Kategori arşivi: Yazılar

Bediüzzaman’da Endişe Kavramı 2

Yavuz Sultan Selim‘in önemli endişelerinden biri Müslümanların ittihadı konusudur.

Milletimde ihtilaf-ı tefrika endişesi
Kuşe-i kalbimde bizar eyler beni
İttihatken savlet-i adayı defa çaremiz
İttihad etmezse millet dağıdar eyler beni

Büyük adamların endişeleri ne kadar büyük. Yavuz Sultan Selim anadoludaki meydana getirilen tefrika ortamını Uzun Hasan ile yaptığı savaşta bitirmiştir. Eğer o gün Anadolu birliği sağlanmasaydı bugün ortam çok farklı olurdu. Bu yüzden endişede Bediüzzaman onunla birleşir. Onu ittihad-ı islamda selefi olarak kabul eder.

Hem Allah ile olan münasebetlerinde hem de ümmeti konusunda en büyük endişe imparatoru Cenab-ı Peygamber aleyhisselatü vesselamdır. Ümmetinin menfaatler konusunda birbirine düşeceğinden endişe etmiştir. Bir gün evinde sürekli dışarı içeri girer çıkar, Hz Aişe , “ Ne var Ya Resulallah “ . O’da “ Gökyüzü çok karabulutlarla kapalı korkarım geçmiş peygamberler gibi bir belaya duçar olur ümmetim “ der.

Mehmet Akif bedenini gerektiği gibi kullanmamanın endişesindedir.
Ne bana yaradı cismim ne yara yar oldu
İlahi bu bir avuç türabı neyleyeyim
Der.

Bediüzzaman okuyucularının imanlarının kurtulması endişesi ile eserlerine ihtarlar yazar, İkinci şuanın başında “ Bu risale benim nazarımda çok mühimdir, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşallah” Başkalarının imanı kurtulunca inşirah ve ferah hisseden bir insan. Çünkü bu mühim ve ince iman esrarlarını ortaya koyan risale yine onun endişesinden doğmuştur, o endişeden doğduğu gibi , eserleri de endişeden doğmuştur. Bütün saadetler endişeden doğduğu gibi bütün ihanetler ve sorumsuzluklar ve kötülükler de endişesizlikten doğmuştur.

Daha küçük iken İstanbul surlarını gören küçük Fatih “Ne olur Allah’ım bu şehri ben zaptetsem “ diye , gayeyi hayalini açığa vurur. Doğduğunda babası Fetih Sure-i Muşikafını okuyan baba , ona Fatih ünvanını verir.
Bediüzzaman endişesizliğin talebeliği etkilediği birçok olay anlatır. Sünnet-i seniye risalesi ve Hikmet ül istiaze risalesi bu yönden önemli iki risaledir. Ebedi hayatın inşasında sünnete uymanın getirdiği faydaları , uymamanın getirdiği zararları anlatır. Hikmet-ül İ stiaze risalesinde ise arzuların ve şeytanla mücadelenin büyük bir endişe olduğunu ve insanın dini başarısını hazırladığını anlatır.

İhlas risalesi baştan sonar bir endişe risalesidir. Özellikle Yirmibirinci Lema’nın girişi bir ihlas endişesini yerleştirmek için yapılmış harika bir ifadeler zinciridir. İhlasa dokuz önemli özellik yükler.
Mühim bir esas
En büyük kuvvet
Şefaatci
Nokta-i istinad
Tarik-ı hakikat
Dua-yı manevi ,
Vesile-i makasıd
Haslet
Safi ubudiyet

Hep sempozyumlar yapıyoruz , ihlas sempozyumu yapsak daha vurucu olmaz mı . Bu kadar açık göz ve kurnaz insanın içinde ihlasın düsturları insanı muvaffak yapar mı , bunu araştırmak lazım. Her işte açıkgözler ve kurnazlar önde ise bunun ihlasla ne alakası var. Eğer bu dusturlara uyulsaydı dağ taş nur talebesi olurdu. Girişte zamana, düşmanlara , tazyikat, bida ve dalaletlere yapılan vurgular ne kadar ihlas endişesini zorunlu hale getirir. Bir de bizim halimizi ortaya koyan ifadeler vardır “Bizler gayet az ve zaif ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde “ Peki yük nasıldır.
Gayet ağır
Büyük
Umumi
Kudsi
Ne peki
Kudsi vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye
Nereye konmuş

“ Omuzumuza ihsan-ı ilahi tarafından konulmuş. “Bediüzzaman’ın maksadı hasıl etmek için yaptığı bu yorum düzeni sonunda şu ifade zorunlu ve endişeyi harekete geçiren bir cümledir.

“Elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız”

İslam ve Osmanlı tarihindeki bütün ayrılıkların ve kavgaların özünde bu ihlas konusu var.

Risalede öyle endişeli cümleler varki . Nur talebelerini saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarklarına benzetiyor. Bu çarklar küçük mülahazalarla birbirinin önüne çıkarsa nasıl ahenkle çalışsın fabrika. Müslümanları selamet sahiline çıkaran bir geminin hademelerine benzetir nur talebelerini , hademelik değil beyfendilik, ağalık, despotizm, dayatma, ezme , büzme, ihtirasın hakim olduğu gemide nasıl selamet sahiline gidilir. Aldatmanın marifet uyarlığın enayilik olduğu bir yorum ve yaşam düzeni içinde iyi niyetli ve her hizmete uyar kişilerin garibanlığı mı ihlası anlamak. Lafı menfatlerinine göre uzatıp kısaltan bir yorum düzeni mi ihlası kazanmak. Nur hizmetinin tarihindeki bütün ayrılıkların özünde bu risaleden uzak düşünme var. Bir imparatorluk olacakken küçük dükalıklara dönen bir Anadolu beylikleri ne benziyor manzara.

Bediüzzaman endişeden doğmuştur dedik, onun büyük talebeleri de endişeden doğmuştur. Bir büyük endişe sahibi Zübeyr Gündüzalptir. Üstadın kapısı önünde yatar, olur ki ilk çağırdığında hemen koşamaz diye kendini hırpalar. Zübeyr ! dediğinde o hemen ! Buyur üstadım !” diye hazır olur. Ne ruh.Koşup tarlasını satıp Ayet ül Kübra veya Haşir’in basımı için çalışan odur. Hafız Ali’ Abi’nin “ Bir yolda iki ayakla yürünür “ deyişini bir ihtar kabul edip. Bütün malını mülkünü , aracılara tevzi edip, hizmete koşan adamdır. Bak şu Tahir Abi’nin yüzüne , o köyden nasıl bu büyük ruhlu adam çıkmış, her ihtilafı , her kötü sözü duymak istemeyen bir inanılmaz büyük ruh. “Tahir ahretteki makamını görseydi , delilirdi “ diyen bir Bediüzzaman.

Allah hepimizi endişeli kullarından eylesin.

Prof. Dr. Himmet Uç

 

Cennetten Geliyorum

Geç olmuş yatıyordum
Fakat uyku tutmadı ve kalkıp,
Yakıverdim şamdanı.
Gecenin zülüfleri, seccademin püskülleri

Yatıverdim pusuya
Vakit gelmiş tavına, tecelliyat avına.
Kur’an dinliyorum Davut (a.s.)’dan
Canım da nasıl istiyordu zaten.

Zerrelerimin ihtiyacı, kulaklarımı deliyor
İşte sesler geliyor
Hani bir de ağlamasam!..
Ne kaldı o bayrama dedim de durdum

Kur’an sesi gel diyordu peşimden
Ben de gittim.
Seyyah olup o alemi gezerim
Ve.. peş peşe neler sezerim.

Uykum gitti yücelerin katına
Ne güzelmiş hayal avına.
Sanki canım kuş idi
Seyahatin başlangıcı biraz yokuş idi

Öyle bir yol; yeşillikler, rayihalar peş peşe
Mızrak boyu yakıncaydı, selam verdim güneşe.
Çayır çimen kilim sermiş, geliyorken piyade
Ilık rüzgar, bülbül sesi; Kur’an daha ziyade.

Duygularım şahlanıyor, kalben inlemek gibi
Olmaya devlet cihanda, Kur’an dinlemek gibi.
Şimdi ise nideyim?
Düşündüm ki cennetlere gideyim.

Gittim de gittim.
Yaklaşınca nihayet
Kulağımda şu ayet
“Hüve mevlakum”

“Esselamü aleyküm” bekçilerle karşılaştık
“Ebedi kalıcılar olarak girin cennete” dediler.
Tevhid çekip ilerledim, bakınıp şaşkın şaşkın
Dünyanın tadı yokmuş, ne Leyla ‘nın ne aşkın

Anlatması mümkün değil, tarifinden acizim
Her tarafı ışıl ışıl
Cam göbeği ve yeşil.
Şeffaf şeffaf

Aman yarabbi, ne tuhaf?
Aklımdan. Belkıs geçti
Gezdiği saraylar hiçti.
Binler kere, yüzbinlerin misli misli katmer

Her biri ayrı renkte yıldız var.
Bu ne güzel bir koku,
Her şey var, yoktur yoku.
Geziniyor yetmiş kokulu güller

Sinelerde zehir olmuş, görünmeyen gönüller.
Kullar mesrur,
Her taraf nur.
Her köse şehr-i ayn

Hurilerin terennümü köpüklerden mülayim
İste gelen bir dilber,
Üstünde tüller
Yaklaştı durdu

Hatırımı sordu.
Elinde kadeh var, sunuyor.
Cennette ayak izim, hem içirdi hem içti
Ne kadar gençti.

Ceylan gözlü derler ya, evet öyle
Hem iri iri, hem kuzguni, hem meftuni
Yürüdükçe inci mercan döküyor, iliği gözüküyor
Endam ediyor, boyun büküyor, yürek söküyor.

Sanki düşmüş gökkuşağı kirpiğine takılmış
Yanağında gamzeleri, şule şule yakılmış.
Hele ki tebessümü
Unutturur ölümü.

Gönül ya bu, sevdalandı,
Aklım dolandı.
Arzum sevgim koşuştu
Müşterekte buluştu.

Arzu evse sevgi ona tavandır
Sevgi yoksa arzu zaten yavandır
Dedim ona: Düşte dahi senin gibisi yok idi
Dedi bana: Dünyada iken ibadetim çok idi

Dedim ona: Sizde vuslat var mıdır?
Dedi bana: Boş durması kar mıdır
Dedim ona: Tutalım mı el ele
Dedi bana: Cenneti bir gez hele.

Dedi ve gitti,
ordan seyirtti.
Yürüyorum ileri
Görecektim neleri.

Ayağım çıplak
Kadife toprak
İşte tuba dalları
İşte irem bağları.

İşte güller bülbüller
Lal kesiyor diller.
Ağaçlar meyve yüklü; taru taze her yemiş
Katiyyen beklememiş.

Tanışıklık veriyordu dünyadan fakat çok farklı,
Tatlı mı tatlı
Mehoş mu mehoş
Anlatamam boş.

Güneş vardı, gölge vardı, birbirinden hoş
Ağaçların sesi, kuşların sesi
Ve yolun cazibesi, yürütüyordu beni.
Ayak izleri çoktu

Ne güzel, toz da yoktu.

Sel sebilden su içtim
Sonra bir yere geçtim.
Üç beş arşın aralıkla nehirler
Kenarında sedirler.

Şarap akar, su akar, süt akar
Biri bal, istediğin kadar al.
Ne bıktırır, ne yakar, hep akar

Etrafında mü’minler
Hud hudları dinler
Uzanınca eller
Çekirdeksiz meyveler iner

Bir meltem üfül üfül
Rengarenk gül
Süslü püslü koltuklar var, etrafı altın
Bir güzel ki yaşayışı, cennetteki halkın.

Kimi şarkı okuyor, kimi gergef dokuyor
Kimi çelenk takıyor, kimi kına yakıyor.
Biri dalmış bakıyor, o da ben.

Soğuk da yok, sıcak da
Uçar gibi ayakta yürüyordum
Ve köşkler görüyordum çevrede
Hem de ne kadar muazzam
Azam mi azam.

Dedim şimdi nideyim
Tefe’ül den birisine gideyim
Bahçesinde yavaşça ilerledim
Haşmetinden terledim

Yaklaşınca merak ettim
Acep kimedir nasip?
Kapısında yazıyordu “Ya Cüleybib”
Altın kapı açılınca geriye
Destur geldi, giriniz içeriye.
Merdivenler yumuşak tüylü halı
Kim bilir ne pahalı

Duvarların yüzeyleri pür ışık
Gözlerim kamaşık, ayaklarım dolaşık
Yeşil ışık, kırmızı ışık Lamiane birbirine karışık

Pencereleri gümüş, camları sırça
Bir ayet yazılı, her nereye bakınca
Yükselmiş döşekler var çevresi
İncilerle müzeyyendi perdesi.

Süslü süslü koltuklar
İhtişamlı tahtı var
Hem gittim Cüleybib’in yanına
Huriler girecekti ta canına.

Gözlerini yalnız o’na hapsetmiş
Sayıları iki, fazlası yetmiş
Bir elinde kitap Hurilere hitap.
Hikmet söz ediyordu
ALLAH diyordu.

O yüzünün ziyasını, güneş görse kıskanır
Kamer görse, kendini üvey evlat sanır.
Bir elinde yetmiş kokulu güldü.
Bana güldü.

Dedim o’na: “Ya Cüleybib cennet ne kadar güzel”
Dedi bana: “İhlas var ya, cennetten daha güzel”
Dedim o’na: “Ya Cüleybib bu köşk ne kadar güzel”
Dedi bana: “Sohbet var ya, köşkten daha güzel”
Dedim o’na: “Ya Cüleybib sen ne kadar güzel”
Dedi bana: “Hamza var ya benden daha güzel”
Dedim o’na: “Hamza hangi köşkte yaşıyor?”
Dedi bana: “Burada değil, Afkan’da savaşıyor”

– Ne zaman gelir?
– Allah (c.c.) bilir
– Canım isterdi ki görsün
– Meydanda görüşürsün.

Dedim o’na: “Ammar nerede, çok isterdim göreyim”
Dedi ki söyleyeyim:
– Annesiyle babasıyla nasıl karşılaştılar
Geldiği gün sarıldılar, hala ayrılmadılar

Ne yüzünü gören oldu, ne duyuldu sesi
Cennetlerden tatlıymış ebeveynin sinesi.

– Öyle ise söyler misin ibn-i Erkam nerede?
– Sohbet varmış “gidiyorum” demişti şakirdlere
– Nerede bulunur?
– Her sohbette bulunur, çayın sekeri olur.

– Ne zaman gelir?
– Allah bilir.
– Ya Ebu Zer?
– Haa, o mu? O hala yalnız gezer
– Görmem nasıl olacak?
– Meydanda bulunacak.

– Peki “Üstad” nerede, hani o piri fani?
– Gördüğünde şaşıracaksın yine öyledir hali.
– Yaa.niye?
– Rabbim o’nu öyle seviyor diye.

Dedim “Görmek istiyorum nerde Ebu Hureyre?”
– O da gitti bir yerlere.
– Oralarda işi ne?
– Kedilerden biri kayıp, gitti onun pesine.

– Acep şimdi ne yanda?
– Görürsün meydanda.
– Meydan dediğin nedir?
– Şu yoldan ötedir.

Bir meydan ki yemyeşil
Nasıl anlatası dil?
Ortasında Ruhullah’tan bir ağaç
Çevresinde yaprakları nur sirac; hafif de yamaç

Bir ağaç ki nağmelerin ahengi
En güzel şarkı ne ki?
Bam teline geliyor, sine deliyor.
Etrafını dolanmaya ne zaman ki başlanır

Devenin yavrusu olsa, bitiremez yaşlanır.
Etrafında sahabeler
Musiki dinler
Mest olur başlar

Gezinir kuşlar, sende yavaşlar.
Huriler dolanır elinde bade
Aklından geçene, geçmiyor vade.

Sen şimdi yürürsün
Gidince görürsün.
– Kimler vardı?
Lütfen söyler misin ya Cüleybib

– Herkes orda, hatta Rabbim demiştir O’na “Habib”
– Ne diyorsun?
– Daha mı duruyorsun
– Selamun aleyküm
– Aleyküm selam.Görüşürüz orada.

Huşu ile seyrederek her yeri
Bir parlak ki kenarları
Çiçeklerle müzeyyen
Geçene selam diyen.

Ayağım çıplak
Kadife toprak.
İnciden çakıl taşları
Ne tümsek var, ne yokuşları.

Ağaçlardan birisiydi, eğildi
Elime bir nari geldi.
Yedim, ilerledim.

Hafif güneşti
Bir meltem esti.
Sarığım düştü
Kuşlar gülüştü.

Kokuyordu buram buram zencefil
Ne muazzam bir sebil
Yürüdükçe gelincikler, laleler
Bana yüzünü döner, aynasıyla nilüfer.

Sağ cenahtan bir güvercin “gu” dedi
Yaklaşınca “su” dedi
Verdim içti “Hu” dedi
“İsteseydim su gelirdi, istediğim bu” dedi

O sırada bir zat gördüm nurani
Sanki tanıdım hani
Yolun sağında, ağacın yanında
Fakat üzgün
Ve süzgün.

Ağaç’a yaşlanmış
Kirpikleri ıslanmış.
Dedim “nedir kaygın”, fakat o durgun
Anladım ki o nurani gönülden vurgun.

Ben sustum, o sustu
Sonra kendi konuştu
Dedi: “Ne yana?”
– Gidiyorum meydana
– İlk defa mı?
– Evet
– Ne mutlu sana
– Sen de gel
Yine sustu, sonra konuştu

– Bu kaçıncı buraya dek gelişim
Fakat gidemeyişim
Sayısını unuttum
Heyecanımı hep yuttum
Cesaretim olmadı, geldiğim yolu tuttum.
İçimden çok şeyler duyarım
Çok heyecanlanırım
Fakat içimdeki bu heyecanları
Dile getirmeye muktedir değilim

Ben o nameden müteheyyicim
Yoktur ihtimali terennümün
Ağlarım anlatamam
Söylerim dinletemem
Dili bağlı kalbimin
Bundan çok bizarım

Şehidim yok, gömleğine hediyelik sarayım
Hizmetim yok, hangi yüzle huzura varayım
Ben bir bahtı karayım
Sine hahem şerha şerha ezfirak
Tabe güyem şerh-i ferdi iştirak
Parça parça olmus sine isterim
İsterim ki esas derdimi anlasın
Esas derdi dertli olan anlar

Şerha şerha sine isterim, isterim ki anlasın
Ah Rabbim, ah Rabbim!
Küfür bir tekme vurdu
Senin, üzerinde adın dalgalanan o bayrağı
Taa, üç asır önce yıktı.

Ah Rabbim!
Üç asırdan beri köşede bucakta
Her yol kıvrımında sana küfürler savruldu.
Seni temsil eden maarif çoktan
Hak ile yeksan oldu, yerle bir edildi.

Ah Rabbim!
Biz sana zahiren sahip çıkıyor olduk
Ama sövüldüğün yerde ürpermedik
Hakaret edildiğin yerde kükremedik
Verdiğimiz şeyleri, cimrilik gibi sadece
Zekat ölçüsünde verdik; şahlanamadık
Küheylanlar gibi şahlanamadık
Rabbim. dedi ağladı

Sözü böyle bağladı
Çömeldi yere yine ağladı
Çok bekledim bitmedi
Eliyle “sen git” dedi
Söz dinlemem gerekti.
Başladım yürümeye, muradımı görmeye.

Kadife toprak
Ayağım çıplak
Bu yol ne kadar uzak
Bir kamçı kadar yeri dünyaya bedel
Sümbül açmış iki cenah

Hu çekiyor goncalar
Ritm tutmuş sallanıyor
Beş yapraklı yoncalar
Uhuvveti var, güneşle meltemin
Huzur veriyor, sürur veriyor.
Misk-i amber kokuyor her yan

Acaba çok mu uzaktı meydan?
İlerlerken ileri, neler gezdim neleri!
Bütün sahabeleri görecektim,
Huzeyfe’yi, Bilal’i
Asim bin Hilal’i, Hanzala’yı, Talha’yı
Ebu Derda’yı, Sad bin Ebi Vakkas’ı
ibn’i Abbas’ı, Muaz bin Cebel’i
Abdurrahman bin Avf’ı görecektim
Ve Kaab’ı, Musab’ı
Selman’ı Farisi’yi ve cümlesini (r.a.)
Terennümle anmak bile yetmiyor adlarını
Çok merak ediyorum Cafer’in kanatlarını.

Bir tahayyül geçiyor ki gözlerimin önünden
Göz kapalı seyretmesi gönülden.
Aynı birlik, ayni dirlik
Mübarek “beşi birlik”
Ebu Bekir, Ömer, Osman, Alim

Aman Allah’ım, aman
Aralarındaki de kim?
O’na demiş Rabbim “Habibim”
Ne güzelmiş nasibim ki O’nu göreceğim
Ve şöyle diyeceğim:

“Elfi elfi salatin ve elfi elfi
Selamün aleyke ya Rasulallah
Anam babam sana feda olsun
Sen!..
Gördüğüm su cennetten
Başa konan devletten
Yığın yığın servetten
Kesrat ile hürmetten
İzzetten ve lezzetten
Ve en güzel suretten
Daha da güzelsin
Ya Rasulallah!

Canım sana feda olsun.
Sen!..
Sine püryan şefkatten
İnsan üstü kuvvetten
Müjdeli son nefesten
Borcumu demekten
Arşı tutan melekten, yanındaki semekten
Yemekten içmekten
Daha güzelsin Ya Rasulallah!

Ciğer parelerim sana feda olsun
Sen!..
Kardeşimiz Yusuf’tan
Kucak dolusu yakuttan
Magripten masripten
İçi dolu beşikten
Ağladığım geceden
Daha daha niceden
Daha da güzelsin Ya Rasulallah!

Gelecek zürriyetim sana feda olsun”
Diyeceğim. Evet öyle diyeceğim
Ne kaldı ki, iste şurada göreceğim
O sırada önüm gözüm biraz aklaştı
Anladım ki yaklaştım.

Biraz sona gelecekti o meydan
Ne müthiş bir heyecan.
Zemin henüz gözükmemişti
Üzerinde sema tasviri gayr-i kabil
Fakat bu cahil yine bir kaç söz ediversin.
Atmosfer tamamen nur, büyük mü büyük
Onlarda solunum nur mu olsa gerek?!

Akıl ermeyecek!
Ne talihli bir kulum
Var mıyım, yok muyum?
Düşünüyorum Melekler semada sema ediyor
Halka halka dönüyor
Ne güzel halkalar!
Yan yana, dizi dizi ve saf saf.
Sevgileri tavaf, pırıl pırıl parlıyor
Sema yıldızı gibi.

Demek ki şimdi onlar görüyorlardı HABİBİ
Üzerlerinde bir taç var
Meleklerin üstünde ve semanın üstünde
Nur üstüne nur, direksiz bir sur sanki

Geçtiğim yerleri unuttum.
Fakat unutmadığım bir şey var
Nedir bu içimdeki nükte?
Sevincim büyüklükte.
Neden baştan beri hep bu yarı sevinç?
Aklımdan çıkmadı ki hiç
Niçin üzülüyorum?
Sorumun cevabini biliyordum.

Her sözünü hatırladım heyhat!
Ne demişti o nurani zat
“Parça parça sine isterim
İsterim ki esas derdimi anlasın.
Ah Rabbim, ayaklanamadık
Küheylanlar gibi şahlanamadık

Hizmetim yok ki
Hangi yüzle huzura varayım?!
” Demişti.Evet öyle demişti
Peki ya ben! Ben ne yapmıştım ki
Ve şimdi ne yapıyorum?
Birden durdum, vuruldum sanki

Ne kadar akılsızmışım
Parmaklarım ağzımda
Çoktandır böyle ağlamamıştım
Ne yapayım şimdi?
Karşımda cennetin en güzel yeri
Nasıl döneyim geri?
Nasıl döneyim?!..
Bırakıp Peygamberi, Sahabeleri

Ama yol bu, erkan bu.
Eli boş gidilmez ki Yakıştıramam kendime
O kadar da yüzsüz değilim hani!..
Ah. beni gidi beni!.
Ah. beni gidi beni!..
Ne yapsınlar seni
Boyunduruk yerde
Düşmanlar içerde
Kimse düşmesin böyle derde.

Şehit Namzeti

İstiyorum (Şiir)

Ey Rahmeti bol Allah’ım

Sen’den rahmet istiyorum

Mağfireti çok Allah’ım

Ben mağfiret istiyorum

 

Günahlarım dağlar kadar

Kabir soğuk, derin ve dar

Cehennemse canlar yakar

Zatından af diliyorum

 

Ey Allah-u Azimüşşan

Ahvalimiz çok perişan

Ey büyük Nebiyi Zişan

Şefaatin istiyorum

 

Ey insan eyle temaşa

Noksan göremezsin hâşâ

Yazılanlar gelir başa

İyilikler istiyorum

 

Gücüm, takatim bitmeden

Ruhum bedenden gitmeden

Ecel mezara itmeden

Bağışlanmak istiyorum

 

Ya Rabbim muhtacım Sana

Yalvarıyorum ben Sana

Rahmini ihsan et bana

Ben rahmini istiyorum

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Osmanlı’da Peygamber (ASM) Sevgisi

Ceddimiz, Kâbe ve çevresinin tamir ve imarına, hacıların hizmetlerinin görülmesine ve hac yolunun güvenlik ve işleyişine ayrı bir titizlik göstermiştir. Bu hizmetleri bir ibadet neşvesi ile yapmıştır.

Osmanlı’nın özünü ve temellerini besleyen manevî unsurların en başında ilâ-yı kelimetullâh aşkı ve peygamber sevgisi gelmiştir. Osmanlı sultanları, hayatları boyunca gaza meydanlarında bu mukaddes değerlere karşı sonsuz sevgi, saygı ve bağlılıklarını ispatlama sevdasıyla harikalar sergilemiştir. Peygamberimize ve mukaddes beldelere hürmet, muhabbet, hizmet ve sadakat soylu ceddimizin her daim şiarı olmuştur.

Padişahlar devlet işlerinin aksamaması için şeyhülislâmların verdiği fetvaya dayanarak hacca gidememişler, ancak Hz. Peygambere ve mübarek topraklara karşı Veysel Karâni gibi gönül bağlamaktan da geri kalmamışlardır. Osmanlı, Yavuz Sultan’ın tabiriyle Harem-i Şerif’in hadimi olma telâkkisini, buralar elinden çıkana kadar sürdürmüş, Haremeyn’e sancak asmaktan, vali ve kadı göndermekten bile hayâ etmiştir. Osmanlılar Resulullah’ın, Ehl-i Beyt’in ve Ashâb-ı Kirâm’ın kabirlerini ihya edip hatıralarını günümüze kadar taşımaya öncülük etmiş; hünkârlar, hanım sultanlar ve devlet erkânı Mekke ve Medine’de hayır kurumu, medrese ve imarethane inşası için birbirleriyle yarışmışlardır.

DEVLET-İ ÂL-İ MUHAMMEDÎ

Her şeyden önce Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askerî birliği, O’nun davasını güttüğünden ötürü “Peygamber ocağı” payesiyle onurlandırmış, neferini de “Mehmetçik” adıyla taltif etmiştir. Ordusuna verdiği isimlerden biri de “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye”dir. Devletinin başka bir adını ise Sultan Vahdeddin’in ifadesiyle, “Devlet-i Âliye-i Muhammediye” koymuştur.

II. MURAD’IN VAKFETTİĞİ MİRAS

Ceddimiz, Kâbe ve çevresinin tamir ve imarına, hacıların hizmetlerinin görülmesine ve hac yolunun güvenlik ve işleyişine ayrı bir titizlik göstermiştir. Bu hizmetleri bir ibadet neşvesi içerisinde yerine getirmiş ve bunu devletinin aslî görevlerinden saymıştır. Mesela Peygamber müjdesine erişmiş Fatih gibi büyük bir dâhiyi yetiştiren Sultan II. Murad, malının yüklü bir kısmını Mekke ve Medine fukarası ile Kâbe, Ravza-i Mutahhara ve Mescid-i Aksa’da yetmiş bin kere okunacak Kelime-i Tevhid’in ve Kur’ân hatimlerinin sevabının ruhuna ita edilmesi için harcanmasını vasiyet etmiştir.

FATİH’İN EŞSİZ SEVGİSİ

Peygamber aşkıyla yanmada başı çeken Osmanlı padişahı belki de Fatih Sultan Mehmed’dir. Öyle olmasaydı asırlar öncesinden Hz. Peygamberin övgüsüne herhalde mazhar olamazdı. O’na karşı tarifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul’un Fethi’nde ortaya koymuştur. Rumeli Hisarı’nı, O’nun güzel ismi “Muhammed”in Arapça yazılışına göre inşa etmiş, fethin gerçekleşmesi için de O’ndan şöyle imdat dilemiştir: “Avn-ı ilâhî ve imdâd-ı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!” Başka bir mısrada aynı hissiyatını şu şekilde dile getirmiştir: “Ey Muhammed mu’cizât-ı Ahmed’i muhtar ile/ Umarım gâlib ola a’dâ-yı dine devletim.

CEM SULTAN’IN KÂBETULLAH BEYTİ

Osmanlı’nın, hassaten de Kâ’be-i Muazzama’ya hürmet ve alakası bambaşkaydı. Cem Sultan’ın hac fârizasını ifâ ettikten sonra yazdığı şu beyitler, padişahların duygularına tercüman olan en harika sözlerdendir: “Kâbetullah’a varıp bir kez tavaf eyledim/ Bin Karaman, bin Acem, bin memleket-i Osman’dır.

HÜRMETİN SEMBOLÜ: NÂKİBÜ’L EŞRAFLIK

Devlet-i Âli Osman, Efendimiz’e ve Ehl-i Beyt’e hürmet ve hizmetini müesseseler kurarak da fiilen göstermiştir. Peygamber soyuna mensup Seyyid (Hz. Hüseyin) ve Şeriflerin (Hz. Hasan) şecerelerini çıkarıp kaydetmek ve her türlü hizmetlerini görmek amacıyla “Nâkibü’l Eşraflık” müessesesi kurmuş ve başına da Âl-i Beyt’ten “Nâkibü’l Eşraf” adlı bir memur atamıştır.

Osmanlı, Nâkibü’l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri gitmiştir ki mesela III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa’nın Eyüp Sultan türbesindeki cülus merasimlerinde, şeyhülislâm ile beraber Nâkibü’l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Savaşlarda ise padişahla birlikte Nâkibü’l Eşraf da sefere katılmış ve Hz. Peygamber’in sancağı dibinde yürümüştür.

İKİNCİ MAHMUD’UN ŞİİRİ

Vehhâbiler, Mekke ve Medine’de çok büyük zulüm ve vahşette bulunarak, Ehl-i Sünnet Müslümanları kılıçtan geçirip, seleften yadigâr kalmış bütün türbeleri ve camileri yıkınca; Sultan İkinci Mahmud, Vehhâbi eşkıyasını def ve tard ettikten sonra, buradaki bütün eserleri yeniden inşa ve ihya eylemiştir. 1820’de Hücre-i Saadet’e hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki şiir, İkinci Mahmud’un Resûlullah’a beslediği hürmet ve muhabbetin bir vesikasıdır:

Şamdan ihdâya eyledim cüret ya Resûlallah!

Muradımdır Ulyâya hizmet, ya Resûlallah!

Değildir ravzaya şayeste destâvri-i naçizim,

Kabulünde kıl ihsan u inayet, ya Resûlallah!

Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem i’lâm,

Cenabındandır ihsan u mürüvvet, ya Resûlallah!

Dahîlek, el-emân, sad-el-emân, dergâhına düşdüm

Terahhüm kıl, bana eyle şefaat ya Resûlallah!

Dü-âlemde kıl istishâb han-ı Mahmûd-i adlîyi,

Senindir evvel ve ahirde devlet ya Resûlallah!

SULTAN ABDÜLHAMİD’İN HASSASİYETİ

Hazreti Peygambere ve O’nun davasına, ceddi Yavuz gibi, en fazla gönül verip, kendini adayan ulu hakanlardan biri de cennet mekân Sultan İkinci Abdülhamid’di. Abdülhamid Han, Peygamberimize olan tazim ve muhabbetini, O’nun kutsal beldesine hizmetler götürmekle ve İslam Birliği gayesini gerçekleştirmeye çabalamakla, arz-ı endam ettirmeye çalışmıştır.

Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesafeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel ifadesi olmuştur. Bu projenin gerçekleşmesi için pek çok İslam Ülkesinden gelen yardımların yanı sıra padişah da 50 bin lira bağışta bulunmuştur.

Demiryolu yapımının Medine’ye ulaştığı esnada, Sultan’ın verdiği şu çok özel talimat; onun, Ehl-i Beyt’in şahsında Hazreti Peygamber’e olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misâldir: “Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın!

SON SÜRRE ALAYI

Devlet-i Âl-i İslâm’ın mukaddes mekânlara meftuniyetinin en müşahhas misallerinden biri de her yıl hac mevsiminde Mekke ve Medine’deki Seyyid, Şerif, ulema ve fakirlere para ve hususî hediyeler götüren “Sürre Alayları”dır. İlk kez Çelebi Mehmed devrinde tertiplenen Sürre Alayları’nın taşıdığı en kutsal hediye Kâbe örtüsüydü ve yenisiyle değiştirilen eski örtü büyük bir hürmet ve itina ile getirilerek çeşitli camilere pay edilirdi. Devlet, Sürre Alayları’na o denli ehemmiyet veriyordu ki çöküş devrine girdiği I. Dünya Harbi’nde bile Sultan Reşad, yabancılardan borç almak pahasına ecdadından tevarüs eden bu harikulade geleneği kesintiye uğratmamıştır.

İsmail ÇOLAK

colak38@mynet.com

Hayatı neden acılaştırmak gerekir?

Gençlerle yaptığımız bir sohbette onlara dedim ki; Muhyiddin Şekûr’un, Su Üstüne Yazı Yazmak isimli kitabında şöyle bir hikâye bulunuyor:

“Çok zengin ve mağrur bir kral bir gün atının üzerinde hiç aldırışsız arşınlarken, kralın atının önüne başında kavuğu ile bir derviş çıkar. Kral hiddetle kılıcını çeker, yoluna çıkmaya kimin cesaret edebildiğine şaşırmıştır. “Sen kim oluyorsun da benim yolumu kesiyorsun!” diye bağırır. Derviş yavaşça başını kaldırır ve kral böylece, kılıcı hâlâ elinde, ölümün yüzünü görür. Aslında yolunu kesen kişi derviş değil, kralın ruhunu almaya gelen ölüm meleği Azrail (as) imiş.

Gelenin kim olduğunu anlayan kral, “Ne olur birkaç dakika olsun zaman ver de, bazı işlerimi tamamlayayım.” diye yalvarır. Melek, tek kelime konuşmadan kralın yüzüne bakar ve başını “hayır” manasında yavaşça kaldırır. Artık kral için vade dolmuştur. Krala yeryüzünde bir başka nefes daha verilmez…”

İnsanlar dünyaya neden gönderilmiş?

Bu sorunun doğru cevabını bulamayanlar ölüp de melekler ona, “Hayatını neyle tükettin?” diye sorunca, “Eyvah!” diyecekler; “Biz neye çalıştık, sorular nereden çıktı!?.

Bu sebepten Peygamberimiz buyurmuş ki; “Hayatı acılaştıran ölümü sık sık hatırlayınız.” Bunu söyleyince diyorlar ki; “Herkes hayattan keyif ve lezzet almanın peşinde. Hayatı neden acılaştırmak gerekir?

Hayatı acılaştırmayan insan, canının istediği gibi yaşar. Podyumdaki manken gibi giyinir, sahnede yürür gibi gezer tozar, kelebekler gibi dans eder. Bu insan ölümü hatırlayınca hayatı acılaşır, “Böyle gitmez!” der. Çünkü insan ne kadar zevke düşüp hevasına uyarsa uysun, iman bir nokta gibi onun kalbinde yaşar. Bu sebepten Üstad Bediüzzaman buyurmuş ki; “Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynel yakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.

75 yaşına gelen bir insan belki pek çok eğlenceler görmüştür, ziyafetlere katılmıştır, pek çok lezzetler tatmıştır. Fakat Üstad, dönüp arkasına baktığında imandan aldığı lezzetin 75 senedir görüp tattığı her türlü zevkin fevkinde olduğunu itiraf ediyor.

Kendi hayatımdan örnek vereyim:

1953’te kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Bir arkadaşa rastladım. Bana, “İki kız var. Gelir misin, birlikte takılalım.” dedi. “Öğlen ezanı okunuyor, camiye gideceğim.” dedim. Yıllar sonra arkadaşım, hadiseyi bana anlatıyor; o zaman kızlarla gezmeye gitmiş ama benim cevabımdan da etkilenmiş. “Allah Allah, demek camiye gitmeyi gaye edinenler de var.” demiş. Sonra aklı başına gelmiş. Ona dedim ki, “İşlenmediği takdirde insanın insan olmasını engelleyen, gelişmesini, büyümesini, hürriyetini durduran, donduran tek bir günah var mıdır?

Arkadaş, başını önüne eğdi…

Hayatını meyhaneye adayan arkadaşlarım da oldu, zengin olup keyif, konfor, lüks içinde yaşayan arkadaşlarım da… Rahatı kaçmasın diye ölümü hatırlamak bile istemiyor. Bana da hiç uğramıyor. Herhalde ölümü hatırlatırım da, huzurunu kaçırırım diye korkuyor. Ölünce evi, barkı, arabası, serveti hepsi bitecek.

Kabir kapısı kapanmıyor ve kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal, her ferdin en mühim meselesidir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi