Kategori arşivi: Yazılar

İşte Kazandığını Düşünüp Kaybedenler

“Milli piyango bileti aldığım için pişmanım”

Edirne’de 11 yıl önce Milli Piyango’dan büyük ikramiyeyi kazanan Ayhan Yalçınkaya zengin olduktan sonra bıraktığı memurluğuna dönmeye çalışıyor. Parayı bulunca hayatının değiştiğini belirten Ayhan Yalçınkaya huzurunun bozulduğunu kötü günler geçirdiğini ve Milli Piyango bileti aldığı için pişman olduğunu söylüyor.

Bir anda zengin olmasına rağmen paranın çabuk tükendiğini belirten Ayhan Yalçınkaya “Eskiden daha güzel bir hayatım vardı. Dostlarımı kaybettim. Devlet memurluğuna devam etseydim param olmayacaktı ama huzurum olacaktı. O zaman çok mutluydum. Devlet memurluğuna geri dönmek istiyorum. Ticaret hayatından bıktım. Buradan herkese sesleniyorum para her şey değildir. İnsanın hayatında ne dost ne de tutunacak dal kalıyor” şeklinde konuştu.

Milli Piyango talihlisi donarak öldü

Denizli’nin Sarayköy ilçesine bağlı Tırkaz köyünde 40 yıl önce Milli Piyango biletine büyük ikramiye çıkan Mehmet Sarıoğlu yaşadığı baraka tipi evde donarak öldü. Hiç evlenmeyen Sarıoğlu’nun hayatı 40 yıl önce aldığı piyango biletine büyük ikramiye çıkmasıyla değişti. Bir anda zengin olan Sarıoğlu köyünde bir ev yaptı ancak zamanla parası kalmayınca ona komşuları bakmaya başladı. Yeşil kart sahibi Sarıoğlu devletten aldığı yaşlılık maaşıyla geçimini sürdürürken kısa bir süre önce evi yandı. Köylüler aralarında topladıkları paralarla evi tamir ettirdi. Kimsesi olmayan Sarıoğlu’nun Sarayköy Devlet Hastanesi’nde yapılan otopside donarak öldüğü belirlendi.

Marangozluktan para babalığına

Denizli’nin Çivril ilçesinde marangoz olarak geçimini sağlayan Osman Kaplan çeklerini ödeyemediği için hapse girmiş ve 1999 yılında hapisten çıktıktan 2 gün sonra sayısal lotodan 340 milyar lira kazanmış. İki çocuk babası Kaplan’ın ilk işi eşinden boşanmak olmuş. Ardından İzmir’de Pınar Şirin adlı şarkıcıyla 20 milyar lira harcayıp Hilton’da nişan yapmış ve 6 ay sonra ayrılmış. Hızlı yaşayan Kaplan’ın parası kısa sürede tükenmiş. Paraların nasıl bittiğini anlayamayan Kaplan “İkramiyeyi kazanınca akrabalarım çoğaldı. Daha önce borç para isterim diye herkes kaçarken ikramiyeden sonra neredeyse bütün Çivril akrabam oldu. Nereden akraba olduğumuzu anlayamadım ama onlar Orta Asya’ya kadar uzanıp bir yerlerden tutturdu. O kadar yol kat edip geldiler diye her birine para veriyordum. Hızlı bir hayat yaşadım para bitti.” diyerek yaşadıklarını anlatıyor.

“Talih bize huzur değil felaket getirdi”

Milli Piyango’nun 1990 yılbaşı çekilişinde 1 milyar 250 milyon lira kazanan Adanalı Cem Postacı paranın kendisine aradığı huzuru vermediğini söyledi. 1996’da oğlunu trafik kazasında kaybeden Postacı “Talih kuşu bize huzur değil felaket getirdi” diyor. Oğlunu kaybettikten sonra bir daha bilet almamaya karar veren talihli kendisine çıkan paranın hayırlı olmadığını dile getiriyor. Kazandığı ikramiyeyle emlak işine giren Postacı bir süre sonra iflas etmiş. İşlerinin bir dönem çok iyi gittiğini hiç tanımadığı kişilerin akraba olarak karşısına çıktığını anlatan Postacı şimdi kimsenin kendisine yardıma yanaşmadığını vurguluyor. Postacı “Para mutluluk getirmiyor yuvam dağıldı toparlamak için varımı yoğumu harcadım. Eşim beni terk etti. Şimdi bir otomobilim evim ve emekli maaşım var. Keşke o bileti almasaydım da o para çıkmasaydı.” diyor.

“Eşime kalmasın diye hepsini harcadım”

53 yaşındaki Mustafa Savgan’ın macerası ise çiçekçi bir kadının kendisine 2 lira harçlık vermesiyle başlıyor. Bu parayla piyango bileti alan Savgan 1978 yılında 10 bin lira ikramiye kazandı. Savgan eşinden ayrılmak istedi ama ayrılamadı. “Paralar eşime kalmasın diye harcamaya başladım.150 memurun maaşını 2 ayda yiyordum. Lokantalarda ödediğim hesabın 5-6 katını bahşiş olarak bırakıyordum. Sonunda paraları tükettim. Evlenirken karıma aldığım 1 kilo altını da sattım harcadım. Eşimi de annesinin yanına gönderdim evdeki bütün eşyaları satıp tekrar İstanbul’a döndüm. Yıl 1985’ti. Cağaloğlu’nda bir handa hem gece bekçiliği hem de ayakkabı boyacılığı yapmaya başladım. Eşimin açtığı dava sonucu boşandım. Sevgi olmadan para bir işe yaramıyor. Hayatımda biri yok sevgisizim ama huzurluyum” diyerek ibretlik hikâyesini paylaşıyor.

Kızı evi terk etmiş

1984 yılında aldığı bilete 7 milyon lira isabet eden Orhan Ulusoy’un huzur içindeki hayatı ancak 3 sene sürebilmiş. İşleri ters gittiği için kızı evi terk etmiş. Oto yedek parça dükkânı bulunan ve minibüsçülükle uğraşan Ulusoy paranın eline geçmesiyle kendisinden para isteyenlerin sayısının da arttığını belirtti. Çıkan parayı soğan ve fasulye işine harcayan Ulusoy üst üste 3 yıl istediği kazancı elde edemeyince iflas etti. 4’ü erkek 8 çocuğu olan Ulusoy “Hiç rahat bir yaşantım olmadı; bir arkadaşım ‘bu para sana felaket getirir’ demişti dediği çıktı. Bir kızım evi terk etmişti. Uzun aramalardan sonra buldum. Bana para çıktığını duyanlar hep bir beklenti içinde oldular. En yakınımdan en uzağıma kadar hep bir şeyler bekliyorlardı. Başlangıcında psikolojim alt üst olmuştu.” diyor.

“70 milyonun âhı var”

Evli ve 3 çocuk babası olan Nusrettin Çınar’a da Turhal’da Milli Piyango’dan 6 milyar lira çıktı. Önce yurt dışına giden Çınar otobüs alarak Turhal’a şehirlerarası otobüs şirketi kurdu. İşleri iyi gitmeyen Çınar 1995 yılında iflas etti. Çınar yaşadığı olayları şöyle anlatıyor: “Sefa kısa sürdü. 70 milyon kişinin verdiği biletlerden bir iki kişi yararlanırsa böyle olur. Hepsinin âhı var üstünde hayrı olmaz. Sonradan araştırdım kimseye hayır getirmemiş.”

Şimdi işsiz olan ve emekliliğinin planlarını yapan Çınar artık Milli Piyango bileti satın almıyor.

“Para beni perişan etti”

Ali Atıcı çay ocağı işletirken 2004’te sayısal lotodan 543 bin YTL kazanır. Parayı aldıktan sonra memleketi Erzincan’a yerleşen Atıcı boşandığı eşi ve çocuklarını İsviçre’ye gönderir ve ikinci evliliğini yapar ancak ondan da ayrılmaya karar verir. Atıcı Doğu Beyazıd’a gidip 14 yaşındaki A.K.’yi başlık parasını verip evine götürür. Gelişen olaylar zincirinde A.K. babası Arif K.’ya teslim edilir. Ali Atıcı’nın pişmanlık dolu sözleri ise şöyle: “Hayal edemeyeceğim kadar zengin oldum ama hayatım da alt üst oldu. Huzurum kaçtı. Geceleri gözüme uyku girmez oldu. Lotodan çıkan para beni perişan etti.”

İşte aynı şekilde başlayan ve yine aynı şekilde son bulan hayat hikâyeleri… Belki birbirlerinin değil yüzünü adını bile duymamış birçok insanın aynı dertlere gebe olduğu sabahlar… Uykusuz geçen geceler gözlerini kırpmadan sabah eden birçok insanın paylaştığı aynı kader… Her şeyin aynı olduğu bu süreçte ağızlarından çıkan cümle de aynı oluyor: “Çok pişmanım!”

maxsicep.com

Kâinat İlahi Gösteri Merkezi

Allah’ın  icraatını insanın beş duyusuna açmasının Bediüzzaman’ın tevhid eğitiminde çok yönlü bir dağılımı vardır. Tanıttırmanın yanında göstermek  de önemli bir icraattır.

Allah atom zerratını kullanarak insanlara yeni yeni kâinatlar gösterir:

Şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hizmetle tahrik ederek  intizam dairesinde tavzif edip, her asırda her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mucizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat  gösterir.” (Sözler, 598)

Yeryüzü onun bir gösteri merkezi gibidir, orada sürekli aktörleri olan zerreleri, atomları değiştirerek yeni yeni gösteriler ortaya koyar.
İsimlerinin tecellilerinin nakışlarını göstererek, mahdut ve sınırlı bir sahnede, zeminde hadsiz nakışlar göstermektedir. Zemin sınırlı ama gösterilmesi gereken şeyler sürekli değişmektedir. Allah’ın gösterisinde süreklilik esastır: “Nihayetsiz tecelliyat-ı Esma-ı ilahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz manileri ifade edecek olan hadsiz ayatları yazmak için Nakkaş-ı Ezeli zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.” (Sözler, 598)

KEMAL, CEMAL VE CELALİN GÖRÜLMESİ

Elbette bu gösterinin iki seyircisi vardır, biri kendi sanatını gören Allah, diğeri de insandır. Allah hem kendi sanatını görür, insan da Allah’ın sanatını görür, Allah ikinci bir yön olarak kendi sanatı karşısında insanın nasıl bir tavır aldığını görür ve kaydeder, değerlendirir. Tıpkı bir rejisörün ürettiği sinemasını hem kendi gözü ile hem de seyircilerin seyrederken aldığı tavırlara göre değerlendirmesi gibi.

G ö s t e r i n i n   ana teması  cemal, kemal ve celalini göstermektir. Tanrısal sinema her an cereyan etmekte seyirciler ise kendilerine verilen algı araçları ile sinemayı yorumlamaktadırlar.
Kemalat yaptığı her şeyi en ideal yapması,

Cemal yaptığı her şeyden güzellikler göstermesi,

Celal ise insanı aşan azametli görüntüler demektir.

Demek bu kâinat sinemasında Allah kendi güzelliklerini, haşmetini ve  yaptığı olgun eserlerini gösterir. Bu rolleri yapanlar da atom zerratıdır:

Nihayetsiz ilahi kemalatı ve hadsiz cemalinin cilveleri ve gayetsiz celalinin görüntülerini, sonsuz Rabbani tesbihatı şu dar ve mahdut zeminde ve sonlu ve az bir zamanda  g ö s t e r m e k  için zerratı tam bir düzenle hikmetle, kudretiyle harekete geçirip tam bir intizamla vazifelendirerek, sınırlı bir zamanda, mahdut bir zeminde, sonsuz hesab edilmez tesbihat yaptırıyor. Sınırsız cemal tecellileri  ve celal tecellileri  ve kemal tecellilerini gösteriyor.” (Sözler, 599)

Sonra da bu celal,  cemal ve kemal görüntülerine seyircileri olan insanları çağırıyor bakın ve bu görüntülere tavırlarınızı koyun ve ibadet edin:

Namazın manası Cenab-ı Hakk’ı tespih, tazim ve şükürdür.

 Yani Celaline karşı  kavlen ve fiilen (dille ve davranışla) Sübhanallah deyip takdis etmek.. Hem kemaline karşı lafzen ve amelen Allahuekber deyip tazim etmek.. Hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillah deyip şükretmektir.” (Sözler, 44)

MEVLEVİLER GİBİ ZİKREDEN ZERRELER

Akılsız feylesoflar bu gösteriyi bir oyun olarak değerlendirmişler ve kötü bir kanaat ortaya koymuşlardır:

Beş bin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülatını o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsi, diğeri afakî iki harekât-ı cezbekaranede zikir ve tesbih-i ilahi ile Mevlevi gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri  kendi kendine sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler.

    İşte bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri hikmetsizliktir.” (Sözler, 599)

O akılsız feylesofların başında atom konusunu doktora tezi olarak yapan Marks ve bunu ilk ortaya atan Demokritos gelmektedir.

Sonuncusu milattan önce beş yüzlerde, ikincisi ise bu  doktora tezini Ondokuzuncu yüzyılda Almanya’da bir üniversitede yapmıştır. Bu yüzden papazların baskısı ile üniversiteden atılmıştır.

MİRACIN ULVİ  HİKMETİ

Namaz celal, cemal ve kemal tecellilerinden doğduğu gibi, Miraç da bu büyük kelimelerin insanlara açılması için bir seyahattir:

“Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemalini ve hakàik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle her bir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır. Hem, umumunu en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakàikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sayfası olan tabakàt-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sayfası olan daire-i ehadiyete kadar bir seyerân ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile Mi’racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.” (Sözler, 528)

GÖRMEK  VE  GÖSTERMEK

Celal, kemal ve cemalden oluşan böyle bir kitabı insanların okuması gerekir, manaları, sırları bilmesi gerekir. Her varlık kendine göre bir okuma ve görme gerçekleştirecektir. Ama o manalar ise büyük bir öğretmene ders verilecek o da manaları diğer insanlara ders verecektir.

İşte Mirac’ın yüksek hikmetleri de yine  g ö s t e r m e k  ama gösterinin manalarını insanlara ders vermek gerektiğindendir, o manaları en  büyük gösterici ve tarif edici Resulullah yapacaktır:

Hem hiç mümkün olur mu ki nihayet derecede  bir hüsn-i zati sahibi, cemalinin  mehasinini  ve hüsnünün letaifini ayinelerde görmek ve göstermek istemesin.” (Sözler, 67)

Demek Resulullah gösterinin anlamlarını anlatandır. Bu gösteri kelimesi bir mana okyanusudur, devam edeceğiz İnşaallah

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Menderes ve Bediüzzaman

MİLLETİN VE DİNİN MENFAATLARI

Bediüzzaman yaşadığı her dönemin siyasi düşüncesinde vazgeçilmez roller ifa etmiş, yine yaşadığı her dönemde  siyasi liderlerin her zaman duruşuna ve yorumuna saygı duyduğu ve her zaman hiçbir dünyevi beklentisi olmadan, sadece ülkede dini hayatın gerektiği gibi  yaşanması ve din ve vicdan hürriyetine saygı duyulması için ikazlarda, yönlendirmelerde bulunan bir büyük gözlemci ve siyasi pratikleri yönlendiren, hiçbir dünyevi parıltıya bakmayan  öyle bir endişesi olmayan uhrevi dini bir projektördür.

Ta padişahlık döneminde Trakya’ya yapılan bir seyahate şark bölgelerini temsilen padişah tarafından çağrılan vazgeçilmez bir bakış açısıdır. O hiçbir zaman devlet ricalinin himmeti ile onların yanında yer almanın cazibesine kapılmamış, böyle suni ve değersiz bir pozisyona girmemiş, girdiği her işte de milletin ve dinin menfaatleri adına durmuş ve ikaz etmiş, yönlendirmiştir.

ŞARK VE GARBIN ORTASINDAKİ BİR MİLLETE SENTEZ

Türk siyasi tarihini okudum, batının siyaset teorisyenlerinin bizim toplumumuza uymayan fikirleri her zaman uyumsuzluklara neden olmuştur. Namık Kemal Russo, Monteskiyo, Volter, Hugo’nun fikirlerinin hayranı idi. Onlara  göre kendini ayarladı, onlar gibi olmayı arzuladı. “Türk halkı Paris halkı gibi olsaydı ben bir Ruso, Monteskiyo olabilirdim” demiştir. Kafasındaki edebiyat adamları da batının adamları idi, büyük adamdı. Ama o Bediüzzaman gibi şarkla garbın ortasında bir haritada yer alan millete göre bir sentez yapma iktidarından mahrumdu,  batılı edebiyat ve siyaset adamlarının parıltısına koşan bir kelebek gibi onların ateşinde yandı, garip ve kimsesiz bir adada hayata veda etti.

İstanbul işgal altındayken bizim büyük üdebamız aşk şiirleri söylüyordu, Bediüzzaman ise İngiliz işgalinin tesirini yıkmak ve kamuoyunu aldatan İngiliz sahteciliğini devirmek için eser neşrediyor, kefeni boynunda işgal askerlerinin dolaştığı İstanbul’da iki talebesi ile eserini dağıtıyordu.

Ne bizim acemi bahçıvanlara, ne de yaşlı çınarlara hissettiğim şu adamı tanıtamama ızdırabına ortak edemedim. Bu toplumun normlarına göre onu anlatmak için çok teçhizatlı adamlar lazım, bunu kimse anlamıyor veya anlamak istemiyor.

DOĞUDA ÜNİVERSİTE AÇMAK

Sultan Abdülhamit döneminde garip kıyafetli bir şarklı İstanbul’da nefes aldığında padişaha ilim dersi verir, bir sarayı Darülfünun yapmaya çağırır, doğuda üniversite açmak için en büyük kültür siyasetini uygular.

İşgal yıllarında işgal güçlerine, meşrutiyet döneminde meşruti düşüncenin batı kaynaklı değil Cihar-ı Yar-ı Güzin ve Nebiyy-i Zişanın ahvalinde münderiç olduğunu söylüyordu.

Cumhuriyet gelince kendi azametinde kaybolmuş devlet adamlarına ve onların başına nasıl bir cumhuriyet olmalı konusunda nasihatler etti. Anlamadılar, sonra Barla’nın dağlarına sürüldü, orada ta1956’ya kadar geçen yıllarda boş durmadı yine Türkiye’de kültürün ve siyasetin hatta sanatın yönlendirilmesi için eserler yazdı, hapishanelerin zulüm atmosferinde o yine devlet adamlarına mektuplar yazdı, onları ikaz etti. Bu tükenmez enerji adamı inanılmaz zor şartlarda görevini yaptı, velveleli ama mutlu bir ölümde sabikun kervanına katıldı.

Türk siyasi tarihinde bir büyük adam idam sehpasında arkadaşları ile hayata veda etti. O asıldığında ben küçücüktüm, babam rahmetli onların asıldıklarını gösteren bir hayat mecmuası almış eve getirmişti, annem rahmetli ben kardeşlerim hem okuduk, hem ağladık, valide o mecmuayı çeyiz sandığında bir hazine gibi bekletti, her açtığında beni yanına çağırır, biz yine ağlayarak o zulüm sahifelerine bakardık. O ezanı Arapça okutan adamdı, ellerinde bıçaklarla Anadolu’nun her yerinde insanlar ezanın tekrar Arapça okunmasını beklerken ağlaşarak kurbanlarını kestiler, o gün bir büyük bayramdı. Bu mutluluğu bu millete o adam yaşattı, o masumiyeti ve apolitik karakteri yüzünde okunan  M e n d e  r e s  denen adam.

İlkokulda Küçük ve Büyük Menderes nehirleri ile

Aydın isimleri bana tarif edilmez bir burukluk ve inşirah verirdi. Sanki o şehir Erzurum, sanki o nehirler  bizim evin önünden akardı. Bu ülkede öyle sinsi bir ihanet var ki ellerine fırsat geçse şimdi binleri asarlar, bunlar bu ülkenin ekmeğini suyunu yemiş içmişler mi acaba? Nesebi gayr-i sahih adamlar, yaldızlı şamatalı balolarda kazanılmış herifler, bu milletin ve bu dinin sahibine avdetinin önünü alamazsınız.

Sanma bu teker kalır tümsekte

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir.”

Zindandan Mehmed’ine yazıyordu Büyük Üstad Necip Fazıl.

Kalmadı o teker tümsekte. Bugün bizim, yarın da bizim. Bu coğrafya bizim, kabir ötesi coğrafya da bizim.

Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım

    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.”

Diyor ve milletinin mizacını anlatıyor Büyük Akif.

Necip Fazıl Menderes iktidar olduğunda hastanede yatmaktadır,

Memulün fevkinde Demokrat Parti iktidar olmuştu” der.

Hem tutuklu, hem de hastanede yatmaktadır büyük şair.

Onun Bediüzzaman’ın da dikkatini çeken bu millet Müslüman’dır şeklindeki ilk beyanatı, çölde susuz kalmış o dönemin muhitine ilaç gibi gelir, hem Bediüzzaman, hem de Necip Fazıl bu konuşmadan çok hazlanırlar.

Bediüzzaman Menderes dönemindeki tehlikeli uygulamalara ve düşüncelere dikkat çeker. Birisi Halk Partisi döneminde devlet dairelerine doldurulmuş olan memurların, adeta hükümetten intikam almak gibi, halka memuriyet adı altında zulmedenleri eleştirir.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir.

     ‘Seyyidü’l-kavmi hadimühüm’ hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil… Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

    “Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.” (Emirdağ, 394)

Memuriyet yanında ırkçılığın bu millete olan zararlarını anlatır.

Bediüzzaman, Menderes’i ipe gönderen Komünist ve Irkçı ittifakını hissetmiştir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

     “İkinci hücum da:

    İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla

    hem hürriyetperver dindar Demokratlara,

   hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara,

    hem hükûmet aleyhine,

    hem biçare Türkler aleyhine,

    hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor.

    O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

     “Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her gün ‘Allahümmağfirlilmüminine vel müminat’ dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir.” (Emirdağ, 394)

ADNAN MENDERES VE DÂHİLİYE VEKİLİ

Bediüzzaman Demokrat Parti iktidarını Nur Dershane’si hizmetlerine gösterdiği anlayıştan dolayı alkışlar, onun hayatının gayesi ve hedefi o büyük okulun devamlılığıdır. “Evvelâ: Hadsiz şükür olsun ki, şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye mânâsında, küçük Said’ler ve Nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar. Bu defa Afyon gazetecisinin iftirası münasebetiyle Başvekile ve Dâhiliye Vekâletine ve Nur talebelerine bazı meb’uslar söylemiş: Adnan Menderes ile Dâhiliye Vekili pek dostâne mukabele edip haber göndermişler ki, ‘Hiç merak etmesin ve meyus olmasın.’ Ve Afyon’daki gazeteci de, ‘Ben Emirdağ’ına geleceğim ve Üstada iki dileğim var; bunları rica edeceğim ve özür dileyeceğim’ demiş. Ve bizim aleyhimizde neşredilen o gazetelerden, talebelerim yüz altmış adedini alarak imha etmişlerdir. Daha fazla yazacaktım. Rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım ve vakit de dar olduğundan kısa kesiyorum. Umumunuza selâm.” (Emirdağ, 302)

Onun dershanesi bin yıldır gerek Avrupa’nın gerek bizim gerçekleştiremediğimiz bir büyük uygulamadır. Bütün ilimler ve fenlere dikkat çekmekle birlikte onlardan Allah’a giden kapılar o dershanelerde sağlanmış ve  sağlanmaktadır.

Bizim siyasi tarihimizde her değişen iktidar kendinden öncekine zulmeder, iktidar değişince zulüm yine devam eder. Halk partisi zamanında çok zulme maruz kalmış olan toplum, onlar gidince partinin mensuplarına zulumkar davranırlar, Bediüzzaman bu tutumları yakışık almaz tutumlar olarak yorumlar ve kardeşliği güçlendiren yorumlar yapar.

[Risale-i Nur’un vatana, millete ve

İslâmiyet’e büyük hizmetini kabul ve

takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e

Üstadın yazdığı bir mektup.]

Bismihi Subhanehu.

     Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

     “Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

    Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi, ‘Velateziru vaziretün vizre uhra’ âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, ‘Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.’ Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

                                 TEHLİKEYE KARŞI TEK ÇARE İSLAM KARDEŞLİĞİ

    İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur. Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

    Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor. Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım, tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

    İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.” (Emirdağ, 393)

ZULMÜ  KİM YAPARSA YAPSIN ZULÜMDÜR

Bediüzzaman Menderes’i İslam kahramanı, vatana ve millete büyük faydası olan bir insan olarak yorumlar. Ama zulümler yapılmaktadır, buna da bir reçete ile cevap vermiş olur. O dönemde Ahmet Kutsi Tecer Paris’te kültür ataşesidir, o görevden alınır, Galatasaray Lisesi ortaokuluna hoca yapılır. Bu ve bunun gibi zulümler de olmuştur. Bediüzzaman her zaman dengeli düşünen, hiçbir zaman tarafgirliğin suyuna akmayan bir büyük insandır. Zulüm her zaman, her yerde kim yapar yapsın  zulümdür.

Bediüzzaman ırkçıların Menderes iktidarını devirmek için yaptıklarını nazara vererek onun dikkatli olmasını ister. Partinin siyasi bağnazlıkla tarafgirliklerden ve millet arasındaki İslami uhuvveti sarsan şeylerden uzak olmasını söyler.

“Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her gün “Allahümmağfirlil müminine velmüminat”  dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatâdan çekinirler.      VATAN VE MİLLETE TELAFİ EDİLMEYECEK BİR TEHLİKE

Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor.

     Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak

    ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin zevklerine medar o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak,

    o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir.

   Yoksa o insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

    “Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

             DAHİLDEKİ ADAVETİ UNUTMAK VE TAM TESANÜT ETMEK

Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin,”Elmüminü lilmümini kelbünyanil mersusi yeşüddü badühü baden.”  hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüt etmektir.

Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüt ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak.. muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor.

Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.

ZULME RIZA ZULÜMDÜR

   “Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Hâlbuki küfre rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir suikast hükmündedir.

   “Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.” Said Nursî (Emirdağ, 395)

Bu yorumlar her zaman değerini koruyan genel hükümler ve din kardeşliği ölçüleridir. Bediüzzaman siyasetin halkı birbirine düşüren uygulamalardan uzak olmasını temenni eder.

PAKİSTANLI BİR NUR TALEBESİNİN YORUMU

Risale-i Nur’ların basılmasının serbest olmasını Menderes iktidarının bu serbestîyi vermesini bir Pakistanlı nur talebesi yorumlar. Bugün gerçekleşen bütün âlem-i İslamda nurların okunmasının faydalarını ta o günden bu Sabir isimli talebe hissetmiştir.

“Bir habere göre, Menderes hükümeti, âlem-i İslâm’ın ve dünyanın büyük mütefekkiri olan Hazret-i Üstad Said Nursî’nin çok mühim İslâmî eserleri olan Risale-i Nur’un neşri için emir vermiş. Bu haberden, Pâkistanlı din yolunda çalışan adamlar büyük bir sevinç içinde kalmıştır. Bu neşir münâsebetiyle, Hazret-i Said Nursî’yi, talebelerini ve Türk din kardeşlerimizi rûh u cânımızla tebrik eder, milleti zulüm ve istibdat ve dinsizlikten kurtaran başta Menderes olmak üzere bütün Demokratlara teşekkür ederim.

Bu hareketten dolayı, Türk milleti aleyhinde yapılan hâricî propagandalar kırılacak ve âlem-i İslâm’ın Türkiye’ye olan eski muhabbeti yeniden vücud bulacaktır. Ben bir Pakistanlı Müslüman, Türkiye’ye hiç gitmedim, Said Nursî’yi görmedim; lâkin

   İstanbul Üniversitesi Nur Talebelerinin neşrettikleri kitaplardan bâzı parçaları mütâlâa ederek, hakîki, rûhânî bir lezzet hissettim. Ve şimdi, bu uzak diyarda Nur Şâkirdi oldum.

   “Ana dilim Urduca’da yazılmış bu gibi eserler yok. Ve Nursî gibi bir din kahramanı, Hindistan ve Pakistan’da yok. Bu bir hakîkattir. Eğer bu eserler Urduca’ya tercüme edilirse, büyük İslâmî hizmetler olacağını ümit ediyoruz. Filhakîka, komünizme karşı neşriyat yoluyla mücâdele çok zarûridir. Ve Demokratlar tüzüklerinde buna yer vermiştir. İnşaallah, bu gibi İslâmî faaliyetlerle, Türklere karşı çalışan komünistler, farmasonlar ve başkaları mahvolacak ve istikbâlde Türkiye eski makamına terakkî edecek… Âmin!” (Tarihçe, 620)

DİNİN İCAPLARINI YERİNE GETİRECEĞİZ

Demokrat Parti döneminde de Nur talebeleri büsbütün rahat bırakılmazlar. Bu yüzden Demokrat Parti’li nur talebeleri hükümete tavsiyede bulunurlar:

     “Bediüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zatın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına, çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş. Sizin gibi, ‘Dinin icaplarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez’ diyen bir başvekilden; vatan, millet, İslâmiyet adına partimize maddî ve manevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitaplarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz. Demokratlar azalarından Nur Talebeleri” (Beyanat ve Tenvirler, 208)

Yusuf Ziya Arun isimli Üniversite talebesi Nur talebesi Bediüzzaman’ın bir eserinin bir iki cümle yüzünden müsadere edilmesini Halk Partisi ve Millet partisinin oyunu olarak kabul eder ve hükümeti ikaz eder. (Beyanat ve Tenvirler, 211)

Daha başka mektuplarda

Nur talebeleri Demokrat parti iktidarından gereken kolaylıkları görmediklerinden parti ile nur talebeleri arasındaki dostluğun ülke için önemli olduğu yolunda yorumlar vardır.

Bediüzzaman ve talebeleri Demokrat Parti’nin ve Menderes’in iktidarını dine ve millete faydalı olduğu için desteklemişler ama gereken yakınlığı göstermeyen yönetimi de zaman zaman ikaz etmişlerdir. Demokrat Parti’nin yıkılması da Millet Partisi ve Halk Partisinin birlikteliğinden doğmuştur.

Sayın Aydın Menderes’in dar-ı bekaya irtihali üzerine, Bediüzzaman’ın  Menderes, Demokrat Parti ilişkilerine bir göz attık. Bediüzzaman’ın dine hizmet eden siyasi liderlere verdiği önemi belirleyen bu yorumlar onun dehasının belirtileridir.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Tanıttırmak ve Sevdirmek

Bediüzzaman  Allah ile insan arasındaki iletişimin sağlanması konusuna özel bir önem verir. Bu karşılıklı ilişki  t a n ı m a k,  t a n ı t t ı r m a k, s e v m e k  ve  s e v d i r m e k  şeklinde yorumlanır.

      Allah varlığı yaratandır, mahlûkatın sahibidir. Bununla kalmaz, kendini insanlara tanıttırmak için bir dizi eylem sunar onlara. Bediüzzaman bu eylemleri eserlerinde yer yer sıralar:

    “Hem, bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, Bilbedahe, perde-i gayp arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delâlet eder.” (Sözler 621)

                        KAİNAT ÜNİVERSİTESİ  VE KUR’AN FAKÜLTESİ

   Şu ifadeyi bir sahnelemeye  kalkalım. Bediüzzaman dünyanın en büyük sanat fakültesinde

 görmek ve

bakmak ve

yorumlamak,

 seyretmek ve

 anlam çıkarmak için okumuş.

  Nerede bu fakülte, Kur’an fakültesi ve kâinat üniversitesi. Ziynetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler. Bir üzüm bağı ve dallardan asılan üzümler, bütün meyveler ve ağaçlardaki vaziyetleri  insanlara tebessüm ediyorlar. Ziynet, tezyinat ve gösteriş, canlılara tebessüm manasına geliyor.

   Bütün güzelliklerin arkasında bize gülen bir yüz, bütün gösterişlerin arkasında bize kendini gösteren bir yüz. Cemal-i İlahi, Kemal-i Rabbani.

   Yunus Emre Hazretleri bunu nasıl yürekten hissetmiş.

    Her nereye baksam dopdolusun. Seni nere koyam benden içeri.

   O kadar manen ezici bir anlam ağırlığı var ki Yunus ve Üstad’ın, omuzlarımın üstüne çöküyor, şaşkın ve hayret içinde yüreğim mana ordularının işgaline uğruyor.

Deli Çocuk Orhan Veli!

“Deli eder insanı bu dünya

Tepeden tırnağa çiçek açmış şu ağaç”

 diyor, ağaçtan öteye gidememiş ama, güzelliklere de duyarsız kalmamış.

    Bu güzellikleri olağanüstü hisseden bir yürek Allah’ı bulamazsa “rakı şişesinde balık olmak” ister ve belediye çukurunda ölür, Orhan Veli gibi.

                              İNSAN  VE  GÜZELLİKLER  PANAYIRI

Bediüzzaman’ın keşfettiği anlama göre insan tabiat içinde bir güzellikler panayırında gezer, ona bakan bütün güzellikler ona tebessüm ederler, gülerler, o da onlara gülerek cevap verir, evet  anlam içinde insanı deli eden bir incelik var. Bediüzzaman bu gülüşlerin manasını anlatır:

   “Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delalet eder.” Amentü tiyatrosudur, Bediüzzaman’ın gözünde âlem, her şeye bak, Allah’ım de, çünkü kâinat kitabı sana gülüyor, O’nun adına.

Görüntü ile görüntünün arkasındaki, güzellik ile O’nun arkasındaki ilişkiler mutasavvıfları çok meşgul etmiş, ikisin arasındaki dengeyi sağlayamadıklarından dolayı canlarından olmuş bazıları.

  Nesimi: “Sırr-ı ezel oldu aşikâra

   Âşık neylesin müdara”

    Yani güzeli görmüş ama kendini idare edemiyor, bu yüzden derisi yüzülerek idam edilmiş. Sadece güzel ile meşgul olup öteyi düşünmeyen güzelin girdabında boğulmuş, arkaya geçmeye çalışan boğulmuş, geçemeyen de boğulmuş.

Bediüzzaman güzellik ile arkasındaki Güzel arasındaki bağı iyi ayarlamış, her halükarda uyanık ve mantıklı olabilmiş. Güzellikler ve gösterişli durumlar kendini göstermek  suretiyle tanıttırmak isteyen ve sevdirmek isteyen birine delil olur. Başka bir cümlesinde şöyle der:

                                       UMUMİ  ERZAK  SOFRASI

   “Evet, kasd ve şuur ve irâdeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinatı kaplamış. Ve o perde-i hikmet üstünde lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inâyet serilmiştir. Ve o müzeyyen perde-i inâyet üstünde kendini sevdirmek ve tanıttırmak, in’âm ve ikram etmek lem’alarını gösteren bir hulle-i rahmet, kâinatı içine almıştır. Ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemâl-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u Rubûbiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir.”(Sözler 272)

   Allah’ın lütfu, süslemesi, güzelleştirmesi  ve ihsan etmesi bir inayet perdesidir. Bütün bunlara varlığın ve insanların ihtiyacı vardır. Bu inayet perdesinin üstünde bütün yukarıda sayılanlarla lütufla, süsleme ile güzelleştirme ve ihsan ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen biri görülür.

Daha geniş bir tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti de izah edilir:

   “Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla Kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek ve şu süslü, zinetli nihayetsiz mahlukatıyla Kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle Kendine teşekkür ve hamd ettirmek ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile hatta ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette izhar edilen Rabbani it’amlar ve ziyafetlerle Kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile Kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var” (Mektubat 275)

    Tanıttırmak fiilinin içi gösterilir, doldurulur.

    Sanatlı ve hikmetli sanat eserleriyle kendi hünerlerini ve sanatkârlığının kemalatını teşhis ediyor, gösteriyor.

   Süslü ziynetli mahlûkatı ile kendini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

   Lezzetli nimetleri ile kendine teşekkür ve hamd ettiriyor.

   Terbiye ve iaşe, ağızların zevklerine göre nimetleri hazırlama, minnettarane, teşekkür edercesine ve taparcasına ibadet ettirmek istiyor.

   Mevsimlerin, gece ve gündüzün değişimi gibi azametli hareketlerle ilah olduğunu ulûhiyetini  gösteriyor.

    İyilere mükâfat kötülere ceza vermesiyle hakkaniyet ve adaletini gösteriyor.

   Bütün bunlar tanıttırmak fiilinin içindeki ayrıntıdır.

   Bediüzzaman bütün bunları tevhid okumaları suretinde izah ediyor.  Yanıtla Yönlendir.

 Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Özgüvenim var ama yüzüm kızarıyor

Çevremde hep özgüvenli olarak tanınırım. İnsanlarla hoş sohbet, sosyal diye gösterilirim. Ama son zamanlarda benim de anlam veremediğim bir yüz kızarmasıyla karşı karşıyayım. Şimdi soracaksınız bir şey mi oldu psikolojini bozan; hayır her şey gayet normal. Nedenini çözemedim. Topluluk önünde konuşmak benim için sorun değil ama yüzüm kızarınca söylediklerimin etkisi kaybolur diye bazen konuşmuyorum. Yüzüm kızarmasa hiçbir sorun olmadan konuşabilirim. Kendimce kararlar aldım. Bunu yeneceğim diye. Sakız çiğnemeye başladım dershanedeyken. Sonra insanlarla doğal halimden daha rahat konuşmaya çalıştım ve oldu da.. Son derece umursamaz ve rahat konuşabiliyorum ama yüzüm bütün karizmayı çiziyor bazen. Bende ilk defa olan bir şey, hiç heyecanlanmadığım yerde kızarması beni çıldırtıyor. Heyecanlanmadığım halde neden kızarıyorsun diyorum. Eğer bu sorunumu giderirseniz gelecekte çok ünlü bir oyuncu, hatip olacağıma dair söz veriyorum.

CEVAP: KARAKTERİN ZAMANLA OTURDUKÇA, BEDENİN DE BU OTURMUŞLUĞA EŞLİK EDECEKTİR

Genç Arkadaşım, İNSAN çok acaip ve karmaşık bir varlık. Bedenimiz bizim zannediyoruz, onu istediğimiz gibi kullanabileceğimizi düşünüyoruz. Ama basit bir yüz kızarmasına bile çözüm bulamayıp bundan son derece mutsuz olabiliyoruz bazen. Bedenimizin denetleyemediğimiz o kadar çok detayı var ki! Herhalde ”yaratılmış olmak” böyle bir şey. Bu yüzden, ”insanlık hali” denilen kavramı çok iyi anlamalıyız. Öyle şeyler olur ki, insan öyle hallere girer ki, kendisi bile anlamaz ne olduğunu çoğu zaman. Sanırım, burada biraz hepimizin yaratılmış olduğumuzu ve nasıl yaratıldıysak o şekilde bir parça kendimizi kabul etmemiz gerektiğini hatırlamamız yerinde olur kanaatindeyim. Anlattıklarına gelince: Yüzünün kızarmaması senin için çok önemli. Çünkü neredeyse bütün hayat planların veya hayallerin buna bağlı gibi görünüyor. (Ama burada hayallerin ile yüz kızarması arasında hakikaten birebir etkileşim söz konusu mu? Buna sonra değineceğim.) Üstelik, çevrenin seni kendine güvenli olarak tanıdığını söylüyorsun. Sen de zaten öyle olmak istiyorsun ve öyle olduğunu düşünüyorsun. Fakat şu yüz kızarması, hem senin kendine ait hislerini hem de başkalarının senin hakkında düşündüklerini ezip geçiyor. En azından görüntü olarak, yüzü kızaran biri olarak, kendine güvenen birisi değilmişsin gibi bir imaj sergiliyorsun. Bu da iç dünyanda ciddi bir çatışma ortaya çıkarıyor. Hatta belki de bu çatışma yüzünden, yüzün daha fazla kızarıyor. Bana göre ”insanlarla konuşurken rahat davranma” isteğin de ayrı bir sıkıntı kaynağı. Çünkü bunu hiç kimse her zaman başaramaz. Sana ters gelebilir ama bazen kişi içindeki rahatsızlığıyla da barışık olmalıdır. Örneğin, o sırada rahat hareket edemiyorsun. O zaman rahat hareket etme. Zaten istesen de rahat hareket edemeyeceksin. Neden o sırada bu ”insanlık hali”ni kabul etmeyi denemiyorsun bir kere de? Acaba başkalarının gözünde ve kendi hayallerinde kendine ”yüksek bir pozisyon” belirlemenin bu olanlara katkısı yüzde kaç? Bunu hiç düşündün mü? İstediğin pozisyonda olamadığın her seferinde rahatlığın kaybolup gitmeyecek mi? Ne dersin? Unutma, gerçek rahatlık ve huzur, insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmesindedir. Sonuçlar üzerinde ipotek koymaya çalışmasında değil! Kişi kendisindeki yüksek meziyetleri görebildiği gibi, zaaflarıyla da barışık olabilmelidir.

Bununla birlikte, ben şahsen ”yüz kızarması”nın ciddi bir zaaf olduğu kanaatinde de değilim. Mesela, hatip olma isteğini ele alalım. İyi bir hatibin özellikleri nelerdir? Yüzünün kızarmaması mı, yoksa söyleyecek bir şeyi olup bunu samimiyetle ve etkileyici biçimde söyleyebilmesi mi? Ve karşısında oturan insanların bu söylenenlere ihtiyacı olması mı? Üniversitede Amerikalı bir hocamız vardı. Politics 301 kodlu derste, ne yüz kızarması, adam sucuk gibi terlerdi. Arkasını döndüğünde gömleğinin terden ıpıslak olduğunu görürdük. Her derste bir selpak bitirirdi. Ama Eflatunun metinlerini sanki kutsal bir metinmiş gibi o kadar aşkla okur ve sınıfa anlatırdı ki, etkilenmemek mümkün değildi. Hatta o hocanın terlemesini, biz bir zaaf olarak değil, samimiyetinin bir parçası olarak değerlendirirdik. İnan, ben öğrencilik hayatım boyunca onun kadar iyi bir hatip öğretmen hatırlamıyorum. Demek, hatip olmanın başka esaslı ilkeleri var. öyle değil mi? Biliyorum, epey aykırı bir yerden cevap veriyorum anlattıklarına. Ama insanların bu tarz meselelere bu açıdan da bakabilmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, fiziksel özelliklerimize veya ”zaaflarımıza” çok fazla mahkum olup soluğu ya kozmetikte ya hekimde alıyoruz. Onlar da zaten reklamlar sayesinde bu yaraları durmadan kaşıyıp duruyorlar. Buna da direnç göstermemiz gerekmez mi? Son olarak, bu tarz sorunların genelde gençlikle ilgili olduğunu da bilmemiz lazım. İlerleyen yıllarda, duyguların ve düşüncelerin oturdukça, bedeninin de bu oturmuşluğa eşlik edeceğini ve belki de istesen de yüzünün kızarmayabileceğini bilmeni isterim. öyle bir çağdayız ki, insanın yüzünün kızarması belki de bir meziyet olacak.

DOKTOR ŞİFA

Zafer dergisi / Nisan 2009