Kategori arşivi: Yazılar

Arapların Risale-i Nur’a Hayranlıkları

Geçen sene ilk kez tanıştılar Nurlarla. “Nedir bu kitaplar?” dediklerinde“Kur’an-ı Kerim’in tefsiridir” dedik.

Arapların Kur’an’a olan düşkünlükleri malum… Kaldırım taşlarında minikler babalarına, amcalarına Kur’an ezberi dinletirler. Okullarda her sene en az bir cüz ezber yaptırılır. En ufak müşküllerinin cevabını Kur’an’da ararlar. Kur’an’ın tefsiri deyince hemen ilgilerini çekmişti Risale-i Nur fakat zamanla durum değişti.

Önce Risale-i Nur’a bakış açılarının artık ilk duydukları gibi sadece Kur’an’ın tefsiri noktasında olmadığını ve kainata bakışlarının dahi bir tuhaf olduğunu söylüyordu her birisi… Esasında değişen bir şey yoktu elbette. Yine Risale-i Nur Kur’an tefsiri ve yine kainat eski kainattı. Fakat Kur’an’ın alıştıkları gibi tefsiri değildi bu kez okudukları.

Börtü böcek daha önce söylemediklerini söylüyordu sanki. Denizin dalgası bir yerlerden müjde getirmenin heyecanı ile kendini taşa vuruyordu… Hani dili olsa da konuşsa deriz ya, artık kainat dile gelmişti, konuşuyordu. Hatta bir mektup gibiydi. Sanki:“Oku beni! Aradığını, özlemini çektiğini öğreneceksin, O bende saklı!” diye sessiz çığlıklar atıyordu.

Bunlar benim değil, Risale-i Nur’la geçen sene tanışan Suriyeli, Yemenli, Suudi kardeşlerimin kelamları. İlk günlerde bana “Said Nursi kim?”diye sormuşlardı. Onlara kendi dillerince Üstadımızın kim olduğunu anlatan bir yazı hazırlayana kadar bulmuşlardı bile. Ertesi gün heyecanla “Şam’a da gelmiş!” diye haber veriyorlardı bana.

Kurban bayramıydı… Hem bayramlaşma hem tanışma günü olsun dedik. Türk kardeşlerimiz ile Arap kardeşlerimizin tanıştığı o gün hakikaten bayram olmuştu bizler için. Onların gözlerindeki hayran bakışları unutmak mümkün değil. Suriyeli bir teyze bir an mahzunlaşarak şöyle fısıldamıştı kulağıma:

“Siz çok iyisiniz. Keşke biz de böyle olabilsek.”

“Siz de bizimlesiniz, beraberiz…” dedik. Gözleri yaşardı.

Suudi Arabistan’da hanımlar araba kullanamaz. Bu sebeple ulaşım ciddi bir sıkıntıdır bizler için. Suriyeli bir kardeşimizi derse getirirken ihtiyar babası:

“Madem onlar Risale-i Nur için ev açmışlar. Ben de seni herşeye rağmen götürürüm”demişti. Duyunca çok duygulanmıştık.

 

Dersanemizi dersaneleri biliyorlar şimdi. Dilleri döndüğünce “We are going dırsane” diyorlar. Zaman zaman manileri çıkıp derse gelemedikleri vakit bir sonraki hafta “Bu kitapları çok özledim”diyerek hasretlerini dile getiriyorlar.

 

Şimdi onların deyimiyle “dırsanemiz”de birlikte bulaşık yıkıyor, birlikte ders yapıyoruz.

Bazen birden duruveriyor ders yapan kardeş. Gözü takılıyor dersanemizin güzel halısına ve düşünüyor bir an…

Sonra:

“Said Nursi ne kadar akıllı bir insanmış. Siyah fare ile beyaz fareyi nasıl gece ile gündüze misal vermiş… Subhanallah!” diyerek Sekizinci Sözü tefekküre dalıyorlar topluca. Onları uzaktan izlemek ise bizim için ayrı bir tefekkür oluyor.

 

Dersimiz bitip ayrılık vakti gelince ise Risale-i Nur’la tanıştıkları için ne kadar mutlu ve nasipli olduklarını vazgeçmeden her hafta paylaşıyorlar bizimle… Ve vazgeçmeden her hafta dualarla vedalaşıyorlar.

Ne büyük bir saadet!

Dünyada bundan daha keyifli bir şey var mı ola?

Ayşenur KAHVECİ-Risale Haber

Bedensel Lezzetlerden, Zihinsel Hazlara

İnsan bedeni hazların ve lezzetlerin deposudur

EY İNSAN RUHUNU YÜKSELT

Dinler insanın bu iki yönlülüğüne göre düzenlenmiş, adeta Allah kulunu bedensel hazların kıskacından, onların ruhu burkan ve katılaştıran yapısından kurtarmak yeni iklimlere ve ruhsal bulutlara çekmek için dinin emirlerini önüne koymuş. Varlığın taciz eden yapısından, ruhun ve mananın, dinin ve uhrevi ve rabbani ve nebevi süreklilik mevsimlerine çekerek ona; “Bak sen insansın, çık o varlığın dar hendesesinden, o hazlara boğulmuş ve esir olmuş ruhunu yükselt, yüksel ve ta ki Allah’a muhatab ol.” der.

Bediüzzaman Dokuzuncu Söz’de bu yükseltme ve yükselme denilen ruhun en büyük amalini görülmemiş bir perspektiften çizer. Neden namaz en büyük ibadettir, çünkü insanın ki varlığın en mümtaz canlısı, Allah ki âlemin mülk ve melekûtun sahibi, bizim de zihinlerimizin maliki, şu koca sema ve arzın ve bütün âlemlerin hâkimi bu ikilinin buluşması namaz merdiveni ve miracı ile gerçekleşiyor. Bir evin odalarında, çeşitli mekânlarında dünya ile farklı şekillerde münasebetlerde bulunan yiyen, içen; konuşan, niza çıkaran insan, evinden çıkar, şehrin sokaklarının hay huyu içinde kafasındaki bir hedefin peşinden gider, adeta dünyanın yarı tatlı yarı acı yapısı içinde gider gelir, birden bir semavi sada ona küçük işlerin mahiyetini anlatır.

Allahuekber, bu sada dolaşır beyninin arkasında, nefsinin, adesesinden baktığı dünyaya bu büyük çağrının yansıması ile bakar, çık bu küçük işlerin içinden senin sahibin seni çağırıyor!

O koşar bedenini Rabbi ile buluşmaya uygun şekilde hazırlar,

ağzını yıkar O’nunla konuşmak için,

kollarını yıkar O’na teslimiyetle el bağlamak için,

gözlerini yıkar O’nunla mülakat için

ayağını yıkar, O’na varmak için

üzerindeki kirleri yıkar, O’na ulaşmak için

kulaklarını yıkar, O’nun iklimini lahuti sesini duymak için

ayetlerde gizli olan sesini, Sana geldim deyip Allah’ın evine adımını atar, “Bismillahirrahmanirrahim” der, birden insandan arza, oradan arşa çıkan çok süratli bir ruh asansörüne biner, birden Rabbi ile karşı karşıya kalır. Eleri bağlı yüzü yerde, bir tekbir getirir bütün dünyayı kovar ve onlardan kaçar gibi, şimdi büyük buluşma gerçekleşmiştir.

Buluşma âlemin özüdür, toprak içine, ana rahmine yerleşen cenin gibi onun ile buluşan tohum birden âlem ile ülfet kesbeder, her şey ona koşar, onu büyütmek için, buluşma büyümek içindir, kul Rabbinin ağuş-ı nazdaranesine koşar, O’na kalbinin dertlerini, kötülerin, ilkellerin baskısından ruhuna bir dayanak arar. O’nu överek başlar, bütün nimetleri için O’na hamdeder, bütün âlemleri O’nun yönettiğini, O’na ikrar eder, her Canlının doğduğundan öldüğü güne kadar bütün isteklerini tanzim edip farklı yerlerde ve zamanlarda ona sunan Rabbinin âlemleri yönettiğini O’na anlatır, kul olduğunun sağlamasını yapar, isbat-ı vücut eder.

SEN BİZİM RABBİMİZSİN

Seni bu büyük niteliklerinle övdüm Allah’ım din günü, bütün amellerin Sana arzedildiği anda bana sahip ol, o herkesin kendi elemine gark olduğu günde bana sahip ol, mutlak hâkim sensin, ben neyim ki… Sen bizim ibadet ettiğimiz Rabbimizsin, Mabudumuzsun yalnız Sana ibadet ederiz, bunu böyle kabul et, buna bizi muvaffak kıl. Günde beş defa huzuruna gelip bütün mahlûkatın bizim adımıza çektikleri gayret ve çileleri sana tesbih olarak sunuyoruz, onların sana olan itaatini biz onlar adına senin huzuruna çıkarıyoruz. Senden başka kimden yardım isteyebiliriz. Bizi Sana gelinceye kadar bütün kötü yollardan koru, müstakim yola isal et, bizi sapık ve sana varmayan, sana ulaşmayan yollardan koru, Allah’ım.

Bütün boynunu Sana eğmiş, Senin emrine inkıyat etmiş mahlûkat gibi Sana boynumuzu eğdik, halden hale girdik, ama yere kapanıp Senin arşına en yakın kapıda Senin büyüklük ve azametini dile getirdik, Sana en yakın yerde, Senden yine istiane istedik.
Senin Habibin Senin ile buluştuğunda Sana ilettiği durumları bize lütfedip siz de Habibim gibi Bana geldiğinizde onun kullandığı kelimeleri kullanın ve bu iltifatımı fark edin, siz ve o ve Ben üçümüz ve âlem hepsi tahiyyat içinde gizli, bütün kâinat ve insanlar, bütün varlıklar, büyük kâmil insanlar, böcekler, kuşlar, tırtıllar, elmalar, meyveler, o güzelim çiçeklerin ansiklopedisi bu kelime, tahiyyat, Sana bu büyük hediyeleri sununca Sen de bize Habibinden yansıyan bir selam verdin Allah’ım yüreğim çatlamalı ama yok çıt yok.

Bu büyük buluşmanın ruhtaki tesirleri yüreği çatlatacak kadar yüce.

Akif, Necit Çöllerinden Medine’ye isimli şiirinde yıllarca Peygamber aşkı ile onun ile buluşma isteği ile tutuşan bir bedevinin ruh halini ve buluşma anını anlatır.

Büyük şair bedevinin halini anlatır, büyük buluşmanın onu nasıl yere serdiğini ifade eder.

Henüz dua ediyordum ki, “Ya Resullallah”
Nidası kükreyerek, bir kanatlı tayf-ı siyah
Basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere
Süzüldü uçtaki Babü’s-Selam önünde yere
Mehib sayhası hala fezada çınlardı,
Ki yükselip yeniden yardı geçti ebadı
Düşünce Ravza-i Peygamberin ayaklarına
Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına
Dikildi Cephe-i Didar önünde, müstağrak
Diyordu inleyerek:
Ya Nebi şu halime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın
Harim-i pakine can atmak istedim durdum
Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
Tahammül et dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu, andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hanüman ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyar-ı Sudan’ı,
Üç ay Tihame deyip çiğnedim beyabanı
Kemiklerim bile yanmıştı belki Sahra’da;
Yetişmeseydin eğer, ya MUHAMMED imdada;
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İradem olduğu gündür senin iradene ram,
Bir an için bana yollarda durmak oldu haram
Bütün heyakil-i hilkatle hasbihal ettim
Leyale derdimi döktüm cibali söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azab-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zalim ö r t ü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı merhamet mi gerek?
Demir nikabını kaldır m e z a r –ı p a k i n d e n
Bu hasta ruhumu artık ayırma hakinden
Nedir o meşale? Nurun mu Ya RESULLALLAH
…..
Sükun içinde bir an gcçti, sonra bir kısa ah…
Ne gördüm, oh Serilmiş zemine Sudanlı
Başında ağlayarak bir zavallı Seylalı
Öpüp üpüp kapıyor elleriyle gözlerini …

Bitince harice nakliyle gazli, tekfini
Bakia gitti şehidin vücud-ı fanisi
Harem de kaldı fakat ruh-ı cavidanisi (Safahat . 359)

Sudanlının Peygamber özlemi, Akif’in anlatım dehası ve ben fakir bir buluşmayı anlatmak istedim, bedensel lezzetlerden ruhsal ve dini hazlara çağıran büyük buluşmayı anlatarak. O Sudanlı gibi hepimize bir yürek temennisi ile…

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Kapılar Açan Bir Büyük Fatih

    Bediüzzaman kapılar açan adam, insanların itikad dünyasını genişleten, felalaket ve inkar asrının insanlarının tıkanan itikadlarını genişleten ve onlara kapılar pencereler açarak itikadlarını güçlendiren bir büyük yazar, bir Kur’an yorumcusu.

    Kapı ve bab kelimesi onun eserlerinde önemli roller üstelenen ve günlük hayatta karşılaştığımız anlamlarından daha büyük içerik sahibi kelimeler haline dönüşmüştür. Büyük eserlerinde  b a b kelimesi onun tasarım dehasının ana kelimesidir

    Ayet ül Kübra’da birinci bab , birinci kapı on dokuz duraklı bir büyük itikad malikanesi , bir görsel  seyahattir. On dokuz değişik duraktır, durakların her biri son derece büyük manalar yüklenmiş ve gittikçe büyüyen ve kendilerinden sonraki durakların kazanımlarına birbirine ekleyen geniş ve derin ve yüksek duraklardır. Kâinattan  Halıkını soran bu Bediüzzaman her duraktan marifet yüklü olarak diğer duraklara geçer ve sonunda öyle geniş bir itikad elde eder ki  kendini dinleyelim,

     “Sonra dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanı’nı arayan  ve on sekiz adet  mertebelerden çıkan  ve arş-ı hakikate  yetişen  bir mirac-ı imani ile gaibane  marifetten  hazırane  ve muhatabane  bir makama terakki eden meraklı  ve müştak yolcu adam “(Tarihçe 362)

    On dokuz basamaklı bir iman merdiveni ile hakikatın arşına çıkar ve aradığına muhatab olur. Yolcu nasıl bir adamdır, m e r a k l ı  ve  y o l c u  a d a m ‘dır. Bediüzzaman’ın peşinden giden merakını boş yere sarfedemez, meraklı ve yolcudur.

     Bab kelimesi Haşir denen hakikati anlatırken daha değişik bir mana yüklenir. Haşir ulaşılması güç bir imani hakikat. Bütün İslam uleması kapıları olmayan bu büyük itikad sarayının önünde saraya nasıl gireceklerini düşünürler, öte yanda filozoflar o sarayın bir başka yerinde yine o saraya nüfuz etmenin yolunu düşünürlerken, birden bu bin yıllık naslara dayanan hakikati çözen adam uzaktan görünür ve çözümsüz bu iki grubun yanına gelir ne düşündüklerini onlara sorar, onlar da

   “Öldükten sonra dirilme bir akli mesele değildir, naklidir akıl bu yolda gidemez “ derler

   Bediüzzaman Haşir risalesini yazar ve onlar ve onlar gibi düşünenlerin eline verir.

    Abdullah Cevdet haşri inkâr edecek bir eser yazmak ister, onun İstanbul’daki ilk baskısını okur ve “Adam gözle görür gibi yazmış , “ der ve vazgeçer.

    Bu büyük itikad malikânesine Bediüzzaman Allah ‘ın isim ve fiillerinden seçtikleri on iki kapı ile girer ve girdirir insanları.

    Bunlar Rububiyet ve Saltanat

   Kerem ve Rahmet,

    Hikmet ve Adalet,

    Cud ve Cemal,

   Şefkat ve Ubudiyet,

    Haşmet ve Sermediyet,

    Hıfz ve Hafıziyet,

   Vaad ve Vaid,

   Hikmet, İnayet ,

    Rahmet ve Adalet, İnsaniyet, gibi fiiller ve bunların doğduğu isimler, ve sonunda Risalet ve Tenzil kapısı.

  Bediüzzaman bu kapıları saydıkları ile sınırlı görmez. Onun buradaki kapıları Allah’ın isimlerinden girilen kapılar ve tekvini ayetler dediği kâinat kitabının şekil ve hacim giymiş ayetleridir.  Haşir bu iki  unsurun harmanlanmasından doğmuştur. İsimler ve filler ile gözlemler birleştirilmiş ortaya  Haşrin hakikati çıkmıştır. Bu yüzden delillerin anlattıkları ile sınırlı olmadıklarını söyler.

    “ Hem sakın zannetme ki

Haşri iktiza eden Esma-i İlahiye bahsettiğimiz  gibi yalnız Hakim, Kerim, Rahim, Adil, Hafiz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın  tedbirinde  tecelli eden  bütün Esma-i İlahiye ahireti iktiza eder, belki istilzam eder”(Sözler 137)

  Sıra tabiatta görülen ayetlerdir, onlar da sınırsızdır. “ Hem  z a n n e t m e k i ,

 Haşre delalet eden  a y a t –ı T e k v i n i ye y i şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi   v e c i h  ve keyfiyetleri  vardır ki bir vechi Sanie şehadet ettiği gibi diğer vechi de  Haşre işaret eder.  Mesela insanın Ahsen-i  takvimdeki hüsn ü masnuiyeti  Sanii gösterdiği gibi, o Ahsen-i takvimdeki  kabiliyet-i camiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması  haşri gösterir. “(Sözler 137)

    Demek Allah’ın sanatlı yaratığı her şeyden iki perdeden biri   açılınca Allah bilinir, diğeri açılınca ahiret görülür. Eğer Bediüzzaman her isimden fiilden ve her kozmik ayetten, varlıklardan açılan kapıları izah etseydi Haşir risalesi sonsuza dek uzanan bir eser olurdu.

     İnsan şuuru başında gözü semada olduğunda yüksek gayeler ve maksatlar için yaratılmış bu koca kâinatı görür, bu Allah’ın Rububiyet ve Ulûhiyeti’nin tezahürüdür. Onu kabullenirse, kabulün karşılığı mükâfattır ve ahirettir. Reddederse ne olsun.

      Allah eserleri ile nihayetsiz ikram ediciliğini, nihayetsiz rahmetini, sonsuz izzetini ve nihayetsiz gayretini gösteriyor. Sınırlı ikram  hakkı verilirse sonsuz ikrama dönüşecektir, işte bir kapı, nihayetsiz ikram kapısı, ama dünyadaki dar evde sınırlı ikram, taki sonsuz ikrama liyakat kazanılsın, bunun hakkını veren daha büyük ikrama hak kazansın. Bütün bu ikramları görmezlikten gelen ve ibadetle kendini sevdirmeyen ne olsun..Haşrin iki kapısı var biri Cennet’e açılan biri de Cehennem’e

      Hikmet, intizam, adalet ve mizan, çok geniş ve çok hassas bir kapı.

     Birbiri içinde birbirini tamamlayan intizamı olmayan bir şeyin hikmeti, gayesi olamaz. Düzenli bir yapıdan hikmet çıkar, intizam tek başına bir şey ise iki intizamlı şey arasında hikmeti sağlayan bir denge gerekir, o da adalet ve mizan birbirini tamamlayan dört eylem. Adalet bir şeyi meydana getiren cüzler ve parçalar arasında eşitlikçi durum, mizan da onlar arasında hikmeti bozmayan denge.

    İnsan vücudunda her şey intizamlı, o intizamlı şeyler arasında bir adalet, her şeye ihtiyacı olanı verme ve ondan sonra o şeyler yani bedenin bütün cüzleri arasında birbirini işini ve fonksiyonunu bozmayan bir denge, bütün bu eylemler birbirini tamamlıyor.

    Hikmet” Görmüyor musun ki insanda bütün aza, kemikler ve damarlarda  hatta bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüzünde faideler ve hikmetlerin  gözetilmesi “(S özler 104)          Bediüzzaman fizyoloji  ilmi ile hikmet arasında bağlantı kuruyor ve insan bedeninin fonksiyonelliğini nazara veriyor. İşte ayat-ı kevniye dediği bu fizyoloji ilmi. İnsanın her uzvuna bu kadar fonksiyonlar yükleyen bir ilah o büyük makineyi toprağa gömmez, onun önüne hikmet ve adalet, mizan ve intizam çıkar, yok olmaz der. İşte Bediüzzaman haşirsizlik eylemine Allah’ın isimleri ve fiillerinin müsaade etmeyeceğini ifade eder, aradaki paradoksu ve zıtlığını nazara veriyor.

    Bütün haşir risalesi eylem ile isimler arasındaki dengeyi kurarak haşri zorunlu kılıyor.

     Cud ve Cemal kapısından ahirete giden yol. Şu tasvir ile şu kevni ayet ile konuşur.

 “Dünya yüzünü  bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek, ay ile güneşi lamba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek  matumatın  en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde bir çok defalar tecdit etmek, hadsiz bir cud ve sahaveti gösterir.” (Sözler 106)

   Böyle bir güzellik ve bolluk sahibi bütün bu kurgunun en mükemmel istifade edeni olan insanı toprağa gömerse bu ihsan ve cömertliğin  ne anlamı kalır.

      Dua ve isteklere cevap veren bir şefkat sahibi en büyük kulu olan ve  kendine muhatab ettiği peygamberinin “en sevgili mahlûkunun, en büyük hacatı olan ebediyeti “ ona vermesin, dolayısı ile bütün insanlara, onun şefkati böyle bir eylemi yapmaz.

      Bütün mevcudatı, güneşlerden, ağaçlardan, zerrelere kadar emrine itaat ettiren bir haşmetin sahibi bu dünyada geçici bir süre yaşayan en harika yaratığını sınırlı bir haşmet dairesinden daimi haşmet dairesine dâhil etmesin. Haşmeti böyle bir küçüklüğü kabul etmez. Çünkü haşmet ve azamet sıradanlığı kabul etmez.

    Hıfz ve Hafıziyetten açılan kapıdan muhafazaya ve muhasebeye geçer.

     Her şeyi kişiliğini koruyan, amalini koruyan elbette bu korumayı bir muhafaza ve muhasebe için yapacaktır, muhasebe yeri de ahirettir. En küçük bir bitkinin amalini muhafaza, edip ikinci bir baharda muhasebe neticesi amali ile dirilten, insanın  büyük amallerini zayi etmez.

    Vaad ve Vaid kapısından

   Kullarının güzel isteklerine cevap veren, kötülüklerini de cezalandırmalıdır. Güzellik ancak cezalandırma ile güzelliktir

   İhya ve imate kapısından bütün mahlûkatı  sürekli yaratan ve öldüren, öldürüp diriltmekle kâinatın büyük sahnesinde oyunları ve gösterilerini tazeleyen Allah elbette en büyük gösteri olan ahireti buradaki rollere göre inşa edecektir. Burada roller biçilmiş ve oynanıyor, rollerini güzel oynayanlara mükafat ve ödül, oynamayanlara ise ceza vermek mantıklı değil mi ?

    Bu dünya bekasız, sebatsız ama burada okyanus gibi hikmetler görülüyor, açık inayet görülüyor, kahredici bir adalet görülüyor, vasi bir merhamet görülüyor. Bunlar ile sebatsızlık, devamsızlık, bekasızlık arasındaki dengesizlik sabit, daimi ve baki bir ahireti gerektirir.

    İnsaniyet ile İsm-i Hak arasında bir bağlantı kurar.

    İnsanı yirmi değişik yönden tarif ederek onun harika ve olağanüstü kimliğini tahlil eder, bu kadar büyük özellikler ile kainatın odağına yerleştirilmiş bir canlıyı , kendinin en büyük sanat eserini , Ressam-ı ezelin tablosunu , muhatabını, mütefekkirini , esmasının aynasını, bütün isimlerinin ve ismi azamının en büyük yansımasını , onu en güzel bir surette yaratmasını , onun en güzel kudretin mucizesi olmasını, rahmet hazinesinde ne varsa  tartacak ve tanıyacak  alet ve mizanlarla yüklü müdakkik canlısını , kabiliyeti en yüksek, mahiyeti en büyük canlısı olan insanı burada toprağa gömsün mümkün mü .?

   Ona burada tattırdığı saadetin süreklisini orada vermesin. Bu ince ve çok yönlü yapı ahireti gerektirir.      Mimar Sinan, Selimiyeyi yaptıktan sonra toprağa gömer mi ,

   Mikelanj Musa heykelini toprağa gömer veya çekiçle dağıtır mı

    Picasso Guernicaa ‘sını hiç yakar mı .

   Bediüzzaman’ın bu kadar harika eserleri ahiret olmasa bir anda silinip gitmez mi ?

    O büyük adam boşa kürek sallamış  olmaz m ı ?

    Büyük bir kapı açılmış ahirete,

     bir yol keşfedilmiş ebedi hayata,

     küşad edilmiş bir Cennet kapısı

     Kim tarafından.?

     Bütün peygamberler mucizeleri ile,

     evliyalar keşif ve kerametleri ile,

      bütün asfiya muhakkik alimler araştırmaları ile ,

     Cenab-ı Peygamber bin mucizesi ile ,

     Kırk vecihle mucize olan Kur’an’ı azimüşşan bu yolu ve kapıyı, ebedi hayat yolunu ve kapısını açmışlar.

    Sinek kanadı kadar gücü  olmayan vehimler bu  b ü y ü k  k a p ı y ı nasıl kapatabilir.

   İşte büyük hakikatlere kapılar açan büyük fatih Bediüzzaman’ın kapılarından bazıları …

   Yazıklar olsun bu kapıları görüp te insanları o kapılara kadar getirmeyenlere…

 Prof. Dr. Himmet Uç

Lezzet’in Arkeolojisi

Arkeoloji toprağın katmanlarında yatan medeniyetleri araştırır.

Anadolu’da üst üste sekiz belki dokuz medeniyet katmanı olduğu söyleniyor. Ne kadar derine inilirse o kadar farklı medeniyetlerle karşılaşılır. Manaların da böyle katmanları vardır, Bediüzzaman kelimeleri katmanlarına göre kullanıyor, herkes kazı yapma, düşünme ve zekâsı oranında manalara iniyor ve ulviyat ile meşgul oluyor.

HELAL DAİRESİ GENİŞ

    Bediüzzaman başımızın belası olan lezzet-insan ilişkilerini eserlerinde yer yer anlatır. Onun etrafında bir kâmil insan portresi oluşturur. Gayr-ı meşru lezzetler, insana çizilen meşru lezzet sınırlarını aştığı için, her zaman sınır bekçileri, sınırı aşan şahsı rahatsız eder. Allah sınırlara riayeti telkin ediyor, “sizin için hayır vardır” diyor. İnsanın manevi yapısı sınırlara göre huzurunu korur, bütün huzursuzlukların kaynağında sınırların aşılması vardır. Bediüzzaman, “helal dairesi geniştir keyfe kâfi gelir” diyor. Yani insanların keyfi de nazar-ı itibara alınmış, ama helalin geniş dairesinde. Bazen helal diye aşırı gitmek, haram olarak tavsif edilmemişse de insan eğer helaldeki aşırılığından dolayı rahatsız olmuşsa, o da haramdır. Birçok insan masumane helaldeki sınırı aştığı için, başına bir sürü musibet gelmiştir.

     Bediüzzaman gayr-ı meşru lezzetlere uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağını söyler. Böyle bir diken yok, ama yasak zevkler dikenlidir. “Arz sefinesi süratle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma, firakın elemi, telaki lezzetinden ağırdır.” (Mesnevi, 107)

   Uzatılan eller ve dünya oklarına bakma ironik olarak kullanılmış. İnsanın maneviyatı onun tesettürüdür, göz kapakları da onun örtüsü. Lezzetlere iki şekilde ulaşılır; bakarak ve elle dokunarak. Ne kadar derin bir yorum düzeni.

    Bediüzzaman lezzet ile saadet arasındaki ilişkiyi sorgular.

    Freud şairlerin kendinden önce insan ruhunun derinliklerini yakaladıklarını, bu yüzden onları kıskandığını söyler.

    Ya Bediüzzaman’ı  görseydi ne derdi? Shakespeare’e hayran olan on altı yaşında onun külliyatını bitiren bu adam Bediüzzaman’ın görse ne derdi? Bütün psikologlara, psikopatologlara, psikanalistlere gerçekten Bediüzzaman okumayı tavsiye ediyorum, bakın nasıl insan ruhunu, faaliyet alanları ile tahlil ediyor, önce şapka çıkarın sonra sırasıyla…

“Biri de dünyanın lezzetleridir. Bu ise kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Sürat-i zevali itibariyle aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.” Lezzet severliği hedonizm olarak tavsif etmişler, lezzet iptilası ruhsal bozukluk ve obeziteyi getirir.

DÜNYANIN EN ZOR İŞİ  LEZZETLERİ TERK

     Dünyanın en önemli derdi, zenginler yiye yiye ölüyor, fakirler açlıktan. Aklı başında olan lezzetleri takip etmez diyor, ne akıl ölçüsü değil mi?

   Demek lezzet iptilası delilik gibi bir şey. Kalbine almak lezzetleri nasıl etkileyici bir imaj. Kalbine almak. Kelime o kadar büyük ki altında kalır insanın hazlar dünyası.
Her hâl ü kârda lezzetleri terk etmeyi örgütler.

   Herkese geçerli bir reçete.

     “Dünyanın akıbeti ne olursa olsun, lezaizi terk etmek evladır.

   Çünkü akıbetin ya saadettir, saadet ise şu fani lezaizin terkiyle olur.”

   Lezzetlerin arkasından koşar insan. Bir saadet perisi gibi arkasından çeker götürür insanı. Yalancı bir ışıkla aydınlanmış sanır insan kendini bir lezzetin arkasından giderken, ama lezzeti gasp edince yalancı ışığın arkasını yanmış bir kömür birikintisi olarak görür.

   Dünyanın en zor işidir lezzetleri terk etmek. Onun yüzünden kaybettiklerimizi görseydik, onun yüzünden kazandıklarımızı görseydik. İşte büyük insanlar lezzetler ile nasıl kavgalı, adeta en büyük düşmanları görmüşler. “Vahşi şu lokmamı teberrüken ye, Üstadım o zaten bir lokma idi, üçte birini bile yememişsin.” Bize bütün manevi hazları veren bu adamın lezzetler karşısındaki tutumudur. Lezzetler karşısında eriyen kişiliğimiz, lezzetler karşısında dağlar gibi Bediüzzaman.

    “Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?

   Dünyasının akıbetini küfür saikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evladır. Çünkü o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyet ademlerden adem-i mutlakın elim elemleri her dakika hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.” (Mesnevi, 117)

HAKİKAT BİR KÖŞEDE AĞLIYOR

    İdam edilecek adamın sehpası süslenirken, adam mutlu olur mu? Ne örnek ama, ülfet balını almış götürmüş, bu dünya bizim idam sehpamız, süslediğimiz evler ve odalar, vücudumuz sehpanın süsü değil mi? Hakikatlerle aramızdaki mesafe doğruculuk ile yalancılık sınırları. Herkes kendini ne kadar yalancı olduğunu bilir. Zaman zaman kendine “yalancısın yalancı” derse ne zarar eder?

    Hakikatlerle aramıza makam lezzetleri, mide lezzetleri girdi, zavallı hakikat bir köşede ağlıyor. Kim duyar, kim işitir? Yerler sağır, gökler sağır, işin yoksa durma bağır. Allah’a görünmenin hazzını dünya ihtişamının görüntüsü aldı. Çarpılmış çarpıtılmış mutluluk.

   “Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terk etmek evladır.

1 -Dünyanın ömrü kısa olup süratle zeval ve guruba gider. Zevalin elemi ile visalin lezzeti, zeval buluyor.” İki zevalden zevkli olan hangisi? “Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nispetinde elemi de vardır.”

     Lezzetleri zehirli bal gibi görmek ne kadar zor iş!

       Emma yasak lezzetlere koştu, sonra da eczanedeki zehire. Onu zehire koşturan yasak lezzetleri idi.   Anna da öyle değil mi?

   Ya Halit Ziya’nın kahramanı, ya Jülyen hep bu lezzet ile aralarındaki mesafeyi ayarlayamamaktan değil mi?

   Ya Hz. Yusuf bir an meyil ile yedi yıl hapis. Her yasak meyle yedi yıl hapis.        Lukas “roman günahtan doğdu” derken doğru söyler.

    Flober, Stendhal, Tolstoy, Halit Ziya, asıl hayatın romanı Kur’an da gizli. Flober de kim? Stendhal nerede? Ama biz o büyük kitabı hapsettik, cicili bicili muhafazalarda, raflarda, cami dolaplarında o da bizi hapsetti çirkef dünyamıza.

SERÇE KUŞU VE İNSAN

    “Seni intizar etmekte ve senin de süratle ona doğru gitmekte olduğun  k  a  b i r   dünyanın zinetli lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey orada çirkindir.

     Düşmanlar ve haşarat-ı muzırra arasında  bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahaza  Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel Allah’ın davetine icabet et.

    Fesuphanallah  Cenab-ı Hakkın insanlara fazl ü keremi o kadar büyüktür ki insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah’a satmazsa büyük bir belaya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Hâlbuki kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünkü arkasına alırsa beli kırılır, eliyle tutarsa kaçar tutulmaz. En nihayet meccanen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.” (Mesnevi, 122)

     Muzır haşereler ve düşmanlar arasında alınan lezzet, işte hayat! Kabir sonrası dostlar meclisi, tam ters dönmüş hakikat elimizde. Ya nefsine satacak insan varlığını ya da Allah’a. Birinin karşılığı esef, diğerinin karşılığı lütuf.

Dikkat büyük bir mana geliyor: “Ve keza insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü insanda hüzün, keder korku var onda yoktur.” (Mesnevi, 214)

    Yorumsuz bir cümle. Her serçeyi gördüğünde hatırlasana!

Ebedi bir lezzeti almayı anlatır:

    “Aklı başında olan insan ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak ihtiyarlık şafağı kulaklarının üstünde tulu etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar ölümün keşif kollarıdır. Maahaza ebedi ömrün önündedir. O ömr-i bakide göreceğin rahat ve  l e z  z  e t   ancak bu fani ömürde say ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-i bakiden haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan.” (Mesnevi, 127)

RUHLARIMIZI İNŞA EDEN KELİMELER

   Çalışmaya ne kadar özendiriyor, ebedi saadet buradaki uhrevi çalışmaya bağlı. İşte sahabe, işte Asr-ı Saadet ve Bediüzzaman! Köprünün altında suyun içinde yaralı yine ders yapar, at sırtında savaşır yine eser yazar. Ölümcül hasta yine eser yazar, Elhüccetü’z-Zehra. Bediüzzaman’dan tembellik dersi alınmaz.

Bizim lezzetlerimizi “gaflet gölgesinde, şek cephesinde” alınan lezzetlere benzetir. Mahiyeti ve sonucu düşünülmeden alınan lezzetler, Cehennemi bir azaba dönüşecektir. Lezzetin yerine ikame edilecek lezzetler neler? Rükû ve sücud ve âyâta tefekkür. (Mesnevi, 143) Bunlar yoksa yahut bunların ciddi örnekleri yoksa dünyevi lezzetlerin akrebinden kurtulmak imkânsız. Seyret, tanı âlemi, seyret nimetleri, ibadete koş. Nimetin cazibesi, ibadetin cazibesine dönüşüyor.

Bediüzzaman, nefsimizi, bizi lezzetlerin kaynağını sevmeye iten sebepleri irdeler. “Ve keza seni nefsini sevmeye sevk eden esbap:

1-      Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.
Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.
İnsana en karib/yakın nefistir diyorsun. Pekâlâ, Fakat o fani lezzetlere mukabil lezaiz-i bakiyeyi veren Halik’ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lazım değil midir?

  Nefis vücuda  merkez olduğundan muhabbete layık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun Kayyumu olan Halik daha fazla muhabbete ubudiyete müstahak olmaz mı?

   Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu sebeb-i muhabbet olursa bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve  o nefsi yaratan Nafi, Baki ve daha karib olan daha ziyade muhabbete layık değil midir? Binaenaleyh bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem ve muhabbetin ile beraber  mahbub-ı hakiki olan Fatır-ı Hakim’e ihda etmek lazımdır.” (Mesnevi, 206)

 Bir kelimeyi tahlil ederken hiç tekrara düşmeyen ve her yönünü mülahaza eden bir yazar. Ruhlarımızı inşa eden kelimeler….

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

İslâm’ı tahrîf çalışmaları ve sinsî plânlar

Helâket ve felâket asrının dehşet ve vahşetini yaşayan Muhammed Ümmetini (s.a.v), urvetü’l-vüska (tutunulacak sağlam kulp) olan Kur’ân’dan koparmaya ve İslâm’ı tahrîb ve tahrîfe çalışan ‘ifsat komiteleri’ günümüzde de iş başındadırlar…

Kökü dışarda bir ‘zındıka komitesi’, Kitab (Kur’ân) ve Sünnetin mufassal (Ayrıntılı ve etraflı olan ifadeler) yerlerini, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâyı mihenk (ölçü) yapmadan Kur’ân ve Hadis’in bazı mücmel (Kısa, öz, muhtasar, sözü az mânâsı çok ifadeler) yerlerine yanlış mânalar verip, onları tahrîfe çalıştıkları gibi; yine o ecnebi komite, o sağlam ipin sarsılmaz bir müdâfii ve imânî bir tefsiri olan ve âhir zamandaki her türlü inkâr, ifsad, dalâlet, bid’at ve irtidat hastalıklarına karşı Kur’ânî prensipler ve Nebevî reçeteler vâsıtasıyla Kur’ân’dan ve Sünnet’den asla tâviz vermeden Ehl-i  Sünnet ve’l Cemaat’in muhakkik âlimlerinin tesbit ettikleri düsturlar çerçevesinde bid’alara karşı isbat ilmini kullanarak en büyük müdafaalardan birini hakkıyla yerine getiren Üstad Bediüzzaman’ın (r.a)  te’lîf ettiği Risale-i Nurlara karşı da aynı yöntem ve kampanya çerçevesinde saldırılarını eksik etmemişlerdir.

Ondaki ‘mücmel ifadeleri’; ‘tafsilî ifadeleri’ dikkate almadan, zaman ve zemin şartlarına dikkat etmeden değerlendirme yanılgısına düşmüş, sathî nazarla değerlendirmelerde bulunarak onu tenkîse cür’et ve yanlış anlaşılmasına sebep olmuşlardır.

O gizli komite, fâsid yorumlarla Müslümanlar arasına fitne sokmuş, hukûk-i İslâmiyye’yi bilmeyen bir kısım Müslümanların da zihinlerini karıştırmışlardır.

Evet, yaklaşık iki yüz elli yıldan beri bütün dünyada dinsizliği, darvinizmi, ilhad ve dalâleti öne çıkarmaya, eğitim kurumları başta olmak üzere kalb ve dimağın şekillendiği, terbiye edildiği aile ve diğer kurum ve kuruluşlarda, çeşitli araç-gereçleriyle işlemeğe devam etmişlerdir.

İslâm’ın nurunu âlemde söndürmek, yükselişini ve hâkimiyetini önlemek için her türlü fitne kaynaklarını seferber etmişlerdir.
Yetmiş yüzlü, yetmiş renkli, yetmiş katlı mahiyetleri ve değişken yapıları sebebiyle; pozisyonlarını, taktiklerini, gerçek yüzlerini ve emellerini gizleme ve el altından iş görme becerilerini göstermiş, yanıltmaya, saptırmaya, şaşırtmaya devam edegelmişlerdir.

Yapılan bu sinsî çalışmaların ve tahrîb/tağyîr/ tahrîfin dört koldan gerçekleştirilebilmesi için:
1.Ulemâü’s-sû’
2.Ümerâü’s-sû’
3.Meşâyihi’s-sû’
4.Mütrafîn diye tabir edilen dört grup kullanılmaktadır.

Bugün televizyon ekranlarında boy gösteren ulemâü’s-sû’, ‘bize dinimizi yanlış öğretmişler. Müslümanlığı yeniden yorumlayacak, topluma yeni bir din anlayışı sunacağız. Hadisler uydurmadır. Kur’ân bize yeterlidir. Bir kısım fıkhî hükümler yeniden yorumlanmalıdır. Bazı hükümlerin zamanı geçmiştir, Tesettür emri Kur’ân’da yoktur…’ gibi yüzlerce ifsad edici iddia ve söylemleri, onların hangi amaçla görevlendirildiklerinin ve hedeflerinin mahiyetini açıkça ortaya koymaktadır.

Aşağıda numarasını vereceğimiz Maide sûresinde geçen “Ekkâlûne li’s-Suhti” cümlesiyle rüşvetle iş görür, dinin emirlerini tahrîf ederek anlatırlar. Rüşvetleri maddî olabilir, şöhret olabilir, makam/mevki, mansıp, koltuk olabilir… İlim öğrenmelerinin altında bu görevleri yerine getirmek de vardır.

Bugün piyasada bunlar tarafından yazılan ve yazdırılan pek çok dinî içerikli kitaplar reklam edilerek satışları sağlanmaktadır.

Irkçılık, bölücülük, cehâlet ve ihtilâfın kol gezdiği ve uzun yıllara dayanan ‘Doğu gerçeği’ ve yaşanılan kaos ve çıkmazlar yumağına bakıldığında, müteşeyyihlerin nasıl bir rol üstlendikleri müdakkik nazarlardan kaçmıyor. Bu plânın formatı, onları da içine alacak tarzda paket olarak tasarlandığı  için, çözümde gecikmeler ve aksamalar  oluyor, bir türlü neticeye varılamıyor.

Misyoner çalışmaları, bu amaçla belli mihraklarda ve dünya merkezlerinde sözde din adamlarına (ulemâ-i sû’) verilen kurslar ve uyum çalışmaları, bilinen gerçeklerden sadece bir kaçıdır.

“Kendisine verilen bol nimetlerle azıp şımaran ileri gelenler, zenginler” sınıfının (mutraflar) hangi rolü üstlendiği; medya guruplarına, yaptıkları yayınlara, programcılarına, uluslar arası arenadaki icraatlarına bakıldığında, misyonlarının ve üstlendikleri görevin anlaşılması hiç de zor olmayacaktır.

“Dünya nimetleri ve şehvânî şeyler hususunda çığırtkanlığa varacak geniş bir bolluğa ve nimete sahip kılınan” bu güruh, Kur’ân-ı Kerim’de “mutraf” kelimesi” ile ifade edilen ve  ilâhî emirleri unutup şirke dalan, milletlere gönderilen peygamberleri inkâr edenlerin öncüleri ve Karun’un temsicileri olarak kullanılmaktadır. Bundan da anlaşıldığı gibi Mutraf, şirk toplumlarında dengesiz sermaye dağılımıyla ortaya çıkan, sermayenin büyük kısmını eline geçiren ve ‘müstaz’afları=zayıf, yoksul ve kimsesizleri, mazlumları’ ezen, kendilerini Allah’tan müstağnî görme hastalığına sürüklenmiş üstünlük psikolojisi içerisinde bulunan bir sınıftır. (1)

Kurtûbî’nin ifadesiyle “Beldenin zenginleri, idarecileri, zorbaları ve şerrin kumandanları”(2)  olarak tarih boyunca rollerini yerine getirmişlerdir.

Mâide sûresi, 41,42,43,44. âyet-i kerimeleri ve diğerleri bu sınıfları deşifre etmekte, günümüze ve kıyâmete kadar uzanan ‘âm=umûmî, kuşatıcı ve câmi mânasıyla’ hitap etmektedir.

Tevrat ve İncil’i de tahrîf eden bu komitedir.
Bu komitenin propagandası ve güya ‘barışcıl’, ‘hümanist’ (!) bir yaklaşımla, kendileri dünyayı kan gölüne çevirirken; “dindeki ahkâmı (emir ve yasaklara dâir hükümleri) kaldırırsak medeni (!) âlemde kendimize daha kolay yer bulur ve kabul ettirebiliriz” diye propaganda yapıyorlar.

Kur’ân’ın tedrîs ve tâliminin yüzelli yıldan beri tam ve mükemmel olarak yerine getirilmesine engel olunuyor. Dini okullardaki din eğitimi sulandırılıyor, İmam-Hatip okullarına bile tahammül gösterilmiyor. Din tahsili yapanlara ‘gerici, yobaz, örümcek kafalı’ yaftası vuruluyor, kamuoyu medya eliyle sürekli yönlendiriliyor.

Tinercilik, ayyaşlık, uyuşturucu tacirliği, sefih yaşantı, kumar, lüpcülük, lopçuluk, hippilik, popçuluk özendirilirken; ahlâk, fazîlet, ibâdet, mescid, cami aleyhtarlığı yapılarak, cumaya giden birkaç öğrencinin ve öğretmenin arkasından jurnalcılık, gammazlık  sahneleri yaşanıyor bu İslâm ülkesinde…

Dünya ile dinin birbirinden ayrı olduğunu, dinin hayatın içinde yer alamayacağını, özelde kalmak kaydıyla sessiz, pasif, tebliğsiz, aksiyonsuz, Sünnetsiz, Hadis’siz, abdestsiz, ibadetsiz, hayata karışmayan bir Müslüman tipi oluşturma çabaları bu çevrelerce programlı bir tarzda sürdürülmektedir.

Yeni bir Milâdî yıla girmek üzere olduğumuz şu günlerde Noel baba ve yortu saçmalıklarıyla nesiller dejenere edilmekte, inançlarından koparılmak istenmektedir.

Haftalar öncesinden okullarda ve sınıflarda başlayan milâdî yılbaşı hazırlıkları, sınıf annelerinin ve öğretmenlerin öğrencilerden çam süsleme ve Hıristiyan adetlerini yaşatma çabalarına dur diyecek bir otorite ve güçlü bir sadâ ne zaman çıkacak?

Genç beyinler, başıboş bir vaziyette amaç/hedef/gaye yoksunu olarak bir belirsizliğe sürülenmekte…

Bu boşluktan, ortaya yalancı şakirtlik, yalancı velilik, yalancı kutupluk, yalancı mehdîlik, yalancı şeyhlik, yalancı ilim adamlığı, yalancı amirlik, yalancı ağabeylik gibi defolu markalar yayılma istitadı göstermekte… İşte  ‘Süfyâniyet’in kolları ve payandaları bunlardır.

Amaçları şeâiri (İslâm’ın sembollerini, alâmet ve belirtilerini) ortadan kaldırmaktır. Biliyorlar ki, bunlar ortadan kalkarsa, din adına bir şey kalmaz, yıkılır.
Ezân-ı Muhammedî şiardır ve bir sünnettir. Ama bir beldenin, milletin ve ülkenin temel nişânesi, inanç sembolü, İslâm’ın sesli bir dâvetidir. On sekiz yıl bu yüce çağrıdan bu milletin minarelerinden ve  semasından mahrum bırakan işte bu ‘menhûs ruh’ tur.

Eğitimden dinin soyutlanması, kadının yuvasından, huzur ve mutluluğundan uzaklaştırılması bu habis el marifetiyle gerçekleştirilmiştir.

Üstad Bediüzzaman’ın uyarılarını aslâ unutmayalım: “Dikkat ediniz, küfr-i mulakı müdâfaa eden gizli komite, içinize parmak sokmasın.”(3)  

Kur’ân sağ elimizde, Hadis (sünnet-i seniyye) sol elimizde ve Risale-i Nurlar önümüzde bize ışık tutsun inşâallah…

Çalışmak… Durmadan ihlâs, şevk ve iştiyak ile Sünnet’in ihyâsı, Kur’ân’ın hâkimiyeti için hizmet ve cehd… Muvaffak kılmak Cenâb-ı Hakk’a aittir.

Ne mutlu zahmette Rahmeti arayanlara, Kur’ân caddesinde yürüyenlere, büyük müçtehidleri, muhakkık âlimleri tâkip edenlere ve ne mutlu mukaddes çilenin bahtiyar yolcularına!..

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Bkz.K.K,es-Sebe, 34/34-35; Hud, 11/116

2-      Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kurân, Dımaşk 1374, XIV, 305

3-      Bedîüzzaman Said Nursî, Şuâlar, 13.şuâ