Kategori arşivi: Yazılar

Asrın Dahisi Bediüzzaman Hazretlerinin Vefatı

Asrın Dâhisi, Risale-i Nur’un Müellifi, Bediüzzaman Hazretlerinin Vefatı

Bediüzzaman Said Nursî, 1878’de Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğmuş, ilk eğitimini küçük yaşta ağabeyi Molla Abdullah’tan almış. Tağ köyündeki medresede sarf ve nahiv kitaplarını “İzhar”a kadar okudu, daha sonra Doğubayazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celâlî’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim görür. İcazetini on dört yaşında iken alır.

Doğudaki ilim merkezlerini tek tek dolaşan Said Nursi Hazretleri, o dönemin medrese âlimleri arasında ilmî münazaralara katılır. Şarktaki âlimlerin karşısında rüştünü ispatlayan Said Nursî, genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi herkesi hayrete düşürür. Zamanın âlimleri ona “Bediüzzaman” (zamanın eşsizi) unvanı takarlar.

Bediüzzaman, üç devir görmüş: Meşrutiyet, İttihat ve terakki, Cumhuriyet.

1878 den 1916 ya kadar gençlik hayatı. (mutlakıyet ve meşrutiyet dönemi)

1916–1923  “Eski Said” dönemi.(Risale-i Nur’a yoğunlaştığı dönem)

1923–1949 Risale-i Nur’un telif dönemi ve “Yeni Said” dönemi. (istibdad dönemi)

1949–1960 “üçüncü Said” dönemi.

“Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdâs etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esâsât ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imhâ ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerâfet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihât ve tafsilât ile ifâ-i vazife ederler.” (Şuâlar, s. 563.)

Müceddidliğin bu tarifi ışığında, Risale-i Nur’u inceleyen müdakik bir kimse, külliyatın 6 bin sayfasından Müceddidin mührünü görecektir.

Bediüzzaman kendini yenileyen bir müceddid’dir. Eski Said, Yeni Said ve üçüncü Said tabirleri, hayat devrelerini tekâmül seyri olarak görmek lazımdır. Örneğin: ilk hayat devresi olan Eski Said, sonraki hayatı için bir hazırlık zamanı (mukaddemat-ı ihzariye) mahiyetindedir. Keza diğer iki devrelerde ayni.

Mesela, gençlik döneminde Miran aşiret reisi Mustafa Paşayı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre’ye, sosyal faaliyetleri takip etmek ve içinde bulunmak üzere 1894 yılında Mardin’e gider. Böylece cesaret ve ilmi sahadaki yeri belli olur. Hata sosyal faaliyetlerini hazım edemeyen ve rahatsız olan Mardin Valisi, onu Birtlis’e sürgün eder.  Kaderin cilvesi adeta sürgün hayatı Mardin’den başlar…

Bediüzzaman’ın ilmî vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın dikkatini çeker. Ömer Paşa Bediüzzaman’a vilâyet konağında kalmasını arzu eder. Bitlis vilâyet konağında geçirdiği iki yıl müdetinde, din ilimlerine olduğu kadar fen ilimlerine de vakıf olur.

Bediüzzaman, davet üzerine Van’a gider, 10 yıl kadar kalır. Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğü fark eden Bediüzzaman, medreselerde din ilimleriyle birlikte müspet ilimlerin de okutulması gerektiğini düşünür. İşte o zamandan itibaren zihninde, “üniversite projesi”  “Medresetüzzehra” teşekkül eder.

Said Nursi Hazretleri gibi bir ulemanın, Van’ın çok yetersiz kaldığını düşünen Osmanlı paşası Van Valisi Tahir Paşa, İstanbul’a gitmesi için teşvik eder, nihayet Bediüzzaman, 1907 yılının sonlarında İstanbul’a gitmeye karar verir.  Niyeti, fen ilimleriyle din ilimlerinin beraber okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmekti. Van valisi Tahir Paşa’nın, Sultan Abdülhamid’e yazdığı referans mektubu ile İstanbul’a gider, yaptığı müracaat ve görüşmelerde umduğunu bulamayan bediüzzaman, birçok meşakkatlerden sonra tekrar Van’a döner.

1915’te 1. Dünya harbine, doğu cephesi gönüllü alay komutanı olarak savaşa katılır. Savaş esnasında ayağında aldığı yara neticesinde 2,5 yıl Rusya’da esir kalır. 1917’deki Bolşevik İhtilali esnasındaki kargaşadan yararlanarak firar eder. 1918’de İstanbul’a gelir. Osmanlı’nın en üst düzey dinî danışma merkezi olan Dar-ül Hikmet-il İslamiyye’de arkadaşlarının ısrarı üzerine görev alır. İngilizlerin İstanbul’u işgali yıllarında onların aleyhinde Hutuvat-ı Sitte adıyla risaleyi neşreder.

Bediüzzaman, 1922’de Ankara Hükümet’i tarafından meclise ısrarla davet edilir. Mebusların çoğunun namaz kılmadığını gören Bediüzzaman, namazın ve ibadetin önemini içeren bir konuşma yapar. Meclis başkanı M. Kemal bundan rahatsız olur.

Bediüzzaman, hiddetlenerek şöyle cevap verir:

 “ Paşa paşa! Kâinatta en büyük hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur.” der.

M. Kemal tarafından kendisine teklif edilen şark umum vaizliği, mebusluk ve daha birçok cazip teklifleri reddederek 17 Nisan 1923’te Van’a döner.

1925 yılında Van’da eğitim faaliyetlerinde bulunurken, o sırada meydana gelen Şeyh Said hareketi sebebiyle, bu harekete karşı çıktığı halde tedbir olarak önce Burdur’a, ardından 1926 yılında Isparta ve Barla’ya gönderilir. Barla’da 9 yıl kaldığı süre içerisinde Risale-i Nur eserlerinin çoğunu burada yazar. Hizmet-i Kur’an’iyeden rahatsız olan zamanın hükümeti Bediüzzaman’ı 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirilir. 20 Nisan 1935’te oturduğu evde arama yapılır, kitaplarına el konur. Hakkında soruşturma başlatılarak Eskişehir hapishanesine 120 talebesiyle gönderilir. Eskişehir ağır ceza mahkemesinin 19 Ağustos 1935’te verdiği kararla 11 ay hapis ile birlikte Kastamonu’da mecburi ikamete tabi tutulur.

20 Eylül 1943’te Isparta savcısından gelen talimat üzerine tutuklanır ve Isparta’ya gönderilir. Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli’deki dava ile birleştirilmesi kararının alınmasıyla 25 Ekim 1943’te Denizli’ye sevk edilir. 15 Haziran 1944 günü mahkemenin beraat ve tahliye kararına rağmen zamanın hükümeti Afyon’un Emirdağ ilçesine mecburi ikametini emreder. 17 Ocak 1948 günü evinden alınarak Afyon hapishanesine gönderilir. 16 Aralık 1948’de mahkeme, 20 ay ağır hapis cezasına hükmeder.

Karar daha sonra temyiz edilir ve Yargıtay kararı Bediuzzaman’ın lehine bozar. Yargıtay’ın beraat kararına rağmen Afyon ağır caza mahkemesi yargılanmayı uzatarak 20 aylık sürenin hapiste geçmesini sağlar. 20 Eylül 1949’da serbest bırakılır. Ancak Ankara’dan gelen emirle Afyon’da mecburi ikamete tabi tutulur. En son,1952’de gençlik rehberi için İstanbul’da açılan davaya katılarak beraat kararı ile son bulur.

27 yıllık sürgün hayatının önemli kısmı ceza evlerinde geçen Bediüzzaman’a 19 defa zehir verilmesine rağmen en ağır şartlar altında 6000 sayfa, yani yüz otuz risaleyi, yirmi üç sene de tamamlar. Din-i Hak olan İslâmiyet’i ve âlem-i insaniyetin hidayet güneşi olan Kur’an’ın mucizeliğini bütün dünya efkârı muvacehesinde ve bütün fikir ve felsefe sahasında cerhedilmez kat’î deliller göstererek ispat etmiştir.

1950’de çok partili hayata geçildiğinde hürriyet ve demokrasi genişledi. Bediüzzaman, bu dönemde eserlerini matbaalarda bastırdı. 2 Aralık 1959’da Ankara’ya yaptığı ziyaret artık Bediüzzaman’ın veda seyahatlerinin başladığı dönemdir. Ankara, Emirdağ, Konya, Isparta, İstanbul seyahatlerinde bulunur, talebeleriyle görüşür.

En son 31 Aralık 1959 günü Ankara’ya gider. Ancak, bu defaki gelişi basında tartışmalara yol açar. Demokrat Partili milletvekillerinin kendisini davet ettiği yönünde asılsız haberler yayınlanır.  Ertesi gün İstanbul’a hareket eder. İstanbul’da bir gece kalarak talebeleriyle görüşüp vedalaşır. 3 Ocak 1960 gününün akşamı tekrar Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır. Ankara’da, Beyrut Palas Oteli’nde kalır. Ertesi gün talebeleriyle görüşür ve son dersini yapar. “Vasiyetnamem Hükmündedir” dediği son dersinde Bediüzzaman; kendi hayatından, sahabelerden ve Resulullahın (a.s.m.) hayatından örnekler vererek, talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlâsla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye eder.

6 Ocak 1960 günü Konya’ya, oradan da Emirdağ’a, 11 Ocak’ta gene Ankara’ya gitmek için yola çıkar. Ancak bu kez Bediüzzaman’nin şehir merkezine girişi polis tarafından engellenir. Ankara’ya girmesi engellenen Bediüzzaman, Emirdağ’a geri döner. Buradaki bir haftalık ikametinden sonra 20 Ocak günü Isparta’ya döner.

Bediüzzaman ağır hasta, 19 Mart 1960 tarihinde yanındaki talebelerine Ş.Urfa’ya gitmek istediğini söyler. 82 yaşındaki Bediüzzaman ağır hasta haliyle yola çıkar. 20 Mart’ta yağmurlu bir havada başlayan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu. 21 Mart günü Ş.Urfa’da, İpek Palas Oteli’ne ikameti sağlanır. Bu arada otele gelen polisler, İçişleri Bakanı’nın emriyle derhal Isparta’ya geri dönmeleri gerektiğini tebliğ ederler. Bunu duyan Ş.Urfa halkı otelin önünde toplanır ve gitmesine razı olmazlar. Bu baskı sürerken asrın dahisi, Risale-i Nur’un müellifi, Bediüzzaman hazretleri 23 Mart 1960 günü, 27 numaralı odada sabaha karşı vefat eder.

Büyük bir kalabalıkla kılınan cenaze namazından sonra Bediüzzaman’ın naaşı Halilürrahman Dergâhı’nda defnedilir. Kaderin cilvesi iki ay sonra 27 Mayıs 1960 ihtilali olur. İhtilal komitesi tarafından, Bediüzzaman’ın kabri nakledilmesine karar verilir. 12 Temmuz 1960 gecesi Ş.Urfa’daki mezarını kırdırarak naaşı askeri bir uçakla, Afyon askeri havaalanına indirilir. Bir iki talebesi dışında bilinmeyen bir mezara defnedilir. Hayatta iken O’nun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da rahat bırakmamışlar. Allah Rahmet etsin. Âmin…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

18.3.2014

 www.NurNet.org

Şükürle Borçlu İnsan (Şiir)

Ey insan! Bak kendine, gör büyük Allahını,

Kim yaptı tek hücreden mucize varlığını?

Yüz bin kilometre incecik damarlarını?

Bu yol, Allah’ına minnettar olmaya gider.

 

Söyle bakalım! Görmeyen, göz yapabilir mi?

Acaba gözün mucidi,  o akılsız  tabiat mi?

Yoksa mu’cize eserler, tesadüf eseri mi?

Hayır varlıklar manen bize Allah yapti der.

 

Hulasa-i mahlukat, şerefli mahluk sin sen!

Kâinat senin için, yaratıldığını bilsen?

Mahlukatta şerefli kul, olduğunu görsen?

Buna, aklı olanlar, secde yapmaya gider.

 

Evet! O sana göz vermiş, ona  muhtaç sinsen ,

Burun vermiş, koku alasın kavun ve gülden,

Kulaklar vermiş, hissesiz kalmayasın sesten,

Bu ni’metler senden ciddi bir teşekkür ister.

 

Dişlerini kim yaptı, onlara kaç para verdin?

Boynun sabit olsaydı, saga  nice dönerdin?

Arka dişlerin önde olsaydı, nasıl yerdin?

Rabbine şükret, çünkü bu ni’metler onu ister.

 

Topal olurdun, bir ayağın kısa olsaydı?

Ne olurdu halın, böbreğin çalışmasaydı?

Böbrek Kıymet kazanır, insan  onsuz kalsaydı?

Bunlar için Allah, kulundan şükretmek ister.

 

Kalbin, saniyede altı litre kan pompalar,

Böbreklerin, iki sıvıyı ayırır  salar,

Kara ciğerin, kanı temizlemeye yarar

Bu cevarihler,  senden Allaha kulluk ister.

 

Safra kesede ki asit,  kabuk eritiyor,

Bu hal, mide gömleğini iki günde yiyor,

İki gün sonra, Allah yenisini yapıyor.

Bizim faydamız için, bunu kim yaptı göster?

 

Vücutta, saniyede elli milyon hücre ölür,

Yerine başkası gelince, vücut treni yürür,

İnsanın hayatı, ancak böyle devam görür,

Bunlar kimin san’atıdır, sen kullukla göster.

 

Beyninde küçük yerde bin kitap yazılıyor,

Bunu annen- baban yapmadı, nasıl oluyor?

Yenilen cansız maddeler mi oluşturuyor?

Ölü maddeden yaptıranı, şükürle göster.

 

İnsanın ellerine, Allah parmaklar  koymuş,

Baş parmak hariç, ikişer menteşe konmuş,

Hücre olan vücut tuğlası, yüz trilyonmuş,

Bütün bunlar, senden günülden teşekkür ister.

 

Vücudumuzun yüzde altmış beşi su imiş,

Yaratıcı, suyu hassas  bir madde yaratmiş,

Tesisatçı, kalaycı işini suyla denermiş,

Denemeden olursa, sonra su akar gider.

 

Bak,bizim hiçbir tarafımızdan su sızmiyor,

Bizi utandıracak vaziyete sokmuyor,

Yoksa insan onu anahtarla mı sıkıyor?

Bütün bunlar, bize Allahına şükret derler.

 

Şikâyet etme,  sana ni’met verene şükret,

Kanserliyi görsen, parmak ağrisi değil dert,

Her zaman senden daha dertliyi gör, rahat et,

Ağlaşmayı bırak, nimet senden şükür ister.

 

Ey insan! Oku ve düşün, seni yapanı bil,

Sende gafil gibi, sağa sola uzatma dil,

Didin ve uğraş, olumsuzları kafandan sil,

Silmezsen, bilmezsin ni’metler kimden geldiler.

 

Risaleleri oku, var olan Allah’ı bul,

Me’mur olduğun ibadeti, zevkle yap  kurtul,

Cenneti kazanmak için hiç durma, koş yorul,

Sen koşup yorulmazsan,  cennet elinden gider.

 

Kafanı çok çalıştır, eğer değilsen alil,

Bunlar Rabbini gösteren, yalnız bir kaç delil,

Uğraş, kafandaki şüphelerin tümünü sil,

Silmezsen, yaptığın sevaplar elinden gider.

 Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.Org

Helâl Olsun!

Yediğimize, içtiğimize çok dikkat ederiz. Hele çocuklarımız varsa, onlara yedirdiklerimize ayrı bir özen gösteririz.

Aman katkı olmasın, aman GDO olmasın, aman organik olsun vs.

Bunun gibi giysi, eşya, araba, ev ne alıyorsak alalım hep bir takım kıstaslarımız vardır.

Meselâ bazı insanlar ayakkabı seçiminde görüntüye önem verirken, bazı insanlar için rahatlık önceliklidir.

Kimi alacağı arabanın hızına ve çevikliğine dikkat eder kimi ise az yakıtla çok yol kat etmesine.

İnsanlarla ilişkilerde de benzer durumla karşılaşırız.

Sadece annesinin sevebileceği insanları bir kenara bırakırsak; herkes arkadaş sahibi olduğuna göre, herkesle arkadaşlıktan hoşlanan birileri var demektir. Yani her fıtratta insan kendine uygun arkadaş bulabilmektedir. Kimi hoş sohbet arkadaş sever kimi boş sohbet etmekten hoşlanır. Bazısı sırtında yaşayacağı bir konakçı arar, bazısı ağzından çıkacak her kelimeden istifade edebileceği bir âlim.

Bu tercihlerin bir kısmı fıtrîdir yani yaratılışta kendisine verilen karakteri ile ilgilidir, bir kısmında ise sonradan öğrenilen bilgiler ve tecrübeler etkilidir.

Bazılarının tercihlerinde ise karar mekanizması inançtır. İnanan insan tercihini yaparken “bunu yapmam helâl mi?” süzgecinden de geçirir.

Yediğim içtiğim helâl mi?

Kazancıma haram karıştı mı?

Bu düşünceler içerisinde, yılandan kaçar gibi haramdan kaçar.

Bazılarına göre bu tip insanlar hayattan hiç bir zevk alamaz.

Evet, yazının konusu bu cümle etrafında olacak.

Haramlardan kaçarak yaşanan bir hayattan lezzet alınır mı?

Öncelikle lezzeti tanımlamakta yarar var.

Türk Dil Kurumu diyor ki:

Lezzet: 1. isim Ağız yoluyla alınan tat 2. Herhangi bir şey karşısında duyulan zevk, haz.

Lezzet, hoşlanmak, zevk almak, keyif duymak anlamlarına gelir. Bu bir yiyecekten de olabilir bir fiilden de bir insandan da.

Hayatımızın tüm alanlarını düzenleyen dinimiz, bazı şeyleri yasaklamış bazı şeyleri ise serbest bırakmıştır. Basitçe, serbest bıraktıklarına helâl, yasakladıklarına haram diyoruz.

Cevap arayacağımız soru: Acaba hayatımıza bazı sınırlamalar getiren inancımız, bu sınırlamalarla hayattan keyif almamıza mani olmakta mıdır?

Buna cevap verebilmek için dinimizin neyi yasakladığını bilmemiz gereklidir.

İslâm’ın, toplumu tahrip ettiği için şiddetle yasakladığı 7 davranışa 7 kebair(büyük günah) denir.Bunları sıralayacak olursak:

  • Allah’a şirk koşmak,
  • Sihir yapmak,
  • Haksız yere adam öldürmek,
  • Yetim malı yemek,
  • Faiz yemek,
  • Harpten kaçmak,
  • Namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak.

Hem kişiye hem topluma zararlı olan bu yedi günahla beraber diğer büyük günahlardan da sakınanlara Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle mesaj gönderiyor:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.” (Nisâ Suresi, 4:31)

Şimdi teker teker bu maddeleri inceleyelim, bakalım hayattan lezzet almaya maniler mi?

Allah’a şirk koşmak: Allah’a şirk koşmaktan zevk alabilmek için ya kendini tanrı ilân etmek ya da putperest olmak icap eder ki, her iki durumda da kişi zaten İslâm hudutları dışına çıkacağı için konumuzun da haricinde kalacaktır.

Sihir yapmak: Böyle bir davranış sadece İslâm tarafından değil, her tür toplumda hoş karşılanmayan bir davranıştır. Komşusunun sihirle, büyüyle uğraştığını bilen bir insan gece rahat uyuyabilir mi? Dolayısı ile sihir yapmayı yasaklamak, sihir yapan kişi hayattan daha az lezzet alsın diye değil, toplum huzur ve güven içinde olsun diyedir.

Haksız yere adam öldürmek: Bu madde de bir önceki madde gibi sadece İslâm tarafından yasaklanmış bir madde değildir. Toplumun huzur ve güveni için, tüm toplumlarda haksız yere adam öldürmek cezayı gerektirir.

Yetim malı yemek: “İslâm dini, yetim malı yememi yasaklayarak, hayattan zevk almamı engelliyor.” dediğini işittiğiniz bir kimseye nasıl bir tepki verirsiniz? Peki, inançsız bir kişi nasıl tepki verir? Aynı tepkiyi verir değil mi? Bu da İslâmlığın değil insanlığın gereğidir.

Faiz yemek: İşte bu yedi madde arasında itiraz gelebilecek tek madde budur. Faiz günümüzde o kadar yaygın olarak hayatımıza nüfuz etmiştir ki, çoğu kimse bunun büyük günahlardan olduğunu kabul etmek istemez. Bazıları da kendilerince çeşitli tevillerle kendilerine bir kapı açma gayretine düşerler. Hâlbuki faiz yemek hayatî bir durum değildir. Faizi yemese de hayatını devam ettirebilir insanlar. Fakat faiz paraya haram karıştırmak olduğundan, beklediklerinin aksine, paralarındaki bereketin kaybolmasına sebebiyet verir.

Harpten kaçmak: Vatana ihanettir.

Namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak: Bunu yapmaktan keyif alan bir insan var mıdır? Bunu yapmaktan keyif alan biri insan mıdır?

Görüldüğü gibi bu 7 büyük günahı işlemek, “hayattan lezzet almak” kavramıyla bir arada düşünülemeyecek davranışlardır.

Ancak İslâm’ın yasakladıkları bu yedi madde ile sınırlı değildir tabii ki. Zaten hayattan zevk alma konusunda itiraz gelen maddeler de bu gelecek kısımda bulunmaktadır.

İşte İslâm’ın yasak ettiği bazı davranışlar.

Yalan söylemek: Çok sık başvuruluyorsa hastalık olarak değerlendirilir. Yalan söyleyen belki anlık bir lezzet alabilir ancak sonrasında gördüğü zarar o lezzeti zehir eder. Ayrıca sonradan ortaya çıkabilecek çatışmaları önlemek için kime hangi yalanı söylediğini hatırda tutmak da ayrı bir hafıza çalışması gerektirir. Oysa yalan söylemeyen kişi hem bu hafıza yükünden kurtulur, hem de yalanının yakalanması gerginliğini hiçbir zaman yaşamaz.

Domuz eti yemek: Son zamanlarda sofralarımıza sokulmaya çalışılsa da toplumumuzda pek yer edinmiş bir et türü değildir domuz eti. Yaşadığı ortam ve yedikleri itibarı ile zaten herkesin midesinin kaldırmayacağı bir hayvan olan domuzun etini yemenin nasıl bir zevk olabileceğini bilemiyoruz. Ancak yemesi helâl olan dana, koyun, keçi ve benzeri hayvanların etini tercih etmek, pek de fazla bir lezzet kaybına sebep olmasa gerektir. Domuz eti ile ilgili diğer sağlık problemlerine girmiyoruz.

İçki içmek: İşte bu konunun can alıcı kısımlarından bir tanesi.

İçki içen insan bundan nasıl bir keyif alır?

Zannediyorum ki içkiden vazgeçmek istemeyen insanlar bundan iki türlü keyif alıyorlar.

Birincisi lezzetli bir içecek olarak keyif alıyorlar ki bu açıdan bakıldığında, helâl ve lezzetli pek çok alternatif bulunduğundan, çok fazla bir keyif kaybı yaşanmasa gerektir.

İkinci sebep ise bu içkilerin verdiği sarhoşluk halidir. İşte vazgeçilemeyen de budur. Bunun da aşırısı her tür toplumda hastalık olarak kabul edilir.

Allah insanı diğer mahlûklardan üstün yaratmıştır. Üstünlük ise akıl ve irade bakımındandır. Bu akıl ve irade, Allah’ı (C.C.) diğer yaratılmışlardan farklı şekilde bilebilmesi için insana verilmiştir.

Yani Allah C.C. arzda bir halife olarak insanı yaratmış, bu makamın gereği olarak akıl, irade vermiş ve kendisiyle bunlar aracılığıyla muhatap olmasını istemiştir. Sarhoşluk ise bu iki vasfı bir nevi reddetme ya da askıya almak gibidir. Bu açıdan bakıldığında sarhoşluğun, bir gram lezzetinin yanında ne kadar büyük bir zarar olduğu görülebilir.

Zina: Bırakılması en zor haramlardan bir tanesi de zinadır. Ancak evlilik ve sadakat, zina haramının kapısını kapatabilir. İslâm bu fiili haram ederken aynı anda helâl dairesinde alternatifini de sunmuştur. Dolayısı ile bu alanda da hayattan lezzet almayı ortadan kaldırmamaktadır.

Elbette yasaklar bunlarla sınırlı değil, insan ve toplum hayatına bir disiplin getiren daha pek çok yasaklar var. Ancak yukarıda yaptığımız gibi bu yasakları incelediğimizde hayattan lezzet almaya mani olmadıklarını görebiliriz.

Anlaşılıyor ki, haram davranışlar ya kişisel ya da toplumsal zararlara sebebiyet vermektedirler. İslâm ise bunları disipline etmekte, mümkün olanlara zararı ortadan kaldıracak şekilde izin vermektedir.

Bütün bu söylediklerimizi Bediüzzaman Said Nursi tek bir veciz cümle ile çok güzel özetlemiştir:

Helâl dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye gerek yoktur.

Son söz olarak bu ifade üzerinden bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Diyor ki Bediüzzaman:

Helâl dairesi “keyfe” kâfidir.

Yani helâl dairesinde kalmak hayattan keyif almayı engellemez.

Hayatî ihtiyaçlar ise zaten Rahmânî taahhüt altındadır. Hiçbir hayatî ihtiyaç insanı harama sevk etmez. Kaldı ki, hayatî tehlike söz konusu olduğunda, bu tehlike ortadan kalkana kadar bazı haramların haramlıkları da ortadan kalkmaktadır.

Helâlden kazanmanın, helâlden yemenin, helâlden giymenin, helâl dairede yaşamanın huzuru, keyfi, mutluluğu ve zevkinden ise hiç söz etmedik. Bir de bunları hesaba katarsanız, haram akıl işi değildir.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/

Bir suizan olayı nasıl çözüldü?

Ulu Cami’deki vaiz, az fakat öz konuşuyordu: “Sakın suizanda bulunmayın. Hatta hüsnüzan mümkün oldukça suizanna yönelmeyin…” Şunu da ilave etmişti: “Olabilir ki, suizanda bulunduğunuz kimse sonunda zannettiğinizden başka türlü çıkar da mahcup olur, günaha girersiniz.”

Bunları dinledikten sonra cami avlusunda eski bir dostu ile karşılaştı Vehbi Bey. Hal hatır sorup dertleştikten sonra dostu ayrılınca bir başka tanıdığı yaklaştı yanına: “Sen,” dedi. “Bu sapıkla samimi olma. Bu herif itikadı bozuğun biri. Namazlarını abdestsiz kılıyor!”

Şaşırmıştı Vehbi Bey. Ne diyeceğini bilemez halde biraz düşündükten sonra kendini toparladı: “Ben dedi, zatı çok eskilerden tanırım. Hizmet ehli, takva sahibi bir Müslüman’dır. Namazını abdestsiz kılacak biri değildir. Suizanda bulunma. Bak hocaefendi ne söyledi camide. Suizan kötü şey. Yanılma ihtimali çok fazla. Sormadan karar vermeyin…”

“İyi de benimki suizan değil. Sanki bir müşahede” diye diretti iddiacı.

Bu defa iyice şaşırmıştı, Vehbi Bey.

“Nasıl bir müşahede?” diyebildi.

“Geçen gün” dedi, “Caminin tuvaletinden çıktım. Hemen yanımdakinden de o çıktı. Ben abdest alma yerine gittim. O da camiye gitti. Sonra birkaç defa daha gördüm. Hep tuvalete giriyor, sonra da abdest almadan camiye gidiyor.”

Bununla kalmadı, bir teklifte de bulundu:

“İstersen ikindi namazına erken gel, avluda bekle, sen de gör. Tuvalete gidecek, sonra çıkıp abdest almadan camiye yönelecek.”

İnanılacak gibi değildi. Ama başka çare de yoktu. İster istemez ikindiye erken gelip cami avlusunda beklemeye başladı. Nitekim az sonra o da geldi. Tuvalete girdi, sonra pantolon kemerini bağlayarak çıkıp doğru camiye girdi…

Dünyası yıkılmıştı. Nasıl olup da namazını abdestsiz kılacak duruma düşmüştü bu hizmet ehli? Karmakarışık duygular içinde ikindiyi kıldıktan sonra cami avlusunda koluna girip şuradan buradan konuşmaya başladı:

“Sularınız akıyor mu, abdest işini nasıl yapıyorsun?” dedi.

Derinden bir nefes alan dostu:

“Sorma,” dedi. “Abdestte vesveseye kapılıyorum.”

“Neden vesveseye kapılıyorsun?”

“Çıbandan, çıbandan” dedi ve başladı anlatmaya:

“Bir süreden beri göbeğimin altında bir çıban çıktı, bir türlü iyileşmedi. Yolda beni bir vesvesedir alıyor. Çıbanın üzerindeki sargı çözülmüş olabilir, yara kanayıp abdest bozulmuş olabilir, diye. Ben de bu vesveseyi yenmek için camiye girmeden önce tuvalete giriyor, açıp bakıyorum. Çıbanın kanamadığını, abdestimin bozulmadığını görüyor, bundan sonra emin bir şekilde camiye gidip huzur içinde namazımı kılabiliyorum. Malum ya, abdest ihmale gelmez. Abdestsiz ne namaz olur, ne niyaz!”

Vehbi Bey, döndü, kulak misafiri olan iddiacıya baktı. Bir şey söylemeye gerek kalmamıştı. Çünkü gözyaşlarını tutamıyordu iddiacı. Yaklaştı:

“Şimdi anlıyorum hatamı” dedi. Ve devam etti: “Ben de geriden görünüşe göre hüküm vermeyip Vehbi Bey gibi sormalı idim. Sormadan hüküm vermekte ne kadar yanlış yaptığımı şimdi daha iyi anladım. Said Bey ver elini öpeyim, bana hakkını helal et, senden özür diliyorum.”

Kucaklaşıp helalleştiler.

Mehmet Dikmen

Medeniyetleri yıkan hastalık: “Fitne”

Seni zaafa uğratmak için ne planlar kurdular, ne sinsi oyunlar kurguladılar! Ama Büyük Vazifeli, Nebiler Nebisi (a.s.m.) hayatta idi o günlerde. O’nun (a.s.m.) engin ferasetine çarpıp çarpıp gerilediler. O’nun (a.s.m.) asıl hayata intikali sonrası “şimdi sıra bizde” dediler. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar olarak ortaya çıktılar. Amaç insanların kafalarını çelmek, kendilerine taraftar toplayıp İslam’ı bitirmekti. Ama ne Müseylemeleri, ne Tuluyhaları başarılı olabildi bu oyunlarda. Hz. Ebubekir’in sıddıkiyetine, Hz. Ömer’in adaletine çarpıp çarpıp perişan oldular.

Bu disiplinli toplumun önünde ne Roma ne de Pers İmparatorlukları durabiliyordu. Daha Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk yıllarında İslam orduları Anadolu topraklarına girmiş, huzur ve sükûn iklimi dört bir yanı çepeçevre sarmaya başlamıştı. Aydınlıktan rahatsız olanlar vardı. Hz. Peygamber’in sahabesi de olsalar, onları da birbirlerine düşürmenin yolları olmalıydı. Hz. Osman dönemi idi. Peygamberimizin (a.s.m.) “Melekler bile senden utanıyor” dediği bu büyük insan için fitne kazanları kaynamaya başlamıştı. Hakkında ortaya atılan iftiralar, uzak coğrafyadan kışkırtarak getirttikleri güruhlar ve derken İslam tarihinin utanç sayfası cinayet Medine’de işleniyordu. Evin ön kapısında Hz. Ali’nin iki mübarek oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin nöbet beklerken arka duvarı yıkarak girmiş ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) damadı Zinnureyn’i şehit etmişlerdi.

İşte istedikleri olmuş, fitnenin fitili ateşlenmişti. Sahabe, Hz. Osman’ın katillerini bulmak için seferber olacak ve iki grup halinde bir araya geleceklerdi: Hz. Ali’nin etrafında toplananlar ile Hz. Aişe’nin etrafındakiler. Niyet, amaç, hedef aynı idi. İki ordu o gün yan yana gelmiş, ne yapacaklarını istişare edeceklerdi. Hava kararmak üzere idi. Yarın görüşürüz denildi ve herkes çadırlarına çekildi. Fitne uyumamıştı ama. Bu iki güzide topluluğu birbirlerine düşürebilirlerse düğün bayramdı birilerine. O gece ard niyetliler bu iki topluluğun içine sızacak ve gecenin karanlığında birbirlerine ok yağdıracaklardı. İki topluluk da sanacaktı ki diğeri bana saldırıyor. Ve gecenin karanlığında birbirlerine gireceklerdi. Sabah gün ağarırken biz Hz. Ali’yi Talha bin Ubeydullah’ın cenazesi başında ağlarken bulacaktık. Cennetle müjdelenmiş iki kişi bir arada idi. Biri gece şehit edilmiş diğeri ona gözyaşı döküyordu. Fitne başarmıştı!

Fitne hiç durmaz…

Aynı oyunları Sıffin’de de, Hakem Olayı’nda da, Kerbela’da da icra etmeye çalıştılar. İnanmışlar birbiri ile uğraşmalı, hak, batıla galebe çalamamalı idi. Emeviler dönemi ve Abbasiler döneminde İslam’ın sesi ufukları dolaşırken, bir tarafta İspanya’dan öbür tarafta Orta Asya’ya kadar ilerleme sağlanırken içeriden de kokuşmanın emareleri belli oluyordu. Emevilerdeki ırkçı anlayış büyük bir fitneye sebep olurken, servetin çoğalması ayrı bir gevşemeye sürükleyip götürüyordu toplulukları. Bazen bir yalçın dağ çıkıyordu toplumun önüne ve onun kahramanca duruşu toplumdaki tüm hastalıkları bertaraf ediyor, fitne ve diğer salgınların yayıcıları girecek delik aramaya başlıyorlardı. Bir Emevi halifesi olan Ömer b. Abdülaziz işte onlardan biriydi. İşe önce kendisinden başlamıştı zira. Kendisine ve eşine ait tüm zineti beytülmale teslim edip “işte böyle yaşanmalı” demiş ve yola öyle koyulmuştu. İdareci böyle olunca toplum da silkinip kendine gelebiliyordu. Toplumu bir dönem, Harici, Sünni, Şii diye bölmeye çalışanlar lal kesilmişlerdi. Fitnenin kapısını açmak için bu büyük fedakârı ortadan kaldırmak gerekecekti. Ve hayâsız suikastı işlemekten de çekinmediler.

Abbasilerin zayıfladığı yıllardı. Bağdat’taki Abbasi halifesi zor günler geçiriyordu. Şii Büveyhoğulları kendi akideleri adına Bağdat’ı ablukaya almışlardı. Sıkıntı had safhada idi. Birden Orta Asya bozkırlarından bir yiğit çıkagelecek ve fitnenin ocaklarını söndürecekti. Bu kişi Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’di. Ahlat’tan Diyarbakır’a, Halep’ten Kudüs’e kadar nice toprak Büyük Selçuklunun himayesinde idi. Zor ve sıkıntılı günler uzak değildi. Bu devleti yok etme adına İsmaili grupları suikast timleri ile Nizamülmülkleri, Melikşahları katlediyor ve kaos ortamında kendilerine yer edinmeye çalışıyorlardı.

Anadolu Selçukluları, Anadolu’da kapı gibi duruyor ve hem Haçlılara geçit vermiyor hem de bölgenin İslamlaşması için nice fedakârlıklar yapıyorlardı. Ama Ortadoğu’da sıkıntı vardı. Tunus’tan kopup gelen Fatimiler Mısır’ı ele geçirmiş ve Şii akideyi yayarak İslam’ın bağrında derin yaralar açmaya başlamışlardı. El-Ezher gibi dev eğitim kurumları ile propagandalarını yapacak kişileri yetiştirirken Selçuklunun Nizamiyeleri, onların karşısında bir set oluşturmaya çalışıyor, fitnenin kol gezmesine müsaade edilmiyordu.

Ortadoğu’nun keşmekeşliğinin ilacı Zengi Atabeyli’ğinde idi. İmadüddün ve oğlu Nureddin Zengi bir anda hayat oldular bölgeye. Fedakârdılar, yorulmuyorlardı. Affedici ve kuşatıcı idiler. Etraflarında toplananlarla büyük bir ilim ve sanat devleti kurdular. Bu dönemde Urfa, Antakya, Halep ve Şam Haçlılardan kurtarıldı. Kudüs’ü kurtaramadı Nureddin Zengi ama kurtaracak adamı, Selahaddin’i yetiştirdi. Fitnenin elini kolunu bağlayan Nureddin, fitnenin kafasını ezense Selahaddin olacaktı. Mısır’a kadar uzanacak ve bu bölücü devleti ortadan kaldırarak Mısır’a altın bir dönem yaşatacaktı. Eyyübiler döneminde Orta Asya’nın köleleştirilmiş çocukları itina ile yetiştirilecek ve geleceğin en büyük fitnesi Moğolları durduracak ordular ve kumandanları Eyyübiler eli ile hayat bulacaktı.

Fitnenin en büyüğü

Fitnenin en büyüğü kapıda idi. Birçok Müslüman’ın “Acaba bunlar Yecüc Mecüc müdür?” dedikleri Moğollar son derece acımasızca geliyordu. Harzemşahlardan Abbasilere kimse önlerinde duramıyordu. Acımasız olduğu kadar da inançsızdılar. İnançlara ve inanmışlara saygıları yoktu. Hatta toprakları arasındaki darmadağınık Müslüman topluluklara karşı Hıristiyanlarla ittifak bile kurmuşlardı. Papa, Moğolları, Müslümanlardan kurtulmak için nimet gibi görüyordu. Abbasi Halifesi, Hülagü tarafından halıya sarılarak üzerinden binlerce atlı askerini geçirterek öldürtülüyordu. Herkesin canının malının derdine düştüğü o günlerde kölelikten gelmiş Memluklu komutanları büyük bir birliktelik ile tek parça oldular ve Ayn-ı Calut ve Elbistan’da Moğollara hayatlarında unutamayacakları dersi verdiler. Aynı zamanda fitneyi boğarak bertaraf ettiler.

Moğollar Ortadoğu’da etkili olamadı ama Anadolu’ya girmişlerdi. Anadolu Selçuklu ne yazık ki o günlerde Alaaddin Keykubat’ın arkasından büyük bir ayrı gayrılık içinde idi. Basiretsizlik boyu aşmıştı. Ve esir edildiler. Moğollar her bir Anadolu şehrini haraca kesiyor, başlarına koydukları yöneticilerle adeta kan emiyorlardı. Türklerin teşkilatçılığını biliyorlardı. Bir hamlede ayağa kalkabilir, silkinip kendilerine gelebilirlerdi. O zaman içlerine fitne salmalıydılar. Birbirlerine düşürmeliydiler. Böylece bir daha doğrulma imkânı bulamayacaktı Selçuklular. Aynı anda hep iki Selçuklu Hükümdarı bulundurdular Moğollar Anadolu’da. Birbirlerine düşsünler, güçleri azalsın diye.

İşte o günlerde yine bir diriliş rüzgârı yaşanmaya başladı Anadolu’da. Bir tarafta Mevlana’nın rüzgârı ile dört bir yana yelken açan Mevlevi Tekkeleri, diğer tarafta Ahi Evran’ın yiğitleri, bir tarafta Anadolu’yu medreselerle dolduran Sahip Atalarıyla, Emir Karatayları ile Selçuklu vezirleri bir seferberlik başlattılar. Öldü bitti denilen toplum yeniden ayaklandırdılar ve hepsinden önemlisi düşmanları Moğolları etkileyerek İslam ile şereflenmelerini sağladılar.

Tarih nice sayfası ile şahittir ki toplumlar ne zaman ben demeye başlamış, dünyevi zenginliklere kalplerini kaptırmış, ilahi hedefleri ihmal etmeyi seçmişse fitne dirilmiş ve o toplumları parça parça ederek birbirlerine düşürmüştür. Ne zamanda toplumlar biz demiş, yaşatmak için yaşamış ve birlik beraberliği elden bırakmamışlarsa fitne o toplumların yakınına bile yaklaşamamıştır.

Talha Uğurluel

moraldunyasi.com