Kategori arşivi: Yazılar

Sarıkamış Harekatı

22 Aralık 1914 ile 15 Ocak 1915 tarihleri arası, Sarıkamış Harekatı’nın yıldönümüdür. Dünya Savaşı’nın Sarıkamış cephesinde meydana gelmiştir. Yedi cephede birden savaş veren Osmanlı Devleti, Dünya Savaşı´nın doğu cephesini oluşturan Sarıkamış cephesinde Allahüekber Dağları´nda ağır kış koşullarında (ne yazık ki savaşlar‚ yaz-kış dinlemiyor) yapılan bu harekatta vermiş olduğumuz 90.000’e yakın şehidimizi hüzünle‚ rahmetle yadedeceğiz. Fakat aynı zamanda da ordularımızın, vatan söz konusu olduğunda, öleceklerini düşünmeden‚ şartlar ne şekilde olursa olsun, aldığı emri gözünü kırpmadan gerçekleştiren kahramanlıklarını da yadedeceğiz.

Sarıkamış´ta 18 aylık kutsal vatani görevini yerine getiren biri olarak bölgenin sarp coğrafi yapısını ve iki kış mevsimi orada görev yaptığımdan dolayı‚ (çok özür dilerim biraz amiyane tabir kullanacağım) sümük donduran‚ acımasız sert kış koşullarını az çok bilirim.

Sarıkamış‚ Kars iline bağlı deniz seviyesinden 2125 m yüksekliğiyle ve çevresindeki 2500-3500 m rakımlı dağlarla çevrilmiş yazları kısa ve ılık‚ kışları ise uzun ve çok sert geçen (geceleri -20 -25°C bazen -35°C lere varan sıcaklık) iklimiyle yaklaşık 25000 nüfuslu şirin bir ilçemizdir. Iğdır´ın uzun kışları için söylenmiş bir dizeyi‚ müellifinin hoşgörüsüne sığınarak biraz değiştirip Sarıkamış ilçesine uyarlayıp‚ “Sarıkamış´ın üç ayı ayaz‚ altı ayı beyaz‚ gerisi de yaz” dersek‚ pekte abartmış sayılmayız. Çevresi sarıçam ormanlarıyla kaplı‚ tarihi eserleri‚ soğuk suları ve bol doğal güzellikleri‚ iklimiyle zıt görüntü arzeden sıcak ve sevecen insanlarıyla Sarıkamış‚ bu nüfusuyla 2000 m.’nin üzerinde yüksekliğe sahip Türkiye´nin en kalabalık ilçelerinden biridir. Yöreye özgü kristalize kar yapısıyla ve kış sporları tesisleriyle de turizmde geleceği parlak kentlerimiz arasındadır.
Şimdi gelelim bahse konu olan bu harekatın başlangıç sebeplerine.

Hepimizin bildiği üzere Avusturya İmparatorluğu‚ 1908 yılında Osmanlı eyaleti olan Bosna Hersek´i işgal ve ilhak eder. 28 haziran 1914 te Bosna´daki Avusturya askeri birliklerini denetlemeye gelen Avusturya veliahtı Arşidük Ferdinand ve eşi Josephine´in bir Sırp milliyetçisi tarafından Bosna´da öldürülmesinin kıvılcımıyla 1 ağustos 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı başlar. Başlangıçta tarafsızlık politikası yürüten Osmanlı Devleti‚ iktidardaki İttihat ve Terakki yönetiminin‚ Balkan Savaşları´nda Rumeli´de kaybedilen toprakların geri alınabilmesi ve doğu sınırlarında 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 harbi) yenilgisiyle ruslara savaş tazminatı olarak verilen üç vilayet olan (elviye-i selase) Kars-Ardahan ve Batum´un geri alınması ümidiyle‚ önce İngiltere-Fransa-Rusya ittifakının yanında savaşa katılmak ister. Osmanlı Devleti İngiltere´den olumsuz yanıt alınca Almanya ile ittifak arayışına yöneldi.
Almanya ise Avrupa´da iki cephede birden savaşması gerekeceğinden doğu cephesinde Rus baskısını azaltmak‚ ruslara kafkaslarda ikinci bir cephe açtırmak için ve Osmanlı Devleti ile alman çıkarlarının örtüşmesinden dolayı‚ İttihat ve Terakki iktidarının 2 ağustos 1914 tarihinde Almanya ile yapmış olduğu gizli bir antlaşma şartlarına dayanarak 1 kasım 1914 te Osmanlı Devleti de Almanya-Avusturya-Macaristan ittifakıyla birlikte savaşa girdi. Bunun sonucunda 3 Kasımda Osmanlı Devleti´ne savaş açan Rus Ordusu da Sarıkamış´ta bulunan karargahından Erzurum yönünde ileri harekata geçti. Fakat Osmanlı kuvvetlerinin sayıca az olmalarına rağmen Köprübaşı mevkiinde durduruldu ve geri püskürtüldü. Doğu cephesi komutanlığını üzerine alan genel kurmay II. başkanı Enver Paşa‚ Sarıkamış üzerine yapılacak bir taarruzla hem yaklaşık 40 yıldır Rus işgali altındaki Kars-Ardahan-Batum illerini geri almak‚ hem de kafkaslardaki Türklerin yardımına koşmak için‚ günümüzde de hazırlanış bakımından stratejik olarak başarılı bulunan Sarıkamış Harekatını başlattı. Bu planı Alman genelkurmayı da‚ doğu Avrupa´da Almanya-Avusturya cephesi üzerindeki Rus baskısını azaltacağı düşüncesiyle destekledi.

22 aralık 1914 te Enver Paşa‚ Allahüekber Dağları´nı kuzeyinden geçerek ve Sarıkamış´ı arkadan kuşatmak için komutasındaki 3. orduya mensup üç kolordudan birini Oltu yönünde diğerini de Bardız yönünde ileri harekata göndererek Rus ordularını geri püskürttü. Kendisi de Oltu ve Bardız’dan gelecek olan kolorduları beklemeden küçük bir kuvvetle Sarıkamış´a cepheden saldırıya geçti fakat kuvvetlerinin yetersiz olması sebebiyle kentin önlerinde durduruldu. Oltu ve Bardız´dan yürüyüşe geçen iki kolordunun Sarıkamış´a gelmesini beklemeye başladı. Oltu ve Bardız´dan ileri yürüyüşe geçen iki kolordu‚ 2500-3500 m rakımlı Allahüekber Dağları´nı aşarken hem Rus ordusuyla hem de dondurucu‚ çetin ve acımasız kış şartlarıyla da kahramanca savaşarak yaklaşık 90000 mehmetçik -35°C dereceye varan dondurucu soğukta şehit olmuşlardır…

”Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı” web sitesinde de belirtildiği gibi;
…Sarıkamış‚ Türk harp tarihinin en acı muharebelerine sahne olmuştur. Türk Ordusu‚ ağır koşullar altında yapılan bir muharebede kahramanca savaşmıştır. Türk Ordusunun kayıplarındaki asıl etkenler‚ çetin arazi ve şiddetli kış şartları ile teçhizat eksikliği ve ikmal yetersizliğidir. Çok ağır koşullar altında kahramanca savaşan Türk askeri‚ muharebenin sonuna kadar direnmiş‚ vatanını korumak ve başarıya ulaşmak için sonsuz gayret göstermiştir. Sarıkamış Harekâtı‚ Türk milletinin vatanı ve kutsal varlıkları uğruna neler yapabileceğinin bir delilidir.

Geçtiğimiz yıl düzenlenen Sarıkamış´taki anma törenlerinde Çankırılı er Oğuzhan Yıldırım´ın yazıp dile getirdiği şiiri‚ dinleyenlerin gözlerini yaşarttı;

DONARAK ÖLDÜK

Biz Allahüekber’deki şehitler

Sizlerden şükran ziyareti bekler.

Ruhumuza kucak açtı melekler‚

Yol verseydiniz geçerdik dağlar.

“Sarıkamış / Beyaz Hüzün” romanında İsmail Bilgin‚ şehitleri şöyle dile getirir;

“Sarıkamış üstünde kar‚
Kar altında Mehmedim yatar.”

Sarıkamış Kaymakamlığı web sitesinde yayımlanan‚ Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkan Vekili Dük Aleksandroviç Pietroviç‚ Sarıkamış´ta gördüklerine anılarında şöyle yer vermiş:

“…ilk sırada diz çökmüş dokuz kahraman. Mavzerleriyle nişan almışlar‚ tetiğe asılmak üzereler ama asılamamışlar… İkinci sırada cephane taşıyanlar var‚ sandıkları bir avuçlamışlar ki‚ kainattan hırslarını almak istiyor gibiler. Öylesine kaskatı kesilmişler… ve sağ başta Binbaşı Nihat. Dimdik ayakta‚ başı açık‚ saçları beyaza boyanmış‚ gözleri karşıda…Allahüekber dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım. Bizden çok evvel‚ Allah´larına teslim olmuşlardı…”

Bu vatan için toprağa düşmüş tüm şehitlerimiz gibi Sarıkamış Harekatı´ndaki kahraman şehitlerimizi de rahmetle‚ minnetle yadediyoruz. Kahraman hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

sevgiyle…
Macit Şekerci

Varlıkların namazda temsili

Namaz, her tür varlığın değişik ve çeşitli ibadetlerine işaret eden kutsal bir haritadır

Ağacın namazı nasıldır? Ağacın bir namaz kılış şekli var mıdır? Ya koyunun, keçinin, devenin, dananın ve mandanın bir namaz şekilleri mevcut mudur? Daha ötesi elsiz ayaksız bir yılanın, evini sırtında taşıyan kaplumbağanın ve diğer sürüngenlerin namazından söz edilir mi? Hatta sıra dağların, sessiz sakin duran tepelerin de namazdan bir payı olabilir mi?

Kuşkusuz, bu varlıklar bizim gibi namaz kılacak değiller, fakat olsa olsa insanın namazından onların da bir payı ve hissesi vardır, denebilir. Nasıl bir payı olabilir sorusuna, şu cevapları bulmak mümkün. “Namaz, her tür varlığın değişik ve çeşitli ibadetlerine işaret eden kutsal bir haritadır” sözünden yola çıkarak şöyle bir açıklama getirilebilir.

Namazın ilk duruşu ve ilk şekli, kıyamdır, ayakta durmaktır. İnsan namazda ayakta duruşuyla bütün ağaçların duruşlarını, hiç kımıldamadan dikilişlerini temsil ediyor, bir yerde onların ibadetlerini kendi hayatında şekillendiriyor.

Çünkü hiçbir ağaç kendi adına hareket etmez, açmaz, açılmaz, dal, yaprak ve meyve vermez. Yaratıcısı adına iş görür. Başta koyun ve keçi olmak üzere evcil ve yabani bütün dört ayaklı hayvanlar da sürekli ağızları yerde, belleri bükülmüş vaziyette bir rükû halini yaşıyorlar. İnsan da rükûuyla bu canlıların bir tür ibadetlerini temsil ediyor.

Yılanlar, akrepler ve bütün sürüngenler, hatta bir bakıma deniz canlıları, duruşlarıyla insanın namazdaki secdesine işaret ediyor. İnsan da secdesiyle onların ortak ibadet duruşlarını sembolize ediyor. Dağların, tepelerin duruşları, yerlerinden kımıldamadan oturuşları namazdaki oturuşa işaret ediyor.

İnsan namazda oturuşuyla yeryüzünün birer hazine deposu olan dağların bu hallerini temsil ediyor. Böylece bütün varlıklar insanın namazında yer alıyor, insan da halife olması hasebiyle onların fıtrî ibadetlerini Rahîm olan Rabbine böylece arz etmiş oluyor.

Mehmet Paksu / Bugün Gazetesi

Ahiret iyileştirir

Haksızlığa maruz kalanın tek bir sorusu vardır:

Neden?

Ve bu tek kelime yeni yeni sorulara gebedir: Ben ne yaptım? Suçum neydi? Niye ben? Neden benim başıma geldi?

Bu doğurgan soru ontolojik bir kırılmanın, varoluşsal bir krizin tezahürüdür. Kişi bu soruyla yaşadığı haksızlıktan, maruz kaldığı zulümden bir “hayır ve iyilik” çıkmasını ummaktadır. Ahiret nazarı dikkate alınmadan bu soruların tatminkâr bir cevabı yoktur. Ontolojik kriz ancak baki ve ebedi bir hayat hattında çözüme kavuşabilir. Çünkü yaşadıklarımız sıra dışı düzeyde acı veren olaylar, haksızlıklar, zulümler bile olsa; hayır, çoğu zaman bu dünyadan ziyade ebedi âlemde insana verilir. İnsanın ebedi yurdu orasıdır. İnsan mükellef bir yemeği otobüs durağında yemez, yemek de istemez. Sağ salim ulaşacağı evinde yemek ister.

Dünya bir imtihan yeriyse, imtihan gereği insan haksızlığa, zulme maruz kalabilir. Zulme uğrama illa da kişinin bir suçu olduğu anlamına da gelmez. Zalimin kendi enesi, benliği, egosu, ilah edindiği heva ve hevesi dışında bir gerekçesi yoktur. Zalim, Mutlak Varlık’ın merhameti ve şefkatli olma buyruğunu çiğnemektedir. Kullarının her türlü hukukunu koruma vaadini yapan Mutlak Varlık, masumlardan biraz sabırlı olmalarını istemektedir. Ne de olsa hayat kısadır. Ölüm şuracıktadır.

Travmanın ahiret bağlamında çözümüne yine Said Nursi üzerinden devam edersek; kendisi “Pek âdi bahanelerle, zemherinin en şiddetli soğuk günlerinde” tutuklanmıştır. “Büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde” hapsetmişlerdir onu. Der ki: “Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, za’fiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim.

Şartlar zordur. Haksız yere tutuklanıp zulme maruz kalmıştır. “Dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde,” çırpınmaktadır. Ama o sıkıntısına ve hiddetine yenilmez. Hz. Musa’nın asası gibi, her olaydan bir rahmet ve hayır çıkarmasını bilir. Çünkü yaşadıklarını ahiret bağlamına oturtur. Ebedi hayatı kazanmasına hizmet edecek her ne yaşıyorsa, iyidir, hayırlıdır, güzeldir, yaşamaya değerdir. Bu bir sıkıntı bile olsa. Bu bir zulme maruz kalma bile olsa.

Ahireti kazanmak için çekilecek acılara razıdır. Ebedi bir hayat için dünyanın geçici gam ve kederlerinin lafı mı olur?

Daha önceki hapis hayatını düşünür. Orada mahpusların Risalelerden istifade ettiklerini, imanlarını kuvvetlendirdiklerini düşündükçe, mahpusluktan şikâyet etmek yerine binlerce şükür eder. Kalbine inkişaf eden hakikat ona der ki: “Her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşâallah bu Üçüncü Medrese-i Yusufiye’deki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek.

İnsanın var oluşunun anlamı dünyadaki fani saatleri ahretin ebedi ve baki saatlerine çevirmek değil midir zaten?

Kalbine inkişaf eden hakikat konuşmasını şöyle sürdürür: “Hiddet ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller.” Bilerek, kin ve garazla, inkârcılık adına incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, yine Allah’a havale eder. Mutlak Varlık’ın onlara vereceği ölümle; “ölümün i’dam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azap çekecekler,” diyerek, yapılan haksızlıklarının karşılığını bulacaklarını düşünerek adalet ve hakkın yerini bulma arzusu tatmin olur. Bu bakış açısı onu zalimlere intikam duygusuyla yanıp tutuşmaktan alıkoyar. İntikam güçsüzlerin işidir. “İntikam soğuk yenir” diyenler, soğuk yemeğin bünyeye zarar verdiğini unutur. Kişiliği kuvvetli olanlar haksızlığa haksızlıkla karşılık verme acziyle, mazlumken zalim konumuna düşmezler.

Mutlak Varlık, varlıklara yapılan zulümleri bilir ve görür. O mağdurun, masumun vekilidir, dostudur, yardımcısıdır. Nursi, bunun derinden farkındadır. Yaşadıklarını ahiret bağlamında değerlendirmeyi şöyle sürdürür: “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun!’ diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle ‘Elhamdülillah’ dedim.

Son cümle çarpıcıdır. Bu insan, zulme maruz kalmaya bütün kuvvetiyle Elhamdülillah demektedir. Çünkü yaşadığı travmayı ahiret bağlamında ele almış, dünyanın fani saatlerinin zulüm yoluyla ebedileştiği hakikatine mazhar olmuştur.

Başka bir metinde benzer bir yaklaşımla acılarına şifa bulur Nursi. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, çoluk çocuğa, masumlara yapılan zulümlere, haksızlıklara şahit olmuştur. Bundan büyük bir elem ve azap çeker. Sonra yine kalbinde bir hakikat hissi uyanır. Öldürülen masum insanların şehit olup veli olduklarını; dünyadaki fani hayatlarının ebedi bir hayata dönüştüğünü; zayi olmuş mal ve mülklerinin baki ahiret mallarına dönüştüğünü düşünerek büyük bir teselli bulur. Hatta öyle ki, eğer haksızlığa uğrayan mazlum bir inkâr ehli bile olsa, “âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden” mükâfata mazhar olacaklarını belirtir.

Said Nursi, ister mümin, ister inkâr ehli, haksızlığa, zulme, adaletsizliğe maruz kalanların; gaybın penceresi açılsa; mazhar olacakları rahmeti görebilseler, “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyeceklerine kati bir surette kanaat getirir. “Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum” diyerek, sadece zulme maruz kalmanın değil, zulme şahitlik etmenin derin travmatik tesirinden ahirete imanla şifa bulur.

Ahireti nazara almadan dünya zalim bir yere dönüşür. Kötülüğün anlamsız dili hayata egemen olur. Yaşadığımız haksızlıklar karşısında hissettiğimiz kırılganlık, üzüntü, keder, kızgınlık, öfke, kin ve nefret ahiret bağlamına oturtulmadan ele alındığında tam tamına çözümlenemez. Zulmün büyüklüğü, kimi zaman dünyevi adaletin terazisinin hiçbir kefesine sığmaz. Ve mağdurun içinde açılmış o yaraya hiçbir dünyevi hüküm merhem olamaz. Eller kollar bağlanır ve hep bir şey, eksik kalır.

Her türden kötülüğe maruz kalmış kalpleri, ancak ahiret iyileştirir.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi

Kâinatın Yaratıcısı’nı Tanıma

Bir varlığın veya bir şeyin bilinmesi tanımıyla mümkündür.  Bütün bilimlerin temelini tanımlar teşkil eder.  Tanımlar bir takım kurallara göre yapılır.  Matematikte de doğruluğu sorgulanmadan kabul edilen bazı gerçekler vardır ve bunlara “aksiyom” adı verilir.  Aksiyomların doğruluğu tartışılmaz ve olduğu gibi kabul edilir.  Mesela, “sonsuz “ ve  “sıfır” matematikte birer kabuldür.  Matematikte bütün tanım ve problemler bu kabuller üzerine bina edilir. Eğer bunlar sorgulanır ve olduğu gibi kabul edilmezlerse,  o zaman matematikte işlem yapmak mümkün olmaz.

İşte en yüksek ve en dakik ilim iman ilmidir ve en geniş ve nurani fen ise, Marifetullah’tır. Yani, her şeyin yaratıcısı, ilim, irade ve kudret gibi sonsuz sıfatları olan Allah’ın bilinmesidir.

Her şeyin bir tanımı olduğu gibi, elbette Allah’ın da bir tanımı olmalıdır. Bu tanımlama öyle doğru bir şekilde yapılmalıdır ki, “Efradına cami, ağyarına mani” olmalıdır. Yani, bu yapılan tarif ile tanımlanan zatın, diğer bütün varlıklardan ayrı, kendisine has özellikleri ve sıfatlarının yanında, başka varlıkların sıfatlarıyla karıştırılmayacak şekilde ortaya konması gerekir.

Allah Kendisini Kur’an’da Tarif Etmektedir.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de kendisini bize şöyle tanıtmaktadır:

Cenabı hak ezelidir, ebedidir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihet ne zatında, ne sıfatında, ne işlerinde benzeri, dengi, şebihi, misli, misali, yoktur.  Sıfatları zatındandır. Her şeyi O yaratmıştır. Kendisi yaratılmamıştır.  Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Mekândan münezzehtir. Yani bir yerle kayıtlı değildir. Her yerdedir. Her şeye, her şeyden daha yakındır, her şey ondan sonsuz uzaktır. Allah’ın sıfatlarını biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

1-Allah Ezelî’dir

Her şeyden önce Allah(c.c.) ezelidir, kadimdir, varlığının başlangıcı yoktur. Evveli olmayana ezelî, kadim, sonradan meydana gelene de hâdis denir.

Allah kadim’dir, sonradan var olan şeyler İlâh olamaz. Yüce Allah’tan başka ne varsa, bunların hepsi hâdistir, yani sonradan olmuşlardır. Bunlar Allah’ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şüphe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus ezeli sıfatını taşıyamazlar. O’nun ezeli varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur. Âlemler sonradan yaratılmıştır. Öyle ise yaratıcı yaratılmış olamaz. Allah’ı (hâşâ) kimin yarattığını sormak da Allah’ı bilmemekten ileri geliyor. Çünkü yaratılmış olarak ne düşünülürse, o mahlûktur, İlâh olamaz .

Allah’ın ezeliyetini kabul etmeyen veya aklına sığıştıramayanlar, maddeye ezeliyet vererek, atomlar adedince İlâhları kabul etmeye mecbur kalıyorlar.

2-Allah Bâki’dir

Allah ebedîdir, sermedidir. Ebediyet sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “fani’’ sonu olmayana da “bâki’’ denir.

Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü ebedîdir, bakidir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı hiçbir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat yüce Allah, Bâkidir, değişiklikten ve yok olmaktan uzaktır.  Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudret eseri ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Her şey yok olmaya mahkûmdur, ancak azmet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir. Öyle ise değişime uğrayan İlâh olamaz. Değişmezlik gerçek yaratıcının en önemli bir özelliğidir.

3- Allah Yaratılmış Şeylerin Hiçbirine, Hiçbir Yönden Benzemez

Allah’ın sıfatlarından birisi de her cihetçe sonuz mükemmellikte olmasıdır. Sonradan yaratılan hiçbir şeye benzerliği olmamasıdır.  O hatırlara gelen her şeyden başkadır.

Şu kâinatta mümkinat, yani yaratılan ve yaratılabilen dediğimiz her şey değişir, başkalaşır, birbirine benzeyebilir, doğar, doğrulur, büyür, sonunda ölür ve yok olur. Bütün bunlar bir ihtiyaçtan gelir. Allah ise,  ne bunlara ne başka şeylere hiçbir şeye muhtaç değildir.

İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekâna, zamana, yiyip içmeye, gezip dolaşmaya, yaratılmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bunlardan hiçbirine muhtaç değildir. Bunlar yok iken,  o yine vardı. Her şeyi yoktan O var etti. O madde dediğimiz nesnelerin hiçbir özelliği ile mukayese edilemez. O’nu, bilinen mümkinat dediğimiz yaratılmış varlıklarla karşılaştırmaya çalışan çok büyük hata eder. Çünkü O “leyse kemuslihi şeyün’’ dür. Yani ne zatında, ne sıfatında ne işlerinde benzeri yoktur. Misli olamaz, ortağı bulunmaz.

Evet, bütün kainatı, bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i  Rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde, kemal-i intizam ile tedbir, idare ve terbiye  eden bir Zat-ı Akdes’e, misil ve mesil ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet,  O öyle bir Zattır ki, O’na yıldızların icadı zerreler kadar kolay gelir.. O’nun kudreti karşısında, en büyük şey ile en küçük şey birdir.  Hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaz.  Hadsiz fertler, bir fert gibi nazarında hazırdır.  Bütün sesleri birden işitir.  Umumun hadsiz ihtiyaçlarını birden yapabilir.  Kâinattaki bütün varlıkların intizamlı ve ölçülü yaratılışları,  hiçbir şeyin O’nun idare ve tedbirinin ve dilemesinin haricinde olmadığını gösterir. Hiçbir mekânda olmadığı halde, her bir yerde ve her bir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazırdır. Her şey O’ndan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise her şeye nihayet derecede yakındır. İşte böyle bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir .

Güneş misali ile bunları akla bir derece yakınlaştırabiliriz. Mesela güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi ile bütün eşyaya yakındır.  Bütün varlıklar ondan kilometrelerce uzaktır.  Bir an için güneş akıllı ve şuurlu kabul edilse, onun yedi renginin her birisini de bir sıfatı olarak dikkate alınsa, mesela yeşil rengi görmesi, sarı rengi işitmesi, mavi rengi konuşması gibi farz edilse, yeryüzündeki bütün varlıklarla bir anda görüşebilir. Bütün mahlûkatın sesinin bir anda işitir. Biri diğerine mani olmazdı. Hem her varlığın yanında olduğu halde, onlardan kilometrelerce uzak bulunurdu. İşte Cenab-ı Hak da, sonsuz nuraniyete sahip olduğundan bir anda her yerde bulunabilir, her şeyi bizzat kendisi idare eder, bir iş bir işe mani olmaz.

4-Allah’ın Varlığı Kendi Zatındandır

Allah’ın ezeli ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allah Teala’ya Vacib’ul vucud, yani, varlığı kendinden dolayı gerekli denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan uzaktır.  Yaratılmış olarak düşünülen şey, ilah olamaz. Bunun için; “Allah’ı kim yarattı? Diye soru sorulmaz. Çünkü böyle bir soru, başlangıçtaki İlâh tarifindeki kabule aykırıdır.  Allah’ı tarif ederken, her şeyi O‘nun yarattığı, fakat kendisinin yaratılmadığı kabul edilmişti.

O, kendiliğinden vardır, kadimdir. O ilahi kitabında bildirdiği gibi doğmamıştır, doğrulmamıştır. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kâinat bulunurdu, ne de başka bir şey.

Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız âlemin varlığını izah etmeye imkân kalmaz. Allah’tan başka var olan ve mümkünat dediğimiz şeyler ise, hem var olmaya hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar .

Allah’ın Kudreti Zatındandır

Allah’ın sıfatları zatındandır. Yani O’nun varlığının gereğidir.  Bizim sıfatlarımız varlığımızın gereği değildir. Nefis Allah’ın sıfatlarını anlamada kendine kıyas yaptığı için, nefsin bunu anlaması biraz zordur.  Mesela, Allah’ın görme sıfatı zatındandır.  Yani, görmesi olmayan veya sınırlı olan İlâh olamaz.  Ama görmesi olmayan veya sınırlı olan yine insan tarifine dâhildir.  Aynı şekilde, kudreti olmayan veya sınırlı olan İlâh değildir.  İşitmesi sonsuz olmayan İlâh olamaz.

Allah’ın sıfatlar zatındandır. Sıfatlar zatından olunca, o sıfatın zıddı oraya giremez. Girdiği farz edilse, o zaman iki zıddın bir anda bulunması gerekir ki,  bu da mantıken mümkün değildir. Mesela, ilmin zıddı cehalettir.  Allah âlimdir. Yani sonsuz ilim sahibidir.  Aynı anda Allah hem sonsuz ilim sahibi ve hem (haşa) hiçbir şeyi bilmeyen cahil olamaz.  Aynı şekilde, hem her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi olması ve hem de (haşa) hiçbir şeye gücü yetmeyen bir acziyet içinde bulunması mantıken mümkün değildir.

Bir sıfatın zıddı olmayınca, orada derecelenme ve mertebe olmaz. Çünkü her şeyin derecelenmesi, zıtlarının varlığı sebebiyledir. Mesela, güzelliğin derecelenmesi çirkinliğin mevcudiyeti sebebiyledir. Mahlûkatta, yani yaratılan varlıklarda bu derecelenme olur. Çünkü onların var olmaları için,  sıfatları varlıklarının gereğinden değildir.  Bazı sıfatların sınırlı olması veya hiç bulunmaması, o varlıkların meydana gelmesine engel değildir. Ama Allah öyle değildir. O’nun bütün sıfatları sonsuz olmak ve mutlaka bulunmak durumundadır.

Allah’ın sıfatlarında derecelenme ve mertebe olmadığı için, az-çok, büyük-küçük O’na göre birdir.  Allah’ın bir atomu yaratmada harcadığı kudret ne ise, Cennet ve Cehennem de dâhil, bütün kâinatı yaratmada harcadığı kudret aynıdır. Hatta Allah, mevcut kâinatın sonsuz katı kadar daha kâinatları yaratacak olsa, yine bir atomu yaratmada harcadığı kudretten fazla bir kudret harcamayacaktır.

Kısaca,  büyüklük ve küçüklük, zorluk ve kolaylık insana göredir. Allah’ın sonsuz kudreti karşında az-çok, büyük-küçük birdir, fark etmez. İnsanı yanıltan da bu sırrın anlaşılamamasıdır.

Dr. İdris Görmez / NurNet.Org

Nihayetsiz Özgürlük

Evet hadisat-ı alem 6 cihetten tazyik ediyor, dünya bazı kişisel gelişimcilerin dediği gibi toz pembe değil. Ama bu nefsin gördüğü zahir ve maddesel, dünyevi tarafta böyle. Yoksa kalp ve ruh cihetinde hiçbir hadise özgürlüğümüzü elimizden alamıyor; çünkü ruh ve kalbin cevelan sahası Allah’a intisap yani o intisabın(iman bağının) kavileşmesi, derinleşmesi, farklı manalarda kurulması olduğu için dış tazyik ancak buna vesile oluyor, kolaylaştırıyor, belki insanı mecburen o intisabı kuvvetlendirmeye itiyor; işte o cihette insan denen mahluk NİHAYETSİZ özgür.. Zaten manevi terbiyelerin gayesi de insanı bazı meşakkatlere mecbur ederek o içerdeki vicdan, kalp, ruh gibi mekanizmaları tetiklemek.

Biz bilinçli olarak böyle bir terbiyeye girsek de girmesek de Rububiyet-i ilahiye bizi evirip çevirip iç alemimizi çalıştırmaya sevk ediyor. Dünya hayatı ve hadisatı bu manada istihdam ediliyorlar şeklinde değerlendirmek kader risalesinden çıkan bir netice diye anlıyoruz.

Yani özgürüz.. Kendimizi sıkıştırılmış hissettiğimiz noktalar nefsimizin Rububiyet iddia etmek isteyip de eline geçmeyen varlık yanılgıları.. Herşeyin sahibi olan Zatı, Malik-ül Mülkü bulmamız, mevhum varlık iddiamızdan kurtulmamız için sıkıştırılıyoruz.Çok bunaldığım, ağır bir imtihandaydım, bir kardeşim söylemişti : “at seccadeni, istediğin kadar namaz kıl, kim tutar seni..” demişti. İstediğimiz kadar yana yana Allah diyelim, kim tutar bizi..

Aliye Yüksel