Kategori arşivi: Yazılar

Ebu Zer ve Bediüzzaman Said Nursi, Hakperestliğin İki Büyük Kalesi

Ebu Zer, bir peygamber çıktığını duyar merakının sevkiyle Mekke’ye koşar. Hiçbir aramanın zevki, heyecanı hakkı aramak kadar etkileyici değildir.

ALLAH RESULÜ İLE BULUŞMA

Koşan elbet varır, düşen kalkar
karataştan su damla damla akar
Arayan hakkı en sonunda bulur

Kureyş’in arasında bir garip gibi dolaştı, onun ile ilgili konuşmalara heyecanla kulak kabarttı. O’nu aradığını bilselerdi öldürürlerdi, çünkü Hak çok mahdut bir insan tarafından biliniyordu. Dinlediklerinden O’nu buldu, “Işığın şemse lüzumu derecesinde peygamber Allah için gereklidir” diyen Bediüzzaman’ın ezeli tespiti mucibince Nebiler Nebisini tek başına buldu “Sabahın hayırlı olsun ey Arap kardeş dedi” Yüreği göğüs kafesini top gibi dövüyordu, karşısında çok farklı bir insan, çok farklı bir duruş vardı. Yüreğini bedenini, havfı, haşyeti, azameti sardı. O, “Selam üzerine olsun ey Kardeş “ dedi. Bir peygamber ve bir ümmet değil sıradan iki insan gibi girdiler konuya. Ebu Zer, “Söylediklerinden bir iki şiir oku” dedi. O, “O şiir değil ki sana terennüm edeyim. O Kur’an-ı Kerim’dir” diye buyurdu. Resulullah’ın fem-i mübareğinden çıkan ayetler, susuzluktun çatlamış toprağa düşen yağmur taneleri idi,kasavet kaplamış kalbi silen bir ışıktı. Hakk’ı, hak cümleleri, ayetleri duyan Ebu Zer, hemen fetret asrının karanlıklarından bir yıldırım hızıyla geçip haykırdı” Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yok! Ve yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” dedi. Hiçbir şey hidayet ile buluşmaktan daha zevkli değildir.

EN ÇOK DİKKAT EDİLECEK NOKTALAR

En tehlikeli iş hidayeti kıymetsiz bir meta gibi taşımak,
ne taşıdığını bilmemek,
ezan sesinden irkilmemek,
ayet sesine kulağı kapalı yaklaşmak,
evrenin güzelliği ile güzeller güzeli arasında irtibat kuramamak,
kendisi için hazırlanan bu evi sahibinden habersiz kullanmak,
sahibini düşünmemek.

Bunlar hidayetin kıymetini bilmemektir.

ALLAH’IN RAHMET VE HİDAYETİNİ ARAMA

Resulullah sordu (ASM) “Ey Arap kardeş kimlerdensin?” Muhatab “Gıfar’danım” diye cevap verdi. Güzeller güzelini yüzünde acı bir tebessüm oluştu, dehşet ve hayret içindeydi. Çünkü Gıfar kabilesi Mekke’nin haramileriydi, herkes onların korkusu ile yaşardı. Adları korku ile eşdeğerdi. Âleme güzellikleri tarif etmek, yaşamak, görmek ve göstermek, âlem kitabını açıklamak için gelen Hazreti Nebi( ASM) “hidayet Allah’ın elindedir, kim ona koşarsa onun olur” dedi. Güneşin pervanesi olan beşinci şahıs oldu Ebu Zer. Âlemin esrarını, insanların simyasını bilen Peygamber-i ali şan, muhatabının mizacına göre konuştu. “Şimdilik kavmine dön, bilahare emrim sana ulaşır” buyurdular.

Ebu Zer, “Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki Mescid-i Haram ‘da Müslüman olduğumu açıklamadıkça kavmime dönmem” Mescid-i Haram’a var gücüyle dalıyor. “Allah bir, Muhammed O’nun Resulüdür” diye haykırıyor. Bu ses Mekke’de sahibi olmayan bir garibin sesi idi, kulaklarına yıldırım çarpmıştı Kureyş’in, dövdüler bayıltıncaya kadar. Resulullah, koştu ama ellerinden alamadı. Bir çere düşündü ve buyurdu

“Ey Kureyş bu adam Gıfar’dandır, siz tüccarsınız kervanlarınız yolu o bölgeden geçer, duyarlarsa malınızı mülkünüzü talan ederler.” Bunun üzerine vazgeçtiler, zulmün sahipleri.

Ebu Zer vazgeçmez, putlara tapan iki kadının putları ile alay eder, kadınlar bağırır, tekrar Ebu Zer feci şekilde dövülür. Olaylar artınca Peygamberimiz ona “Dini açıkça yayma vakti gelinceye kadar kavmine dön.”

Ebu Zer, kavmine döndü, kavmini ve başka bir kavmi İslama çağırdı ve başardı.

HAKKI TUTUP KALDIRMAK

Bediüzzaman da bir hakperestti. Ebu Zer de her ikisi de Hak’dan sapmaların karşısına çıktılar, güçleri yettiğince engellemeye çalıştılar. Bediüzzaman kendini idrak ettiğinde Hak ve Hakikat ayaklar altında idi, o da Akif gibi;

Çiğnerim çiğnenirim Hakk’ı tutar kaldırırım dedi.

Hakikati Hakk’ı ayaklar altına alanların fasid felsefelerini ayaklar altına aldı, Hakk’ı yukarı kaldırdı. Hakikate karşı olan küfürdü, inkârdı, gafletti, dalaletti, ihanetti, din-sizlikdi, o yaptığı işle;

Küfrün bel kemiğini kırdım

diyordu. Bir davranışın karşısında değil, bütün olumsuz davranışlardaki sapmanın kaynağını düzeltmeye yerden kaldırmaya çalıştı. Bütün davranışların kaynağı olan altı imani rüknü güçlendirdi. Allah ile insanlar arasındaki irtibatı temin eden altı erkânı güçlendirerek hak ile halk arasındaki küfür ve inkâr dağlarını eritti, hidayet güneşini doğurdu. Bu tarihte rastlanmamış bir hakperestlik savaşı idi.

BİLİM VE GÖZLEM İLE HAKKI BULMA

Ebu Zer, Peygamberinin, o nurlu arkadaşının davranışından kopan tutumlarla mücadele etti. Çünkü samimi insanlar sapmalardan ötürü kötü durumlara, ezilmeye itilmeye doğru gidiyordu, onları ve Resul’ün davranış miyarını korumaya çalıştı. Onun yüzünde doğru dosdoğru yine orta yerde duruyordu.

Bediüzzaman, Hakkı asrın anlayışına uygun şekilde izah etme lüzumunu hissetti ve hak ve hakikat mücadelesini onun üzerine kurdu. Çünkü İslam batıdaki laboratuara dayalı ilimlerin gelişmesiyle, kitaplı dinlerin itikadı köhnemiş telakki edildi, hak yere düşmekle yüz yüze kaldı. Namık Kemal’in deyişi ile “lemsi ve müşahedesi nakabil” şeyler yok sayılmaya başladı. Bediüzzaman hak ve hakikati, bilimlerin ve gözlemlerin desteği ile herkes tarafından anlaşılır duruma getirdi.

Onun Hakk’ı ve hakikati savunma mücadelesinde hakperestlik davasında iki büyük silahı vardı, gözlem ve ilim. Onun eleştirisi hakkı ve hakikati yeniden yorumlamaktı.

ÖZÜ, SÖZÜ, KALBİ, DİLİ DOĞRU

Resulullah, Medine’ye göçünce, Ebu Zer bir gün Gıfar ve Eslem kabileleri ile birlikte şehre girdi, sevgilinin mescidine gittiler. Fem-i mübareğinden şu dua nebean etti “Gıfar, Allah sizi mağfiret etsin bağışlasın, Eslem Allah sizi kurtulmuş, salim yapsın.” Aynı hakikattan başka bir şeyi telaffuz etmemiş olan ağızdan Ebu Zer’e “Yeryüzü Ebu Zer’den daha doğru bir kimseyi barındırmamış, gölgelendirmemiştir.” Cesaret ve doğruluk, Ebu Zer’in mayasıydı, özüydü, cevheriydi. Özü doğru, sözü doğru, kalbi doğru, dili doğru. Ne başkasını aldatmış, ne de aldatmaya izin verecekti.

Bir gün Resulullah ona şu soruyu sordu;

“Ebu Zer, kendilerine ganimetten pay ayıran bir takım valilerle karşılaşırsan ne yaparsın ?”

Ebu Zer “Seni Hak olarak gönderene yemin olsun ki o zaman kılıcımla onları öldürürüm” dedi.

Resulullah(ASM) “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim ki? Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret”

ZENGİNLİK VE SERVETİN CAZİBESİ

Hz Ebubekir ve Ömer devirlerinde eleştirecek haksızlık görmedi. Fakat fetihler son haddini bulmuş, mala mülke rağbet artmıştı. İslam dünyası zenginleşmişti. Baş döndürücü cazibe ve saptırıcı hoşluğu, dünyanın ahiretin tarlası olması anlayışı insanlara cihadı unutturabilirdi. O servet biriktirenleri görüyor onlara sorumluluklarını hatırlatıyordu. Ama Resulullah’a verdiği söz gereği kılıcına sarılmıyordu. Ona “Gökte ve yerde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” demişti Allah Resulü.

O baskı ve servet kalelerine karşı çıktı. Onları eleştirdi. Ne zaman bir stoklanmış mal, baskıcı bir idare veya dünya sevgisine yönelme görse, bu sözlerini bayrak gibi açıyor, onlarla mücadele ediyordu.

HAKKI EZMEDEN BÜKMEDEN UYGULAYANLAR

İslam tarihinde yozlaşma yorumda başladı, birileri tavizden yana diğerleri tavizsizdi. Muaviye hazretleri ve çevresindekiler tavizden yanaydılar, çünkü mizaçlar hakkı tamamıyla kabul edecek safiyetini kaybetmişti.

Hz Ali ve taraftarları ise tavize yanaşmadılar, bu yüzden taviz ve duruma göre esnek davrananlar kazandılar. Hakkı ezmeden bükmeden düşünenler ve uygulayanlar gerilediler. Gıfar bunların yanındaydı, ama hakkın sürekli kulaklarında sedasının duyulmasından rahatsız oldu insanlar o da yalnızlık içinde yaşadı. Ama meşrebinden taviz vermedi.

HAKİKATİ YENİDEN İZAH ETMEK

Bediüzzaman’ın mücadelesi de buna benzer. Mesele yorumda değil hakikati izah etmekteydi. Hakikat yeni bir izaha muhtaçtı yoksa ezilmiş ve pörsümüştü. Skolâstik vadisinde kalan hakikatin yerini daha canlı ve seküler olan ilim ve şüphe almıştı. Bediüzzaman hakikatin önüne yığılan bu sedleri onu yeniden gözlem ve ilim ile izah ederek açtı ve hakikat güneşini gösterdi.

Bütün İslam dünyası uleması bir yana Bediüzzaman bir yana, İslam ve batı dünyasının maruz kaldığı yıkımı tek başına yeniden inşa etti.

Sadece İslam dünyasını değil kitaplı dinlerin dünyasını da yeniden imar etti. Bu tarihte görülmemiş bir tecdit ve imar hareketiydi. Bu yüzden Bediüzzaman’ın hakperestliği mevzi ve vakalar üzerine kurulmamış evrensel ve globaldi. Bugün eserlerinin din ve mezhep, ırk fark etmeksizin bütün dünyada yayılması, ilgi görmesi bu yüzdendi.

GELİR DENGESİZLİĞİ FİTNEYİ KIŞKIRTIYOR

En ciddi mücadelesi Muaviye Hazretlerine karşı oldu. O birçok İslam beldesine hükmediyor, insanlara hesapsız derecede mal dağıtıyordu. Şam’da birçok konut ve debdebeli saray vardı. Bu gelir dengesizliği fitneyi kışkırtıyordu. Fakir ve muhtaç insanlara dayanak noktası idi. Resulün en yakın arkadaşı ona izin verse fakirler o sarayları dağıtırdı. O zor anlarda hep sözü kılıca tercih etti, eleştirmenin ötesine gitmedi.

Şam’da Hz Muaviye ile karşılaştı, ona cesurca, eğilip bükülmeden, vali olmadan önceki serveti ile şimdiki servetini sordu, Mekke’deki evi ile Şam’daki sarayının arasındaki farkı soruyordu.

Ona ve çevresindeki debdebelilere “Allah Resulü’ne inen Kur’an’ın muhatapları sizler değil misiniz?” ve onlar adına cevap verdi. “Evet, Kur’an size hitaben indi. Ve siz onu Allah Resulü ile beraber müşahede ettiniz. Altın ve gümüşlerini hak yoluna sarf etmeyip biriktirenler için ayeti tekrarladı” Kıyamet günü o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde kızdırılacak da bu mal toplayanların alınları yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara şöyle denecektir. “İşte bu nefisleriniz için kasalara tıkıp sakladıklarınız. Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım.” (Tevbe 35)

DÜNYA MALI BİR EMANETTİR

Hz Muaviye ve yanındakilere ellerinde bulunan malları, saray ve konakları, ihtiyaçları miktarı hariç bir an evvel ellerinden çıkarmaları yolunda nasihatte bulundu. Hz Muaviye Hz Osman’a mektup yazıp, durumu anlattı. Hz Osman onu Medine’ye çağırdı. Hz Osman da onun uzakta tutulmasını istedi, Rebeze denilen mevkiye çekildi.

Halifeye karşı isyan bayrağı çekmek isteyenlere “Allah’a yeminler olsun ki şayet Osman beni en yüksek bir ağaca veya dağa asmak istese gene onun sözünü dinler, ona itaat eder, sabreder ve hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için hayırlı olduğunu düşünürüm.”

O hadisleri hatırlattı insanlara “ Dünya malı bir emanettir. Kıyamet günü bir utançtır, pişmanlıktır. Ancak ondan hakkı olanı alan ve verilmesi gerekeni veren kurtulur.”

Ebu Hureyre’yi bile servetinden dolayı eleştiriyordu.

Hayatı boyunca Allah Resulü ve ilk iki halifesinin sancağını taşıdı.

Kendisine Irak valiliği teklif edilince “Dünyayı üzerime asla salmayın” diyordu. Arkadaşı onun üzerinde eski bir elbise gördü ve “Bundan başka elbisen yok mu? Birkaç gün önce yanında iki yeni elbise görmüştüm “deyince, Ebu Zer “Ey kardeşimin oğlu O iki elbiseyi benden daha muhtaç birine verdim” diye cevap verdi. Arkadaşı Vallahi sen o iki elbiseye daha muhtaçsın” dedi. Ebu Zer bunun üzerine “Allah’ım bağışla! Arkadaşım sen dünyayı gözünde çok büyütüyorsun. Görmüyor musun üzerimde bir gömlek var. Ayrıca Cuma namazı için başka bir tane daha var. Sütünü sağdığım bir keçim, binebildiğim bir eşeğim var. Şu içinde bulunduğumuz halden daha üstünü var mı” diye cevap verdi.

Bediüzzaman Gıfari gibi yaşadı.

Bir avuç yemekle, bir çeyrek ekmekle günlerce idare etti. Sırtındaki cübbesinin asli parçası belli değildi, hayatında sıradan dahi sayılamayacak bir sadelik vardı. “Ben kalbime başka şeyler koymamışım” dedi ve öyle yaşadı. Onun kalbinde ibadeti ve davasından başka şey yoktu. Kimseden bir şey talep etmeden yaşadı.

Ölenlerin bir kabri, bir mülkiyeti onlara ait bir taş ile bir dikdörtgen toprak parçası mülkiyeti varken onun böyle kendinden sonra ona ait bir mülkiyeti de olmadı. Ona kabri de çok gördüler.

Ama o kalblerdeki yerini korudu ve kalbler üzerindeki hâkimiyeti her gün artmakta, dünyada mülkiyet sevdalısı olanlar, kalplerde mülkiyet edinemezler. Menfaati için başkalarına tahakküm edenler, Malik ül Mülkten bir şey elde edemezler.

Nasıl büyük peygamber ölünce zırhı rehinli ise Bediüzzaman öldüğünde de mülkiyet namına kayda değer bir şeyi yoktu. Ama “her kim kendini Allah’a mal ederse bütün eşya onun lehinde olur” sözünce bütün eşya onun lehinde idi. Bütün makul düşünen insanlar da.

PEYGAMBERİMİZİN EBU ZERE TAVSİYELERİ

O Peygamberimizden yedi şeyi almış ve uyguluyordu.
Miskinleri ve onlardan düşkün olanları sevmemi
Kendimden daha düşüklere bakıp, daha iyi durumda olanlara imrenmememi.
Kimseden bir şey istemememi.
Akraba ile ilişkimi sürdürmemi.
Acı da olsa hakikati söylememi.
Allah yolunda kınayıcının kınamasından çekinmememi.
Lahavle vela kuvvete illa billâh, sözünü çok söylememi.

Otoritenin sömürü aracı olarak kullanılmasına ve stoklamaya karşı çıkarak yaşadı. Çölde yanında bir uşak ve eşi bulunduğu halde öldü. Ona kefen olacak kadar bir bez bile yoktu.

İbn-i Mesut oradan geçiyordu, gördü Ebu Zer’i tanıdı. Ölünün yanına oturup ağladı ve Resulullah’ın onun hakkındaki cümleyi tekrar etti.” Ebu Zer’e Allah rahmet etsin

Tek başına yürür..
Tek başına ölür…
Tek başına diriltilir…

O ulaşılamayacak bir yükseklikte öteye gitti. Bizler ibret alalım diye böyle bir karakter Peygamberimizin övgüleriyle yaşadı ve gitti. Acaba onun gibiler kaldı mı ?

BÜYÜK ADAMLAR VE BÜYÜK ÜMİTLER

Bediüzzaman bütün ömrünce her olayda, hakikati söyledi. Nasıl iman esaslarını, Esma yı Hüsna’yı, eşya ve nesneleri, olayları, tarihi, Allah’ın kudretindeki tabiatı hakka ve hakikate göre izah ederek en mükemmel metin örnekleri ortaya çıkardıysa, yaşadığı dönemlerdeki bütün devlet adamlarına, ricale karşı hakikati söylemekten geri durmadı, hiç arkasına bakmadı. Birine dayanmadı, Allah’a dayandı, gariptir hiçbir zaman yenilgiyi tatmadı. En mağlub göründüğü anlarda bile büyük bir galibiyetin temelini attı ve onun üzerine dünyasını ve davasını inşa etti. Çünkü büyük adamlar büyük ümitsizlik anlarında büyük ümitleri inşa ederler, o da böyle bir insandı.

İstanbul, Ankara, Van, Isparta hayatındaki bütün kırılmalardan yeni bir felsefe ile çıktı ve kendini ve davasını yeni bir yapı ve boyutta ortaya koydu.

Her üç insan Peygamberimiz, Ebu Zer ve Bediüzzaman bir hakikatin peşinde onu korumak için hakperestane yaşadılar.

Prof. Dr. Himmet Uç

Gençler soruyor “Ben Kendim Olamıyorum!”

Umarım, soruma bir cevap verirsiniz. Aslında nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Bir genç olarak bir kararsızlık içindeyim. Nerede nasıl davranacağımı bilemiyorum. Arkadaş çevresinde başka, evde başka birisi gibi davranıyorum. Böyle davrandığımın farkındayım aslında. Ama kendime engel olamıyorum. Kendim olamadığımı hissediyorum. Bu halim beni çok rahatsız ediyor. Bana yardımcı olur musunuz lütfen?

“KENDİNE KARŞI HOŞGÖRÜLÜ OL!” SEVGİLİ genç kardeşim, Gençlik yıllarında bu tarz kararsızlıkların, gelgitlerin yaşanması doğaldır. Zamanla kişiliğin oturdukça, bu konuda daha bir istikrar yakalayacağını sana şimdiden müjdelemek isterim. Zaten yaşadıklarından rahatsızlık hissediyor olman, şahsiyet noktasında bir istikrar arayışı içine girdiğinin bir alâmeti. Her tohum kendini çatlatırken sancı yaşar. Şimdilik bu sancının ne işe yaradığını göremeyip kızıyorsun. Ama o vicdanî ses, esasında kendin olmak yolunda sana en büyük yardımı yapacak bir rehberdir. Düşünsene, eğer insanlar içinde bulunduğu halden rahatsızlık duymasalardı, kendilerini değiştirmeye ihtiyaç hissederler miydi?

AYRICA bu zamanda kendin olabilmenin hakikaten çok zor olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Baskıcı bir toplum içinde yaşıyoruz. Herkes, seni kendisine benzetmek istiyor. Farklı olana tahammül, az bulunur bir fazilet oldu. Bu şartlarda bir hareket yaparken, kendi iç dünyana kulak vermek yerine, etrafa kulak kesilmek zorunda kalıyorsun. Evde “babana göre” okulda “öğretmene göre” sokakta “arkadaşa göre” hareketlerini ayarlıyorsun. Zamanla bu o raddeye varıyor ki, “Ben bu hayatın neresindeyim?” “Ben kimim?” sorusunu sormak zorunda kalıyorsun. Bir tür kaybolma duygusu nefesini kesiyor ve kalbini bunaltıyor. Her şeye rağmen, bu kuşatmayı kaldırmak senin elinde. Sen ortaya “şahsiyetini” koyabilirsen, etraftan yönelen baskıları belli bir mesafeye itebilirsin. Çünkü karşı tarafta bir saygı uyandırırsın. Yani sorun, bir “şahsiyet sorunu.” Ne demek bu? İnsanlar senin hakkında belli kanaatlere sahip olmalı. Onlara bu kanaati verecek bir istikrar sergilemelisin. Diyebilmeliler ki, Ahmet dürüst biridir, ne kadar zor koşullarda olsa da yalan söylemez. Ahmet, izzetli birisidir; küçük bir menfaat için kimseye yaltaklanmaz. Ahmetin kendi prensipleri vardır, onlardan kolay kolay ödün vermez. Ahmet, sorumluluklarını bilir; başka birisinin ona sorumluluklarını hatırlatmasına ihtiyaç yoktur. Ahmet akıllı birisidir; onu kandırmak hiç de kolay değildir. Ahmet yardımseverdir; gerektiğinde kendi işini bırakır sana yardımcı olur; vs. İşte böyle bir şahsiyet profili ortaya koyabildiğin anda, etrafındaki kişilerin senin üzerinde baskıları azalacak ve sana olan saygıları artacaktır. Böylece sen onlara göre hareket etmek yerine, belki de onlar sana göre hareket etmeye başlayacaktır. En azından, senin varlığın ve tercihlerini hesaba almaya başlayacaklardır. Eğer iç dünyanda anlamlı ve istikrarlı bir yapı kuramazsan, dış dünyada esen rüzgarlar seni biçimlendirmeye devam eder ve daha kötüsü, bunu yapmaya kendilerinde hak bulurlar. Çünkü karşılarında, kendi iradesiyle hayatına bir düzen getirememiş birisi durmaktadır. İç dünyanın inşasına gelince, aslında hayat boyu süren bir çabadan söz ediyoruz. Ama yine de, binanın temelleri gençlik yıllarında atılır. Tüm mesele şu: Nefsinin istek ve arzuları peşinden mi gideceksin; yoksa kalbinin ihtiyaçlarını rehber edinip ve kendini bir parça zorlayıp ahlâkî faziletleri (yukarıda altını çizdiğim şahsiyet özelliklerini hatırla!) nefsine benimsetmeye mi çalışacaksın? Bana göre şahsiyetin yolu, ikincisinden geçiyor. Ve bu yolu tercih edersen, zaman ve mekânı aşan saygıdeğer bir şahsiyet sahibi olursun diye düşünüyorum.

TABİ bir de, “Ben kendim olamıyorum” derken, kullandığın cümleye dikkatini çekerim. Bir “ben” ve bir “kendim”den bahsediyorsun. Yani, kendini gözleyen ve değerlendiren bir ben’in var. O gözleyici ve şuurlu ben, “kendim” dediğin şeyden memnun değil. Tüm sorun da burada. O zaman şu soruyu sormak icap ediyor: “Sen” nasıl bir “kendin” olmak istiyorsun? Başka bir ifadeyle, şu dünyada nasıl biri olmak istiyorsun? Ne yaparsan, hayatının anlam kazanacağını düşünüyorsun? Şahsiyeti oluşturan önemli bir unsur da işte bu sorulara vereceğin cevaplarla ortaya çıkacak. Meselâ kendine kimi örnek alıyorsun? Bu soruya vereceğin cevap çok önemli. Yanlış kişiyi örnek alırsan, hiçbir zaman seni mutlu edecek bir şahsiyet oluşturamayabilirsin. Yanlış örnek, yanlış bir hayata malolabilir çünkü. DOĞRU örnek ise, uğruna hayatını adayabileceğin sağlam bir hedef anlamına gelir. Böyle bir hedef, şahsiyetini toparladığı gibi enerjini doğru yerde harcamanı sağlar. Ama bir insanın kendi olabilmesinde en yüksek makam, hiç şüphesiz, Allah’a layıkınca abd olmuş bir insandır. Düşünüş ve davranışında kişinin, ancak Allah’a hesap verme gibi bir yüksekliğe erişmesi ve O’ndan başka mutlak otorite tanımaması, esas “kendin olma”nın yolunu açar. Gerçek şahsiyetin kapı eşiği de bu noktadır. Sana kendin olabildiğin bir hayat diliyorum.

Doktor Şifa

Mayıs 2008 / Zafer Dergisi

Senin imtihanın hangisi?

Herkes bir imtihan süreci yaşar bu dünyada.

Her zaman stabil bir hayat mümkün değil. Engeller, engellemeler, tağyirler, tebeddülatlar/değişimler/tahviller/değişiklikler/tecelliler v.s…

Kimi eş, kimi aş, kimi maaşla denenir. Kimi evlat, kimi salât, kimisi tâat, kimi mahâret, kimi tahâret, kimisi de ikametle tecrübe edilir.

Kimisi mal, kimi servet, şöhret, güzellik, şân ve şerefle imtihan edilir.

Kimi ilim, kimi filimle, kimi zevk, kimi elemle, kimi belâ, hayat-ı a’lâ ile sınava tâbi tutulur.

Mü’minlerin imtihanı daha  bir başka…

Allah Teâlâ, rubûbiyyet (her şeyi yavaş yavaş kemâline kavuşturmak) sıfatıyla bizleri iki şekilde imtihana tâbi tutar:

Biri: lütuf ile,

Diğeri: kahr ile.

Bir başka deyişle; biri cemâl, diğeri celâl iledir. Sadece lütuf ve  cemâl ile terbiye olmayı düşünmek, imtihan sırrına aykırıdır. Cenâb-ı Hak, imân ehline önce kahrın tecellileriyle muâmele eder, daha sonra lütfun tecellileriyle onların yaralarını sarar ve yardımına koşar. İmân ehli üzerinde âdetullah (kevnî kanunlar, sünnetullah) çoğunlukla bu şekilde tecelli eder. Resûl-i Ekrem (a.s.m) ve Hz. İbrâhîm (a.s)’ın hayatı buna en güzel örnektir.

O Mâlikü’l-Mülk, Habîbini on üç  sene Mekke’de kahhâr bir elle çalkalandırdı,  müşrikleri başına musallat etti, Medine döneminde ise, O Zât-ı mübâreki on yıl münâfık, müşrik ve ehl-i kitapla mücâdele ve mücâhede ile imtihâna tâbi tuttu. Bunca sıkıntı ve zorlukların neticesinde başta kendisine ve ümmetine pek çok fetihlerin yolunu açtı. Özellikle Hz. Ömer döneminde İslâm’ı yücelterek aziz kıldı.

Kur’ân’a talebe olma şerefine erenler de bu tarz bir imtihan sürecinden geçmektedirler.

Cenâb-ı Hak, bazen lütuf ile okşar, hâdiseleri lehimize yönlendirir, ikramlarda bulunur, rahmetiyle sevdirerek dergâhına celb eder. Bazen de kahhâr bir eli işleterek belâ ve musîbetlerle te’dîb ve terbiye eder. Böylece izzet ve celâlini hatırlatır.

Mü’minler çoğunlukla, kusur ve hatalarının karşılığını bu dünyada görürler. Küfür ehlinin bir çoğu da, bir kısım cezalarını dünyada görmekle birlikte asıl cezalarını cehennemde ebedî kalmak sûretiyle ahirette göreceklerdir. (Nuh kavmi, Âd, Semûd, Lût kavmi gibi…)

Her kim bir kötülük yaparsa, onunla ya dünyâda veyâ ahrette cezalandırılır ve kendisi için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yâr ve ne de bir yardımcı bulamaz.(1)

Mü’minlere dünyâda verilen belâ ve musîbetler günahlarına keffâret olur.

Kâfirin küfrü ise, o kadar büyük ve dehşetlidir ki, cezâsı bu düyâya sığışmadığından âhirete te’hîr edilir.(2)

Cemiyetlerin, toplumların, milletlerin değişik biçimlerde işledikleri isyân ve günahlar, gayr-i meşrû’ iş ve işlemlerin bu dünyada iken geri bildirim tarzında dünyevî cezalarıdır.

Mâdem ehl-i imân olarak Allah’ın rubûbiyyetine razıyız. Öyle ise, rubûbiyyetinin gereği olarak başımıza gelenleri de sabır ve rıza ile karşılamak durumundayız.

Kişi en sevdiği evlâdını kaybeder, çok sevdiği bedeni hastalığa müptela olur, meftun olduğu malı iflas eder, ani bir depremle evi yıkılır, eşyası telef olur, işleri yolunda gitmez. Acaba ben ne yaptım diye derin derin düşünür. Rabbine karşı nasıl bir tutum sergilediğini, hata ve kusurlarını gözden geçirir, otokritik yapar, değerlendirmelerde bulunur. Ve sonuçta nefsinin kusurlarını, hayatındaki eksileri not eder. İmânının gereğini yerine getirir, sevdikleriyle sınava tâbi tutulduğunu, mal ve canıyla denendiğini anlar.

Ve sizi bir imtihân olmak üzere şer ile ve hayr ile tecrübe ederiz. (sonunda) bize döndürüleceksiniz(3)

Acaba verilen vücûd, sağlık ve hayat nimetini ibâdet, taat ve hizmet yolunda mı, nefis ve hevâ yolunda mı harcıyoruz?

Cenâb-ı Hak, Celîl isminin tecellîsinden gelen belâ, musîbet ve hastalıklarla bizleri terbiye ediyor.

Hadîs-i şerifte de ifâde edildiği gibi; “Cenâb-ı Hak, bir kulu için yüksek bir makam ta’yîn etmiştir. Kul, şahsî ameliyle o makama çıkamaz. Allah o kulu belâ, musîbet ve hastalıklara girftâr etmekle –şükür ve sabretmek şartıyla- onu o yüksek makama çıkarır.”

Bu imtihan ve tecrübe meydanında hiçbir kimse bu imtihandan muaf tutulmamıştır.

Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen Hz. Muhammed (s.a.v)’ın uhud savaşında dişi şehid edilmiş, mübârek yüzü kana bulanmıştı. Hayatı boyunca sayısız eza ve cefâya katlanmış, günlerce aç ve sususz kalmıştı. (4)

Nûrânî kafilelerin önünde belâ ve musîbetler eksik olmamıştır.

Kur’ânı, İslâm’ı, Peygamberi sevmenin bedeli hep ağır olmuştur bu sırdan ötürü. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e, “Seni seviyorum” diyen bir sahâbeye, O halde belâ ve musîbete hazır olşeklinde O sahâbiyi geleceğin sıkıntılarına hazır olması konusunda  irşâd buyurmuştur.

Demek belâ ve musîbetler, günahların neticesi, mükâfâtın da mukaddimesidir. Bir başka ifade ile, günahların keffâreti,, gelecek saâdetin de müjdecisidir.

Bunda iki cihet görünüyor:

  • Belâ ve musîbet, geçmişteki günahlarımızın neticesi ve keffâretidir.
  • Bir mükâfâtın mukaddimesi (başlangıcı) ve gelecek saâdetin müjdecisidir.

O halde, mülk bizim değildir. O, istediği gibi tasarruf eder. Biz O’nun tasarrufâtı altında gizli olan hikmetlerini seyr etmek, takdirini fikretmek, kusurumuzu derk etmekle mükellefiz.

“Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”(5)

Demek, zorluk tek, kolaylık ise ikidir.

İnsanlık, küfrün entrikalarından, kokuşmuş sistem ve dayatmalarından bîzârdır.

Gelecek günler bizimdir. İslâm’a gönül verenlerin, takvâya bürünenlerindir.

Kur’ânın hâkim olacağı günler, inşâallah yakındır. Âkibet Hak’da sebat edenlerin, sıkıntılara göğüs gerip sabredenlerindir.

Rahîm, Hakîm ve Vedûd ismini şefaatçi yaparak Rahmet-i Rahman’a sığınıyor ve O’na tevekkül ediyoruz.

 İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1- Nisâ, 123

2- bkz. Bedîüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 10. Lem’a

3- Teğabun Sûresi, 15, Enfâl Sûresi, 28

4- bkz. a.g.y, Lem’alar, 25. Lem’a, 15. Devâ

5- İnşirâh Sûresi, 5-6

Şeytanın Hileleri (Şiir)

Şeytana kanma
Ona aldanma
O bir iblistir
Murdar ve pistir

Fikrine uyma
Zikrini duyma
Ona hiç bakma
Kafana takma

Seni kandırır
Nara daldırır
Hilesi çoktur
Vicdanı yoktur

Aldatır seni
Seni seveni
Verir vesvese
Düşman herkese

O bir düşmandır
Dostu pişmandır
Şeytanın şerri
Yok eder sırrı

Ona bulaşma
Haddini aşma
Rabbine yalvar
Ancak odur yar

İnanmak hoştur
Gerisi boştur
Dünya fanidir
Ecel anidir

Bir gün gidersin
“Ne çabuk” dersin
Rabbine yönel
Gelmeden ecel

Allah Rahimdir
Hay ve Kerimdir

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR
02.12.2011

www.NurNet.org

Dinimizin Kadına Verdiği Değer

Toplumda kadın demek ,anne demek,eş demek ,bacı demektir.Kısacası kader ortağı ve dert ortağı demektir.

Günümüz toplumunda maalesef  kadına yeterli değer verilmemektedir.Kadın hakları adı altında kadınlar çeşitli şekillerde sömürülmektedir.Kadın haklarından en çok bahsedenler kadınları en çok sömürenlerdir.Medyaya  bir bakalım,hiç alakasız reklamlarda bile kadınlar reklam aracı olarak kulanılmaktadır.Düşünün araba tekeri reklamı ile kadın arasında ne bağ olabilir.Teker reklamında bile kadının cinsel yönünü kulanıp  reklam yapanlar var.Bu durum kadına değer vermek mi? kadını sömürmek mi ?

Şefkat abidesi olan kadına en büyük  değeri yüce dinimiz İslam vermiştir.Hiç bir din İslam dini kadar kadına değer vermemiştir.O kadar ki İslam dini analarını memnun etmeyi cenneti kazanmanın şartı olarak görmüştür.Hz Muhammed (s.av) in “CENNET ANNELERIN AYAĞI ALTINDADIR”hadisi de en büyük delildir.

Anne’ye günah olan bir şeyi emretmedikçe itaat etmek vacipdir. Hatta onun iznini almadan gönüllü olarak savaşa katılmak bile caiz değildir. Hatta Resulullah bu durumda olanları geri çevirmiş izin almalarını istemiştir.

Başka bir yerde  de; Bir gün Resulullah’a bir kimse gelir ve sorar:
– Benim kendisine hizmet ve ülfet etmeme, insanlar içinde en layık ve en haklı olan kimdir? Resulullah efendimiz:
– Anandır.
– Sonra kimdir?
– Sonra anandır.
– Sonra kimdir?
– Sonra anandır, buyurdular. O zat gene :
– sonra kimdir, deyince Peygamber Efendimiz buyururlar:
– Sonra babandır.

Yine Resulullah efendimiz,bir gün sahabeyle otururken  Beni İsrail zamanında yaşayan Cüreyc isimli bir rahibin kıssasını anlatarak bu konuda ümmetine ders vermiştir.
Cureyc namazda iken, annesi ona seslenmişti. Cureyc bir müddet namazı bozup, bozmamak hususunda tereddütten sonra namazını kılmaya devam etmişti. Annesi bir kaç kere seslenmesine karşın cevap alamayışından eza duymuş, oğluna beddua etmişti. Daha sonra Cüreyc bu bedduaya aynı aynına uğradı.

İşte bütün bu ayet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, İslamiyet anne olmak haysiyetiyle kadına en büyük, en muhterem bir mevkii vermiştir.Bu verilen değer günümüz çağdaş toplumlarından  kat kat üstün ve kadına değeri  bir güne sığdırmayan bir değer anlayışıdır.

Hamit DERMAN