Kategori arşivi: Yazılar

Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) Beş Duyusunun Zaferi: Mi’rac

Peygamberimizin miracı onun yerinde kullanılmış bir zekâsının ve buna bağlı olarak beş duyusunun zaferidir. Ayette göze vurgu yapılır, Allah göstermek için böyle bir seyahati peygamberi için ihtiyar etmiştir.

Âyetlerimizden bir kısmını O ‘na g ö s t e r m e k için bir gece Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya ziyaret ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyle i ş i t e n ve hakkıyla g ö r e n d i r (İsra).

İLAHİ DA’VET

Ayetlerimizden bir kısmını derken tamamını Habibine göstermemiştir. “Min ayatihi “ derken ayetlerimizden, buradaki min bir kısmını, baziyeti gösterir. Demek Allah Habibini çağırırken bir programa göre çağırmış ve o programın dışına da çıkmamıştır. Her şeyi göstermek istese teklifin boyutu karışabilir. Bu yüzden sınırlamıştır, âyetlerimizden diyor.

Bediüzzaman da bu büyük seyahati anlatırken sanatı ilahiyenin acaiplerine dikkat çekmiş, göze ve kulağa ve seyre vurgu yapmıştır.

MAHŞER-İ ACAİP BİR SEYAHAT

“ Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumi bir uruc-ı külli var ki ta Sidret-ül Müntehaya ta Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede g ö z ü n e, k u l a ğ ı n a tesadüf eden ayat-ı Rabbaniyeyi ve acaib-i sanat-ı İlahiyeyi i ş i t m i ş, g ör m ü ş t ü r, der. O küçük cüzi seyahati hem külli, hem mahşer-i acaip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor” (Sözler 31)

Miraç Allah tarafından hazırlanmış, peygamberine has ,özel bir seyahattır. Seyir kelimesi , seyahat kelimesi, bakmak ve görmek ve işitmek bu seyahatın özetini ortaya koyar.

Mahşer kelimesini Bediüzzaman dünyadaki görülenler için kullanır ama buradaki mahşer-i acaiptir, çok farklı ve şaşırtıcı bir mahşerdir. Dünyada Allah’ın esması tecelli eder, ama burada meratib-i külliye-i esmaiye tecelli eder. Esmanın külli mertebeleri!

BÜTÜN PEYGAMBERLERİN MUTLAK VARİSİ

Çok farklı bir seyir olduğu için önceden peygamberimiz Cebraille beraber hazırlanır. Çünkü göreceği acaiplere ve külli esma tecellilerine dayanan bir beden , ruh ve beş duyu lazımdır. Başka bir yönden izahında yine davet, gönderme, görüştürme , gezdirme, görme , işitme fiilleri anlatıma hakimdir.”Bir abdini bir seyahatte huzuruna d a v e t edip, bir vazife ile tavzif etmek için , Mescid-i Haramdan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksaya g ö n d e r i p , enbiyalarla g ö r ü ş t ü r ü p bütün enbiyaların usül-i dinlerine varis-i mutlak olduğunu g ö s t e r d i k t e n sonra ta Sidret ül Müntehaya , ta Kab-ı kavseyne kadar mülk ve melekutunda g e z d i r d i . (Sözler 31)

Davet bir seyir davetidir, mülkünün görünmeyen görünen yerlerini, dış yönünü iç yönünü, hepsine hâkim noktada olduğu peygamberlerini göstermek, onun kutsal mekânlarını göstermek ve azamet ve haşmeti onun gözünde oluştuktan sonra, bu kadar büyük ve azametli bir ülkesi olan Allah’ın elbette kullarından istekleri ve onlara da hediyeleri olacaktır. Seyahatın sonunda bu istekler ve hediyeler belirlenecek ve geldiği yere gönderilecektir. Mülkünü bilmediği, azamet ve haşmetinin zihninde oluşmadığı bir ilahın vezirliğini, peygamberliğini elbette yapamazdı.

Miraç bir seyir ve görevlendirmedir.

Seyreden göz, ve tebligat ve sorumluluğu duyan kulaktır. Peygamber böyle bir şeye layık olacak şekilde yaşamıştır, o göz ve kulak onları görecek ve duyacak ve yorumlayacak bir fevkaladeliğe sahiptir.

Bir hakikata vakaya farklı noktalardan, farklı zihinsel ve görsel vecihlerden bakmak Bediüzzaman’ın en önemli özelliğidir. Miraç tarih boyunca tek perspektiften izah edilmiş, doğmayan, üretmeyen bir yapıda verilmiştir. Miraç Bediüzzaman’ın yorumunda, değişik bir perspektiften k o n u ş m a k tır, mükalemedir.

“Saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i Kübra namıyla ve hakimiyet-i amme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla , o işlerle alakadar bir elçisiyle veya o evamirle münasebettar bir büyük memuruyla k o n u ş m a k t ı r , s o h b e t etmektir ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir m ü k a l e m e d ir (Sözler 31).

Büyük bir saltanatı olan, büyük bir hilafeti olan, umuma hâkim olan bir ilah elbette hükmettiği, hilafet sürdüğü ülkede mekânlarda emirlerinin bilinmesini isteyecektir. Elçisini huzuruna çağırıp onunla konuşup emirlerini yaymak ve göstermesi için ona bu emirlere vermek göndermek ilahlığının şe’nidir. Görme, hazzetme, azameti göz ve kulağında yaşama olayın estetik boyutu ise, emir ve tebliğleri getirme de risalet ve elçilik gereğidir.

Miraç olayını daha çarpıcı bir noktadan tezahür ve t e c e l l i kelimeleri ile izah eder Bediüzzaman.

Mİ’RAC-I AHMEDİ’NİN SIRRI VE HAKİKATI

Tecelli İslam tasavvufunun en büyülü kelimesidir, insan ve Allah’ın birbirine mukabil duruşu gereği lüzumu zaruri bir eylem ve durumdur. Yunus Emre,

Tecelliden nasib erdi kimine
Kiminin maksudu andan içeri

Derken herkese tecelliden bir yansıma bir nasip olduğunu, ama kimilerinin bundan öte isteklerinin varlığını söyler.

Bediüzzaman yine farklı bir noktadan bakarak Miraç hadisesini t e c e l l i kelimesinin etrafında dokur.

“İnsanın camiiyyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan bütün kâinatta t ez a h ü r eden esma-yı hüsnayı birden ayine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı hak, t e c e l l i –i Zatiyle ve esma-yı hüsnanın azami mertebede, nev-i insanın manen en azam bir ferdine t e c e l l i – i azam tezahür eder ki, bu t e z a h ü r ve t e c e l l i Mirac-ı Ahmedi sırrıdır. “(Sözler 31)

Cümlede tezahür ve tecelli kelimeleri ve manalarla bahsi kurarlar.

KÂİNATIN EN MÜMTAZ SEÇKİN MEYVESİ PEYGAMBERİMİZ

İnsan kâinatın en münevver meyvesi, meyve ağacın ve kâinatının özeti olduğundan bütün kâinatta görünen tezahür eden güzel isimler onda tecelli eder, onda görünür, ona yansır. Burada farklı bir tecelli tarzı var, Allah Zatı’nın tecellisi ile ve isimlerinin en ileri boyutta tecellisi, azami mertebede, insan türünün en büyük ferdine büyük bir tecelli ile tezahür eder. Peygamberimiz en mümtaz, seçkin meyve olduğu için ağacın sahibi bütün güzel esmasını ona tecelli ettirir, bir de zatının tecellisini ona yansıtır. Peygamber onun esma ve zatının tecellisi yansımasıdır. Bu olay ancak Miraç gibi bir davetten sonra onu yanına çağırması ile mümkündür.

Tasavvufta tecelli Allah’ın isim ve sıfatlarıyla sufinin kalbine tezahür etmesi demektir. Bu hal sofinin nefsini arındırmasından sonra gerçekleşir.( Dini Kavramlar Sözlüğü 640)Peygamberimizin “velayeti risaletine mebde olur” sözünden anlaşıldığı gibi velayeti ile ruhen arınınca Allah da ona esma ve zatiyle tecelli eder. Bu arınma bütün hayatı boyunca miraçta geldiği noktada sağlanmıştır. Peygamberimiz “ kurbiyet meratibinde sulükten “ sonra tezahür ve tecelliye mazhar olur.

Ayine-i ruh, ruh aynası, tecelli ve tezahür kelimelerinden anlıyoruz ki

Allah kendisine ayna olacak seçkin bir ferdi bütün hayatı boyunca bütün kirli ve kötü ahvalden korumuştur. Aynasını temiz tutmuş ve onda esma ve zatıyla tecelli ve tezahür etmiştir. Miracın bir ifade ediliş tarzı da budur.

Görme,
görünme,
seyir,
tecelli,
tezahür
kelimeleri bahsi götürmektedir.

Seyahat sanatkârane bir seyahattir. Bediüzzaman bu manaya yoğunluk verir.”Bir sema tabakasında gösterdiği asar-ı rububiyeti birer birer o abd-i mahsusa göstermekle “En mükemmel göz onun olduğuna göre, en mükemmel sanat özelliği olan eserlerini ona gösterecektir. Bu gözün zaferidir.

Yine sanatla ilgili seyir kelimesini kullanır.

“Berk gibi semavatı seyrettirip”, sonra sıra temaşaya gelir, o da yine sanat kelimesidir. “Daireden daireye rububiyet-i ilahiyeyi temaşa ettirip” bütün harikaları, sanatları seyrettikten sonra bu sefer bunların kaynağını görmüştür.

Bediüzzaman burada daha seçilmiş bir kelime ile ifade eder. “ rüyetine mazhar kılmıştır” Gezdirmek ve göstermek kelimeleri de esirgenmez. “ istediği bir zatı bütün o dairelerde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i hakimanesini gösterip” Peygamberler de bu görmek ve görüşmeğe dâhildir.

“Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek hakikat-ı miracı iktiza ediyor. “ O gezerken hem görür hem de görülür. “ Ta daire-i azamına kadar birer birer gezdirecek ta görsün, görülsün”

Bediüzzaman gerekçeleriyle , inanmakta zorlanan bir adamın mantığı ile olayları yorumlar, bahsin kelam felsefesini yapar.

Mevdudi , vakanın safahatını anlatır.

” Cebrail Resulullaha binmesi için beyaz, boyu merkepten büyük ve katırdan biraz küçük bir hayvan getirdi. Bu hayvan yıldırım gibi koşuyordu ve her adımı bir görüş mesafesi kadardı. Bu sebeple bunun adı Burak idi. Geçmişteki peygamberler de yolculuklarını bununla yaparlardı. Resulullah ona binerken hayvan irkildi. Cebrail Burak’a şöyle dedi” Hey ne yapıyorsun, Muhammed gibi bir büyük şahsiyet şimdiye kadar senin üstüne binmemiştir.” Dedi ve okşadı. Burak da utançtan terledi.

Önce Resulullah daha sonra Cebrail ona bindiler, yola koyuldular.

İlk durak Medine idi. Burada Resulullah hayvandan inip namaz kıldı. Cebrail dedi ki “ Siz hicret edip buraya geleceksiniz?

İkinci durak Tur Dağı’ydı ki burada Hz. Musa Allah ile konuşmuştu.

Üçüncü durak Hazreti İsa’nın doğduğu Bey tül Lahm idi.

Dördüncü durak Kudüs ‘tü ki Burak ‘ın uçuşu burada son buldu.

Kudüs’e vardıktan sonra Resulullah Burak’tan indi, ipini diğer peygamberlerin bağladıkları yere bağladı. Hz. Süleyman’ın ibadethanesine girdi. Burası o sıralarda harabe halindeydi ,ama izleri mevcuttu ve Bizans imparatoru Jüstinianus buraya bir kilise inşa ettirmişti. Resulullah orada dünyanın kuruluşundan kendi zamanına kadar görevlendirilmiş peygamberleri gördü. Resulullah varır varmaz bu peygamberler namaz için saf düzenleyip ve kendilerine imamet edecek birini beklediler. Cebrail Hz. Peygamberin elinden tutarak öne götürdü. Bütün peygamberlere imamlık yaptı. Sonra O’na bir merdiven takdim edildi. Ve Cebrail bununla O’nu semaya götürdü.

BİRİNCİ KAT SEMA’DA MUHTEŞEM KARŞILAMA

Resulullah ilk semaya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü. Nöbetçi melekler “ kim geliyor “ diye sordular. Cebrail kendi ismini söyledi. Melekler “Seninle beraber olan kimdir ?” diye sordular. Cebrail “Muhammed “ Dedi. Kendisinin çağrılıp çağrılmadığını sordular. Cebrail “ evet” Dedi. Bunun üzerine kapı açıldı ve Hz. Muhammed muhteşem şekilde karşılandı. Burada Resulullah, melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Bu zat boyu, posu ve vücut yapısı ile eksiksiz bir insandı. Cebrail kendisinin Hz. Âdem olduğunu söyledi.

ALLAH YOLUNDA CİHAD EDENLER

Bundan sonra, Resulullaha her şeyi ayrıntılı bir biçimde inceleme imkânı verildi. Resulullah bir yerde çiftçilerin tarlalarla çalıştığını gördü, bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse mahsul o kadar büyüyordu. Resulullah bunların kim olduğunu Cebrail’e sordu. Dediler ki “ Bunlar Allah yolunda cihat edenlerdir. “

Resulullah bazı kimselerin başlarının ezilmekte olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu , Cebrail’e “ dediler ki “ Bunlar namaz için ağır hareket ediyorlardı, ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı.

“ Resulullah , yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Resulullah , bunların da kim olduğunu sordu, Cebrail’e “ Bunlar mallarından sadaka veya zekat vermiyorlardı”

EMANET VE MESULİYET YÜKÜ

Hz. Peygamber bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta olduğunu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman bunlara daha çok tahta eklenmekte olduğunu gördü. Resulullah bu kişinin kim olduğunu sordu. “ Bu adam zaten emanet ve mesuliyetin yükünü taşıyamıyordu, fakat bunları azaltmak yerine daha da artırıyordu.

Hz. Peygamber bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesilmekte olduklarına tanık oldu, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki bunlar “Dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne üretiyorlardı.

Bir başka yerde adamlar hep kendi vücutlarının etlerini kesip yiyorlardı. Bunları da sordu. “ Bunlar başkalarına dil uzatıyor ve onlarla alay ediyorlardı.

Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı, bunların tırnakları bakırdandı. Ve ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Bunları sordu” Bunlar insanların arkasından konuşuyor ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı.

Bazı kimseler vardı ki dudakları develer gibiydi.

Bunlar ateş yiyordu. Resulullah sordu” Dediler ki bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı” Bir süre sonra Resulullah karınları şişmiş ve yılanlarla dolu kişileri gördü. Gelip geçenler onları eziyorlardı. Fakat yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Resulullah bunların kimler olduğunu sordu. “Bunlar faiz ve haram yiyenlerdir”

Bundan sonra gördükleri, bu adamların bir tarafında gayet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş et vardı, bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. “Efendimiz bunlar kimlerdir” dedi . Bunlar kendilerine helal olan koca ve karılarını bırakıp zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden erkek ve kadınlardır.

O göğüsleriyle asılı kadınları gördü. Resulullah bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki “Bunlar kocalarına onlardan olmayan çocukları musallat eden kadınlardır”

Bu gözlemler sırasında Resulullah bir melekle buluştu, bu melek Resulullaha çok soğuk davrandı. Resulullah Cebrail’e sordu” Şimdiye kadar görüştüğüm bütün melekler güler yüzlü ve nazikti, ama bu melek çok sert ve kaba davranıyor. Bunun sebebi nedir? Cebrail” Bu gülmez ki , cehennemin bekçisidir. “Bundan sonra Resulullah cehennemi görmek istedi. Cebrail Aleyhisselam derhal Efendimiz’in gözünün perdesini çekti , Cehennem bütün dehşeti ile gözünün önüne geldi.

HAZRET-İ YAHYA VE İSA ALEYHİSSELAMLAR

Buradan ikinci semaya vardı, burada tanıştırılan ileri gelen ve mümtaz şahsiyetler arasında iki genç vardı. Hz Yahya ve İsa Aleyhimesselam, üçüncü semada , öyle bir şahsiyetle tanıştırıldı ki , kendisi yakışıklılığı bakımından yıldız gibi olan diğer insanların yanında bir dolunay gibi idi. Kendisinin Hz .Yusuf Aleyhisselam olduğunu öğrendi.

Dördüncü semada,

Hz. İdris , beşinci semada Hz. Harun , altıncı semada Hz . Musa ile tanıştı.
Yedinci semada muhteşem ve göz kamaştırıcı bir saray gördü , bu saraya melekler girip çıkıyorlardı. Burada Resulullah kendisine çok benzeyen muhterem bir zat ile müşerref oldu, onun Hz. İbrahim olduğunu öğrendi.

Resulullah daha çok yükseldi Sidret ül Münteha’ya vardı.

Burası yüce Allah’ın divanı ile mahlûklar âlemi arasındaki sınırdır. Bu sınıra gelince bütün yaratıkların bilgisi tükeniyor, bunun ötesinde ne varsa gariptir ki buna Cenab-ı Allah’tan başkası bilmez. Ne bir peygamber ne bir melek. Bu mevkide Resulullah’a cennet gösterildi , kendisi hiçbir gözün göremediği , hiçbir kulağın duyamadığı ve hiçbir zihnin tasavvur edemediği nimet ve imkanların Allah’ın Salih kullarına temin edildiğini gördü.

Cebrail Sidret ül Münteha’da kaldı. Resulullah sınırın ötesine geçti. Cenab-ı Allah’ı bütün celal ve cemaliyle gördü,aralarında geçen konuşmada Cenab-ı Allah tarafından şu emirler verildi.

Bir günde elli vakit namaz kılınması farz olundu
Bakara suresinin son iki ayeti vahiy olundu
Şirk hariç bütün günahların affedileceği bildirildi

Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına iyi amel yazıldığı , bu ameli fiilen işlediği zaman da hesabına on iyi amel yazıldığı fakat kötü amele niyetlendiği zaman hesabına hiçbir şey yazılmadığı ve bunu fiilen işlediği zaman da hesabına sadece bir kötü amel yazıldığı ifade olundu.

CENNETİ, ÂHİRETİ HATTA ZAT-I ZULCELALİ GÖZ İLE GÖRMEK

Bediüzzaman miraç ile ilgili risalesinin dördüncü kısmında yine soru cümlesi ile “ Mirac’ın semeratı ve faydası nedir?” diyerek bahsi tahkik eder. Bediüzzaman burada da yine göz ile ilgili bir cümle kullanır. “ Erkan-ı imaniyetin hakaikını göz ile görüp , melaikeyi , cenneti , ahireti hatta Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahade etmek kainata ve beşere öyle bir hazine ve nur-ı ezeli ve ebedi bir hediyedir ki “ (Sözler 31)

İki kere yöne göz ile ilgili cümle var. G ö z i l e g ö r m e k , g ö z i l e m ü ş a h a d e e t m e k . Yine hiç kimsenin görmediği hakikatleri, mekânları hakikatlerin sağlaylarını onun gözü görmüştür. Bu onun gözünün zaferidir. İmanın erkânlarının hakikatlerini göz ile görmek ne demek?

Allah’a, mülküne ve melekûtuna, fiziki âlemle, onun arka planı, fiziki âleme canlılığını veren maverayı, melekleri, cennet ve cehennemi, amellerin yansımalarını, günah ve sevabın orada kazandığı mahiyeti, kâinatın önemli mekânlarını, Sidre ‘yi, kab-ı kavseyni daha birçok onun görmesi ve ümmeti adına müşahede etmesi gereken şeylerin hakikat olduğunu bu seyahatta gördükleri doğrulamıştır.

EBEDİ SAADETİN DEFİNESİ VE ANAHTARI

Daha önemlisi ebedi bir saadet ve nasıl elde edileceği, Allah’ın rızası ve nasıl elde edileceği bütün bu seyahatte görülen şeylerden hareketle ortaya çıkmıştır. Ebedi saadeti şöyle anlatır” Saadet-i ebediyenin definesini görüp anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. “ Ebedi saadet bir definedir, define dünyevi anlamın ötesinde bir şeydir burada. Define insana mutluluk ve kazanç yüklü bir kelimedir, ama orada definenin anlamı çok farklıdır.

Bir meyve de namazdır.

Bediüzzaman bunlara m a r z i y a t der. Yani insanın Allah’ın rızasını teminini sağlayan sorumluluklar.

Hz. İsanın dini tahrif edildikten, Peygamberimiz gelinceye kadar insanlar bir ilahın var olduğunu bilseler de onu nasıl memnun edeceklerini, nasıl bir ritüel takib edeceklerini bilememişler, işte namaz bu ibadetin icmali ifadesidir.

Bu zorunluluğu Bediüzzaman anlatır. “ O marziyatı anlamak o kadar merak aver ve saadet averdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes büyükçe bir veli-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki “Keşki bir vasıta-i muhabere olsaydı , doğrudan doğruya o zat ile konuşsa idim, benden ne istiyor anlasa idim, benden onun hoşuna gideni bilse idim”(Sözler 31)

Peygamberimizin gelmesinin arifesinde birçok aziz ve keşiş ve ruhbanlar, Varaka ibn-i Nevfel ve benzeri şahıslar böyle ıstıraplar duymuşlar, Allah’ın kendilerinden nasıl bir ibadet şekli taleb etmesini düşünmüşler ama bir anlam çıkaramamışlardır. Bu yüzden Bediüzzaman bu zihinsel fırtınaları bildiği için merak aver ve saadet aver kelimesini söyler. Bediüzzaman’ın tahlilleri arkasında birçok vakaya ve psikolojik çıkmaza çare vardır. O onları farklı bir şekilde öne sürer.

Mevdudi , namaz konusunda

Hz. Peygamber ile Hz. Musa arasındaki diyalogu da anlatır. “Hz. Peygamber aşağıya inince Hz Musa ile karşılaştı. Hz. Musa O’nun macerasını dinledikten sonra dedi ki “ Ben İsrail oğullarından acı bir tecrübe edindim. Bana öyle geliyor ki ümmetiniz elli vakit namaza tahammül edemeyecektir. Gidin namaz sayısının azaltılmasına ricada bulunun. Sürekli huzura gidip azaltmak taleb eden peygamberimiz, bunu beş vakte kadar indirdi, hz . Musa buna da itiraz ederse de, o artık bir daha huzura çıkmaya iltifat etmez. Bu beş vakit namaz elli vakit namaza eşit bulunmuştur.(Mevdudi)

Bu kadar ısrar ve rica ile zayıflığımıza ve gafletimize bakarak namazın azaltılması karşısında ona da nazlanmak ve dünyevi mazeretler bulmak, aklın kârı değildir.

“Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfedip ,o uzun ebedi hayata bir saati sarfetmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder” der Bediüzzaman.

ÇOK CİDDİ GAYRETLER VE Mİ’RAC

Miraç risalesi çok doğurgan anlamları olan bir eserdir, hiçbir eserinde olmayan bir karmaşık geometrisi vardır, Mirac’ın. Mesela Haşrin otuz üç bahsi , farklıdır, ama Miraç da o kadar çok birbiri içinde ama muntazam bahis vardır ki insanın onları okuyup bir çekirdek miraç metni edinmesi çok ciddi gayretler ile teemmül ve tefennün ile mümkündür.

Miraç kendisine devamlı dönülecek bir manevi madendir. Unutmayalım ki Bediüzzaman talebe için bir şart koşar: ”Sözleri kendi eseri ve telifi bilmek” yani kendi yazmış gibi. Her bahsin mana ve bahis boyutları zihinde bir yer edinmezse sadece kitabı okumakla bu iş olmaz. Kitabı bıraktığında zihinde bir hareket noktası yoksa olmaz.

Prof. Dr. Himmet Uç

Fetih toprak işgal etmek değildir!

Restorasyon çalışmaları tamamlanan Fatih Camii, İstanbul’un fethinin 559. yıldönümünde yeniden ibadete açıldı.

Açılış törenine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük ve çok sayıda vatandaş katıldı.

Açılış töreni öncesinde cemaate hitap eden Diyanet İşleri Başkanı Görmez, günümüzde yüreklerin işgal altında bulunduğunu belirterek, en büyük fethin, işgal altındaki yürekleri Allah’a açmak olduğunu söyledi.

Asıl fetih, gönüllerin fethidir

“Bugünkü en büyük fetih, işgal altındaki yürekleri Muhammed Mustafa’ya açmaktır. Tıpkı büyük fatihlerin şehirlerin kapısını imana, akla, ilme ve irfana açtıkları gibi” diye konuşan Başkan Görmez, şöyle devam etti: “Fetih, sıradan bir yere girmek değildir. Fetih, toprak işgal etmek ya da şehirleri, surları yıkıp ülkeler kurmak değildir. Asıl fetih, gönüllerin fethidir. Onun için bizim tarihimizde işgal yoktur. Bizim tarihimizde fetih vardır. Allah Resûlü’nün Mekke’yi fethettiği gün, onu Mekke’den kovanlar, ona Mekke’de her türlü zulmü reva görenler, ona her türlü kötülüğü yapanlar, ashabı Mekke’den çıkararak çeşitli yerlere göç etmek zorunda bırakanlar, sahabeden bazılarını katledenler ve Hz. Hamza’yı şehit edenler hep birlikte karşısına çıktılar. Allah Rasûlü onlara şöyle dedi: ‘Bugün Hz. Yusuf’un kardeşlerine söylediğini söyleyeceğim sizlere. Bugün benim size karşı ne kadar kerîm bir kardeş olduğumu göreceksiniz.’ Bizim bütün fetihlerimiz böyledir. Rasûl-i Ekrem’in Mekke’yi fethi, Selahaddin-i Eyyûbi’nin Kudüs’ü fethi, Tarık bin Ziyad’ın Endülüs’ü fethi, Alparslan’ın Malazgirt’i fethi ve Fatih Sultan Muhammed Han’ın İstanbul’u fethi, işte böyle fetihlerdir.”

Bizim medeniyetimizde işgal yoktur

Diyanet İşleri Başkanı Görmez, konuşmasında “işgal” ile “fetih” arasındaki farka da değindi. İnsanoğlunun iki vechesinden örnek vererek fetih ve işgal kavramlarına açıklık getiren Diyanet İşleri Başkanı Görmez, şöyle konuştu.

“İnsanoğlunun nasıl ki iki vechesi var. Fetihlerin de iki vechesi var. İnsanoğlunun hırs peşinde koşan bir vechesi var. İlahi aşkın peşinde koşan bir vechesi var. Kin, öfke, intikam, hırs, heves, tutku. Bunların peşinde koşan bir beden var. Bir de Allah, Muhammed Mustafa, iman, sevgi, aşk, muhabbet peşinde koşan bir ruh var. Eğer hırsın peşinde koşan beden, İlahi aşkın peşinde koşan ruha tabi olmazsa, o beden yeryüzünde sadece fuzûli bir işgaldir. Ama beden ruha tabi olursa, eğer beden ilahi aşkın yolunda olan ruhun emrine girerse o takdirde kâmil insan olur. Aynı şekilde fetihlerin de iki vechesi var.

Surların yıkılıp şehre girilmesini temsil eden maddi cephesi, toprağın, servetin fethedilmesi demektir. Ama fethin ikinci vechesi, gönüllerin fethidir. Zihinleri İslâm’a açmaktır. Kalpleri Kur’an’a açmaktır. Eğer bu iki fetih birleşmezse işgal olur. Bir fetihle bir yere iman girmiyorsa, insanî değerler, hak, hakikat ve adalet girmiyorsa onun adı işgaldir. Onun için Allah’a hamdolsun bizim medeniyetimizin fetihlerinde işgal yoktur. Bizim medeniyetimizin büyük fetihleri kalplerin, gönüllerin fethidir.”

İstanbul’un fethi, bir gönül fethidir

İstanbul’un fethinin bir gönül fethi olduğuna işaret eden Başkan Görmez, “Fetih, surları yıkıp, bir şehri bombardımana tutup, oraya hunharca girmek değildir. Fetih, aklın önünü açmaktır. Bu fetih aynı zamanda aklın önünü açtığı için de bir çağ kapanmış ve bir çağ açılmıştır. Fetih, zulmü sona erdirmek ve nuru, aydınlığı ortaya çıkarmaktır. İstanbul’un fethi, bunu gerçekleştirmiştir. Zulmü sona erdirmiş, zulmete son vermiş, nura ve ihyaya yol açmıştır” diye konuştu.

Fetihlerin görünmeyen fatihi, Hz. Muhammed’dir

“Bütün fetihlerin bir görünen fatihleri bir de görünmeyen büyük fatihi var. Görünen fatihleri, askerleri, orduları sevk ve idare eden fatihlerdir. Tıpkı İstanbul’un fatihinin Sultan Muhammed Han olduğu gibi. Selahaddin Eyyûbi’nin Kudüs’ün, Tarık bin Ziyad’ın Endülüs’ün fatihi olduğu gibi. Ama bizim bütün fetihlerimizin görünmeyen büyük bir fatihi var. O da Muhammed Mustafa (s.a.s)’dır. Çünkü bizlere fethin ruhunu Allah Rasûlü bahşetti. Biz fetihleri onsuz düşündüğümüz zaman fetihler işgale dönüşür.”

İstanbul’un fethi konusundaki hadis

Ahmed bin Hanbel ve Hakim’in naklettiği “Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden asker, ne güzel askerdir” hadisine de değinen Başkan Görmez, hadisle ilgili tartışmalar hakkında da şunları söyledi:

“Zaman zaman bazı hadisçiler bu hadisin isnadını masaya yatırırlar ve sahih midir, zayıf mıdır, uydurma mıdır diye tartışırlar. Benim onlara bir cevabım var: Bir hadis ki 11 defa İslâm ordularını büyük bir aşk ve büyük bir heyecanla İstanbul surlarının önüne kadar getirdi. Siz bu hadisin sahihlik derecesini neden ıslaha tabi tutuyorsunuz? Bu hadis Eba Eyyüp El- Ensari’yi İstanbul’a getiren hadistir. Onun için bu hadisin gücünü kitaplarda yer verilen isnatlarda ve ravilerde değil, İslâm ordularını 11 defa İstanbul surlarının önüne getiren güçte aramamız lazım.

Diyanet

Rabbim imhal eder(mühlet verir) ama asla “İHMAL” etmez!

Zalimlerin nasıl zelil duruma düştüklerini hep beraber seyrediyoruz. Oysaki onlar, bu zulmün bin yıl süreceğini, Allah’ın bile buna mani olamayacağını parmaklarını sallaya sallaya iddia etmişlerdi.

İnkar edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz, onlar için hayırlıdır. Biz onlara mühlet veriyoruz ki, günahlarını artırsınlar ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Ali İmran Sûresi. 178)

Rivayet edilir ki, Bermekî Hanedanlığı’nda önemli bir makamda görev yapan bir zat yaptıklarının neticesinde oğluyla beraber zindana atılır. Oğlu babasına sorar:

“Babacığım! Onca izzet ve saltanattan sonra, aklımıza gelmeyen başımıza geldi, adi bir suçlu gibi zincire vurulup hapse atıldık, der! Bunun üzerine babası:

Evladım! Mazlumun duası geceleri yol alır ve Allah’a ulaşmak için hızla yol alırken, biz gaflete daldık. Bu zevk-ü sefanın, saltanatın, demir yumruğun hep böyle süreceğini zannettik. Fakat mazlumun duasının er geç Allah’a varacağını hesaplayamadık. Hâlbuki Allah hiç bir şeyden gafil değildir, diye cevap veriyor.”

Evet, tarihi ibretle incelersek, kendi halklarına bile, hayvanları tiksindirecek, insanları insan olduğundan utandıracak akıl almaz işkenceler yaptıran, zulmeden zalimler, zorbalar dünya üzerinde hep var olagelmişlerdir. Ve bu dünya var oldukça da despot ve zalim kişiler de hep olacaktır. İşte bunun için; “cehennem lüzumsuz değil.” İşte bunun için, Kur’an-ı Kerim, zalimlerin akibetlerine dikkat çeker, işaret eder.

Evet, hiçbir zorbanın yanına yaptığı kâr kalmaz. Eninde sonunda Allah’a hesap verir. Bu hesap imhal edilir (hesap sonraya bırakılır), ama ihmal edilmez. Bazen de hikmeti gereği sıcağı sıcağına da hesap sorar Allah.

Bilhassa bugünlerde TV’lerde zalimlerin nasıl zelil duruma düştüklerinin görüntülerini hep beraber seyrediyoruz. Oysaki onlar bu zulmün bin yıl süreceklerini, Allah’ın bile buna mani olamayacaklarını parmaklarını sallaya sallaya iddia etmemişler miydi?

Adeta, İsrailoğullarının Hz.Musa’ya; git, sen ve Allah’ın birlikte savaşınız, deyişleri gibi bunlarda, mazlumlara hitaben; hani sizin Allah’ınız, niçin yardım etmiyor, der gibi, alayvari ve tehdit ederek, sonuna kadar bu saltanat ve izzetimiz sürecek dememişler miydi? Malatya Üniversitesinin rektörünün sözlerini hatırlayınız. (Şu anda kendisi nerede acaba? Ve nicedir akibeti?)

Evet, ne oldu zalimlerin sonu! Bugün izzet kimin, zillet kimin. Kiminle cenk ettiklerini bilmek lazım.

(Habîbim!) Hatırla ve sakın zalimlerin yaptıklarından Allah’ı gâfil sanma! Muhakkak onlar(ın cezaların)ı Allah, ancak öyle bir güne kadar erteler…

O gün Onlara: “Hani siz, bundan önce (dünyada): sizin için zevâl yoktur, diye yemin etmiş değil miydiniz?”

Gerçekten onlar çeşitli hileler ve tuzaklar kurdular. Allah katında da onların hileleri ma’lumdur, isterse onların hileleri dağları yerinden oynatacak (derecede büyük) olsun, diye cevap verilir. O halde (Habîbim!) sakın Allah’ın peygamberlerine olan vaadinden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah azîzdir, (her şeye galiptir), intikam sahibidir, (kimsenin yaptığını yanına bırakmaz.)” (İbrâhim sûresi Âyet: 42-47)

Bu ve benzeri ayetlerde Zalimi ihmal etmeyen ama imhal (mühlet) veren Hz. Allah, bazen hikmeti gereği cezayı peşin de veriyor.

Recai ALBAY

Üç aylarda Umre yolcularına önemli notlar

Üç aylara girmiş bulunuyoruz. Hepimiz hakkında hayırlı ve mübarek olsun. Yüce Allah Recep ve Şaban’ı hakkımızda bereketli eylesin ve hepimizi Ramazan ayına kavuştursun.

Üç ayların birincisi olan Recep ayı, aynı zamanda haram ayların yani saygınlığından dolayı içinde savaşın yapılmadığı dört ayın da birincisidir. Diğer haram ayların üçü de Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Bu aylar hac aylarıdır. Recep ayı ise umre ayıdır.

Bu aylar, haricî düşmanla değil, dahili düşmanla yani nefs-i emmare ile savaş ayıdır. Bu savaşı kazanan bütün savaşları kazanır, bu savaşta kaybeden bütün savaşlarda ve sınavlarda kaybeder.Üç aylar hakkındaki detaylı bilgiyi ÜÇ AYLARLA TOPLUM EĞİTİMİ adlı kitabımıza havale edip umre yolcularına ve nefsime seslenmek istiyorum. Çünkü o yolculardan biri de benim.

Ey umre yolcuları! Hem mübarek zamanlara, hem de mübarek mekânlara kavuştunuz, kavuşacaksınız. Birkaç notu bu fakirden dinlemenizi rica ve istirham ediyorum:

1-Birkaç sevinci bir arada yaşattığından dolayı Cenab-ı Hakk’a sonsuz ve sınırsız şükürle görevlendirilmiş bulunmaktayız.

2-Mübarek aylara ve mübarek mekânlara kavuşmak bir nimettir. Bu kavuşmanın bir nimet olduğunu görmekayrı bir nimettir, nimete şükreden adam olmak bir başka nimettir, Kâbe-i Muazzama’nın ve Ravza-i Mutahhara’nınziyareti için gelen davet ise bambaşka bir nimettir. Bu nimetler küllî hamd ve küllî şükür ister.

3-Öyleyse Mekke ve medine’yi ziyaret, Avrupa turistlerinin Antalya’yı ziyaretleri biçiminde olmamalı, Hz. Peygamber ve ashabının tevazu ve teslimiyeti, aşk ve iştiyakı biçiminde olmalıdır. Küllî niyetle, yani kâinat çapında bir şükrü ve hamdi sunmak, isteyip te gidemeyenlerin şükürlerini de takdim etmek niyetiyle yola çıkılmalıdır.

Hac ve umre yolcuları o mukaddes beldelere Allah ve Rasul sevdası ve günah kamburundan kurtulma niyeti ile gitmelidirler. Bu sevda, bu samimi tevbeve bu niyet, onların ayisberg gibi de olsa günahlarını eritmeye yetecektir.Efendimiz (s.a.v) buna işaretle şöyle buyurmuşlardır: “Umre, daha sonraki umreye kadar, ikisi arasında işlenen günahlar için kefarettir. Allah katında makbul haccın karşılığı ise, ancak cennettir.”(Buhari, Umre, 1; Müslim, Hac, 437). “Hac ve Umreyi peşpeşe yapınız. Çünkü bunlar, körüğün demir, altın ve gümüşteki kiri, pası gidermesi gibi yoksulluğu ve günahları giderir. Kabul edilmiş bir haccın karşılığı ancak cennettir.” (Tirmizi, Hac, 2; Nesai, Hac, 6)

İnsanın niyeti bozuk olursa, Kâbe’nin içinde de yatsa-kalksa yine iflah olamaz. Ebucehil ve Ebuleheb Kâbe’nin duvarının dibinde büyüdülerama, cehenneme gitmekten kurtulamadılar.

4-Hac ve umreye gidenler, tevazu ve mahviyet içerisinde o topraklara girmelidirler. Bu şekilde giriş, Hz. Peygamber ve ashabının sünneti ve ahlakıdır. Kibirden, gururdan, hava atmaktan ve şımarıklıktan hiçbir eser, hiçbir kimsenin üzerinde olmamalıdır.

5-Herkes sabırlı olmalıdır, Allah’ın sabredenlerle beraber olduğunu bilmelidir. Kimse kusur aramamalıdır.Herkes hep kendi kusurlarını görme gayreti içinde olmalıdır.

6-Mübarek zamanlara ve mübarek mekânlara kul haklarından arınmış bir şekilde girilmeli ve gidilmelidir. Değil hac ve umreye gitmek, şehid olmak bile insanı kul hakkından kurtarmaz.

7-İncitip gücendirilen kimselerden helallık alınmalı.

8-Hac ve umreye gidenlerin rızıkları helal ve temiz olmalı.

9-Bilen, bildiği ile amel eden insanlarla yolculuğa çıkılmalı. Önce refik, sonra tarik, demişler.

10-Kavgadan, gürültüden, günah işlemekten, ihramlı iken eşiyle cinsel yaklaşımdan uzak durulmalıdır.

11-Hac ve umreye gidenden dua istenmelidir. Umreye giden Hz. Ömer’e (r.a) Peygamberimiz: “Kardeşim bizi duadan unutma!” buyurmuştur.

12-Evden ayrılmadan iki rekât namaz kılınmalı. “Bismillahıtevekkeltüalallahi” demeli, ayetülkürsi, Felak ve Nas sureleri, bir de yolculuk duaları okunmalıdır.

13-Mikat mahalleriihramsız geçilmemeli. İhram yasakları çiğnenmemeli. (Biraz sonra ihram yasaklarını arz edeceğiz.) İhram giyen, bunun Mekke’ye saygı olduğunu bilmenin yanında bu ihram ona aynı zamanda dünyadan ayrılacağı zamanı da düşündürmeli, kefene sarılacağı anı hatırlatmalı, Allah’ın huzurunda durup amellerinin hesabını vereceği safhaları gözünün önüne getirmeli,kalbini, Allah’tan başkasından arıtmalı, nefsanî duygulardan uzak tutmalıdır.

14-İhrama girmeden önce tırnaklar kesilmeli, boy abdesti alınmalı, vücut bakım ve temizliği yapılmalı, koltuk altı ve benzeri mahaller traş edilmelidir. Lohusa ve adetli hanımlar için de boy abdesti sünnettir.

15-Vücuda güzel koku sürülmeli ama ihrama değil.

16-Ayağı örtmeyecek terlikler giyilmeli. Bunlar bedenî hazırlıklar. Bir de ruhî hazırlık var:

17-Cismimiz ve maddemizle Kâbey-i muazzama’ya, kalbimiz ve ruhumuzla da Kâbe’nin ve alemlerin Rabbi olan Allah’a yönelmeli ve bağlanmalıyız.

18-İki rekât ihram namazı kılınmalı, birinci rekâtta Fatiha’dan sonra Kâfirun, ikinci rekâtta da yine Fatiha’dan sonra İhlas suresi ve selamdan sonra da şu dua okunmalıdır:

Allahım, şüphesiz ki ben umre yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve benden kabul buyur. Şüphesiz ki sen her şeyi işiten ve her şeyi bilensin.

Bu dualardan sonra ihramdan çıkıncaya kadar her fırsatta bol bol telbiye okunmalıdır.

İHRAMLILARA YASAK OLANLAR:

a-Zevcesiyle cinsî yaklaşım, hatta şehevî hisler ve konuşmalar,

b-İsyan ve münakaşa,

c-Avlanmak, avcıya avı göstermek,

d-Dikişli ve yapıştırmalı elbise giymek,

e-Sarık sarmak, yüzünü-başını örtmek, çorap veya mest giymek,

f-Tıraş olmak, tırnak kesmek, koku sürünmek.

İHRAMLILARA YASAK OLMAYANLAR:

a-Yıkanmak,

b-Gölgelenmek,

c-Şemsiye ve

d-Para kemeri kullanmak,

e-Yanında çanta taşımak,

f-Yüzük ve saat takmak,

g-Kan aldırmak. Şayet kan aldırmak için saç kesilirse bir koyun veya keçi kurban etmek gerekir.

Mekke’ye girmeden önce iç ve dış temizlik tekrar gözden geçirilmeli, eşyalar emin bir yere konduktan sonra Harem-i Şerif’e yönelmeli, mümkünse “Babüsselam denilen kapıdan içeriye girilmeli, salat ve selam okunmalı, “Allahım! Günahlarımı bağışla ve bana rahmetinin kapılarını aç.” diye dua edilmeli.

KÂBE’Yİ GÖRÜR GÖRMEZ YAPILMASI GEREKENLER

1-Kâbe-i Muazzama görülünce tezellül, tevazu ve huşu artırılmalı ve şu dua okunmalıdır:

Allahım bu evin şerefini, saygınlığını, heybetini artır. Onu ziyaret edenlerin şerefini, saygınlığını da artır. Allahım! Sen selamsın. Sendendir selam. Bizi selamla, barış ve esenlikle yaşat ey bizim Rabbimiz!”

2-İnsan, yıllardır özlemini çektiği sevgilisini bulmuş gibi doya doya Kâbe’ye bakmalı, sevincinden etrafında büyük bir aşkla pervane gibi dönmeli, yani tavaf etmeli, uzun uzun dualar yapmalı, duaya doymamalıdır.

3-Tavaf da namaz gibi bir ibadettir. Namazda cep telefonu nasıl açık tutulmuyor, cep telefonu ile meşgul olunmuyorsa, tavafta da öyle yapmalı, insan Rabbi ile kendi arasına kimsenin girmesine izin vermemelidir. Çünkü tavaf da bir çeşit Allah’la buluşma ve görüşme anıdır. Eşref saatidir. O saat hiçbir şeye feda edilmemelidir.

4-Kadınlarla aynı safta namaza durulmaz. Ama bu hükme hac ve umrede bazen yoğun kalabalıklardan dolayı tam riayet edilemiyor. Böyle durumlarda vaziyeti olduğu gibi kabullenmeli ve herkes kendisine dikkat etmeli, Allah’ın huzurunda olma bilinci, başka şeyleri düşünmeye fırsat vermez, vermemelidir.

5-Karşılaşılan olumsuzluklar, zahmet ve meşakkatler sabır ve sevda ile aşılmalı, Sevgililer Sevgilisi’nin hatırı için başka hatırlar kırılmamalı, dövene elsiz, sövene dilsiz ve de gönülsüz olunmalı.

6-Her ilden, her dilden, her mezhebden insanın toplandığı bir yerde bizim bildiklerimize ters düşen durumlarla karşılaştığımızda hemen itiraz edilmemeli, galiba benim bilmediğim bir şey var” denmeli, geçip gitmelidir.

7- Namaz kılanın önünden geçilmez. Ama bazen harem-i şerifte izdihamdan buna çok dikkat edilemiyor. “Namaz kılanın secde edeceği yerin biraz uzağından geçilebilir.” fetvası bilinir ve gereği yapılırsa bu da kafaya takılan bir mesele olmaktan çıkar.

8-Hacerü’l-Esved’i (es’adi) öpeceğim diye başkaları incitilmemeli. Fırsat varsa öpülmeli, yoksa, istilamla, iki eli ona doğru kaldırarak selamla yetinmelidir. Bu da onu öpmek yerine geçer inşallah.

Hacerü’l-Esved’i uzaktan öpmek şöyle olmalıdır: Uzaktan avuçların içi Kâbe’ye çevrilir. Eller kulaklar hizasına kadar kaldırılıp “Bismillahi Allahuekber” denilerek karşıdan işaretle selamlanır ve sağ elin içi öpülür. Bu işlem yapılırken durulup beklenmez, yürümeye devam edilir.

9-Tavaf esnasında, her şavta tahsis edilmiş bir dua vardır. Bunları bilmeyenler, bildikleri duaları okuyabilirler. Me’sur (Kur’an ve sünnet kaynaklı) dualarla dua etmenin daha efdal olduğu da unutulmamalıdır. Grup halinde duaların hoş olmadığı, başkalarının konsantrasyonunu bozduğu, grupdakilerin de konsantre olamadıkları söyleniyor.

10-Tavaf: Dua, tefekkür, mülakat, teveddüd, mürakebe, istiğfar, zikir, tesbih, tahmid, tehlil, tekbir makamıdır. Maç sohbetleri ve muhabbetleri yapma makamı değildir.

11-Ardından sa’y yapılacak tavafların ilk üç şavt(tur)ında erkeklerin REMELyapılır. Remel, tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve çabuk yürümektir. Remel, sadece sonunda sa’y yapılacak tavaflarda yapılır. Kadınlar remel yapmazlar. Remel yapılması gereken tavaflarda erkekler IZTIBA yapar. IZTIBA, ihramın vücudun belden yukarısını örten parçasının bir ucunu sağ kolun altından geçirip, sol omuz üzerine atarak sağ kolu ve omuzu ihramın dışında bırakmaktır. Tavaf bitince omuz örtülür. Tavaf namazı omuz örtülmüş olarak kılınır.

11-Tavaf tamamlandıktan sonra, Makam-ı İbrahimde iki rekât namaz kılınmalı, burası müsait değilse,bu makamın hizasında arka taraflarda da kılmak caizdir. Zaten bu hikmete binaen önceleri Kâbe’ye bitişik olan bu makamı Hz. Ömer (r.a.), gerilere çekmiş, tavafın hızının kesilmesini engellemiştir.

12-Safa ile Merve tepeciklerinde Kâbe’ye yönelip onu selamlama sa’yin sünnetlerindendir. Bu tepeciklerde de Hacerü’l-Esved ve Makam-ı İbrahim’de olduğu gibi eziyet vermemek esastır. İlla da Kâbe’yi görüp, selamlayıp sonra sa’yime devam edeceğim israrı güdülmemelidir.

13-İmkânlar nisbetinde sık sık banyo yapılmalı, duş alınmalı, beden ve elbise temizliğine çok dikkat edilmelidir.

14-Başkalarına ait eşyalar kullanılmamalı.

15-Hacıların ve umrecilerin önünde bilgili, tecrübeli, ideal rehberler olmalı. Çok gelip gitmeleri onların aşk ve sevdasına gölge düşürmemeli, samimiyet ve ihlaslarına halel vermemelidir.

16-Bayan rehberler de olmalı ve bunların da sayıları artırılmalıdır.

MEDİNE-İ MÜNEVVERE’DE

17-Medine’de beş vakit namaz Mescid-i Nebi’de kılınmalı, namaz vaktinde asla alış-verişte, yemekte vs. herhangi bir yerde bulunmamalıdır.

18-Allah Rasulü Efendimiz beş vakit namazda, mihrabda imamlık yapıyor gibi telakki edilmelidir.

19-Peygamberimiz: “Evimle mihrabım arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurduğundan herkes orada bulunmak, orada dua etmek, namaz kılmak istiyor. İşi biten derhal oradan ayrılmalı, başkalarına da yer açmalıdır.

20-Ziyaretgâhlar ihmal edilmemeli, İslam’ın insanlığa mal olması için verilen mücadeleler, çekilen çileler hatırlanmalı, bu mücadelede yer alanlara şükran, Fatiha ve hayırlı hizmetler, hürmetler ve muhabbetler sunulmalıdır. Ayneyn tepesinden avuç avuç toprak alarak o tepenin küçülmesine ve yok olmasına meydan verilmemelidir.

21-Alış-verişlerde ifrat edilmemelidir. Hacca giden baba kızına sorar:

-Kızım oradan sana hediye olarak ne getireyim? Şuurlu kızın cevabı Muhammed İkbal’in sözüdür:

-Ey hacılar ve umreciler! Hacdan ve umreden gelirken bize hediye olarak takke, tesbih, yüzük, ve benzeri şeyler getirmeyin. Oradan gelirken bize hediye olarak Hz. Ebubekir’in doğruluk ve teslimiyetini, Hz. Ömer’in adalet ve hakperestliğini, Hz. Osman’ın Kur’an aşkını ve hayasını, Hz. Ali’nin ilmini ve kahramanlığını getirin.

Bu sözden hediyeleşmeyin anlamını çıkarmamak lazım. Hediyelerinizin arasına bunları da katın, demektir. Vesselam.

Not: Bir mani çıkmazsa inşallah 31 Mayıs 2012 tarihinde bir kısım dost ve arkadaş grubuyla umreye hareket etmiş olacağız. Umre yolcusu arkadaşlarıma Cenab-ı Hak’tan hayırlı yolculuklar diliyorum. Gidemeyen dost ve kardeşlerime de en yakın zamanda yine beraber gitmeyi nasip etmesini Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Oruca başlama vakti, ölmüşlerimize Yasin okuma anlayışı…

Soru: Geçen sene Ramazan’da oruca sabah ezanıyla başlıyorduk. Bu sene üç ayların başında tutmak istediğimiz oruca da yine ezan sesiyle başladık. Yani sabah ezanı okununcaya kadar yememizi sürdürdük.

Ezan başlayınca hemen yemeyi kesip oruca başladık. Ancak sonra bizi ikaz edenler oldu. Ezana kadar yemek yenilmez dediler. Halbuki biz Ramazanlarda hep ezanla başlıyorduk oruca. Şimdi ne oldu ki, sabah ezanıyla başladığımız orucumuzun geçersiz olduğunu söylüyorlar bize. Cevap: Soru sahibi okuyucuma, geçen Ramazan’da ne olmuştu, şimdi Ramazan’dan önce ne olduğunu kısaca arz edeyim de iki ezan arasındaki oruca başlama farkının ne olduğunu fark etsin, böylece şaşırmaktan da kendini kurtarmış olsun.

Geçen Ramazan’da işitince hemen oruca başladığınız ezan, Ramazanlarda oruca başlama vaktinin girdiğini ilan etmek için erkenden okunan ezandır. Tam imsakta okunan o ezanlarla oruca başlanır, daha fazla beklenilemez. Ancak Ramazan dışında sizin dinlediğiniz ezan, orucun başladığını ilan eden ezan değildir. Tam aksine orucun başlama vaktinin çoktan geçtiğini haber veren ezandır. Dolayısıyla geç vakitte okunan bu ezanla oruca başlanılmaz. İşte sizin itiraz edilen orucunuz da böyle başlama vakti çoktan geçmiş olan oruçtur.

Bilmem okuyucuma, imsakla birlikte okunan Ramazan ezanı ile imsak geçtikten çok sonra okunan ezanın farkını arz edebildim mi? Bunun için Recep ayının başında dinlediği ezanla başladığı orucunun sıhhatine itizar edilmiş, niyet vakti geçmiş oruç geçerli değildir, denmiştir!

Bununla beraber ezanla oruca başlama konusunda akla gelen şu yanılma ihtimalini de düşünmeliyiz. Sabah ezanını okuyan müezzin bazen saatine yanlış bakıp erken de okuyabilir, uykuya dalıp geç de kalabilir. Böylece Ramazan’da orucuna ezanla başlayanlar da aynı yanlışa uyabilir. Böyle bir yanılmaya maruz kalmamak için takvimdeki imsak vaktinin girip girmediğine bakmayı ihmal etmemekte büyük fayda vardır.

Ayrıca imsak dakikası, gecenin bitip gündüzün başladığını da ifade etmektedir. Bu sebeple imsakla hem oruca başlanır, sabah namazının vakti de girmiş sayıldığından, ihtiyaç duyanlar sabah namazını da hemen kılabilirler de. Ancak tedbir olarak 15-20 dakika beklemenin daha uygun olacağını ifade edenler de vardır.

***

Soru: Ölmüşlerimize sene boyunca Yasinler okuyup ruhlarına bağışlıyoruz. Ancak son zamanlarda ölmüşlerimize Yasin okunamayacağını ileri sürenler oluyor, ölünün ruhu için Yasin okunmaz demeye getiriyorlar. Geçmişlerimiz için Yasin okumayı bırakalım mı şimdi?

Cevap: Ölmüşlerimizi niyet ederek okuduğumuz Yasinleri bırakmamalı, Kur’an okumaya devam etmeliyiz. Çünkü ölülere Yasin okunmasa bile okuduğumuz Yasinlerin sevaplarını ölmüşlerimize bağışlayabiliriz. Böylece geçmişlerimiz okuduğumuz Yasinlerin de, yaptığımız tüm hayır hasenatların da sevaplarından istifade ederler. Çünkü yaşayan insanlar yaptıkları tüm hayır hasenatlarının sevaplarını geçmişlerine bağışlayabilirler. Varsa azapları azalır, yoksa makamları yükselir. Har halükarda ölmüşlerimiz istifade ederler bu türlü hediyelerimizden. Bunda şüpheye düşmeye sebep yoktur.

Rahmetli pederim bana yedi yaşımda iken perşembe günleri geçmişlerimize Yasin okuma alışkanlığı kazandırdı. Halen 77 yaşında o alışkanlığımı sürdürmekte, her perşembe mutlaka Yasin okuyarak geçmişlerimize sevabını bağışlamaktayım. Bundan da çok mutluyum. Geçmişlerimizle irtibatı kesmemeli, manevi hediyelerimizle vefamızı göstermeliyiz diye düşünüyorum.

Ahmed Şahin / Zaman