Kategori arşivi: Yazılar

Müslüman’ın vazifesi, ümidini her şartta korumaktır

Lahikalar, Bediüzzaman’ın talebelerine yazdığı mektuplardır. Mektuplarda üstad’ın hizmet metodu ve ilmî meseleler yer alır.

O zamanki talebeler bu mektupları, “Üstad bana ne diyor?” diyerek büyük bir dikkatle okuyorlardı. Bugünkü talebeler de bu mektupları, aynı şekilde, “Üstad bana ne diyor?” mantığıyla okurlarsa, çok istifade edebilirler. İşte bu mektuplardan birinde Bediüzzaman Said Nursi, buyuruyor ki: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar vermez. Sizler lüzumsuz onların dalaletiyle meşgul olmayasınız.” (Emirdağ Lahikası)

Öyle bir hayatın içinde yaşıyoruz ki, günahlar üstümüze hücum ediyor!” diyorlar. Firavun, Hz. Musa zamanında Musa aleyhisselam’a karşı çıkıp, onun tebliğ ettiği Tevrat’ı ortadan kaldırmayı ve insanların Tevrat’a değil, kendi sözlerine uymasını istedi. Firavun, Allah’a değil, nefsine tapıyordu; “Ben Rabb’ım.” diyordu. Rab ve mürebbi aynı köktendir, terbiye eden demektir. Firavun, kendi ahlakını beğeniyor, “Benim terbiyemle terbiye olun!” diyordu.

Firavun isim değil, sıfattır. Müslüman için bütün mesele Firavun’u tespit etmektir. Bana göre bu zamanın Firavun’u “sosyal hayattır.” Çünkü sosyal hayat Müslüman’ı zorluyor, “Bana uyacaksın!” diyor. Bugünkü sosyal hayat günümüz gençliğini bozmak için her şeyiyle seferber olmuştur. Nikâhsız birliktelikler, kahveler, barlar, müstehcen neşriyat, televizyon, internet, tabiatçılık… Bunlara ilave edeceğimiz daha pek çok şey, gençliği dininden, tarihinden, İslam ahlakından ayırmak için çalışmaktadır. Kimyada kıymetli cevherleri ortaya çıkarmak için “bileşikleri” ateşe atarlar. İşte bu yüzden Musa’lar Firavun’un fırınına düşerler. Firavun’u uzaklarda değil, tarih sayfalarında değil yakınımızda aramalıyız. İnsanın Firavun’u onun nefsidir. Çünkü nefis daima kötülüğü ister.

Peygamberlerin bütünü dalalete sürüklenmiş, dinden habersiz, ahlaktan yoksun insanların içinde vazifelerini yapmışlardır. Öyleyse bir Müslüman, kendisine ve çevresine bakıp da ümitsizliğe düşmemelidir!.. “Ben vazifeme bakarım!” diyebilmelidir.

Diyorlar ki: “Peygamber’deki irade bende yok!” Amma her insanda irade var. İnsan şahsi iradesiyle evine zarar vermiyor. Hastalanınca doktora gidiyor. Çoluk çocuğu için çalışıp çabalıyor. Menfaati için müdürüne itaat ediyor. Böylesine bir iradeyle insan, hayatını devam ettiriyor.

İnsan, aklını dinlese aklı ona der ki: “Ümidini kırmanın faydası yok.” Kış mevsimi gelir. Ağaçlar yapraklarını döker, kurumuş dallar ayakta kalır. O dallar bekler. Bahar gelir. Kuru dallar yeşermeye başlar. Öldükten sonra dirilmeyi ispat ederler. Sonra meyve verirler. Bahçıvan da o ağaçlara hizmet eder. Ümitsiz olmaya gerek yoktur. Acemi kaptan karaya oturunca, deniz bitti sanmış. Bu onun yanlış yorumudur. Hayatın her türlü inişi, yokuşu, fırtınası, güneşi varsa; Allah’ın da hâkimiyeti var. Kökler, önüne taş çıksa, taşı parçalayıp yoluna devam ediyor. Böylece Allah bize “Ümitsiz olmayın. Vazifenize devam edin!” diye ders veriyor.

İnsanların çok bozulduğu bu devirde önemli olan insanın yaptığı işte ihlaslı olması, yani Allah’ı razı etme gayesiyle yanıp tutuşmasıdır. Bizim vazifemiz budur…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Müslüman’ın bahar yeşilliğine bakışı!..

Önce İsra Sûresi’ndeki 44. ayetin mealine bakalım, sonra konunun ayrıntısına geçebiliriz.

– Göklerde ve yerde bulunan bütün varlık ve yeşillikler Allah’ı zikir ve tesbih ederler!..

Öyle ise Allah’ı zikir ve tesbih eden yeşillikleri zevkle seyredip gelişmesine şevkle yardımcı olmalı, sebepsiz yere yeşilliği kesip kopararak Allah’ı zikir ve tesbihine engel olma günahına girmekten kaçınmalıdır. Zaten yeşilliğin Allah’ı zikir ve tesbih ettiğinin farkına varan bir Müslüman, sebepsiz yere onu kesmeye, koparmaya, kurutmaya asla razı olamaz. Zikir ve tesbihine mani olma günahını göze alamaz. Yeşilliğin bu zikir ve tesbihinden dolayı Aleyhissalat-ü Vesselam Efendimiz mezarların üzerini dahi yeşillendirmeyi emretmiş, bu konuda bizi düşündüren önemli örneğini de şöyle vermiştir. Yanından geçtiği bir mezarın içindeki mevtanın azap çektiğini keşfedince hemen getirttiği hurma fidanını mezarın üzerine dikerek şöyle uyarıda bulunmuştur: “Bu yeşillik bu mezarın üzerinde Allah’ı zikir ve tesbih ettiği sürece mezarın içindekinin azabı azalır, yahut da kaldırılır!”

İşte bu açıklama, yeşilliğin dünyadan başka ahirettekilere dahi fayda sağladığını ifade eden muhteşem bir duyurudur. Bundan dolayı fıkıh alimleri, mezarların üzerine yeşilliği önleyen beton dökmenin uygun olmadığını bildirmiş, Osmanlı ecdadımız da Allah’ı zikir ve tesbih eden yeşilliklerle dolu mezarlıklar meydana getirme örneği vermişlerdir. Bir kır sohbetinde Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri’ne talebelerinden her biri birer buket çiçek takdim ederken biri eli boş dönmüş. – Koskoca kırda çiçek mi bulmadın da eli boş dönüyorsun? diye sitem edenlere de: – Hangi çiçeğe yaklaştımsa Allah’ı zikir ve tesbih eder halde gördüm, koparıp da zikir ve tesbihine engel olmaya gönlüm razı olmadı, cevabını verince hocasının takdir ve tebriklerine muhatap olmuş. Bu cevap da kitaplara geçecek değerde bulunarak yazılıp bizlere kadar intikal ettirilmiştir. İşte Müslüman’ın yeşilliğe yüklediği kutsal değer, Allah’ı zikir ve tesbih ediyor duygusuyla baktığı bahar yeşilliğinin özellik ve güzelliği… Hele Efendimiz (sas) Hazretleri’nin fidan dikme konusunda bir uyarısı vardır ki; yeşillik yetiştirmenin önemi konusunda bundan daha etkili sözü kimse söyleyememiştir. Şöyle buyuruyor, fidan dikme konusunda:

– Elinizde bir fidan bulunur da onu dikmek üzere iken kıyametin kopmaya başladığını anlarsanız, sakın ‘artık kıyamet kopuyor, fidan dikmenin manası kalmadı’ deyip de fidanı atmayın, dikin fidanınızı!.. Kıyamet kopacaksa sizin dikilmiş fidanınızın üzerine kopsun. Mahşerde, benim de dünyada dikilmiş bir fidanım vardı, diyebilesiniz!..

Demek ki mahşerde dünyada dikilmiş bir fidanın bulunması dahi dikene ümit verecek, faydası söz konusu olacaktır. Kaldı ki, mesele bundan ibaret de değildir. Tarla, bağ, bahçede çalışarak yeşillik yetiştiren köylü ve ziraatçılarımıza ayrıca muhteşem müjdeler de vardır…

– Ekin ekiyor, sebze, meyve dikiyor, mahsul yetiştiriyorsanız sevinin, mutluluk duyun. Çünkü yetiştirdiğiniz meyvelerle, sebzelerle sadece rızkınızı kazanmakla kalmıyor, aynı zamanda sevap da elde ediyorsunuz. Zira, sebep olduğunuz meyveli meyvesiz tüm yeşilliklerden Allah’ı zikir ve tesbih sevabı almak bir yana, ayrıca bunlardan: “Müşteri alsa, hırsız çalsa, inek yese, sinek faydalansa!” sadaka sevabı da alınacağı hadisle bildiriliyor!

Evet, bundan hiç şüphe etmeyin. Efendimiz’in müjdesidir bu. Yetiştirdiğiniz sebze ve meyveden müşteri alsa, hırsız çalsa, inek yese, sinek faydalansa sadaka sevabı vardır yetiştirene!.. Bundan dolayı yeşillik yetiştiren köylüler, ziraatçılar ibadet niyetiyle şevkle çalışırlar işlerinde… Denebilir ki: Her tarafı yeşillendirilmiş bir ülke mi istiyorsunuz?.. Öyle ise insanların İslam’ı öğrenmelerine destek verin, köstek olmayın. Göreceksiniz dinini öğrenen Müslüman mezarların üzerine varıncaya kadar her tarafı yeşillendirecek, hem de ibadet aşkıyla, sevap şevkiyle yapacak bütün bu hizmetleri…

Ahmed Şahin / Zaman

Hoşgörü Nedir?

Hoşgörü ve bağışlama insanı yücelten büyük sıfatlardandır. Dünyada barışın en etkin rolü üstlenen hoşgörü, sevgi ve merhamettir. Peygamberimiz (a.s.v.) o kadar hoşgörü ve merhametliydi ki Müslümanlara en ağır hakareti yapanları bile affederdi. İnsanlıkta, ahlakta ve tüm yaşayışında örnek misal ve güzel rehber olmuştur.

 En yüce ahlaka sahip olan peygamberimizin hoşgörü hakkında bazı hadisleri şöyledir:

‘’Sana zulmedeni affet. Sana küsene git, sana kötülük yapana iyilik yap, aleyhine de olsa hakkı söyle.’’ 1

İnsanlar kendi aralarında daima hoşgörülü ve bağışlayıcı olmalıdır. Çünkü: mü’minin şe’ni de zaten güler yüzlü ve hoşgörüdür. Kalp kırmaktan, insanlara zarar vermekten uzak kalmayı hem dini hem de ahlaki bir görev olduğunu bilir.

‘’Mü’min kişi, diğer mü’mine karşı duvar gibidir. Birbirlerini takviye eder.’’ 2

 Evet, mü’minler bir Şahs-i manevi gibi birbirlerine kenetlenerek kuvvette, düşüncede, maddi ve maneviyatta pek çok birlikleri taşıyarak büyük bir gücü ittifakla sağlar,  münafıkların şerlerinden öylece muhafazaya çalışırlar.

Bediüzzaman, bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir:

“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin, şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.” 3

Bediüzzaman, bu asırda yapılan bütün hücumlara karşı ancak cemaatin şahs-ı manevinin dayanabileceğini dikkatlere sunmaktadır.

Mü’minler arasında birlik ve beraberliğinin sağlanmasını manidar bir örnekle izah etmektedir:

 “Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder.”, “Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip, sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umûmî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakiki bir tesanüt, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.”demektedir. 4

Peygamberimizin (a.s.v.) bir başka hadis-i şeriflerinde insanlar arasında ki muaveneti şöyle buyurmaktadır:

’Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin, birbirinizle iyi geçinin, ihtilafa düşmeyin’’ 5

İslam dini, insanlar arasındaki kin ve düşmanlık duygularının kaldırılmasını, barış ve uzlaşıyı, güler yüzlü, hoşgörüyü, merhameti öne almaktadır. Kaba, kırıcı kin ve nefretten uzak olmayı emreder.

Bediüzzaman, İslâmiyet ile fıtrat kanunları arasındaki ilişkiyi de şöyle dile getirmektedir:

“Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazaneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal (bağlılık) peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden (sarsıntıdan) vikaye eden (koruyan) yegâne bir âmildir.”6

Peygamberimiz (a.s.v.) hoşgörü hakkında başka bir hadıs-i şeriflerinde de şöyle demektedir:

Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, arab olmayana, arab olmayanın arab’a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah’u Teala(c.c) katında en üstünüz, Allah’u Teala’dan en çok korkanınızdır.’’ 7

 Peygamber-i Zişan (a.s.v.) Cenab-i Allah’ın Vahid ve Ehad olduğuna, ulûhiyette insanların o’na ibadet etmelerini, kendi aralarında da maslahatta ve takvada üstün gayrette bulunmaları vurgu yapılmaktadır. Hiç kimse kendi güç ve kuvvetine dayanarak başkası üzerinde üstünlük tasarlayamaz. Çünkü üstünlük tasarlama hakkı yoktur. Allah nezdinde ancak üstünlük takvadadır.

Cenab-ı Allah  (c.c) “Biz insanları kavim kavim yarattık ki birbirlerini tanısınlar diye. Muhakkak Allah katında üstünlük takva iledir.” Buyuruyor.8

Ayet-i Kerimede, Cenab-ı Allah’ın buyrulduğu üzere: insanları kavim kavim yaratması, insanların birbirlerini tanımaları içindir. Yoksa kavimlerin, kabilelerin, aşiretlerin, cemaatlerin menfi hareketlerde bulunmaları ve kaba güçlerini birbirleri üzerinde tatbik etmeleri için değildir. Bu günkü menfi milliyetçilik ve unsuriyetçilik fikri dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de vardır. Oysa Türkiye’nin kültür zenginliğini gösteren değişik milletin teşekkül ettiği mozaiktir. Bu zenginliği kardeşlik bağları ile pekiştirerek bir şahs-ı manevi gibi kuvvette, düşüncede, maddi ve maneviyatta pek çok birlikleri taşıyarak büyük bir gücü sağlamaktır.

Maalesef, 1800 yıllarından başlayarak 1900 yıllarında azgınlaşan Fransız ve İngiliz devleti,  milletimizin arasına ırkçılık tohumları atarak bir yönde Kürtleri, diğer yönde Ermenileri, bir diğer yönde dindar vatandaşları kışkırtarak, isyanları organize ettirmekle, fitne ve fesadı sokmaya çalışmışlar. Bıraktıkları bu fitnelerin sancısını halen bu millet çekmektedir.

Cumhuriyete geçiş dönemlerinde de bu kez, Devlet halkın üzerinde kurduğu kaba güç, istibdat, tahakküm ve hâkimiyet, dindar Müslümanlara yapılan zulüm ve baskılar, milleti tamamen ayrışmalara ve Devlete karşı güvensizliğe itmiştir. Ayrıca, Devlettin Kürt halkı üzerinde yaptığı baskı, temel hak ve hürriyette ve sosyal paylaşımda adaletsizliği, vatandaşın kısmı isteklerini zamanında önemsememesi, özellikle 1980 darbesinde Kürt halkına yapılan zulüm ve baskıların bıraktığı yaraların izleri, birike birike bugün ki olumsuz hadiselere sebebiyet vermiştir.  Bu konuda yazarlarımız, aydınlarımız,  bürokratlarımız ve birçok sivil toplum kuruluşu temsilcileri çok yazı yazmışlar, çok konuşmuşlar… Netice-i kelam: Bu millet artık birlik istiyor, beraberlik istiyor, barış istiyor, aş ve iş istiyor. Kan dökülmesin diyor.

Bütün vurulanların üzerinde bir yürek ağlıyor!

O’da ana yüreği,

Bütün analar bizim,

Artık ağlamasın yüreklerimiz!

Bu millet, Devletten‘’ bir fecr-i sadık bekliyor.’’

Bizden de umman denizinden bir katre,’’anlayana sivrisinek az, anlamayana davul zurna az.’’ misali…

Gene de Dünyada barışın en etkin rolü üstlenen hoşgörü, sevgi, saygı ve merhamet şiarımız olsun.

Rüstem Garzanlı

Kamu Yöneticisi/Diyarbakır

29.08.2012

Kaynaklar

1 -Kütüb-i sitte)

2- Nesai kutub-ı sitte, 2.cilt.

3- Emirdağ lah. Say.70

4-Lem’alar, s: 222

5-Hz.said ebu bedre

6-İşaratü’l İ’caz, Say.125

7-Mesned-i Ahmet hanbel,5/411

8-Hucürat  suresi 13. Ayet

Depresyona girmemenin şartı kadere iman etmektir!..

Her şey bir nizam içindedir. Atomdan güneş sistemine kadar her şey bir nizam içinde doğar, yaşar ve göçüp gider.

Bu çerçeveden bakıldığında eğer bir şahıs kadere tam manasıyla iman ederse külli nizamı anlamış demektir. Külli nizamı anlayan, Allah’ın kendi hayatındaki icraatına razı olur; böylece rahatlar. Gönlümüze göre bir dünya isteriz amma dünya bizim gönlümüze göre olmuyor. O zaman olana razı olmalı ki, dert birden bine çıkmasın.

Mesela tatil gününde pikniğe gitmek isteyen, yağmur yağınca “Zamanı mıydı?” diye isyan eder. Şuurlu Müslüman ise “Bunda da bir hayır vardır.” der ve rahat eder. Şu dünyada öyle felaketler var ki, bu felaketler karşısında insan bazen çıldıracak duruma gelir. Amma gereği gibi iman eden Müslüman için kader, fırtınaya tutulmuş geminin yanaştığı liman gibidir.

Kâinat kitabından bir örnekle bu meseleyi açıklayalım: Mesela küçücük bir çekirdeğin içinde koskocaman bir ağaç, meyveler, yapraklar, vitaminler; yani büyük bir fabrika bulunur. Aynı şekilde küçük bir yumurtanın içinde civciv var. Bu örneklerden anlarız ki, hiçbir hadise göründüğü gibi değildir. Kim bilir o hadise nasıl bir sonuca ulaşacak? Nasıl ki dağlardan çıkan nehirler, bağları bahçeleri, ovaları sular, rızkın artmasına sebep olur; aynen öyle de her hadisenin bir sebebi ve istikameti vardır. İçinde çok hikmetler bulunur.

Başına gelen felaketlere kader nazarıyla bakamadığı için pek çok arkadaş bunalım geçirdi. Onlara diyorum ki; “Depresyona girmemenin birinci koşulu geçmiş ve gelecekle meşgul olmamaktır. Geçmişi bırak değiştiremezsin, geleceği bırak hükmedemezsin; o tarlalar dikenlidir. Bulunduğun ânı İslam’a uydur.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki, “Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yâni, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu, adalet-i İlâhiyenin bir nevi tecellisidir.

İnsan, hücrelerinin sayısı kadar felaketlere namzettir. Bu felaketlerin bütününden insanı koruyacak olan Allah’tır. Müslüman’a yakışan, Allah’tan razı olmaktır…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Kadr ü kıymet bilmek

Unuttuğumuz birkaç kelime ve terkip: Kadir bilmek, kadr ü kıymet, kadirdân (değer bilen), kadr-âşina (değer bilir), kadirşinas (değer bilir), âlî-kadr (değeri büyük)… Kadir (kadr) kelimesi, “güç yetirmek, takdir, şeref ve azamet, itibar, derece” gibi anlamlar taşıdığı gibi “ölçü, miktar” anlamını da yüklenir (karınca kadrince).

Kadir bilmek, zor bir sınavı başarmaktır. Tarih boyunca pek çok kişi kadrinin bilinmediğinden şikâyet etmiş, insanların kadirbilmezliğini yermiştir. İşte Karacaoğlan, “Kadir kıymet bilmez olmuş her kişi / Kadir kıymet bilen yere gidelim“; işte Mazlumî, “Hayırsız komşudan yaman kardaştan / Kadir bilenlerin iti yahşıdır“. İşte üstad Laedrî, “Âsaf’ın mikdarını bilmez Süleyman olmayan / Bilmez insan kadrini alemde insan olmayan“. Ve Hayali Bey’in o yürekler yakan şikâyeti “Ko beni gussa vü hicr ile yanıp yakılayın / Sen var ol kadrini bilmezler ile şâd yürü (Ey sevgili, ben keder ve ayrılık içinde yanıp yakılırken var git sen değerini bilmeyenlerin arasında gününü gün et [elimden ne gelir?]). İlla bu konuda en büyük çığlığı Fatih döneminden bir kadın şair, Mihri Hatun göklere yükseltir. Ben onun beytini ilk okuduğumda, “A Mihri Hatun” dedim içimden, “başka hiçbir şiirin olmasaydı bile, şu iki dize, senin adını kıyamete kadar yaşatmaya kâfi gelirdi.” Diyor ki “Kadri bilinmeyen âşıklar için haşre değin / Döğelim başımızı taşlara aksın yaşımız ([Gelin, koşun,] kadri bilinmeyen âşıklar için başımızı taşlara vurarak ta kıyamete kadar ağlayıp gözyaşı akıtalım!)”

Kadr kelimesinin bu “değerli olma” anlamı senemizin bir gecesini de diğerlerinden ayırıp kıymetlendirir. O kıymet, açık ve sakin bir geceye şavk olur, açıktır, mutedildir. Bin aydan hayırlı, milyon geceye bedeldir. Cebrail ve melekler yer semasında, bir bayrak Hz. Peygamber’in ravzasının kubbesine, bir bayrak Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın çatısına, bir bayrak da Tur dağının tepesine dikmişler, dalga dalga insanları melekliğe çağırıp dualara amin derler. Bu gece denizlerin suyunun bir an tatlılaşıverdiği gecedir. Sabahında kızıl güneşin tepsi gibi doğduğu gece. Bu gece, Kur’ân’ın nazil olduğu ve belki de sabahında Bedir zaferinin vuku bulduğu gecedir. Bir defa olmuş, geçmiştir de biz her sene onun şeref ve hatırasına yeni bir geceyi kıymetlendiririz.

Gülzar-ı Aşk şârihi Hüseyin Vassaf, bu gece için “Ey Kadr-i pür-şerâfet ey leyletü’l-mualla / Müstağrak-ı füyûzun oldukça böyle dünya // Ettikçe gark-ı envâr alemleri hulûlun / Kadr-i celîlin olsun daim senin mualla (Ey şereflerle dolu Kadir, ey yüksekten yüksek gece! Dünya her yıl yeniden senin feyiz ve bereketlerine boğuldukça ve senin gelişin âlemleri nura gark ettikçe, yüce şerefin daima çoğalsın, şanın artsın!)” temennisinde bulunur. Gecesi kadir olanın gündüzünü bayram sayan bizim Yunus ise, “Bize kadir gecesidir bu gece / Ko irte olmasın, seher gerekmez” diyerek Kadir Gecesi’ne eren âşığın, güneşin doğuşunu daima öteleyeceğini dillendirir. Öyle ya, ruh terbiyesi altında yol yordam yürüyerek nefisle mücadele sürdüren Hak âşığı, her türlü afetlerden selamettedir ve hakikat güneşi doğuncaya kadar kazanç üstüne kazançtır. Böyle bir gece insanı zati tecelli ve İlahî vuslata götürdüğü için sabahın gelmesini istemez. Hakikat güneşi kalbine doğan için dünyayı aydınlatan güneşe ne hacet! Bin ay kılıcını üzerinden çıkarmadan gaza eyleyen, gündüzleri oruç tutup geceleri de sabaha kadar ibadetle geçiren erler adına… Bir yıldan bir yıla akşam ve yatsı namazlarını cemaatle kılan, nasip sahibi serverler adına… Her geleni Hızır bilen ve durmadan “Ey Allah! Gerçekten Sen çok affedicisin, affı seversin, öyleyse beni affet” diyenler adına… Bu gece kıymet ve değer gecesidir, kıymetli ve değerlilerin gecesidir. Her geceden bir gece değildir. Her gece kadr olsa kadrin kadri olmaz, her taş mücevher olsa mücevher para etmezdi. Kadirdanlık meziyettir ve kadir bilenler şükür de bilirler. Gelin o halde kadir kıymet bilelim, Kadir Gecesi’nde doğalım…

*

Ah kadrini bilmediğim günler / Koklamadan attığım gül demeti” (CST)

İskender Pala / Zaman Gazetesi