Kategori arşivi: Yazılar

Yalancı İştah Adamı Obez Yapar

Doğrusu bedenimizdeki fazla kiloların da bir israf türü olduğu gerçeği pek de göz önünde tuttuğum bir düşünce değildi. Ta ki mayıs ayında Philadelphia’da 165’incisi gerçekleştirilen Amerikan Psikiyatri Birliği toplantısında duyduğum bir sözün peşine düşene kadar. Orada duyduğum bir cümle, dimağımda yeni bir yol açtı.

Genelde böyle olur, sarf edilen bir ton lafın arasından sadece bir cümle şimşek gibi çakar zihnimde, bir şeyler aydınlanır birden bire. Öyle sırtımda gerekli gereksiz bütün bilgileri yüklenip dönmem toplantılardan.

Obezitenin kognitif terapisiyle ilgili bir paneldeydim. Konuşmacılardan biri, kilo sorunu yaşayan kişilerin “gerçek açlık hissi” ile “yeme arzusu” ya da “can çekmesi”ni ciddi şekilde birbirine karıştırdıklarını söyledi. Bu kavramlaştırma bana hiç de yabancı değildi. Bunu daha önce bir yerde okumuştum, ama nerede? Düşündüm taşındım, hafızanın derinliklerinden bir türlü yüzeye çıkmadı o bilgi, gömülü kalmıştı orada.

Türkiye’ye döndüm. Said Nursi’nin 1921 yılında yazdığı “Lemeat” isimli eseri okurken, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Daha sonra yazdığı “İktisat Risalesi”nin de çekirdeğini teşkil edecek olan, “Zâika (tat alma duyusu) telgrafçıdır; telziz (lezzetlenmek) ile baştan çıkarma” başlıklı bölümde tam da toplantıdaki kavramdan söz ediliyordu. Obezitenin kognitif terapisiyle ilgili son zamanlarda adından sıkça söz ettiren Judith Beck’in daha önce görüp de içeriğini pek beğenmediğim “Beck Diyet Çözümü: Düşüncelerinizi Kilo Vermeye Odaklayın,” isimli kitabını aldım bir koşu.

İnsanın yeme içmeyle ilişkisinde tat alma, koku ve görme duyusunun önemini yazan Zamanın Bedii, “Rezzâk-ı Hakikî”nin rızıkları en güzel biçim ve formda, enva-i çeşit tat ve kokuda yaratarak, muhtaçlar için cazip hale getirdiğini söyler. Ayrıca tat, koku ve görme duyusu rızıklar için bir nevi izinnamedir. Mesela kötü kokan bir yiyeceği yemekten kaçınırız. Biçimli ve güzel görünüşlü yiyecekler iştahımızı daha çok açar. Hele mis gibi kokan bir yiyecek gibisi yoktur. Bu tatlı ve güzel yiyecekleri ilk gördüğümüz andan itibaren vücuttaki salgı sistemi harekete geçer.

Zamanın Bedii, “Zevki baştan çıkarma. Hem, telziz (lezzetlenmek) ile aldatma,” diyerek yeme içmeyle ilgili çok önemli bir uyarıda bulunur. Vücudun ihtiyacı olan rızkı temin amaçlı değil de, sırf ağızdaki tat ve lezzeti tatmin amaçlı yendiğinde, “sonra o da unutur doğru iştiha nedir. Bir iştiha-yı kâzip (yalancı iştah) gelir, başına çatar.” Halbuki “Hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar; doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan.”

Yalancı iştah kavramı hakkında biraz daha bir şeyler öğrenmek için J. Beck’in kitabındaki tanımlara başvurdum. J. Beck, gerçek açlığı ya da gerçek iştahı, “Oruç tutmada olduğu gibi hiçbir şey yemediğimizde midemizin boş olma halinde hissettiğimiz hal,” olarak tanımlıyor. Uzun bir süre yemek yemediğimizde kurt gibi aç oluruz ya, midemizde bir boşluk hissi oluşur, karnımızdan gurultular eksik olmaz, işte böylesi bir andaki iştah Zamanın Bedii’nin “doğru iştah” dediği şeydir.

Bediüzzaman’ın “iştaha-yı kâzip” dediği yalancı iştahı da; gerçekten aç olmadığımız halde ortalıkta yiyecek gördüğümüzde ya da hayalimizde canlandırdığımızda ya da yeteri kadar doyduğumuz halde yemeye devam etme arzusu; başka bir ifadeyle hakiki anlamda aç olmadığımız halde, sırf canımız çekti diye yiyip içme olarak tanımlamak mümkün. Tıka basa yediğiniz bir yemek sırasında, “Karnım doydu ama canım şu tatlıdan ikinci bir porsiyon daha yemek istiyor,” diyorsanız, “yalancı iştah”tan mustaripsiniz ve sadece canınız çektiğinden ya da sadece yeme isteğinden yiyorsunuz demektir.

Bir de “aşırı yeme isteği”nden söz edilir. Bu da, mesela tatlı gibi, belli bir yiyecek için, gibi fiziksel ve duygusal olarak yoğun bir arzu duymaktır. Bu hamilelerin aşermesine benzer.

İşte, bu yalancı iştah, yalnızca “ağızdaki kuvve-i zâikayı (tat alma duyusunu) okşamak” amaçlı yemek yenmesine, yani israfa neden olmaktadır. Bedenimizi birer “yağ çöplüğüne” dönüştüren aşırı kiloların da başlıca sebebi, sırf canımız çektiği için yememizdir.

J. Beck, aşırı kilolu insanların bu üç duygu arasındaki farkı bilmeyip canı bir şey çektiğinde bu arzuyu doyurmak zorunda kalmanın etkisinde kaldıklarını yazar. Bunun önemli bir nedeni de, kilo vermekte zorlanan aşırı kiloluların “açlığa dayanma güçlerinin” olmadığıdır.

Diyet yapmakta zorlanan kişiler acıktıklarında, aşırı açlık sancıları çekerler. Bu his açlık halinin acilen giderilmesi gerektiği duygusunu uyandırır, çünkü açlık hissine dayanamayacakları vehmine kapılırlar. Hemen yiyecek bir şeyler aramaya koyulurlar, buzdolabını açtıkları gibi yiyeceklere ayaküstü saldırırlar. “İhtiyaç” ile “istek, arzu” arasındaki farkı karıştırmaya başladığımızda israfın kapısını da aralamış oluruz. J. Beck’in de dediği gibi, “Pek çok kişi bir haftadan daha uzun süre yemek yemediği halde ölmemiştir.”

Önümüzdeki hafta, açlığa tahammülsüzlüğün iki nedenine yönelik analizlerimi yazmaya çalışacağım nasip olursa.

Mustafa Ulusoy / Zaman

Aleni Oruç Yiyenlere Ne Demeli ?

İmanın bir şubesi de hayâdır, utanmaktır. Bütün Müslümanların gözleri önünde alenen oruç yeyip, sigara tüttürmek ise hayânın yokluğuna, yâni, imanî hasletin zayıfladığına delildir.

Alenî Oruç Yiyenlerin çoğaldığı söyleniyor. İnşaallah böyle değildir.
Muğlalı okuyucum, Orucunu alenen yiyen fâsık-ı mütecâhire keffaret cezası gerekmez mi? diye soruyor.
Bir ata sözümüz vardır. Derler ki:
– İbâdet de gizli, kabahat de… Bu söz hakikatin ta kendisini ifâde etmektedir…
Gerçekten de ibâdetin gizlisinde riyâ olmaz. Rabbimiz ise, riyâsız ameli kabûl eder.
Kabahatin gizlisinde de başkalarını teşvik olmaz. Günahı şahsî kalır, çevreye sirâyet etmez.
Diyelim ki, imanıyla birlikte iradesi de zayıflamış bir Müslüman oruç tutmuyor, bu mecburî mükellefiyetini yerine getirmiyor. Ancak, bunu gizli yaparsa ayrı bir netice var, alenî yaparsa ayrı bir durum bahis mevzuu olur.
Bu günahı gizlice irtikâp ederse, vebâli Allah?ı ile kendisi arasında kalır. Belki günün birinde samimî şekilde tevbe, istiğfar eder; İlâhî afva nâil de olabilir.
Ama alenî yaparsa, yâni, bütün Müslümanların gözleri önünde sıkıntı duymadan yer, içer, üstelik sigarasını da tüttüre tüttüre yoluna devam ederse; artık bu adamın ilâhî afva nâiliyeti imkânsızlaşmazsa da zorlaşır.
Çünkü, imanın bir şubesi de hayâdır, utanmaktır. Bütün Müslümanların gözleri önünde alenen oruç yeyip, sigara tüttürmek ise hayânın yokluğuna, yâni, imanî hasletin zayıfladığına delildir. Artık bu adam imanın bir şubesi olan hayâdan mahrum bir fâsık-ı mütecâhirdir. Fâsık-ı mütecâhirin durumunu ise Hz. Resûlüllah açıkça anlatmıştır.
Bakın, günah ve kusurları gizli işlemekle iktifa etmeyip de aleniyete dökmekten utanmayan adam için Resûlüllah Hazretleri ne buyurmaktadır:
– Küllü ümmetî muâfen illel-mütecâhirîn!..
Yâni, ümmetimin hepsi de ilâhî afva nâil olabilir. Ancak, alenî günahkârlar bundan müstesna…
Demek, günahını alenîleştirmekten çekinmeyecek kadar hayâdan mahrum kalan kimsenin aftan nasîbi zordur. Yâni, herkes ilâhî afva nâil ve lâyık olabilir. Ama bu mütecâhirlerin durumu müstesna. Rabbimiz, rahatsız ettikleri Müslümanların hepsinin de haklarını almak için bunları aftan istisna etmektedir.
Herhalde azâbın en şiddetlisini tattıktan sonra kurtuluş bahis mevzuu olacaktır.
İslâm hukukunda böylelerine, yâni, günahını gizli işlemekle iktifa etmeyip aleniyete dökenlere verilen mâruf bir isim ‘fâsık-ı mütecâhir’dir. Yâni resmen günahkâr. Günâhını açıkça irtikâp etmekten çekinmeyecek kadar cür’etkâr..
İslâm hâkimi huzurunda fâsık-ı mütecâhirin şehâdeti mualleldir.
… Muğlalı okuyucum, ‘Orucunu alenen yiyen fâsık-ı mütecâhire keffaret cezası gerekmez mi?’ diye soruyor.
Fâsık-ı mütecâhir, huzur-ı İlâhî’de öyle bir cezaya uğrayacak ki, dünyadaki keffaret cezası onun için çok hafif kalacak…
Bununla beraber sözü buraya getirmişken okuyucumun sualini de cevaplandırayım.
Özürsüz orucunu yiyen adam, ya hiç niyetlenmeden yer, ya da niyetlenip tuttuktan sonra yer. Niyetlenmeden yiyene sâdece kazâ lâzım gelir, keffaret gerekmez. Ama niyetlenip de (imsâk-iftar arasında) bozan kimseye hem kazâ, hem de keffaret lâzım gelir. Başka bir ifâde ile, keffaret, oruca niyet etmeyişin değil, niyet edip de bozuşun cezasıdır. Bunu daha önce yazmıştım.
… Evet, Allah rahmet eylesin aziz geçmişlerimize. Ne güzel söylemişler:
İbâdet de gizli, kabahat de. Kabahati alenî işlemek ise fâsık-ı mütecâhirliktir.
Allah kimseyi böyle yapmasın… ….
Ahmet ŞAHİN

Son Söz Olarak (Barihudâ Tanrıkorur)

İlk duyduğunda annem, müslüman olduğuma çok üzülmüştü. Türkiye’de, yabancı bir ülkede tek başıma olmamdan rahatsız oluyordu. Annem her Pazar kiliseye giderdi. Oradaki papaza, benim müslüman olduğumu söyleyince, papaz da benim için Allah’tan af dilemeye başlamış. Eski dinime dönmem için birlikte nice duâlar etmişler.

Ben de annemin hidâyete ermesi için çok duâ ettim, ama bu iş, istemekle olmuyor. Allah’ın takdiri… Peygamber Efendimiz, öz amcasını bile istediği hâlde hidâyete getiremediği gibi…

Memleketimde aradığım huzuru bulamayınca İstanbul’a geri döndüm. Dönüşte bana Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis öğretecek hocalar ayarlamışlardı. İngilizce tercüme yapacak birisi de vardı. Âdeta kendimi bir hanımlar tekkesinde bulmuştum. Sorularıma istediğim gibi tatminkâr cevaplar bulabiliyordum. İlk defa Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettim. Kur’ân-ı Kerîm okumayı çok zor öğrendim, bir türlü dilim dönmüyordu. Ama yavaş yavaş, büyük bir sabırla öğrettiler.

Türkiye’de herşeyi yavaş yavaş öğreneceğimi anladım. Yine anladım ki, insanlara ve makamlara takılmamak lâzım!.. Mevlânâ’nın dediği gibi renksiz makama, berrak makama ulaşıncaya kadar hiçbir şeye takılmamak lâzım!..

Süleyman Dede, benim çektiklerimi gördükçe:

“-Bir mevlevînin çilesi binbir gündür. Kızım, senin çilen ne kadar uzun sürdü. Allah seni neye hazırlıyor, bir türlü anlamıyorum!..” diyordu.

Süleyman Dede, bana sık sık:

“-Şu anne-babana mektup yaz; onlar iyi olmasaydı, sen böyle iman edemezdin!..” diyordu.

Türkçe’yi iyice öğrenmiştim. İlk hatmimi indirdikten sonra, hatim duâmda hocam anne-babam için dua etti… Aradan bir hafta geçmemişti ki, Süleyman Dede’yle beraber Amerika’ya dâvet edildik. Orada dört gün kaldık. Oradan da onu, annem ve babamın yeni göçtükleri şehre (Miami’ye-ABD) götürdüm.

Annem-babam, onu görür görmez:

“-Bu, bizim Tevrat ve İncil’de okuduğumuz Süleyman ve İlyas peygamberlerin nûrunu taşıyor.” demişlerdi.

Annem-babam çok bilgili insanlardı; özellikle Tevrat’ı çok iyi bilirlerdi. Onların bu teveccühü de beni Süleyman Dede’ye ayrı bir şekilde bağlamıştı.

Süleyman Dede, orada namaz kıldı. Babam, bizzat yemek yaptı. Herkes onu çok sevdi. Süleyman Dede de, onları Türkiye’ye dâvet etti.

Âilem, 3 yıl sonra Türkiye’ye geldi. Süleyman Dede’yi ziyaret ettiler. Bu vesileyle tanıştıkları Türkleri de çok sevdiler.

Teslim Olmayı Öğrenene Kadar

Süleyman Dede ile tekrar Türkiye’ye döndüm. Bir ara, ona döndüm ve:

“-Ben, daha ne kadar Türkiye’de kalacağım?” diye sordum.

O da:

“-Aklından neden ve niçin sorularını çıkarana kadar!.. Herşeyi sorgulayan Batı kafasından kurtulup teslim olmayı öğrenene kadar…” diye cevap verdi.

Aradan bir hayli zaman geçti. Artık eskisi gibi tereddüt ve endişeler, beynimi kemirip durmuyordu. İşte o zaman Süleyman Dede:

“-Artık gidebilirsin!..” diye izin verdi.

Ama bu sefer de ben gitmek istemedim. Süleyman Dede’ye:

“-Ben, Allah’a gitmek istiyorum, ölmek istiyorum!..” dedim. O ise itiraz etti:

“-Kızım, sen daha otuz yaşlarındasın!.. Evleneceksin, beyine hizmet edeceksin. Allah rızâsını kazanacaksın!..”

Konya’da Hazreti Mevlânâ’nın Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) kutlamasında 17 Aralık 1981’de bir semâ âyini vesilesiyle Cinuçen Tanrıkorur Bey ile tanıştım. Birkaç ay sonra da kendisiyle 28 Ağustos 1982’de evlendim. Sonra öğrendiğime göre, ikamet etmekte olduğumuz evlerimiz birbirine çok yakınmış. Yine beyimin vefatından sonra, günlüğünden okuduğuma göre de, rüyasında ona benimle evlenmesini tavsiye etmişler.

Süleyman Dede, bu evlilikten üç yıl sonra, 1985 yılında vefat etti. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

Son Olarak Okuyucularımıza Söylemek İsterim ki…

Gençler, kültürünüzden, dininizden ve tarihinizden kaçmayın!.. Bunları öğrenin ve onlarla gurur duyun!.. Eğer sahip olduğunuz bu değerlerden kaçmaya çalışırsanız, yok olmaya mahkum olursunuz. Özünüze dönün.

Değerli okuyucularıma da şunları söylemek isterim. Türkiye’ye ilk defa geldiğim 1976 yılındaki ülkenizle şimdiki Türkiye arasında maalesef çok fark var. Müthiş bir Batı hayranlığı, sizi esir almış. Batının teknolojisini alın, ama onun esiri olmayın. Batının kokuşmuş hayat tarzı; sizin dininizi, âile hayatınızı ve örflerinizi alıp götürmesin!.. Buna izin vermeyin!.. Âile hayatının özenle korunması lâzım… Yaşadığınız toprakların altında bir çok evliyâullâh var. Onlar, sizin en büyük yer altı hazineniz!.. Onların ruhları, bu mekânları muhafaza ediyor. Ama siz de onların kıymetini bilmelisiniz.

Batı dünyası bu mâneviyattan mahrum… Toprakları da, ruhları da, mânevî hayatları gibi kurak ve çorak…

Teknoloji geldi, rahatlık arttı, ama huzurunuz kayboldu. Dışarıda aradığınız huzur, içinizde… Birçok kişi yoga ile meditasyonla o huzuru arıyor. Tıpkı benim İslâm’dan önceki çırpınmalarım gibi… Ben de İslâm’la tanışmadan önce, beyhûde yere huzuru oralarda aradım. Ama nafile… Gelin, siz de değerli vakitlerinizi boş yere kaybetmeyin… Huzuru, bulamayacağınız yerlerde aramayın. Huzur, sizde, sizin içinizde, sahip olduğunuz mukaddes değerlerinizde…

Son söz olarak biz de; bu duygu ve ibret yüklü hayat ve hatıralarını bizimle paylaşan Barihuda Tanrıkorur Hanım’a minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi

Kutsal Topraklarda Ulvi Duyguları Yaşamak

Müslüman olan her insanın kutsal toprakları görme iştiyakı vardır.Bu topraklara gitmeden önce hep o iştiyakı yaşayan birisiydim.Mübarek yerleri gördükten sonra bu özlemin boşuna olmadığını bir kez daha yaşayarak anladım.

Medine’ye varışımızla birlikte, ruhum bambaşka bir aleme gitti.Mescidi Nebevide Hz peygamberin(s.a.v) mübarek türbesinin önünden geçerken ve ona selam verirken çok farklı ve anlatılmaz duygular yaşıyorsunuz.

Orada cemaatle kıldığınız namazın bitmesini istemiyorsunuz.Okuduğunuz Kurandan çok büyük haz alıyor ve sanki kuranda geçen olayları yaşar gibi oluyorsunuz.

Bu mübarek yerde dünyanın her yerinden gelen dilleri ayrı,renkleri ayrı, memleketleri ayrı fakat aynı dine inanmış,aynı peygambere inanmış ve aynı fikriyata sahip olan insanlarla birlikte namaz kılıyorsunuz.Sağınıza bakıyorsunuz Pakistanlı,solunuza bakıyorsunuz bir İranlı,önünüzdeki bir Malezyalı ve daha yüzlerlerce farklı ırk ve milletler. Serdengeçtinin deyişiyle bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış, Allaha!.. Âlemlerin Rabbı olan Allaha, o­nun ulu Peygamberine(s.a.v).. o­nun büyük kitabına.. 

Medine de Cennet-ül bakiye,Uhud savaşının geçtiği ve Uhud dağının yanında olan Okçular tepesi,Kuba mescidi,Kıbleteyn mescidi,Hendek savaşının geçtiği ve hendeklerin bulunduğu yerde yapılan mescitleri gezerken insan bu olayların ve savaşların hayaline kapılıyor ve duygulanıyor.

Medine’deki yedi günün sonunda Hz Peygamberimizden(s.a.v)  ayrılmanın verdiği hüzün ve Allahın evi Kabe’yi görmeye niyet etmenin verdiği sevinçle Mekke’ye doğru yola çıktık.Otobüste Mekke’ye doğru giderken çöl ve kum fırtınası bana Hz Peygamberin Mekke den Medine’ye Hicret olayını hatırlattı.Şimdiki şartlarda bile bu çöldeki yolları geçerken insan zorlanıyor.Peygamberimiz hicret yolculuğunu o zor şartlarda nasıl gerçekleştirdi diye içinden geçiriyor.

Artık Mekke gözükmeye başlamıştı.İçimizi Kabe’yi görmenin heyecanı sardı.Mescidi harama giriş ve Kabe’yi ilk görüş.Çok farklı bir duygu.Acaba gerçek mi hayal mi diye içinizden geçiriyorsunuz.Evet Allahın evini görmek herkese nasip olmaz.Bu anı nasip eden Allaha binlerce şükür ediyorsunuz.

Umre ibadetini yapmak için gittiğimiz bu mübarek yerlerde arkamızda bıraktığımız.Ne aile ne çoluk çocuk hiç birisi aklımıza gelmiyor.Aklımız hep ibadet ve manevi ticaret yapmakla meşgul.Acaba ne kadar nafile namaz kılabilirim ne kadar kuran okuyabilirim düşüncesi zihninizi meşgul eder.İbadet yaptıkça daha da yapma ihtiyacı hissediyorsunuz.Ruhunuz dünyevi duygulardan uzaklaşıyor.Uhrevi bir aleme giriyor.

İhramda Kabe’yi tavaf ederken haşir gününün provasında olduğunuz hissine kapılıyorsunuz.Bu  his ile dünyanın ne kadar boş olduğunu anlıyorsunuz.Sizi Müslüman  olarak yaratan Allah’a binlerce şükrediyorsunuz.

Mekke’deki günlerimizin de sonuna geldik.Artık kutsal topraklardan ayrılacak olmanın hüznü içimize düştü.Dolu dolu bir on beş günün sonunda hüzünlü bir şekilde ve mübarek yerleri tekrar ziyaret etme iştiyakı ile manevi yönden huzurlu bir şekilde memlekete dönüş .

Evet Umre ibadeti için gittiğim kutsal topraklar da yaşadığım manevi duygularımı aktarmaya çalıştım.Anlattıklarımın yanında unuttuklarım daha çoktur.Fakat bu mübarek yerlere özlemi olan insanların haklılığına bir nebzede olsa da destek olmak için yazma ihtiyacı hissettim ve yazdım.

Allah herkese bu mübarek yerleri görmeyi nasip etsin.Selam ve dua ile…..

Hamit DERMAN

İngilizce Mukabeleli İkinci Söz Baskıya Hazır

Türkçe ve İngilizce, karşılıklı satırlara tevafuk eden bu risale çalışması, sür’atle istifade edilmesi için önce A4 sayfasına taslak hazırlanıyor. Sonraki zamanlarda ise “booklet” *  dediğimiz bu şekilde kitapçıklar bastırmak üzere düzenleniyor. Elimizde bu tarz çalışmalardan vardır ve kim isterse bizimle irtibata geçebilir.

Bu çalışmalara bizi sevk eden amaçlardan birisi, yabancı dildeki hizmetlerimizi geliştirmek, Risalelere İngilizcede ecnebi kalmamaktır. Başlangıç seviyesinde iken, Türkçe ve İngilizce iki ayrı kitabı karıştırmak yerine, vaktimizi biraz tasarruf edelim niyetiyle Allah’ın bir ihsanı olarak bu işlere başladık. Dimağda bir kolaylık, fikirde bir derinlik ve genişlik, ülfette bir ciddiyet, mânada bir zenginlik, hizmetlerde ise muvaffakiyetler diliyoruz bu çalışmalarla.

Belki başka bir taifenin yapacağı ise, İngilizce Risalelerin seslendirilmesidir, biz ise bu konuda ehil değiliz. Çünkü Türkçe Risaleler bile Risaleleri anlayanlarca seslendirilince daha mânalı oluyor.. yani, Türkçe bilmek yetmiyor.. Bu hizmetlerde birbirimizden haberdar olabilirsek, bu alanda taksimü’l-a’mal hâsıl olabilir.

Not: Elimizde şu an gönderilebilir 2. Söz, 13.Sözün ikinci makamı hazır var. Ayrıca ileride tam hazır olabileceklerden 24. lema, 25.sözden bir parça, 19. Mektubdaki 1. Esas, Hikmet-i Hilkat-ı Alem konulu derleme çalışması, 22. Sözün 1. Leması ve biraz daha fazlası.. gittikçe artacak inşaallah.

(*): Booklet’ler çoğunlukla A5 ölçüsüne göre hazırlanıyor. Microsoft Word belgeleri PDF formatına dönüştürülerek oradan yazdırma ekranında “Sayfa ölçekleme” (Page Scaling) menüsünden “Kitapçık yazdırma” (Booklet printing) seçilirse, oradaki standart ayarlarla yazdırılabilir. Zaten Booklet’e uygun çalışmalarımızı ona göre düzenledik. Renk seçeneği sizin arzunuza göredir.

Buna ek olarak, belge yazdırıldığında tam ortasından ikiye katlanıp üstten ve alttan kırpmak gerekiyor: genişlik 11,5 cm, yükseklik 18 cm olarak ayarlanmalı. Ortasından zımbalandığında, kitapçık okumaya hazır şekildedir.

PDF formatında Kitabı indirmek için Tıklayın

Diğer çalışmalar için Tıklayın

Kıbrıs Magosa Nur Talebeleri Namına Lütfullah

ludevelop@gmail.com
Kuzey Kıbrıs
25/07/12

www.NurNet.org