Gelin, koşun,] kadri bilinmeyen âşıklar için başımızı taşlara vurarak ta kıyamete kadar ağlayıp gözyaşı akıtalım!)”

Kadr kelimesinin bu “değerli olma” anlamı senemizin bir gecesini de diğerlerinden ayırıp kıymetlendirir. O kıymet, açık ve sakin bir geceye şavk olur, açıktır, mutedildir. Bin aydan hayırlı, milyon geceye bedeldir. Cebrail ve melekler yer semasında, bir bayrak Hz. Peygamber’in ravzasının kubbesine, bir bayrak Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın çatısına, bir bayrak da Tur dağının tepesine dikmişler, dalga dalga insanları melekliğe çağırıp dualara amin derler. Bu gece denizlerin suyunun bir an tatlılaşıverdiği gecedir. Sabahında kızıl güneşin tepsi gibi doğduğu gece. Bu gece, Kur’ân’ın nazil olduğu ve belki de sabahında Bedir zaferinin vuku bulduğu gecedir. Bir defa olmuş, geçmiştir de biz her sene onun şeref ve hatırasına yeni bir geceyi kıymetlendiririz.

Gülzar-ı Aşk şârihi Hüseyin Vassaf, bu gece için “Ey Kadr-i pür-şerâfet ey leyletü’l-mualla / Müstağrak-ı füyûzun oldukça böyle dünya // Ettikçe gark-ı envâr alemleri hulûlun / Kadr-i celîlin olsun daim senin mualla (Ey şereflerle dolu Kadir, ey yüksekten yüksek gece! Dünya her yıl yeniden senin feyiz ve bereketlerine boğuldukça ve senin gelişin âlemleri nura gark ettikçe, yüce şerefin daima çoğalsın, şanın artsın!)” temennisinde bulunur. Gecesi kadir olanın gündüzünü bayram sayan bizim Yunus ise, “Bize kadir gecesidir bu gece / Ko irte olmasın, seher gerekmez” diyerek Kadir Gecesi’ne eren âşığın, güneşin doğuşunu daima öteleyeceğini dillendirir. Öyle ya, ruh terbiyesi altında yol yordam yürüyerek nefisle mücadele sürdüren Hak âşığı, her türlü afetlerden selamettedir ve hakikat güneşi doğuncaya kadar kazanç üstüne kazançtır. Böyle bir gece insanı zati tecelli ve İlahî vuslata götürdüğü için sabahın gelmesini istemez. Hakikat güneşi kalbine doğan için dünyayı aydınlatan güneşe ne hacet! Bin ay kılıcını üzerinden çıkarmadan gaza eyleyen, gündüzleri oruç tutup geceleri de sabaha kadar ibadetle geçiren erler adına… Bir yıldan bir yıla akşam ve yatsı namazlarını cemaatle kılan, nasip sahibi serverler adına… Her geleni Hızır bilen ve durmadan “Ey Allah! Gerçekten Sen çok affedicisin, affı seversin, öyleyse beni affet” diyenler adına… Bu gece kıymet ve değer gecesidir, kıymetli ve değerlilerin gecesidir. Her geceden bir gece değildir. Her gece kadr olsa kadrin kadri olmaz, her taş mücevher olsa mücevher para etmezdi. Kadirdanlık meziyettir ve kadir bilenler şükür de bilirler. Gelin o halde kadir kıymet bilelim, Kadir Gecesi’nde doğalım…

*

Ah kadrini bilmediğim günler / Koklamadan attığım gül demeti” (CST)

İskender Pala / Zaman Gazetesi

“Bilemedim”

Yaşadıklarım, bir bütünün parçasından ayrı kalışımın sancısıymış, bilemedim. Benim yapmam gerekenler yapılamadığı içinmiş o sıkıntılar. Oysa ben habire dışarıda aradım sebebi.
Ben bütünüm sandım, yapılacakların olmadığı yerde bütünlük olmuyormuş, bilemedim. Çocuğum asi dedim, eşim dinlemiyor dedim, mutsuzum dedim. Fakat, döktüğüm ekmek ve yemeklerin, besmelesiz başlanan işlerin, şükürsüz geçen günlerin, ruhumu daraltacağını bilemedim.
Ben bunalıp daraldıkça, kendime dönmek yerine başkalarına döndüm. Onlara dönünce onları gördüm. Hatalarını aradım, buldum da. Onların hatalarının görülmesi ya da düzeltilmesi, kendimi düzeltmek anlamına gelmiyormuş, bilemedim.
Namazıma bakmadım yıllardır. Yatıp kalkıp dua okumayı namaz kılmak sandım. Ruhu olmayan namazın beni düzeltmeyeceğini bilemedim. Tespih çekme çokluğu ile avuttuğum gönlüm, anlamından ve hayata geçecek bir etki yapmadığından, ne dediğimi ve bunun bana ne dediğini düşünmedim. Düşünmediğim anlamlar içime işlemedi. Yüzeysel kaldı yaptıklarım ve ben derinlere inemedim. Bunun sadece büyük zatlara ait bir yetenek olduğunu sandım. Allah’ımızın her birimizin gönlüne kendisini nakşettiğini ve derinleşmemizi istediğini bilemedim.
Dualarımla sığındım Rabb’ime bu yaşa kadar. Fakat tamamlanmak için değil, ulaşmak istediğim hedef için dua ettim. Dualarımda eyleme ve benim yapacaklarıma ait bölümün ağırlıkta olması gerekiyormuş, ben sadece sonuç için el açtım, ağladım, yalvardım. Bunu yeterli sandım. Böyle sonuç alınmazmış, bilemedim.
Hep Yaradan’ımdan bekledim, kendimin yaptıklarını değiştirip geliştirmeden, bedel ödemeden ve konforlarımı terkederek o yolda yorulmadan, fiili dua ile kavli duayı birleştirmeden sonuç alınamıyormuş bilemedim.
Bir kalp kırmanın beni de içten içe kırıp küçülttüğünü bilemedim. Hep zihnimde “ben haklıyım” diyen söze kandım, karşımdakinin haklı olacağını söz olarak kabul etsem de, gönlümle onaylamadım. Haklıymışım gibi davrandım. Haklılığın kalesine sığınınca, diğerleri muhalif ve suçlu görünürmüş, bilemedim.
Huzursuzluğun sesi yükseldikçe, suçladıklarımın, beni gerçek sebepten uzaklaştırdığını gördüm. Sofradan arttığı için yemeklerin, bayatladığı için çöpe giden ekmeklerin feryatları, aslında tüketilmemeleri gerekenleri tükettiğimi haykırıyordu bana. Kendimden bir şeyler gidiyordu, ben küçülüyordum sanki. İsrafın varlığı daralttıkça ruhumu, dışarı yönelttim bakışlarımı. Oysa içe dönmeli, ne yapıyorum, nasıl yaşıyorum bir bakmalıymışım, kendimi mercek altına almalıymışım, bilemedim.
Bir haram lokmanın, insanın dengelerini bozduğunu, çökerttiğini ve insan kalabilme becerisini körelttiğini kimse bana anlatmadı, ben de öğrenmemiştim. Dikkat etmem gerekirken, “bir şey olmaz, ufak bir şey” avuntusuyla dikkatimden uzaklaştırmıştım. Duyarsızlığı kadar derinlere çöktüğünü insanın, uçurumun kıyısına gelince farkettim. Birileri öğretmese bile benim nasıl yaşarsam daha iyi olacağını öğrenmem gerekirmiş. Bilmeden bilmediği bir yolu yürümenin akıl kârı olmadığını bilemedim.
Hayvanlara, bitkilere bile iyi davranmak gerekiyorken, çevresindekileri adam yerine koymamanın, kişinin kendisinin adam olmayışıyla ilgisi varmış. Karalamak yaralamakmış, eleştirilenler, tenkit edilenler, aşağılara düşermiş. İyilik yapmak için eleştirmek, bilmeden zarar vermekmiş, hep savaş içinde olmakmış, hep kan kaybetmek ve kan kaybettirmekmiş, bilemedim.
Kendini yetiştirmek, bir iki cümle bir şey bilmek değilmiş. Bilen, davranışlarının güzelliğiyle anlaşılırmış, konuştuğuyla değil. “Hayatındaysa bir şey, o şey senindir, hayatında değilse bir şey, konuşsanda o şey senin değildir” diye bir gerçek varmış. Yaşamaya yeterli ağırlığı vermeyi, önce davranşa geçirmeyi, zor da olda doğru bildiklerimizi yaşamayı yeterince becerememişim. Hayatın akışını cüzi irade ile benim yönetebileğimi ve en ufak bir ayrıntının bile çok önemli ve anlamlı olduğunu bilemedim. Bir çivi eksikse batarmış bir gemi. Tutacağı bir el yoksa kayıverirmiş bir insan, gülümsemesi yoksa bir yüzün, kutuplardan bir demet kar oluşmuş konuşulanlar. Her şey bende başlayıp bende bitermiş bilemedim.
Sadakam azsa zenginliğimde azmış. Gönül zengin olmadan kese dolmuyormuş. Üç kuruşluk hesap için harcanan sevinçlere hiç bir şey değmiyormuş. Vermeye aşık olmadan, bereket sevgilisine kavuşulamıyormuş. Yaşamadığım değerlerim bana pahalıya maloluyormuş. Beni ben yapacak minik detaylar olmadıkça, bunlar ruhuma dolmadıkça, açlıktan bunalan ruhum sıkışıyor ve daralıyormuş. Ben bunu çocuğun gürültüsünden, eşimin istediğimi almamasından, değer görmediğimden sanıp onlara patlıyordum. Sıkıntılar benim içimdeki boşluktan geliyormuş. Razı olup rıza gösteremediklerimin arkasında, besmeleyle pişmeyen aşın, sevgiyle yaslanmayan başın, şükürle bitmeyen işin etkisi varmış, bilemedim.
Huzurla ve huşu ile kalkmayınca namazdan, iliklerin titremeyince okunan ezandan, secdede kendi yaptıklarına ya da yapamadıklarına dökmediğin göz yaşından kalp mahrum kalınca, her şey dert, her şey sıkıntı, her şey huzursuzluk kaynağı gibi gelirmiş, bilemedim.
Kendisini düzeltmekle meşgul olunca insan, diğer sıkıntıların düzelmesi için önce kendine düşeni yapar sonra da daha kolay “bu benim imtihanım” diyebilirmiş, bilemedim.
Kendimi ve işlerimi düşünmekten, başkaları hep ilgi alanıma teğet geçti. Yaptım yapmasına biraz yardım fakat, sıcacık bir gülümsemenin, saygı ile ve sır tutarak dinlemenin ve bir iç sıkıntısını gidermenin, sıkıntıda olanlara yardım edivermenin, yüzlerce rekât nafile ibadetten daha hayırlı olduğunu bilemedim. Faydalı olmanın ağırlığını, toplum için önemini ve bana katacaklarını bilemedim.
Önemini bilemediklerim yokken kendime gelemedim. Ömrüm geçip gitmiş, geri çeviremedim. Bir yaşıma baktım, bir yaşadıklarıma. Ben bunları baştan bileydim, şimdi daha farklı ve daha iyi yerlerde olurdum. Düşündüm, yine de şükrettim, son nefesimi vermediğime, bunları yapamıyacak durumda olmadığıma ve mezarda olmadığıma. Yaşım sekseni bulsa da, Allah’ın kullarına uzattığı merdiveni yukarı çekmeğe hazır. Tırmananlar yükseliyorsa, tırmanacağım inşallah.
Allah’ım, bilemediklerimi bildirecek arayış, hayata geçirecek inanç ve kararlılık ver. Son nefeste bile af mümkünse ve o ne zaman bilinmiyorsa, o zaman acilen, benim iç dengelerimi oluşturacak anlayış ve yaşayışın hayatımda olması için gerekeni nasip et ve kesintisiz talebimi kabul et. Anladım ve öğrendim ki, içten denge kurulmazsa, dıştan ancak denge bozulurmuş. Cümle kulların ile birlikte, dengede olayım, dengede kalayım ve dengede olunmasına katkıda bulunayım, ne olur Allah’ım.
Zerrelerin adedince yakarışımızı makbul say ve cevap lütfet Allah’ım.

Saliha Erdim

14.02.2010

Vakıf Ağabeylerle bir Hasbihal

Aziz Sıddık ağabeyler;

Öncelikle siz sevgili ağabeylerimize arz ediyoruz ki, her gün dersini hocasına okuyan bir talebe gibi, Nurdan aldığımız feyizlerimizi, her vakit için sevgili ağabeylerimize arz edelim. Risale-i Nur’un hakikati ve feyzi, beni minnettarane, bir parça Nur hizmetleri —Tasarrufumuz dâhilindeki talebeleri; dava şuuruna sahip, Risale-i nur’u bir hayat tarzı, bir yaşam biçimi olarak benimsemiş birer birey haline NASIL getirebiliriz?–namına konuşturmuş ve benim gibi konuşan çok kalblere hayat verebileceği kanaatine vararak aşağıda yazılı veçhile bazı müşahedelerimi engin hoşgörünüze sığınarak, kaleme almış bulunmaktayım.

Lahika Mektupları ve Ağabeyler

Talebe mezun olduğunda; bu hizmetin yapı taşlarından olan ağabeylerini tanıyacak, en azından bu hizmetin bu güne nasıl geldiğini bilecek, dava şuuruna sahip, şuurlu bir seviyeye getirilmesi… bazı nur dershanelerinde 2-3 yıl kalıp aynı zamanda hizmet geçmişi olan nice talebe var ki; hizmetin yapı taşlarından olan ağabeylerimiz hakkında(nasıl bir dava şuuruna sahip oldukları, nasıl bir hizmet hayatı geçirdikleri vb.) maalesef hiçbir malumat sahibi değil. Gerçek şu ki; Nur hizmetinin bir ayağı imani mevzular iken, diğer ayağı da lahika mektuplarıdır. Talebeye her iki noktada rehberlik etmek gerek…

Evet, Risale-i Nur’un te’lifi, zuhuru ve neşriyle beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’âniyenin tâliminde ve ifasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vâki olacak binler ahval ve hücuma mâruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’âniyenin inkişafında suhulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.

Hem lâhikaların bir kısmı ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevîdir. Nitekim yüzer vakıalar, hadiseler ve meselelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir.

Risale-i Nurların Okunmasındaki Keyfiyet

Talebeleri; Risale-i Nur’un; sadece “okuma saati” içinde okunan, dershanede kalmak için okunması gereken bir kitab olarak görülmesinden kurtarmak gerek. Bu sorun giderilmediği içinde talebe sadece dershanede “okuma saati” içinde Risale okumakta; diğer boş zamanlarında ve yazları; yani dershane haricinde okumamaktadır.

Hâlbuki talebe ömrü boyunca başında bir vakıf olduğu halde risale okuma imkânına sahip olamayacaktır. Dolayısıyla himmetimizi âli tutup, talebeyi; her nerede olursa olsun, hangi şartlar içerisinde bulunursa bulunsun, öyle bir aşılamak gerekir ki- yemek yemeğe, su içmeye ihtiyaç hissettiği gibi- Risale-i nuru okumaya ihtiyacını hissettirmeliyiz. Bunu da ancak keyfiyetli bir Risale okuma şuuru kazandıracak uygulamalarla yapabiliriz.

Örneğin Pilot bölge olarak Dershanemizde 2-3 senedir uyguladığımız; zaman kısıtlaması yapılmayan, herkesin serbest olarak risale okuduğu, vakıf ağabeyin sadece kontrolör vazifesinde bulunduğu; bir “keyfiyet” uygulaması, çok güzel neticeler husule getirmiştir. Bu neticeler; aynelyakin beraber kaldığımız talebeler de; hakkalyakin de kendimizde -yazın cazibedar lehviyatların yoğun olduğu ortamlarda bile risale okuma- suretinde bizzat yaşayarak müşahede ettik.

ADAB-I MUAŞERET Uygulamaları

Risale-i Nur’un bir yaşam tarzı olarak benimsetilemediği için; yeni talebelerin eski talebelerin boyasıyla boyandığını göz önüne alırsak; özellikle eski talebelerde, Adabı Muaşeret kaidelerini kendi şahsi hayatlarında yaşayamadıklarından dolayı ciddi sıkıntılar göze çarpmaktadır. En basitinden örneğin; “tuvalet adabına” ehemmiyeti talebelere kavratılamadığından, yapılan ibadetlerin sıhhati sıkıntıya girebiliyor. Vakıf ağabeylerimiz bu meselenin ciddiyetinin farkında olup, eski talabe ile bizzat himmetini sarfedip ilgilenerek, adabı muaşeret uygulamalarında rehberlik etmeleri gerekiyor.

Nur dershanelerinden Ayrılmalar

Dershaneye yeni Gelen Her Talebenin Muhakkak zamanla budanacak tarafları olur. Çok dehşetli bir ortam ve zamanda yaşıyoruz. Günün büyük bir kısmını dershanede geçirdiğimiz için, talebenin dışardan aldığı yara-bere’leri bazen göremeyebiliyoruz. Dolayısıyla Talebenin dışardan aldığı yaraları zamanında tedavi edemediğimiz içinde; talebe dershaneden çıkma sürecine gidebiliyor.

Her talebenin onu hizmete kazandıracak bir yanı vardır. Bu noktayı ferasetimizle keşfedip, muhatabımızı bu noktadan kullanıp; talebenin yönünü Risale-i Nur’u okumaya sevk edebilir.

İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. 99’u kapalı olsa muhakkak bir tanesi açıktır. O kapıdan girip talebeyi içten fethedebiliriz.

Bir talebe dershaneden çıktığında hemen ardından niye dershaneden çıktığı konusunda nice yorum yapar (sigara içiyordu, sinemaya gidiyordu, top oynuyordu, internete takılıyordu, v.b.) ve ardından dosyasını kapatırız.

Ama şu noktayı hep göz ardı ederiz: şeytan bir talebeyi dershaneden çıkartmak için türlü desiseler, oyunlar, tuzaklar kurarken; “Acaba ben o talebenin dershaneden çıkmaması için ne tür faaliyetlerde bulundum, O talebenin gönlünü kazanmak için ne yaptım?” gibi soruları nefsimize sormak bazen aklımıza gelmiyor.

Bir talebeyi hizmete bağlayan, öncelikle o dairenin vakfı ve diğer talebelerle arasında kurduğu “gönül bağı” na bağlıdır. Bu bağ kuvvetlendikçe talebe önce gemileri yakıp dershanede kalmaya karar veriyor; ardından da risaleyle baş başa kaldığında; zaten asıl terbiyeyi risale yapar; artık onu hizmetten koparacak diğer sebeplerde bertaraf oluyor.

Hali hazır imam hatiplerimizin uyguladığı “haset etme, kin gösterme, …” yani şunu yapma, bunu yapma gibi emir ifadelerinin çoklukla medreselerimizde kullanıldığı vakidir.

Hâlbuki üstadımızın bu yaraya merhem olarak gördüğü şu cümleleri kendimize düstur edinmek gerek…

“İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, Hased etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar.

Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”

Yani; başlarda dediğimiz gibi her talebenin muhakkak onu içerden fethedecek bir tarafı vardır. İşte bu noktada devreye girip talebeyi; dershane içinde uygun görülmeyen hallerden kurtarabilecek şekilde dershane içinde öyle bir ortam oluşturulmalı ki, talebeye dışarı çıkıp o kötü alışkanlıklarını unutturabilsin.

Dershanemizi, monoton bir hayatın yaşandığı, standart bir hayat şeklinin sürdüğü (1 saatlik okuma programı, cemaatle Risale okuma, 3 öğün yemek; geri kalan zamanlarda ders çalışma) bir ev değil; keyfiyetli bir yaşam tarzının hüküm sürdüğü, değişik faaliyetlerin yaşandığı keyfiyetli bir hale getirebilir. Zira helal dairesi geniştir. Keyfe kafidir. Harama girmeye lüzum yoktur.

Yani, biraz daha açarsak; talebeye fıtratına muvafık bir vazife daire içinde verilirse; bu talebeyi hem dershane içinde tutacak, hem de hizmette terakki etmesini sağlayacaktır…

 

Talebeyle İstişare

Şu anda yenidünya düzeninde hemen hemen her alanda öğreten merkezli değil, öğrenen merkezli bir eğitim modeli uygulanmaktadır. Yani vakıf merkezli bir dershane sistemi değil; talebenin merkezde olduğu bir medrese sistemine ihtiyaç vardır.

Bir dershanede işi yapan her zaman için eski talebedir. Vakıf Hizmetin vitrindeki görüntüsüdür. Hal böyle iken medreselerde vakıfların benmerkezcilikten kaçıp talebeyi de yönetimin birer ferdi olarak görmesi gerekir.

Talebelerin fikirlerine her zaman için değer veren bir vakıf; Allah’ın izni ile istişare olduğu için hiçbir kaybı yoktur. “Ben her şeyi biliyorum”, “Talebenin bana vereceği bir şey yok” gibi talebeyi güdülecek koyun gören bir düşünce için iki taraflı bir kayıp ve manevi sorumluluk vardır.

“Talebesiyle devamlı meşveret eden bir vakıf; iki taraflı bir kazanca sebep olur.”

 

Sözde değil, Özde Kalbi Tesanüd

Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle siz kıymettar ağabeylerimizle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz.

Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.

Ancak ağabeyler arasındaki tesanüdün sağlanmasına engel olan şu ki; her bir ferdin fıtraten farklı bir meşrepte olması… Bu noktada üstadımız gene imdadımıza yetişiyor ve mükemmel bir düsturu hayat sunuyor… Dolayısıyla bu hizmete gönül vermiş bütün ağabeylerimizi ferasetimizle nasıl bir meşrep üzere bulunduklarını keşfedip, beşeriyet cihetiyle zayıf noktalarını dikkate alıp, sözde değil özde, kalbi bir iletişim kurabiliriz.

Nazarımızı; Aramızdaki, fıtrattan kaynaklanan meşrebi ayrılıklara değil de, hizmet ortak paydasına çevirmeliyiz.

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, kudsi hizmetimizdeki Dava kardeşine karşı haksız olarak, sözde olmasa dahi kalbi olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir.

Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir.

Öyleyse, bu hizmette olan bir kardeşine hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.

Üstadımıza kulak verelim;

“Rica ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeye ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz.
Çünkü, Hüsrev’le Feyzi’de benim gibi insanlardan tevahhuş ve sıkılmak var. Hem birbirine bir derece meşrepçe ayrıdırlar.

Ve Sabri ise, akraba ve tarz-ı maişet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile bir kaç vecihte alâkadar ve ihtiyata mecburdur.

İşte üçünüz bu ihtilâf-ı meslek ve meşrep haysiyetiyle o dağdağalı koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde herhalde tam tahammül ve sabredemediğinizden ben telâş edip vesvese ediyorum. Çünkü, pek az bir muhalefet bu sırada pek zararı var.”

 

Su-i Zan Hastalığı

Risale-i Nur şakirtlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbirini itham etsin. Belki “Filân talebe bize casusluk ediyor der, tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zaten sırrımız yok; fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.

Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilâfı çıkarma

Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır.

Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden Ahsen.

İnsan hatâdan hâli olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır.

Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz.

Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.

Beğendiğin şeyde ifrat etme.

Bir derdin dermanı başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur.

Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

 

Elhasıl:

Evet, sevgili ağabeyler.

Biz Allah’tan, Kur’ân’dan, Habib-i Zîşandan ve Risale-i Nur’dan ve Kur’ân dellâlı siz sevgili ağabeylerimizden ebediyen razıyız.

Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok.

Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok.

Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz.

Gün geçtikçe, rızası içinde Cenâb-ı Hakka vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz.

Bilâ istisna bize fenalık edenleri Cenâb-ı Hakka terk etmekle affetmek ve bilakis bize zulmeden o zâlimler de dahil olduğu halde herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilân eden Hazret-i Allah’a hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.

Cenâb-ı Hak, zayıf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakîl tahmil edilen siz sevgili ağabeylerimizden ebediyen razı olsun ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün. Âmin.

Vesselam

Hasan TAYFUR

www.NurNet.org

Dr. Sadullah Nutku’yla İlgili Hatıralar..

PEK MUHTEREM MERHUM  VE MAĞFUR DOKTOR SÂDULLAH NUKTU AĞABEYDEN BİRAZ BAHSEDEĞİM

Bu mübarek zatla aramızda bazı hatıraları bahsetmeden önce: Beynelmilel bir da’va olan NUR davasının temeli nasıl atıldı? Sorusunun cevabını araştırmaya gayret edeceğiz.

Bu hak da’vanın yürümesi için hiç tahmin edilmeyen kimseler bile, sürgün ve hapishaneyi göze alarak, yani ne pahasına olursa olsun “Fıtrat fıtri olmayan şeyi red eder” kaidesi gereğince günahlardan korunma gayretini taşıyanlara, Allahın avnu inasyeti yetişip onların mantık ve vicdanlarını bencillikten kurtarıp Hak dava olan Nurculuk davası âleme yayılmasında az da olsa yardımda bulunup, insanlığa iman hakikatlerini yayma davasına ciddi sahip çıkmayı Rabbim onları sevk etti.

Üstadın birinci talebesi olabilen Merhum Hulusi ağabeyden başlayarak, Risale-i Nurların yazılmasında hisse alan Merhum Şamlı Hafız Tevfik ağabey, Merhum Hüsref ağabey, onları takip eden, Merhum Zübeyir Gündüzalp ağabey, Merhum Yahşi Şaban ağabey, Merhum Ali İhsan Tola ağabey; Mustafa Sungur ağabey, Abdullah Yeğin ağabey, Ahmed Aytimur ağabey, Hüsnü Bayram ağabey, Badıllı ağabey, Mehmed Fırınci ağabeyler ve isimlerini sayamadığım daha birçok ağabeyler, tarif edilemeyecek fedakârlıkları yaparak, Nur hizmetleri dünyanın dört tarafına yayılmasına sebep oldular. Hatta sav köyünün iki hacı ve bir hocası hariç bütün köy Risalei Nurları teksir etmeye gayrette bulunmuşlardı.

Bugün Risale-i Nur camaatinin dışında hangi cemaatte Nur hizmetine kendini feda eder gençler gibi vakıf gençlerin eşlerini bulabilirsiniz. Bu mübareklerin sayısı binden fazladır. Yut içinde ve yurt dışında bir dershaneye kapanıp insanların bilhassa laik okullarda imansız bırakılan gençlerin imanlarını kurtarmak gayreti ile, o gençlerin imanlarını tehlikeden kurtarıp onların kalplerine imanı aşılamak için orada, yani dershanelerde sabrederek gençlerin kafalarından şüpheleri silmek için beklerler. Arkadaşları gayri meşru yollarda gece gün koşarken, bu mübarekler harama değil meşru hakları olan evlenmeyi bile ya tamamen terk, veya ne kadar geçe braksalarsa kâr bilerek hedeflerine ulaşmak için devam ederler (Allahıma bin şükür Nurullah isminde benim de bir oğlum 18 sene dershanelerde hizmet etti).

Öteki cemaatlerden çok kimse Ashabı Suffayı ve Peygamberimizin a.s.m.”İnsanların hayırlısı insanlara hayrı dokunandır” Hadisi şerifini unutarak, (nasıl olur evlenmemek) Peygamberimiz a.s.m. evlenmeyi emretmiştir gibi sözlerle tenkide yöneliyorlar. Okullardan gelen dinsizlikten korunmak için evlatlarını okula göndermeyerek, bazıları, imam hatipten çıkan imamlara bile imam hatap yani (odun hoca) diyerek, dinden olmamak için okul düşmanlıği ile hayatlarını devam ettiler. Bir derece haklı olarak, Dinsiz kalmak daha kötü. Çünkü Risale-i Nurlar tam yayılıncaya kadar 1970 şe akar açıkça namaz kılan ilk okul öğretmenini göremezdiniz. Elhamdülililah o putları Risale-i Nurlarla ve Nura talebe olan talebelerin Gayreti ile bugün Çok Profesör Doktorlar takva sahibi olup tadili erkânla namazlarını çekinmeden kılıyorlar. İtiraz eden entel tabayada Nurdan aldıkları kuvvetle mukni cevap verebiliyorlar.

Bu fakir her nekadar evladı fatihandan biriyim ama Türkiye’mizde din aleyhine yapılan inkilaplardan ötürü oranın lideri Yugoslavya lideri Tito ile Adnan Menderesin anlaşmalarıyla Türkler Türkiyeye gelebilir. Bu anlaşmadan sonra Türkiyeye 1952-60 arasında Türkler. Arnavut, Boşnak ve Pomaklarda Türk olmak için nüfus dairesinde memura rüşvet verip o tarihlerde 2,5 000.000 nüfüs Türkiye’ye göç etti .

Bu fakir her nekadar evladı fatihandan biriyim ama Türkiye’mizde din aleyhine yapılan inkilaplardan ötürü 1959 de bize Risale-i Nur eserleri geldikten sonra karar değişti ve 2 defa bu eserleri ve Nur cemaatını görmeye geldikten sonra ancak 1970 te bugünkü parayla 15.000 lirayla benden başka çalışanım olmadıği halde 8 nüfusu bir minibuse atıp geldim.

O zaman Nurcuların gazatesi olan Yeni Asyanın neşriyat binasına gittim ve Dr. Sadullah ağabeyin muayenehanesi gazete binasında olduğu için oraya giderdim Dr. Merhum Sâdullah ağabeyle orada görüşürdüm.

Çok takva sahibi Sadik Nur talebesi Merhum ve magfur Dr. Sâdullah Nuktu Ağebeyden Birkaç hatırayı nakletmeğe başlıyorum:

1- Geldiğim zaman şimdi bulunduğum K. Çekmecede suyu, elektriği, yolu olmayan çayır gibi bir yerde bir evcez yapabildim, evin altı döşemesiz olduğu için 2 yaşında olan Fahrettin oğlum üşüyüp öksürmeye başladı. Dispansere götürdüm bir hanım doktora muayene ettirdim ilaç yazdı ilaçları içti öksürük aynı devam ediyor, tekrar götürdüm gene ilaç yazdı, çocuk ilaçları içtiği halde üksürük kesilmedi. Broşit olacak korkusu ile çocuğu kucağıma aldım trenle Dr. Sâdullah ağabeye gittim. Aldı baktı Buradaki doktorun yazdığı ayni ilaçları yazdı . Fakat reçetenin başında Arap harfleri ile “BİSMİLLAHİŞŞAFİ yazdı ve bana Şifa Allahtandır dedi” sordum borcum nekadar dedi 10 lira, sonra aklına geldi bana sen muhacirsin senden para alınmaz dedi ve para almadan beni uğurladı. Çocuğu eve getirdim çocuk ilacı 2 defa içti hastalıktan öksürükten eser kalmadı.

2- Bir gün gittim muayenesine, bana “kaç evladın var?” dedi. “4” dedim, büyüğü ne yapıyor ikincisi ne yapıyor teker teker sordu? Benim bir kızım var, Laik devletlerin okullarında manen bir şey vermedikleri için onu hiç bir gün okula göndermedim, onu ben okutarak 6 yaşındayken ona hatim ettirmiştim ve çok düzgün mahreç ve tecvit üzere hatasız Kur’an okuyordu. Korkutup bazen dövmek icap ettiği için babalar evlatlarını Hafız yapamazlar bu sebepten hafızlığa çalışırken ben onun derslerini dinleyemedim, evimden 1,5 k.m. uzak çok sevdiğim İbrahim Çetin isimli, Nur talebesi bir cami imamı hocaya 4 sene götür getir elhamdülil-lah Hafize oldu. Şimdi de Üniversite talebelerine Nur dersi verir.

Dr. Sâdullah ağabey evlatların ne yapıyor sorusuna? Kızım hafızlığa çelışiyor dedim. O bana,” Kardeşim! Risale-i Nur okumazsa emeğin boşa gider dedi, çünkü 1000 seneden beri birikmiş bugün önümüze çıkmış bir dalalet var ondan kurtulmak için yalınız Risale-i Nur eserlerinden istifade etmekle olur, çok hafızlar şarkıcı olmuş Sadettin Gökkaynak ta hafız ama şarkıcı olmuş ” dedi.

3- Gene bir gün muayene hanesine gittim çok fazla hastaları olmadığı için, Dava adamı olan Dr. Sâdullah Nuktu ağabey çok ciddi meselelerden bahsetti, bana ders verirdi biz konuşurken Ezan-ı Muhammedi okumaya başladı, bana camiye gidelim mi dedi. Gidelim Ağabey dedim. Nuru Osmaniye camisine gittik. Caminin kapısına geldik, bana sen gir ben şimdi gelirim dedi ben camiye girdim oturdum. Önümden sarıklı cübbeli biri geçti baktım ki Dr. Sâdullah ağabey. Ve yürüyor yavaş yavaş insanları rahatsız etmemeye dikkat ederken saflardan geçerek en ileride bir yer buldu oturdu. Sonradan öğrendim ki Dr. Sâdullah ağabey, alameti küfür olan şapkalının arkasında namaz kılmıyormuş.

4- Merhum Dr. Sâdullah ağabeyin evi Beşiktaş ta zemin katta imiş. Gazete binasından taşındıktan sonra, evinin bir odasını muayenehane yapmış, hastaları orada muayene ediyordu, bir gün bölük çağında kız kardeşim biraz rahatsız oldu, muayene ettirmek için Dr. Sadullah ağabeyden başkasına mı giderim dedim. Adresi öğrendim Beşiktaş’a gittim ve muayene etti. Kadınları muayene ederken elbisesini soymadan elbisesi üstüne kalp atışlarını dinledi ve kadınların yüzüne bakıp görmemek için kafasını yan tarafa çevirdi öyle kardeşimi muayene etti. Ettikten sonra kardeşimin yüzüne bakmadan kardeşime nasihat’e başladı. Ve dedi Kardeşim sen hasta değilsin asıl hasta sokakta tesettüre riayet etmeyip Allahın kanunlarına karşı gelenlerdir. Seni tebrik etmek lazım sen onlara uymamışsın, Allah’ın kanununa uyarak tesettüre bürünmüşsün Maşaallah dedi.

5- Merhum Dr. Sâdullah Nuktu ağabey hayatının son yıllarında Polislere Risale-i Nur dersi yaparken yakalanıp yanlış hatırlamıyorsam 3 ay hapis yattı. Hapishaneden çıktıktan sonra, Balıkesirli Dr. Mehmet Kardeş ile beraber Fatih semtinde bir muayenehane açmışlardı. O sıralarda epey hocalık yapan teyzemin beyi boğazından hasta olup sesi kesilmişti. Doktorların kararı onun o hastalıktan kurtulması için ses tellerini kesip nafes almasını boğazından değil boğazı altına bir hortum koyup, ancak öyle yaşabileceğini karar verirler. Ben ona çok acıdım ve dedim, gel bizim doktormuz Dr. Sâdullah ağabeye seni götüreyim. Götürdüm muayene etti ve enişteme bunu yiyeceksin bunu içeceksin , sigara dumanı olan yere girmeyeceksin dedi. Halbuki o çok sigara içerdi. Doktor ağabeye muayene ettiği hastası hoca olduğunu anlatınca, sevindi bir yarım saat kadar kendisine güzel bir nasihat etti. Daha önce dediğim gibi reçetenin başına Bismil-lahişşafi ile başlayarak ilaç yazdı. Ondan sonra benim eniştem Ağabeyin tavsiyelerine uyarak iyileşti boğazının ses tellerini kesmekten kurtuldu Elhamdülillah.

6- Bunuda Bir hoca efendiden işittiğimi nakledeyim 1960 li yıllarda Suudi Arabistan, Türkiye den gönüllü Doktor istemiş Dr. Sâdullah ağbey hemen yazılıp gitmiş. Oradayken tabii hac zamanı geliyor. Dr. ağabeyimiz hac ederken, tabii o zaman Beytullah ta Medine-i Münevverede deki cami de şimdi ki gibi gelişmiş vaziyette değil, Yani beton ve çini döşenmiş şeklinde değil. Beytullahın ve Medine-i Münevveredeki camiin dışında, her taraf kum. Dr Sâdullah ağabey kumlarda namaz kılarken buradan giden Türk hacıları Dr Sâdullah ağabeyi kumlarda namaz kıldığını görünce, ağabey namazda iken önüne bir seccade atıyorlar. Dr. Ağabey selam verdikten sonra. “Kardeşim ben seccadede namaz kılmaya gelmedim, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin kıldıği kumlarda namaz kelmaya geldim” demiş. Ve hatırladığıma göre Fatih semtinde muayene hanesinden çıkıp ana yolun karşısına geçerken araba çarpmıştı ve ruhunu Rahmana Teslim etmişti. Cenaze namazında bulunmuştum Elhamdülillah ve Eyüp Sultan kabristanına defnettik.

İşte Öyle bir babanın bıraktığı oğlu olan, Prof Dr. Mustafa Nuktu Ağabeyimiz Nur talebelerinin kendisi ile iftihar edecekleri şahsiyettir. Allah onun neslini de babalarının ve dedelerinin izinde gitmelerini nasip ve müyesser kılsın. Bu yazıyı okuyanlardan Merhum ve mağfur Dr. Sâdullah ağabeyimize bir Fatiha okumalarını rica ederim.

Nurun kemter talebesi: Abdülkadir Haktanır