Kategori arşivi: Yazılar

Bir İşi Az da Olsa Devamlı Yapmak

                                                                      

Hayatımızda başarılı olabilmemizin en önemli  şartı bir işe başlarken  düzenli   ve devamlı yapmaktır. Düzenli kavramı göreceli bir kavramdır. Kimisine göre planlı olarak sürekli yapılan iştir. Kimisine göre de  azda olsa bir işi sürekli yapmaktır.

Bir çok  insan  çok hızlı ve şevkli bir şekilde işe başlar ve birden  bitirmek için hırs gösterir.Fakat çoğu zaman  işin sonunu  getirmeden  pes ederler.Hatta pes etmekle kalmaz bazen yaptıkları işe karşı bir soğuma ve işten bıkma hali ortaya çıkar.

Zamanla yaptığı işte başarısız olur.İşindeki başarızlık hayatta başarızlıkla sonuçlanır.Bu durum bir alışkanlık halini alır.Yaptığı işlerde başarısız oldukça daha da kendini bırakır.Zamanla bu insan hayatında daha büyük sorunlarla da karşılaşır.

Hz.Ayşe (r.a) rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Amellerin, Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa onların en devamlı olanıdır”

Hz Peygamberin(s.a.v) düzenli ve devamlı yapılan işlerle ilgili bu Hadisi Şerifini hayatıma uygulamaya çalışmışımdır.

Evet ibadetlerde olduğu gibi hayatta da en sevimli ve makbul iş azda olsa devamlı olanıdır.

Mesela bir insan günde 10 sayfa kitap okumayı kendine alışkanlık haline getirirse bu insan yılda 3650 sayfa kitap okumuş olur.Yani bu kadar sayfa okumak yılda ortalama 35 kitap okumak demektir.Bir yılda bu kadar kitap okumak insanın bilgi alemine ne kadar çok şey katar düşünelim.

Olumlu bir şekilde zamanı kulanırsak bir insan günde 1 hadis ezberlese yılda 365 hadis ezberler.Günde bir ayet ezberlese yılda 365 ayet ezberlemiş olur.Böylece dini manada kendini geliştirmiş olur

Yine bir  insanın yabancı dil öğrenmek için düzenli olarak her gün 30 kelime ezberlediğini düşünelim bu kişi aylık 900 kelime yıllık 10800 kelime ezberler demektir.Bu kadar yabancı kelime ezberleyen bir insanın öğrenmek istediği yabancı dili genel anlamda kavraması demektir.

Bir de  olumsuz anlamda düşünelim sigara gibi zararlı alışkanlığı olan bir insanın sigaraya harcadığı günlük,aylık ve senelik parayı toplayalım. Bir de onun üstüne sigaranın sağlığına verdiği zararı ve sigara içerken harcadığı zamanı  ekleyelim.

Bu insanın bir yılda harcadığı parayı,vücuduna verdiği zararı ve sigara içerken harcadığı zamanı düşünürsek ne kadar zararda olduğunu düşünelim. Az da olsa devamlı yaptığı alışkanlığın boyutunu görüp ona göre hayatımızı planlayalım.

Televizyon seyretmek gibi başka bir alışkanlığı ele alalım.Bir insanın günde 4 saat televizyon seyrettiğini düşünelim.Bu insanın aylık ve yıllık olarak boşuna harcadığı zamanı hesaplayalım ve bu insanın ne kadar zararda olduğunu kavrayalım.

Evet bazen az ve bize basit gelebilecek sıradan bir alışkanlığı genel bir manada topladığımızda olumlu ve olumsuz ne kadar ciddi sonuçlar ortaya çıkardığını görüyoruz.Olumlu alışkanlıkların az da olsa devam etmesi için çaba gösterelim. Olumsuz alışkanlıkları da az da olsa hayatımızdan çıkarmak için gayret gösterelim.Böylece hayatımızda olumlu ve üretgen bir süreç başlar.

Hamit DERMAN

www.NurNet.org

Bir Mizah Şaheseri: Tabiat Risalesi

Tabiat Risalesi, Bediüzzaman’ın mizah harikası olan bir eseridir.
Eserin maksadı insanların ağzından çıkan ama mahiyeti gerçek olarak bilinmeyen bazı kelimelerin tahlilidir. Bu cümleler varlığın yaratılışı konusundadır.
Sebeplerin bir şeyi icad etmesi,
kendi kendine olması,
tabiatın gereği olarak meydana gelmesidir.
Bediüzzaman üslubunun en harika örneklerinden bir kısmını de
bu eserinde gösterir. Burada hem anlatım, hem de anlatımda kullanılan, alay, ironi ve fars türü mizah cümleleridir.
Sebeplerin bir araya gelmesi ile bir şeyin vücuda gelmesi bahsinde verdiği ilk örnekte, bozuk bir itikadın tezahürü olarak kullanılan  bu kelimenin yanlışlığını ve yersizliğini anlatmak için bir eczane tasviri yapar. Bir tiyatro sahnesi gibidir, şahısları vardır. Şahıs zamiri tekil değil çoğuldur. Geldim demiyor, geldik diyor.  Yazar eczaneyi bir grup insanla gelmiştir: “Geldik o eczahanede, o zihayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tedkik ettik.” (Asa-yı Musa, 158)

TİYATRO SİNEMA ROMAN

Bu eser bir tiyatro şeklinde canlandırılabilir, bir sinemaya uyarlanabilir, bir çizgi roman şekline dönüştürülebilir, bu şekilde çocukların ve büyüklerin itikadını kurtarır. Bir ressam bir çizgi roman halinde bu eseri çizebilir. Nesil veya Timaş böyle çok şeyler yapmış, bunu da yapabilir. Görelim ey ehli himmet. Çünkü eser çok görsel ve dramatizasyon ilkelerine göre kaleme alınmış.
Bir eczahane ve bir şahıs o odaya geliyor, yüzer kavanoz şişeler görüyor, onlardan tesirli bir ilaç yapılması istenmiştir.
İfadenin ikinci karesinde ilacın çoklukla örnekleri görülür, bir grup insan tarafından. Bediüzzaman ilaçların üzerindeki terkiplerini okur: “O kavanoz şişelerden her birisinden bir özel mizan ile bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem  ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış.” (Asa-yı Musa, 158)

Bir farmakolog (ilaç bilimci) gibi ilaç yapımını anlatır. Bu ifadeler anlatım  realitelerine, üretim gerçeklerine uygun  anlatılmışlardır.

ELEŞTİRME UZMANI

Bundan sonra ifadenin mizahi ve fars türü yorumlarına sıra gelir.

Bediüzzaman kötüyü, yanlış olanı hakaretle değil uzmanca anlatır. Kötüyü lanetleyen geleneksel yorum yerine kötüyü iyi anlatır. Bir çöplük hadd-i zatında kötü ve pistir ama onu bir resimle canlandırmak bir güzel sanat eseridir.

Bediüzzaman ikincisini yapar.

Büyük bir eleştirel uzmanlık gerektirir bu cümleleri kurmak ve bir şeyin butlanını hakaretle değil tahlil ederek ortaya koyar. Bunu okuyan talebeleri ne kadar nazikane anlatmaları gerekir değil mi?

“Acaba hiçbir cihette  imkân ve ihtimal var mı ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf  veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar  yalnız o miktar aksın.”(Asa-yı Musa 158)

Bundan sonraki ifadede ne kadar karakterize bir anlatım var:

“Beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl bir şey var mı ?”
Yere dökülen miktarlar kalkıp birlikte gidiyorlar, şahıslar gibi, bir araya gelip toplanıp ilacı meydana getiriyorlar.Kırkından sonra öğrenilen bir dilde bu kadar büyük başarı Ahmet Feyzi Ağabeyin dediği gibi!

Bu bir karikatür, yere dökülen sıvılar veya tozlar konuşup anlaşıp  birlikte gidiyorlar, ilacın oluşturulduğu kaba toplanıp ilacı yapıyorlar, sanki anonim veya kooperatif şirket. Küfür ile böyle artistik dalga geçmek ne kadar harika bir olaydır. Bu mizaha şapka çıkarmak… Nerdesin Levent Kırca?

TEVHİT DERSİ BAŞLAR

Metin dramatik bir tablo ile ironik bir anlatımla devam ederken birden fars türü bir eleştiri ortaya çıkar. Anlatım karelerinin yeni sahnesi, yerdeki ilaçların eczaların dökülüp bir araya gelmesinden oluşmasını, son kareye gelen bir eşeğe anlatılır. Bu eşek özel bir eşektir. Eşek anlayışsızlığın ifadesidir. Bu eşek ise kat kat eşek olduktan, anlayışsızlığı kat kat arttıktan sonra, bu halinden birden insana dönse, bu fikir ona anlatılsa, o dinledikten sonra, en son karede “bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır. Eşek bu insana dönmüş hali ile eczahaneye girse ve ona bu muhal anlatılsa, o yanlışın azametinden yürümez kaçar. Fars türü bir eleştiri, büyük yazar her türlü mizahi kalıbı kullanır, alay eder imansızlığın bu büyük yalanı ile.

Mizahi anlatım bittikten sonra tevhid dersi başlar. Örnek büyütülür, her canlıyı bir terkip olarak ifade eder.
Küçük ölçekte laboratuar örneği kâinata, ilaçlar da canlılara benzetilir. Canlılar; ”müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkip edilmiştir.”(Asa-yı Musa, 158)

ÂLEM BÜYÜK BİR ECZANEDİR

Bunların icadı sebeplere verilirse; “aynen eczanedeki macunun şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır.”( Asa-yı Musa, 159)

Bir küçük eczanenin yerine âlem büyük bir eczanedir: “Şu âlemin büyük eczanesinde, Hakim-i Ezelinin  kaza ve kader mizanı, terazisi ile alınan hayati maddeler, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz  bir ilim  ve her şeye şamil bir irade ile vücut bulabilir.”(Asa-yı Musa, 158)
Bediüzzaman elementleri yani eşyanın onların belli oranda bir araya getirilmesi ile oluşmasında bu elementleri  şuursuz, hudutsuz, sel gibi akan olarak anlatır.

Çünkü bir element mesela demir elementi, hangi maddenin kendine ne kadar ihtiyacı olduğunu bilemez, her element için bu geçerlidir. Tabayi dediği eşyanın tabiatı da kendiliğinden oluşmamış her şey bir tabiat ile yaratılmıştır, o tabiatının yani fizyolojisinin yapısına göre elementler ve diğer şeylerle ilişkide bulunabilir.

Âlemi meydana getiren sebeplerin var edilmesi ve birbiri ile irtibatı da aynen şuursuz ve akılsızca, ölçüsüzcedir.

Yağmurun yağması, toprağı yoğurması, tohumun açılıp büyümesi, bir şekil kazanması, tad ve koku ile yapılması, aralarındaki ilişkiler kendiliğinden olacak şeyler değil.

Bir dokuma tezgâhı değil tabiattaki rükünlerin ilişkileri.

İlacı kavanozların dökülmesinden oluşmuş diyen adam gibidir âlemdeki her şeyin icadını sebepler sayesinde olduğunu diyen: “O acip tiryak  kendi  kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur, diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır.” (Asa-yı Musa, 159)

Tabiat risalesinin dokuz örneği için

Bediüzzaman; “pek çok muhalatı var” der. Yani dokuz örnek sayısız örnekleri doğurabilir. Bu eser eğer film kareleri ve çizgilerle ifade edilse, güzel bir görsel eser olarak birçok insanın yanlış anlayışını düzeltebilir. Görsel bir tevhid risalesi olabilir. Çünkü çok dramatik ve mizahi bir zekâ ile meydana getirilmiş, muhalleri edebi ve mizahi bir dil ile izah etmiş, küfrün olumsuzluğunu sanatlı bir şekilde ortaya koymuştur. Eserde teknik bir tahlil yapılsa yazarın mizahi, ironik zekâsının harikalığı görülür.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Eleştirmen Mehmet Akif

Akif’in eleştirileri teorik mülahazalar  yığını değildir, o gözlemlere dayanarak  yorumlar ve eleştiriler yapar.

Bütün Kurum Ve Kişileri Gözlemden Geçirme

Çöküş ve yıkılış döneminin toplumsal yapısını, ferdi ve onu oluşturan yıkılmış değerleri, aileyi, sokağı, mahalleyi, şehri, camiyi, hanı, devleti, hükümeti, yöneticileri, valileri, muhtarları, kır ağalarını, imamları, şeyhleri, özetle toplumu oluşturan bütün kurumları ve kişileri keskin gözlemlerinden geçirir ve değerlendirir.

Dönemi Akif kadar canlı ve çirkin yapısı ile gözlemleyen bir romancıdan daha canlı tasvirlerle resmeden bir başka şairimiz yoktur. Biz bu metinde bütün Safahat’taki ferdi ve toplumsal, şahsi  ve kurumsal eleştirileri  gördüğümüz oranda  tespit ettik.

Akif demek eleştiri demektir, eleştirel tutumlarını bir kenara koyun  Akif diye bir şahsın kalmadığını göreceksiniz. Bütün Safahat boyunca eleştirilmeyen tutum, tavır, kurum, yok gibidir.

Genel bir yorum yapılacak olursa Akif’in bütün eleştirileri metafizik ve kozmik telakkileri, ulûhiyet ve mabudiyet ile irtibatlarını kaybetmiş, cemiyet içinde fonksiyonlarını yitirmiş, iyi yönetilemeyen ve derbeder bir hükümet veya  devlet çarkı içinde şaşkın, idealsiz insanın eleştirisidir. Bu onun eleştirilerinin  yörüngesidir, ne söylemiş ise bu çarka bağlanabilir.

Hatta denebilir ki Akif, Moliere, Volter, Ansiklopedistler, Zola, Monteskiyo, gibi bir büyük eleştirmendir.

Akif’in eleştirileri tek tek gözden geçirilince  sistematik  olarak gelişen bir harita ve tablo ortaya çıkar.

O Molyer gibi çiğ ve iğrenç toplumsal yaraları  sahnelerle verir.

Bütün manzum hikâyelerinde tiyatro kadar görsel sahneler çizer.

Semavi ve beşeri desteklerini kaybetmiş bir insanın oluşturduğu  cemiyetin bünyesi elbette iflasa  gidecektir.

İstiklal savaşı ve kazanılan yeni düzen

İstiklal savaşı bu insanın sırtındaki ve ruhundaki kirleri atıp yeni bir hamleyle yeni bir devleti kurma çabasıdır. Kirlenen çamaşırlar yıkanır yeni bir düzen kazanırlar, cemiyetler de  kirlenince temizlenmek için olayların makinesi ile hırpalanırlar, ortaya çıkanlar canlı unsurlardır.

Cumhuriyet öncesi romanlarımızın çoğu bu kirli toplumu şerh ederler. Namık Kemal’den Akif’e kadar yirmiyi aşkın  yazar ve şair hep eleştirirler bunlarda çirkinlik ve hamlık, olumsuzluk çoktur.   Tanzimat’tan günümüze edebiyatımız güzel şeylere ilgi çekmez, kötü şeylere ilgi çekerek bizi düzeltmeye davet eder, ama bozulmuş bir cemiyeti ve onun hücre taşı insanı değiştirmek ne insanın ne de eleştirmenin görevidir veya onlara çok gelen bir iştir.

Akif psikanalitik olarak hep kızgındır. Şiirinin tümünde bazı yerlerde çaresiz, bazı yerlerde kızgın ve bağırgan, çok az yerde de ümit doludur. Olayları öyle anlatır, hatta gösterir ki bütün Safahat’ı bir iki günde okursanız, tutunacak bir tahtası  olmayan okyanus  ortasındaki bir insan gibi ümit diye bir şey içinizde yeşermez. Ondan sonra tutar;

Yeis öyle bir bataktır ki düşersin boğulursun

Ümide sarıl sımsıkı seyret ne olursun

der. O kadar olaydan sonra hiçbir yaptırım gücünüz yoksa ancak ağlarsınız, ümitlerinizi değil, kırgınlık ve hınçlarınızı içinize gömersiniz.

Edebiyat eleştiri ve kötü örnek kuralı  

Eleştiriler bütünüyle insan etrafında dokunur. Akif’in kafasında  olan ideal insan, ideal Müslüman örneği her metnin içinde olsun olmasın, en azından metnin  arka planında vardır. Akif eleştirilerini metnin içinde veya arkasındaki ideal insana göre yapar. İnsan ile ilgili eleştiriler aile etrafında da birleştirilebilir.

Akif’in romanı olan Safahat’da ideal aile örneği yok gibidir. Akif’in beğendiği, etkilendiği Zola Paris’in hep olumsuz yanlarını gördüğü için çok eleştirilmiştir, Akif de hayatımızın olumlu yönlerini değil, hep hastalıklı ve elemli kısımlarını görür. Acaba onun eleştirdiği toplumda makul örnekler yok mu idi, muhakkak vardı, ama edebiyat eleştiri daima kötü örnekle söylemek istediklerini söyler. Akif de bu kuramdan dışarı çıkmaz.

Güzeli anlatma ve ayıklanmış dil

Estetik olarak güzeli anlatmak zordur, ama çirkini anlatmak kolaydır. Güzeli anlatmak için daha seçilmiş, ayıklanmış bir dil lazımdır. Ama çirkini anlatmasanız da o kendini gösterir. Akif satırların tersten perspektifi ile güzeli gösterir denebilir, onda görünenin arkasında bir iyi örneğin vurgulanmak istediği görülür.

      Sefalet gariplik, merhametsizlik
     Ulûhiyet konusundaki ihatasızlık
     Belediye hizmetlerindeki yetersizlik
     Ailelerin durumu 
     Kader eleştirisi
     Kimsesizlik
     Tanrısal eleştiri
     Meyhane, içki ve aile
     Azimsizlik ve  gayretsizlik
     İnsanın yüce mahiyeti
     Para ve hamiyet
     Dilencilik
     İstibdad, hükümdar eleştirisi
     Savaşlar ve yetimler
     Sorumlu devlet adamı
     Tembel ve gayretsiz toplum
     Meyhane ve mahalle kahvesi
     Tembellik
     Dini yanlış anlama ve çok evlilik
     İhtiyarlar, karılar, çocuklar
     Yüzeysel sanat anlayışı
     Eski nesil
     Erteleyici  insan
     Hakikati araştırma
     Kendini eleştirme
    Yöneticilerin seçimi ve duyarsızlığı
    İslam dünyasının perişanlığı ve her konudaki sefaheti
    Yanlış hürriyet anlayışı
    Aydınlarla halkın arası
    Yaş yerine gayret
    Gözyaşı yerine gayret
    Üdeba ve divanlarımız
    Dil
    Zaman
    Çalışma, dayanışma ve çalışma , gezeğenler
    Kavmiyetçilik
    Celal, cemal tecellisi
    Birlik ve dayanışma
    Büyük insanlar saygı  ve hürmet
    Ümit
   Allah ile diyalog
   Utanma hissi
   Yanlış tevekkül
   Nifak,
   Aydınların keyfiliği
   Yanlış din anlayışı
   İdeal tip ve Asım
   İdeal din anlayışı
   Millet anlayışı
   İmansızlık
   Yanlış batılılaşma
   İdeal din adamları, ideal insanlar
   Aydınlar ve din

Bu  eleştiri konuları bütün Safahat’ın ayrıntısıdır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

Pencereler

Neden mimarlar binalara, evlere pencereler yaparlar. İnsanlar günlük hayatlarında hayata açılan, hayatı bir sinema şeridi gibi seyreden gözleri ile rutin işlere boğulmuş ruhları bir derece nefes aldırsınlar diye.

Pencere bir psikolojik ihtiyaç, bir ruhun nefes alma yeri. Allah ruha gözleri pencere yapmış, gözlere de pencereleri pencere yapmış, pencere kenarından seyredilen hayat zaman zaman insanı boğulduğu garabet durumlardan az da olsa kurtarır.

Penceresiz bir evde yaşamak ile hayat ile ruhu arasında penceresi olmayan bir ruhun bunalımları birbirine benzer şeyler. Bir Avrupalı şair arkadaşına yazdığı mektupta ruhunun penceresiz bir ev gibi hayat içinde bunaldığından şikayet eder.

Ne kötüdür penceresiz evlerde yaşamak. Bazen mahbuslar getirilir cezaevi arabalarından hastaneye, arabanın demir parmaklıklı bir çok küçük penceresinden iradesinin gadrine uğramış insanlar bakarlar dışarıya, rahatlamak için.

Dünyanın en büyük pencere mimarları ilim adamları veliler, peygamberler ve büyük adamlardır. Onların işi herkesten daha zor. Daralmış bir kıtadaki insanlara yeni dünyalar açmak için Kolomb ömrünü vermiş ve Amerika penceresini açmış, insanlığa yeni iklimler bulmuş. Galileo ve Newton insana fizikten yeni pencereler açmışlar.

Hazreti Peygamber Efendimiz, daralmış bir dünyada Allah’a açılan pencereleri olmayan bir garip toplumda onlara Allah’a açılan pencereler açmak için bir dağa tırmanmış ve bir varlık mağarasında bunalmış insanlığa vahiysel pencereler açmak istemiş. Ve Allah ışığı ona Cebrail tarafından göstermiş, O da o ışığa doğru yeni pencereler açmış gelen her ayet bir pencere, tam 6666 pencere, ne çok bunalmış insanlar kainatın Rabbi bu kadar çok pencere açmış ve bize oku derken bu pencerelerden bak ve hayatına dinine, sanatına ne lazımsa oku demiş, ama ilahi bir tasarım ile bu kadar pencereyi bize gerekli bulmuş, 114 büyük pencere baktıkça genişleyen, asırlardır yüzlerce yorumcunun bakıp genişliğine yeni boyutlar getirdiği büyük pencereler.

Son asırda bir adam gelmiş, ete kemiğe bürünmüş Said diye görünmüş, fersude bedenli, o eski püskü elbiseler içinde o kadar çok pencere açmış ki insanlara. Öldükten sonra dirilme hakikatı kimsenin asırlarca yol bulamayıp, pencere açamadığı bir hakikat oradan insanların varlık ötesine açılan pencerelerini kalemi ile açmış, kim bilir ne kadar insan o pencerelerden ötelere açılan manaları yakalayarak bunalmış ruhunu rahatlatmış. On iki isimden kapı açmışken, bütün esmadan kapılar açılacağını söylemiş. Kalem ve okumak fiili onun en iyi anladığı bir nesne ve bir eylem.

Hasta bir asırda, dalalet asrında, insanların materyalizmin darlığında boğulduğu bir dönemde o da bu insanların pencerelere ihtiyacı olduğunu hissetmiş, az oldu görmüş, yazarken en çok kullandığı kelimelerden biri olmuş bu pencere kelimesi. Siyasetten pencereler açmış hayata, küçük yaşta çocuğu ölen bir anneye bir pencere açmış, ona en büyük acıya tahammül için bir pencere açmış, hastalara pencere açmış, yatak ve yorgana esir olmuş olan insanlara pencere açmış, okuyan “hasta olduğuna memnun olmuş”. Ayhan Songar büyük psikolog bu büyük psikologun eserini onun yanından ayırmamış.

Bu kadar dayanılmaz çilenin içinde derdini anlatarak teşeffi etmek isteyen bir insan değil, onun derdi pencereleri itikad pencereleri olmayan insanlara itikad pencereleri açmak olmuş. Pencereler diye otuz üç pencere açmış orada bu pencerelerin otuz üç ile sınırlandırılmayacağını anlatır. Hep aynı şeyleri üzerinde düşünülmeden anlatan bir ülfet içindeki dinin eksiğinin varlığa, kozmik dünyaya, nesnelere, itikadi esaslara pencerelerinin olmaması olduğunu görmüş. O pencere kelimesini kullanırken neler düşünürdü acaba, ‘Bu kadar pencere kelimesini kullanıyorsun Üstadım neden’ diyen biri olmamış ona, ben olsaydım sorardım, nedense ona böyle soran olmamış, yaşasaydım ona o kadar çok şey sorardım ki. Bu bana göre bin yılın en sanatlı gözü olan adama. Goethe ,” Shakespeare’nin asrında yaşasaydım onun yanından ayrılmazdım “ diyor. Ama Bediüzzaman’ın yanında durmak çok zor, herkese iltifat etmemiş, Bayram dediği talebesi için köyüne birkaç defa gitmiş, işe bak , onun için köyüne birkaç kere , demek onun ruhu ile istinas etmiş önceden, ona gitmiş, Zübeyr Abi “sizinle biraz eser mütalaa edelim demiş, Hocam, Üstadın hizmeti o kadar zor idi ki fazla okuyamadık” demiş. Büyük adamların, romancıların , şairlerin yanında olsam onlara çok şey sorardım. Hazreti Hatice peygamberimize , “Ya Muhammed bu mağaraya niye bu kadar gidiyorsun“ diye sordu mu bilmiyorum. Yavuz’a Mısır’a neden gidiyorsun diye sordu mu acaba zevcesi. Mısır fatihi karşılamayı akim bırakıp gece saraya girer, eşinin odasına girdiğinde bu büyük adama, eşi ne söyledi acaba. Ne ihtişamlı giriştir, bir hükümdar olarak gidip bir Allah’ın halifesi olarak dönmek. Bilmiyorum, o kadar soracak şey var kı, ahirette görürsem sorarım , eğer onların yanına gidebilirsem, sanmıyorum ama.

Ayet ül Kübra’da, Münacaat‘ta ne kadar yeni pencereler açmış insana. Bilimin Allah’a bakan pencereleri olmadığını görmüş, bilim tarihini okumuş, bütün ilimlerden Allah’a açılan pencereler açmış ve insanlar itikadsızlığın zifiri karanlığından onun açtığı pencereler ile kurtulmuşlar. Fatih Camii’nin önünde dua ederken büyük Fatih’e, manen insan şöyle duşünür oluyor,” Ben İstanbul’u fethettim, sen ise her insana yeni itikad pencereleri açıp onları semanın yüksek katlarına çıkardın’ derdi herhalde.”

Semavat, gökler, yıldızlar, güneşler, aylar, hava boşluğu, bulut, şimşek, gök gürültüsü, rüzgar, yağmur, katreler, şimsek, hava, arz, ağaç , hayvanat, nebatat, yumurta, yumurtacık, hava, su , nur , ateş , toprak, mahlukat kafileleri, insan , bahirler, nehirler, çeşmeler, ırmaklar, dağlar, taşlar, madenler, sular, tuz, limon tuzu, sulfato, şap, yapraklar, çiçekler, meyveler, kök, dal, budak, çekirdekler, zerreler, zihayatlar, insan. Enbiya, evliya asfiya, kalpler ve akıllar,kalpler, ve Resul-i Ekrem. işte Münacaat’da insanın itikad dünyasına açılan pencereler. Cansız, şuursuz nesnelerden olaylardan, varlıklardan insanın yüzyılın mantığı ile hasta edilmiş dar itikadi dünyasında pencereler açan adam. Onun itikad dünyamıza açtığı pencereler ile ahiretteki insanların sarayları şenleniyor, o pencere açıyor ahirette de kasırlar genişliyor. Ne mutlu bu pencerelerin farkında olan ve ona göre hayata bakan, seyredenlere.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

İnsanın Cenab-ı Hakka Karşı İtiraz Hakkı Var Mıdır?

Bediüzzaman’dan Avrupalı Feylesofa Cevap

İnsanın sahip olduğu hal, tarz, vaziyet, durum; o varlığın, mevcûdun en güzel derecesi, makamı, konumu ve sahip bulunduğu en üstün mertebesidir. Yokluktan kurtulmuş, varlık makamına yükselmiş halidir. Âlemde olması gereken yerde bir duruş/varlık sergilemektedir. 

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın feyziyle bu hususu ne kadar veciz bir biçimde ifade etmişlerdir:

“Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebâtî olmadık?” Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.

Nebâtat, “Niçin hayvan olmadım?” deyip…

Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?” (1)  

Mesnevî-i Nûriyede geçen ve aşağıdaki cümlelerde işâreten cevabını bulan bir hakîkattan bahsetmek istiyorum.

Önce o veciz cevapları okuyalım, ondan sonra meselenin cereyan tarzını, genelde umûma, özelde bir feylesofa verilen cevabın detaylarını  anlatmaya çalışalım inşâallah: 

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenab-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünkü, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden, nizam-ı alemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet feda edilemez.

Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.(2)

Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’i hevesini külliyat-ı kainata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nikmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?” (3)  

Bedîüzzaman Hazretleri İstanbul’a geldiğinde kalmakta olduğu ikâmetgâhının kapısına: ”Burada her müşkil halledilir, her suâle cevap verilir, fakat suâl sorulmaz” şeklinde bir levha asmıştı. 

Avrupa’dan gelen bir feylesof; “Gidip Ona iki suâl soracağım. Bu suâllerimle O’nu mağlup edeceğim” diyerek Bedîüzzaman’ın ikametgâhına gider.

Ve der ki: ”Sana iki suâlim var”

Birisi; ben niçin peygamber  olmadım? Yani peygamber olamayışımın sebebi nedir?

Bedîüzzaman, o feylesofa “Sus!” der. Adam, “niçin susayım?” diye sorar.

Bedîüzzaman cevâben der ki, “Sus, çünki; dünyanın bütün eşekleri ayaklanıp dilekçe verecekler. Biz niçin feylesof olmadık diye itiraz edecekler.” 

Sonra Bedîüzzaman, bu suâle cevap olmak üzere şu açıklamada bulunur (mealen):

“Bak dinle! Eğer senin dediğin gibi olsa; bu durumda bütün unsurlar, Allah’a ‘biz niçin maden olmadık’ diye şikâyette bulunacaklar. Madenler, ‘biz niçin nebat (bitki) olmadık?’; bitkiler, ‘biz niçin hayvan olmadık?’; hayvanlar, ‘ biz niçin insan olmadık?’; insanlar ise ayaklanarak, ‘biz niçin paşa olmadık?’ diye itiraz edecekler. Bu sefer paşalar ayaklanarak, ‘biz neden peygamber olmadık?’ diyecekler.

Bütün peygamberler de –bin kere hâşâ!– ayaklanacak, ‘biz neden Resûl-i Ekrem olmadık?’ diyecekler.

Bu durumda dünyanın nizam ve intizamı bozulacak, âlem fesâda gidecekti. Hem bu durumda bir tek fert yaratılmış olacaktı. Bu ise abestir.

Cenâb-ı Hak, iradesiyle her şeye bir vücûd mertebesi vermiştir. Mevcûdâtın vazîfesi, verilene şükür ile rıza göstermek, hakkına razı olmak, kanâat etmektir. Yoksa hâşa i’tirâz etmek, hak da’va etmek değildir. Cenâb-ı Hak, bu kâinatta insanın hevesine göre değil, hikmetine göre tasarruf eder. Allah Mâlikü’l-Mülk’tür. Rahîmdir, Hakîmdir, Vedûd’dur. Herkese lâyık olduğu şeyi vermiştir. Kimsenin itiraz hakkı yoktur” der ve o feylesofu susturur. 

Öyle ya! Bu itirazlar haklı olsaydı, madensiz, unsursuz, bitkisiz, hayvansız bir dünya oluşacaktı. Ben niçin…olmadım, biz niçin…olmadık sorularının ardı arkası kesilmeyecek, hayat ve dünya alt-üst olacaktı. 

Demek ki, Allah (c.c) her bir varlığa, ezelî ilim, hikmet ve irâdesiyle kabiliyetine göre bir makam, bir mertebe, bir görev bahşetmiştir. Dünyanın ve âlemlerin düzen ve intizamı, sosyal hayatın düzgün akışı ancak böyle sağlanabilirdi.

Hiçbir insanın, diğerine karşı fahr ve gurura hakkı yoktur. Bir başbakanın, bir çöpçüye karşı üstünlük iddiası yersizdir ve haksız bir davranıştır.

Neden o zengin, ben fakir; neden o âmir, ben memur; neden o patron, ben işçi; neden o kadın, ben erkek…v.s itirazlara hakîkat nazarında yer yoktur.

Aynı itiraz kapısının açık olmamasıyla; ağacın kökü:”Niçin yaprak olmadım?”, yaprak da:”Niçin çiçek olmadım?”, çiçek de:”Niçin meyve olmadım?” diye hak da’va edemez. Aksi takdirde o ağaç vücûda gelemezdi. Diğerleri buna kıyas edilebilir. 

O halde, âlemde tekvînen ve teklîfen hiçbir abesiyyet/Faydasız ve boş olma/lüzumsuz ve gayesiz oluş aslâ söz konusu değildir.

Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların aralarında dünya hayatındaki maîşetlerini taksim ettik ve bazılarını bazıları üzerine dereceleri itibariyle yükselttik. Tâ ki bazıları bazısını istihdam edebilsin ve Rabbinin rahmeti ise onların topladıklarından hayırlıdır.” (4)  

O feylesof, Üstad Bedîüzzaman’a ikinci bir suâl daha sorar. Peki der: “Şarap üzümden yapılıyor. Şarap niçin haramdır, üzüm niçin helâldir? Halbuki, o sarhoş edici madde üzümde de var. Niçin hamı helâl, işlenmişi haramdır? Bunun sebebini bana açıkla.”

Bu suâle de susturucu ve ikna edici bir cevap verir. Der ki: “Senin annen ekmek yer, su içer, çeşit çeşit yemekleri yer. Yediği bu gıdaların bir kısmı süt olur, senin ağzına akar, diğer kısmı da hâşâ bevl (idrar) olup dışarı akar. Birisi helâl, diğeri haramdır. Sen bu meseleyi hallet, ben de diğerini halledeceğim.”

O feylesof susar, çıkıp gider. 

O feylesofa verilen her iki cevap da; bu tarz şüphe, tereddüt ve inkâr kokan yaklaşım/iddia ve fikir sahiplerine dünya çapında şâhâne cevaplardır.

Yeterince ders ve ibret alanlar için!

İsmail AKSOY

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbât, 24. Mektup, 1. Makam, 1. Remiz

2- Mü’minûn, 70/71

3- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, Şemme

4- Zuhruf Sûresi, 113/32