Kategori arşivi: Yazılar

Vücûd Mertebeleri

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri 24. Mektupta vücûd mertebelerine karşılık insanın şükürle mükellef olduğunu ifade eder.

Bütün varlık âlemi kendi dilleriyle şükür vazifesini yerine getirirken, insanın şükür görevinde ağır ve tembel olduğu vurgulanmaktadır.

Benim kullarımdan şükreden azdır”(1) âyeti de bu hakikati ifade eder.

Onun içindir ki Hz. Ömer (r.a): “Azlardan olalım” demiş. Yani şakirlerden (şükredenlerden, İlâhî nimetlere karşı teşekkür görevini yapanlardan) olalım.

24.Mektup, 1. Remizde geçen “Vücûd mertebeleri” ni beş vücûd mertebesi şeklinde şöyle sıralayabiliriz:

1) Camidiyyet mertebesi
2) Nebâtiyyet mertebesi
3) Hayvâniyyet mertebesi
4) İnsâniyyet mertebesi
5) İmân mertebesi

Bediüzzaman bunu şöyle ifade etmiştir: “İnsanın vücûdunda birkaç dâire vardır. Çünkü hem nebâtîdir, hem hayvânîdir, hem insânîdir, hem imânî.”(2)

1- Câmidiyyet mertebesi: İnsan, her varlık gibi, unsurlardan, elementlerden ve madenlerden teşekkül etmiştir. Âlemde ne varsa, insanda da vardır.

Mülkün sahibi insanı bu mertebede bırakmayıp, bir üst mertebe olan nebatiyet mertebesini de vermiştir.

2- Nebâtiyyet mertebesi: Câmidiyyet mertebesi yanında insana bir de nebatiyyet mertebesi verilmiştir. Şerhu’l Mevâkıf adlı eserin ifadesine göre “sekiz”, Ma’rifetnâmenin izahına göre ise “dokuz” kuvveden oluşmuştur. Her bitkide var olan bu dokuz kuvve, aynı zamanda her insanın bedeninde de işlemektedir. (Kuvve-i câzibe, (faydalı gıdaları cismin batınına cezb eder), kuvve-i mâsike (gıdaları batında depolar), kuvve-i hâdıme (bedene giren gıdaları hazmederek, dört süzgeçten geçirip posa ve fuzuli maddelerden arındırır), kuvve-i mümeyyize (midede katı ve sulu maddeleri birbirinden ayırır), kuvve-i dâfia (vücuda yaramayan ve yeterli miktarın dışındaki fazla gıdaları mu’tad yol ve menfezlerden dışarı atar), kuvve-i müvellide (bedenin damarlarında belli aşamalardan geçerek gıdaların latîf kısmını ayırıp, bitkilerde tohum, hayvanlarda nutfenin imalini sağlar, erkekte meniyi tevlid ederek, her uzva uygun bir mizaç alıncaya kadar mezc eder), kuvve-i musavvire (atar damarlarda açıkça görülen bu kuvve, tasarruf yoluyla uzuvların işlerini görüp hıfz ederek cisimle uyumlu hale getirir), kuvve-i gaziye (bedenin tüm organlarında işler, bütün fuzuli maddeleri arındırarak, görevli olduğu organda işe başlamaya hazır konuma getirir), kuvve-i nâmiye (cisimle fıtrî bir uygunluk sağlayarak tüm bedenin büyümesi işlemini sağlar v.s…)

3- Hayvâniyyet mertebesi: Diğer mertebelerle birlikte yerini alır. Bu mertebede kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyye ile birlikte on havas (beş zahiri duygu, beş batınî duygu) bulunmaktadır.
Zahirî duygular: İşitme, görme, koku alma, tat alma, dokunma duyuları

Beş bâtınî duyu ise;
a. Kuvve-i hissi müşterek: Eşyanın (objelerin) sûretini alır.
b. Kuvve-i hayal: Alınan sûretleri muhafaza eder.
c. Kuvve-i vâhime: O sûretlerin manalarını anlar.
d. Kuvve-i hâfıza: O mânaları muhafaza eder.
e. Kuvve-i mütefekkire (mutasarrıfa): Alınan sûretler ile mânalar arasındaki uygunluğu denetleyerek kontrol eder.

4- İnsaniyet mertebesi: Yukarıda saydığımız kuvvelerin yanı sıra bir de insânî hayat mertebesi vardır. Bu mertebe de üç kuvveden teşekkül etmektedir:

* Kabiliyyet-i nutuk (konuşma yeteneği)
* Akl-ı nazarî (fıtrî düşünme)
* Akl-ı tecrübî veya akl-ı amelî (tatbikî/eyleme dönüşen düşünce)
Bu mertebeleri kendisine bahşeden mülkün Yaratıcısına şükür gerekir.

5- İmân mertebesi: İnsanın vücûdunda câmidiyyet, nebâtiyyet, hayvâniyyet ve insâniyyet mertebelerinin yanında imân mertebesi de zirve bir mertebedir ve imân ehline mahsusutur.

Bunlar da; toprak, su, hava, hararet/nur unsurlarıyla birlikte on tanedir:

* Kalp
* Ruh
* Sır
* Hafî
* Ahfâ
* Nefis

Cenâb-ı Hak, imânî hayat mertebesini bahşetmekle insana en büyük ikram ve ihsanda bulunmuştur.
Bu kadar nimet ve lutuflara mazhar olan insanın şikâyete, verilenlere itiraza ve beğenmemeye hakkı yoktur. Neden ve niçin’ler kaderi tenkîd ve nimetleri itham anlamı taşımaktadır.

Mülk sahibi Allah’tır. O, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Onun tasarrufuna, takdir ve tayinine itiraz edilmez. Hiç yoktan varlık âlemine getiren, en güzel mertebelere ulaştıran, en mükemmel tarzda donatan, yokluk derelerinde bırakmayan Rahîm, Hakîm, Vedûd bir Rabbimiz var.

İnsanı bir model yapmış, tavırdan tavıra, halden hale, şekilden şekile dönüştürerek/değiştirerek esmâsının tecellilerini/yansımalarını gösteriyor.

Sahip olduklarımızı şükürle karşılayıp, bir hikmete/maslahata binâen verilmeyenleri de dua ve niyazla Allah’tan istemek, O’na gerçek mânada kul olmak, şükür/hamd/niyaz/iltica/acz/fakr ile dergâh-ı Ulûhiyyetine sığınmaktan başka çaremiz yoktur ve kulluğumuzun gereği de budur zaten.
Elhamdülillah hâzâ min fadli Rabbî.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Sebe’ Sûresi, 13
2- Mesnevî-i Nûriye, 10. Risale

Gazab ile Tanıttırmak

Bediüzzaman Allah’ın kendini tanıttırmak için âlemin inşası ve güzelleştirilmesi, insana hizmet eden şeylerin gösterişli ve cazip olması, insanın kendinin de en güzel surette olmasını değişik yerlerde anlatır. İnsanın gözlerine ve onun arkasında aklına bu tanıtıcı ve sevdirici fiiller imanı ve ibadeti ona zorunlu hale getirir. İnsan iman ile tanımalı ibadet ile de sevmeli. Şayet bu tanımamak ve sevmemek umumi bir hal alırsa o zaman Allah sevdirmenin aksine kendini tanıttırmak için felaketler ve zelzeleler verir. Bediüzzaman’ın zelzele konusunda yaptığı açıklamalar Allah ‘ın bu felaket dili ile kendini insanlara tanıttırmak istediğini gösterir. Bediüzzaman ulûhiyet canibinden bakar olaylara, beşer canibinden değil.

Meselâ, bu âhirde, beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümâtlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hàlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil hususi bir Rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmûasında ve Rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyânından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumi ve dehşetli âfâtı, nev-i insanın yüzüne çarparak onunla Hikmetini, Kudretini, Adâletini, Kayyûmiyetini, İrâdesini ve Hâkimiyetini pek zâhir bir sûrette gösterdiği halde; “(Sözler 160)

Beşerin isyanına karşı Allah daima insana dost yüzünü gösteren silahlarının düşman yüzlerine kullanır. Su, hava, elektrik, zelzele, fırtına, umumi harp onun insanlığa kendini tanıttırmak için yaptığı zorunlu tanıtma tavırları ve fiilleridir. Allah’ı tanıttırma işinden bir sürelik vazgeçen Hz. Yunus’a nasıl hava, deniz, gökyüzü ve balık düşmanken birden dost yüzlerini gösterir onu kurtarırlar.

Ebedi Hayatın Zelzelesi Çok Daha Ciddi

Aşağıdaki ifadede ise İkinci Dünya Savaşının insanlığa getirdiği zarardan çok Osmanlıdaki tahribatı zararlı görür. Osmanlıdaki bozulmayı baki saadetin ve ebedi hayatın zelzelesi olarak yorumlar. “İkinci Harb-i Umûmi, beşere ettiği tahribât-ı azîme, gerçi çok geniştir; fakat, hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribâta nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye, mânen o İkinci Harb-i Umûmiden daha dehşetlidir.“(Münazarat 148)

Osmanlı kurumları ile dine karşı her zaman saygılı bir yapı kazanmış ve İslam dininin mekânlarına, onun temsilcilerine Peygamberimizden itibaren sahip çıkmış, onların sözlerini, mekânlarını ve davalarını devam ettirmiştir.

Onun büyük bir şer grup tarafından dejenere edilmesi ikinci harbi umumiden daha büyük bir zelzeledir. Böyle anonim bir tanıma ve sevdirme faaliyetini kendine gaye eden, ilayı kelimetullah bekçisi olan Osmanlının bu özelliğinin yıkılması da yine büyük bir tahribat ve zelzeledir. Tanıtmadan vazgeçilmesi felaketleri getirmiştir.

Kur’an’ın Çok Ciddi İkazları

Bediüzzaman tanıtma ve sevdirme fiillerini kâinat ve arz gözlemlerinden hareketle ifade eder. Haşir, Ayet ül Kübra, Münacat risalelerinde gösterme ve tanıtma konusunda yoğunlaşır. Kur’an’dan hareketle tanıtma, gösterme, sevme sevdirmenin dışına çıkan bütün bu eylemleri görmezlikten gelen serkeşlik ve inatçılık yapan insanları korkutur ve tehdid eder. Çünkü olumlu görüntüler ve nimetler karşısında tanıma ve tapınmadan kaçan insanları zelzele ve kahredici olaylarla ikaz eder.

Ya maşerelcinni vel ins inistatatüm en tenfüzü min aktarissemavatıi vel ardi fenfüzü latenfüzüne illa bi sultan. Febieyyi alai rabbiküma tükezziban . Yürselü aleyküma şuvazün minnarin ve nühasün fela tentesiran. Febieyyi alai rabbiküma tükezziban. Velekad zeyyennessemaedünya bimesabiha vecealna ha rücumen lişşeyatin.“Ayetlerine dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki

Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannit olan ins ve cin

Emirlerime itaat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudud-ı mülkümden çıkınız” Nasıl cesaret edersiniz ki öyle bir Sultan’ın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki; öyle azametli muti askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.

Hem küfranınızla öyle bir Malik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki cünudundan öyleleri var; değil sizin gibi küçük aciz mahlûklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvvü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar.

Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki onunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler” (Sözler 405)

İşte tanıttırmaya güzelce iman etmeyip karşılık vermeyen, nimetleri ile sevdirmeye karşılık ibadetle sevip karşılık vermeyip isyan edenlere Allah zelzele ve felaketlerle ve Kur’an’ın dili ile ve nesneler ve olaylar askerleri ile cevap veriyor, tehdit ediyor. Beşer her halükarda iman ile tanımalı ve ibadetle sevmelidir, yoksa dünyada felaket ve tehditlere uğrar, olmazsa ahirette cennet ile tehiri mümkün olmayan ceza alır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Üstad’ın Dilinden Kur’an Dinleyişi (Şiir)

İstanbul’daki Bayezid Camisine gitmiştim
Oradaki hafızlardan Kur’anı dinlemiştim

Camide bulunan hafız ayetler okuyordu
Okuduğu bir ayette Kur’an şöyle diyordu:

“Muhakkak ki her bir nefis ölümü tadıcıdır”
Bu ayet çok doğru amma insana çok acıdır

Çünkü burda belirtiyor beşerin fenasını
Ve yaşayan zihayatın hepsinin vefatını

Bu söz kulağıma girip ta kalbime yerleşti
Gaflet uykusunu deldi ve paramparça etti

Camiden dışarı çıkıp birkaç gün öyle gezdim
Başımda duman var gibi kendimde öyle sezdim

Aynada saçıma baktım gördüm beyaz kılları
Sanki “Dikkat et” diyorlar uyarıyor kulları

İşte o beyaz kılların bariz ihtarlarıyla
Gençliğim elden gidiyor bütün yoğu varıyla

Âşık olduğum bu dünya sönmeye yüz tutuyor
Onu çok sevdiğim halde “Uğurlar olsun” diyor

Demek ki bütün zihayat ilk evvela ölecek
Ve sonra dar-i bekada cümlesi dirilecek

Bu halet-i ruhiyeyle baktım vaziyetime
Medar-i ezvakım olan sevdiğim gençliğime

Zevklerin kaynağı olan parlak hayat gidiyor
Zahiri dehşetli ölüm gelmek için bekliyor

Kendimi avutmak için sosyal hayata baktım
Güya nefsime teselli arayıp bulacaktım

Gördüğüm iltifatların hiç olmadı faydası
Gelebilecekleri yer en son kabir kapısı

Anladım ki bütün bunlar geçici sersemliktir
Hiç biri teselli vermez tamamı o anlıktır

Yine tam uyanmak için gittim ayni camiye
O hafızların ağzından Kur’anı dinlemeye

Şimdi o semavi dersten aldım Kur’an müjdesi
Bu “Mü’minleri müjdele” Ayet-i Kerimesi

Kur’andan aldığım feyzle teselli bulmuş oldum
Hakka yüz bin şükür olsun dermanımı da buldum

Hakiki zulmet içinde sönmeyen nuru buldum
Hakiki dehşet içinde bitmez teselli buldum

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

İktisad Risalesine Muhtacız

BUGÜNLERDE ZENGİNLİK fakirlik üzerinden ne çok söz duyuyorum. Müslüman zengin olmalı diyor bazıları. Bazıları da paraya savaş açıyorlar. Bu hengamede itidal üzere durmaya, düşünmeye çalışıyorum. Doğrusu nedir? Müslüman nasıl bir yaşam sürmelidir?

Üstadımın birkaç parça eşya ile yaşayan bir adam olduğu hatırıma geliyor. Çay kaşığına bile hürmet ettiği, kırıldığında “Bize çok hizmet etti” dediği eşyanın değerini bildiğini anımsıyorum. Gülümsüyorum. Üstadımın hayali beni Efendimizin hayaline taşıyor. O da geleni dağıtan kendinde mal tutmayan, isteyene herşeyini veren, kendinde yoksa borç bulup yine veren bir güzel örnekti. Hz. Ebu Bekir İslam davasında herşeyini vermişti. Oysa önceleri zengin bir adamdı. Hz. Hatice tüm malını Mekke’deki müslümanların desteklenmesine harcamamış mıydı? Sonunda o Mekke’nin en zengin kadını, yamalı elbise giyecek hale gelmişti. Hz. Ömer ümmetin en fakirinin gelir düzeyini kendine halife maaşı diye bağlamamış mıydı? Hz. Ali kendisine zekat hakkında sorana “Sana göre mi bana göre mi?” diye bir soruyla cevap vermiş, meseleyi “Sana göre kırkta bir bana göre hepsi” diyerek izah etmişti. Gelenek kırkta bire “cimri zekatı” demiyor muydu?

Selef-i salihinin kahir ekseriyeti mütevazi bir hayat sürmüştü. Evet, aralarında Sadreddin Konevi gibi zengin olanlar da vardı. Ama onlar bir ihtiyaç anında mallarının hepsini hemen veriyorlardı. İbnül Arabi babasından kalan mallar ile Endülüs’ün en zengin adamlarından biriydi, herşeyini terk etti, zaman zaman üstünde ödünç elbise olurdu. Bildiğim tanıdığım “büyük” insanlar hep mal ile aralarına ciddi bir mesafe koymuşlardı. Bu bize bir hedef göstermeli değil miydi?

Hedef onlara benzemek, ne kadar yapabilirsek…

Bazıları tek tek zengin sahabeyi veya tek tek zengin velileri örnek veriyorlar, onlar istisnadırlar. “Ümmetin alimlerinin çoğunluğu yanlışta ittifak etmez” ise onların çoğunluğunun mütevazi yaşamı nasıl örnek alınmaz. Bazıları mal elinde ama gönlünde değil diyorlar. Bunu test edilmeden nasıl bilir ki insan? Ben kendimi mal fitnesinden uzak görmüyorum, görene bir şey diyemem elbette.

Biz Nur talebeleri Üstadımızın kademi üzere yaşamayı seçtik. Üstad bize savaşacak üç şey bıraktı:

İhtilaf, zaruret ve cehalet. İhtilaf ile savaşmak her tür etnik, mezhepsel, cemaatsel, sınıfsal ayrımcılıkla savaşmak demektir. Çünk biz ehl-i tevhidiz, işimiz birlemektir. Birlemek sadece söz ile olmaz, eylem de vahdeti gerektirir.

Cehaletle savaşmak, ders halkaları kurmak, kitaplar yazmak dergiler çıkarmak, dershaneler ve okullar açmak, gençlerin eğitimi ile ilgilenmek, her halk tabakasının kadınların, gençlerin, esnafın, talebelerin, okumuş yazmışların ilgi alanına girecek ilim faaliyeti yapmak iledir. Çok şükür bunu epeyce bir yapıyoruz. Cehaleti bitirdik mi? Hayır, daha yolumuz var.

Zaruretle savaşmak ise kanaatimce en eksik kaldığımız alan. Biz İman hizmeti yaptığını iddia edenler olarak Rasulullah’ın “fakirlik küfre en yakın durumdur” diye tarif ve tavsifini biliyoruz, ancak insanların Allah’a isyan edebilecek kadar fakir, muhtaç, yoksun oldukları bir vasatta, bir yandan alabildiğine zenginleşiyoruz. Bölüp dağıtmıyoruz, paylaşmıyoruz, zenginliği kitleye yaymıyoruz. Kendi konforu için gayet rahat para harcayan, bir kafede yahut lokantada kalabalık yiyen içen, gülen, söyleyen ve masaya onca para bırakıp giden kimimiz, yanında çalışan adamın parasını geciktirirken hicap duymuyor. Ona verilen para üzerinden titizlikle hesap yapılırken, alışverişe çıkan hanıma hesap sorulmuyor. Nicedir, birşeyi alırken “ihtiyaç mı?” sorusu sormaz olduk. Mavisi, pembesi, moda olanı, yakışanı, şu markası, filanda gördüğümüzü gözümüzü sakınmadan alıyoruz.

Benim on sene evvel üniversitede bir arkadaşım vardı. Ders aralarında “Haydi çay içelim” derdik. “Bir tane içtim geçen ders arası, bu israf olur” derdi. Dilerim hala aynı titizlik üzeredir. Ben hiçbir zaman onun kadar titiz olamadım, ama onun işaretlediği yere bakıp kendimi sigaya çekiyorum.

Bu incelik arkadaşıma da Üstadımızdan, ondan dersini alan anne ve babasından geçmişti. O tümü nurcuolan bir ailede iktisad düsturu ile büyümüştü. Bana abartılı gelen şey onun için gündelik hayatın dengesiydi. Şöyle derdi: Allah alemde hiç israf etmiyor, biz de etmeyelim. Onu özlemişim…

Tuğrul Efendi ne diyordu sık sık: “Müslümanlık ince insanlık, dervişlik ince müslümanlık…” Bu inceliklere muhtacız. Her yanımızdan kabalık, hoyratlık, incelik yoksunluğu akıyor. Adab bilmiyoruz, usul bilmiyoruz, teeni ile hareket etmiyoruz, düşünmüyoruz. Aceleciyiz çünkü nefsin peşinden gidiyoruz. Nefsi burada ve şimdi tatmin etmek istiyoruz. Oysa yine sufiler der ki “Ateşe odun atmakla ateş doymaz.”

Derdim kimsenin malına mülküne saldırmak, kimseyi hor görmek değil. Evvela nefsimden başlayarak bir uyarıda bulunmaya çalışıyorum. Dileyen benimle birlikte dinler, dileyen bildiğini yapar. Ancak “Yüz aç adamın huzurunda kemal-i afiyetle yenilmez” diyen bir Üstad’ın talebeleri bu hususta hassas olmalıdır. Kanaatim İslam aleminin her yerinde refah olmadan, vasatın üzerinde bir yaşam tarzının makbul olmadığıdır. Ne farzdan ne sünnetten ne vacipten söz ediyorum. Böyle bir fıkhi dil kullanmak haddim değil. Fakih de değilim. Ancak insanın diğer insanların mutluluk ve mutsuzluğundan etkilenmesinin fıri olduğuna inanıyorum. Çok sevilen tabirle “globalleşen dünyada” herkes komşumuzdur, ve onlar açken biz lüks içinde yaşayamayız.

Helal yoldan kazanılan her şeyin aynı zamanda helal yoldan harcanması gerekir. Helal yoldan harcama sadece zekatı içermez, aynı zamanda israftan kaçınmayı da içerir. Üstelik infak sadece zekattan ibaret değildir. Allah Kuranda “Sana ne vereceklerini sorarlar, de ki fazlasını” buyurmuyor mu? Vasatın üstündeki herşey fazlasıdır. Vermiyorsak da kendimizi temize çıkarmayalım, en azından istiğfarla kusurumuzu bilelim, umulur ki bir gün döneriz.

Allah Rasulü bizim için dünyanın kapılarını ardına kadar açtığı dönemlerden korkmuştu. Dikkat etmeliyiz. Kendimizi vaktiyle komünizm rüzgarından nasıl sakındıysak, kapitalizm rüzgarından da öyle sakınmalıyız. Üstadın İhlas ve İktisad risalelerini sık sık okumamızı salık vermesi, bu zamanda başımıza açılacak ihtilaf ve israf fitneleri ile mücadelede elimize iki silah, iki merhem, iki deva vermek içindir.

Mütedeyyin hazık hekimin salık verdiği tiryakı istimal edelim.*

Ne diyordu mübarek: “İsraf eden onun (süfyanın) damına düşer.” 

*Dindar bir doktorun tavsiye ettiği ilacı kullanalım. (Üstadın kelimelerini seviyorum, o yüzden öyle yazdım.)

Not: İki haftadır aynı konuda yazdığım sanılmasın, ilk yazıyı evvelce yazmışım, ve bilgisayarımda bir köşede unutmuşum, sonra mesele yeniden gündemime gelmiş, ve yeniden başka bir yazı yazmışım, ikisinde de değişik zaviyeler, birbirini tamamlayan unsurlar gördüğümden, ihtiyaç olan meselenin tekrarı Üstadımızın da adeti olduğundan ikisini peşpeşe iki haftada yayınladım.

 Mona İslam

2010 Karakalem.net

İslam’da İnsan Hakları

Allah Teala’nın güzel isimlerinden biri de Hakk’tır. Hak: “Gerçek, doğru ve sabit olan, bir şeyi sabit ve gerekli kılan”, “herkese ve her şeye hakkını ve müstehakkını veren” demektir. Ayrıca “sözünde yalan, vaadinde aykırılık ve fiilinde hikmetsizlik bulunmayan”, “hiçbir fiili çirkin olmayan” şeklinde tarif edenler de olmuştur.

Allah’ın Rezzak ismi bütün rızıkların, Halık ismi bütün yaratıkların hazinesi olduğu gibi, Hak ismi de bütün hakların ve hakikatlerin hazinesidir. Yani her varlık hakkını ve hakikatini o isimden almıştır. Her halde akaid alimleri de buna dayanarak “eşyanın hakikati sabittir” demişlerdir. Bunun manası şudur: Hiçbir münkir kâinat hesabına Allah’ı inkar edemeyeceği gibi, hiçbir mümin de Allah hesabına kâinatı inkâr edemez. Çünkü Allah olmasaydı kâinat olamazdı, kâinat olmasaydı, Allah hakkıyla tanınamaz ve bilinemezdi. İşte bunun içindir ki Yüce Yaratıcı, kudsî bir hadisinde: “Bilinmek ve tanınmak istedim de kâinatı yarattım.” buyurmuştur. Şu anda kâinatta bulunan bir kısım varlıklar diliyle, bir kısım varlıklar da haliyle Allah’ın güzel isimlerini, özellikle de Hak ismini zikretmekte ve verdiği haklardan dolayı Allah’a hamd etmektedirler. Onun için Yunus, bülbülün şakımalarından çıkan şak şak’ları, Allah’ın Hak ismi olarak tercüme etmiş, bülbüle seslenerek: “Seher vakti Hak Hak derken bizi de unutma bülbül” demiştir.

İstiklal şairi Akif ise:

Hâlık’ın nâmütenahî adı var, en başı Hak
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak” mısralarında Allah’ın sayısız isimleri içerisinde Hak isminin en başta geldiğini söylemiş, Hak’dan yana olmanın ve hakkı tutup kaldırmanın önemine dikkat çekmiştir. Bu “Hakkı tutup kaldırmanın” bir gereği olarak da:

Kanayan bir yara gördün mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,
Adam aldırmada geç git diyemem aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım” demiştir.

İSLAM’DA İNSAN HAKLARI

İslam’da insan hakkı o kadar büyük, vebali o kadar ağırdır ki, bir insanın haksız yere öldürülmesini, bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayet, bir insanın hayatını kurtarmayı da, bütün insanlığın hayatını kurtarmak kadar büyük bir sevap ve rahmet saymıştır. Bırakın öldürmeyi Cenâb-ı Hak, insan onurunu inciten bütün sözleri ve tavırları dahi insan haklarına tecavüz saymıştır. Mesela;

1-Kulunun, hatta fakir kulunun incinen onurunu tamir için Yüce Allah, ABESE suresini indirmiş, “bir daha böyle yapma” diyerek Peygamberinin şahsında ümmetin dikkatini çekmiştir.

2-Başkalarının alaya alınmasını, lakabla çağrılmasını, ayıplanmasını yasaklamış , sû-i zan ve gıybet gibi çirkin, onur kırıcı davranışlardan uzak kalınmasını istemiş ,

3-Kaş-göz hareketleriyle de olsa insanların gururunu inciten ölçüde ve tartıda hilekâr davranan, verirken az veren, alırken çok alan, böylece başkasının hakkına tecavüz edenlere yazıklar olsun buyurarak böyle kimselerden razı olmadığını ortaya koymuş,

4-Zekât, fitre ve sair sadakalar verilirken başa kakmadan, eziyet etmeden verilmesini emretmiş ,

5-Kudsî hadislerinde, hasta kullarını ziyaret edenlerin, bizzat kendisini ziyaret etmiş olacaklarını, susuz kalmışlara su verenlerin bizzat kendisine su vermiş olacaklarını açıklamıştır. Bütün bunlar İslam’da insan haklarına gösterilen fevkalade hassasiyetin bir ifadesidir.

6-İslam’ın insan haklarına verdiği değerin bir tezahürü de ana-babanın haklarına verdiği değerden anlaşılmaktadır. Bu iki varlığın hukukuna hakkıyla riayet edilse bütün insanlığın hukukuna riayet edilmiş olacaktır. Çünkü insanlığın yarısı anne veya anne adayı, yarısı da baba veya baba adayıdır. Mesela Allah, Kur’an-ı Kerim’de ana-baba hakkını, hemen kendi hakkından sonra zikretmiştir. Bırakın sövmeyi, dövmeyi, ana-babaya “öff” demeyi bile yasaklamıştır. Hadis-i şerife göre, anne hukuku o kadar üstün tutulmuştur ki, anne evladını çağırdığında evlat namazda dahi olsa, namazı bozup anasının çağrısına, namazdan sonra da babasının davetine icabet etmesi gerekmektedir. Çocuk babasının önünde yürümeyecek, ondan önce oturmayacak, ismiyle babasına hitap etmeyecek, babasına sövdürmeyecektir. Ana-babaya isyan büyük günahlardan , onlara itaat ve dua da amellerin en faziletlilerinden sayılmıştır.

7-İslam’ın insan haklarına verdiği değerin diğer bir tezahürü de, akrabanın, komşunun, kadının haklarını gözetmiş olmasıdır. Mesela, Cenâb-ı Hak akrabanın hukukuna saygı duyulmasını emretmiş ve O’nun elçisi Hz. Muhammed (s.a.) de onların ziyaret edilip, gönüllerinin hoş tutulmasını tavsiye etmiş , akrabadan ilişkisini kesenlerin Allah’ın lanetine uğrayacaklarını söylemiş: “Sana gelmeyene git, sana haksızlık yapanı affet, sana vermeyene ver” sözüyle de akrabayla ilişkinin sıcak tutulmasını istemiştir. İslamiyet komşu hakkını da fevkalade üstün tutmuştur. Mesela; Hz. Peygamber (s.a.) Cebrail’in (a.s) kendisine geldiğini, komşu hakkından ısrarla söz açtığını o kadar ki komşuyu komşuya mirasçı edeceğini sandığını, komşusuna güven vermeyenin mü’min olamayacağını, dine ve ırka karşı bir tavrı yoksa, komşusuna üç günden fazla dargın ve küskün kalamayacağını söylemiş, komşusuna selam vermesi; davetini kabul edip, hastalandığında ziyaret etmesi, ölünce cenazesine katılması, kendisi için istediğini, komşusu için de istemesi gerektiğini açıklamıştır.

8-Kadın haklarına gelince; günümüz medeniyeti, kadını koruyan surları ve kaleleri yıkmıştır. Bugün kadın, silahsız, zırhsız, sipersiz savaşan bir asker gibi amansız düşmanlar karşısında savaşmaya mecbur edilmiştir. Doğal ve huzurlu dünyasından koparılan kadın, dışı süs, içi pis, dışı cennet, içi cehennem olan bir ortama itilmiştir. Yüce dinimiz İslamiyet, kadının böyle ortamlarda telef olmasına karşı çıkmış, onun bir anne veya anne namzedi olduğunu, ayaklarının altında cennet bulunduğunu, yani saygı duyulması gereken bir hanımefendi olduğunu, mirastan pay alabileceğini, şahitliğinin kabul edilebileceğini, erkeğin yarısı olduğunu, ana-baba için erkek evlatla, kız evlat arasında hiçbir farkın olmadığını, kadın ile erkeğin birbirine benzer iki insan, iki ortak, birbirine denk iki eş olduğunu açıklamıştır.

HZ. PEYGAMBER’İN (S.A.V) HAK HASSASİYETİ

Hz. Muhammed (s.a.) Efendimiz de son demlerinde ağır hasta iken yatağından kalkmış, ashabın kolları arasında mescide gitmiş ve bütün insanlığa çok önemli bir mesaj vermiştir. Herkesin, özellikle yöneticilerin başucuna asmaları gereken o mesaj şudur: “Arkadaşlar! Bilerek veya bilmeyerek şimdiye kadar kimin hakkını almış isem işte malım, gelsin, alsın. Kimin canını, onurunu ve gururunu incitmiş isem işte canım gelsin, intikamını alsın. Benim yanımda sizin en aziziniz hakkını alan veya ondan vazgeçip helal edendir. Ancak bu şekilde ben Rabbimin huzuruna ayıpsız gidip, kurtulabilirim.

Bu izahlardan anlaşılıyor ki, Allah’ın insanlık âlemine layık gördüğü son din İslam, üstünlerin hukukunu değil, hukukun üstünlüğünü getirmiştir. Ona göre güçlü haklı değil; haklı güçlüdür. Haklı, zayıf, fakir, namsız ve nişansız , hatta gayr-i müslim bile olsa…

Vehbi Karakaş / Demokrat Gebze