Kategori arşivi: Yazılar

Helâl Olsun!

Yediğimize, içtiğimize çok dikkat ederiz. Hele çocuklarımız varsa, onlara yedirdiklerimize ayrı bir özen gösteririz.

Aman katkı olmasın, aman GDO olmasın, aman organik olsun vs.

Bunun gibi giysi, eşya, araba, ev ne alıyorsak alalım hep bir takım kıstaslarımız vardır.

Meselâ bazı insanlar ayakkabı seçiminde görüntüye önem verirken, bazı insanlar için rahatlık önceliklidir.

Kimi alacağı arabanın hızına ve çevikliğine dikkat eder kimi ise az yakıtla çok yol kat etmesine.

İnsanlarla ilişkilerde de benzer durumla karşılaşırız.

Sadece annesinin sevebileceği insanları bir kenara bırakırsak; herkes arkadaş sahibi olduğuna göre, herkesle arkadaşlıktan hoşlanan birileri var demektir. Yani her fıtratta insan kendine uygun arkadaş bulabilmektedir. Kimi hoş sohbet arkadaş sever kimi boş sohbet etmekten hoşlanır. Bazısı sırtında yaşayacağı bir konakçı arar, bazısı ağzından çıkacak her kelimeden istifade edebileceği bir âlim.

Bu tercihlerin bir kısmı fıtrîdir yani yaratılışta kendisine verilen karakteri ile ilgilidir, bir kısmında ise sonradan öğrenilen bilgiler ve tecrübeler etkilidir.

Bazılarının tercihlerinde ise karar mekanizması inançtır. İnanan insan tercihini yaparken “bunu yapmam helâl mi?” süzgecinden de geçirir.

Yediğim içtiğim helâl mi?

Kazancıma haram karıştı mı?

Bu düşünceler içerisinde, yılandan kaçar gibi haramdan kaçar.

Bazılarına göre bu tip insanlar hayattan hiç bir zevk alamaz.

Evet, yazının konusu bu cümle etrafında olacak.

Haramlardan kaçarak yaşanan bir hayattan lezzet alınır mı?

Öncelikle lezzeti tanımlamakta yarar var.

Türk Dil Kurumu diyor ki:

Lezzet: 1. isim Ağız yoluyla alınan tat 2. Herhangi bir şey karşısında duyulan zevk, haz.

Lezzet, hoşlanmak, zevk almak, keyif duymak anlamlarına gelir. Bu bir yiyecekten de olabilir bir fiilden de bir insandan da.

Hayatımızın tüm alanlarını düzenleyen dinimiz, bazı şeyleri yasaklamış bazı şeyleri ise serbest bırakmıştır. Basitçe, serbest bıraktıklarına helâl, yasakladıklarına haram diyoruz.

Cevap arayacağımız soru: Acaba hayatımıza bazı sınırlamalar getiren inancımız, bu sınırlamalarla hayattan keyif almamıza mani olmakta mıdır?

Buna cevap verebilmek için dinimizin neyi yasakladığını bilmemiz gereklidir.

İslâm’ın, toplumu tahrip ettiği için şiddetle yasakladığı 7 davranışa 7 kebair(büyük günah) denir.Bunları sıralayacak olursak:

  • Allah’a şirk koşmak,
  • Sihir yapmak,
  • Haksız yere adam öldürmek,
  • Yetim malı yemek,
  • Faiz yemek,
  • Harpten kaçmak,
  • Namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak.

Hem kişiye hem topluma zararlı olan bu yedi günahla beraber diğer büyük günahlardan da sakınanlara Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle mesaj gönderiyor:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.” (Nisâ Suresi, 4:31)

Şimdi teker teker bu maddeleri inceleyelim, bakalım hayattan lezzet almaya maniler mi?

Allah’a şirk koşmak: Allah’a şirk koşmaktan zevk alabilmek için ya kendini tanrı ilân etmek ya da putperest olmak icap eder ki, her iki durumda da kişi zaten İslâm hudutları dışına çıkacağı için konumuzun da haricinde kalacaktır.

Sihir yapmak: Böyle bir davranış sadece İslâm tarafından değil, her tür toplumda hoş karşılanmayan bir davranıştır. Komşusunun sihirle, büyüyle uğraştığını bilen bir insan gece rahat uyuyabilir mi? Dolayısı ile sihir yapmayı yasaklamak, sihir yapan kişi hayattan daha az lezzet alsın diye değil, toplum huzur ve güven içinde olsun diyedir.

Haksız yere adam öldürmek: Bu madde de bir önceki madde gibi sadece İslâm tarafından yasaklanmış bir madde değildir. Toplumun huzur ve güveni için, tüm toplumlarda haksız yere adam öldürmek cezayı gerektirir.

Yetim malı yemek: “İslâm dini, yetim malı yememi yasaklayarak, hayattan zevk almamı engelliyor.” dediğini işittiğiniz bir kimseye nasıl bir tepki verirsiniz? Peki, inançsız bir kişi nasıl tepki verir? Aynı tepkiyi verir değil mi? Bu da İslâmlığın değil insanlığın gereğidir.

Faiz yemek: İşte bu yedi madde arasında itiraz gelebilecek tek madde budur. Faiz günümüzde o kadar yaygın olarak hayatımıza nüfuz etmiştir ki, çoğu kimse bunun büyük günahlardan olduğunu kabul etmek istemez. Bazıları da kendilerince çeşitli tevillerle kendilerine bir kapı açma gayretine düşerler. Hâlbuki faiz yemek hayatî bir durum değildir. Faizi yemese de hayatını devam ettirebilir insanlar. Fakat faiz paraya haram karıştırmak olduğundan, beklediklerinin aksine, paralarındaki bereketin kaybolmasına sebebiyet verir.

Harpten kaçmak: Vatana ihanettir.

Namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak: Bunu yapmaktan keyif alan bir insan var mıdır? Bunu yapmaktan keyif alan biri insan mıdır?

Görüldüğü gibi bu 7 büyük günahı işlemek, “hayattan lezzet almak” kavramıyla bir arada düşünülemeyecek davranışlardır.

Ancak İslâm’ın yasakladıkları bu yedi madde ile sınırlı değildir tabii ki. Zaten hayattan zevk alma konusunda itiraz gelen maddeler de bu gelecek kısımda bulunmaktadır.

İşte İslâm’ın yasak ettiği bazı davranışlar.

Yalan söylemek: Çok sık başvuruluyorsa hastalık olarak değerlendirilir. Yalan söyleyen belki anlık bir lezzet alabilir ancak sonrasında gördüğü zarar o lezzeti zehir eder. Ayrıca sonradan ortaya çıkabilecek çatışmaları önlemek için kime hangi yalanı söylediğini hatırda tutmak da ayrı bir hafıza çalışması gerektirir. Oysa yalan söylemeyen kişi hem bu hafıza yükünden kurtulur, hem de yalanının yakalanması gerginliğini hiçbir zaman yaşamaz.

Domuz eti yemek: Son zamanlarda sofralarımıza sokulmaya çalışılsa da toplumumuzda pek yer edinmiş bir et türü değildir domuz eti. Yaşadığı ortam ve yedikleri itibarı ile zaten herkesin midesinin kaldırmayacağı bir hayvan olan domuzun etini yemenin nasıl bir zevk olabileceğini bilemiyoruz. Ancak yemesi helâl olan dana, koyun, keçi ve benzeri hayvanların etini tercih etmek, pek de fazla bir lezzet kaybına sebep olmasa gerektir. Domuz eti ile ilgili diğer sağlık problemlerine girmiyoruz.

İçki içmek: İşte bu konunun can alıcı kısımlarından bir tanesi.

İçki içen insan bundan nasıl bir keyif alır?

Zannediyorum ki içkiden vazgeçmek istemeyen insanlar bundan iki türlü keyif alıyorlar.

Birincisi lezzetli bir içecek olarak keyif alıyorlar ki bu açıdan bakıldığında, helâl ve lezzetli pek çok alternatif bulunduğundan, çok fazla bir keyif kaybı yaşanmasa gerektir.

İkinci sebep ise bu içkilerin verdiği sarhoşluk halidir. İşte vazgeçilemeyen de budur. Bunun da aşırısı her tür toplumda hastalık olarak kabul edilir.

Allah insanı diğer mahlûklardan üstün yaratmıştır. Üstünlük ise akıl ve irade bakımındandır. Bu akıl ve irade, Allah’ı (C.C.) diğer yaratılmışlardan farklı şekilde bilebilmesi için insana verilmiştir.

Yani Allah C.C. arzda bir halife olarak insanı yaratmış, bu makamın gereği olarak akıl, irade vermiş ve kendisiyle bunlar aracılığıyla muhatap olmasını istemiştir. Sarhoşluk ise bu iki vasfı bir nevi reddetme ya da askıya almak gibidir. Bu açıdan bakıldığında sarhoşluğun, bir gram lezzetinin yanında ne kadar büyük bir zarar olduğu görülebilir.

Zina: Bırakılması en zor haramlardan bir tanesi de zinadır. Ancak evlilik ve sadakat, zina haramının kapısını kapatabilir. İslâm bu fiili haram ederken aynı anda helâl dairesinde alternatifini de sunmuştur. Dolayısı ile bu alanda da hayattan lezzet almayı ortadan kaldırmamaktadır.

Elbette yasaklar bunlarla sınırlı değil, insan ve toplum hayatına bir disiplin getiren daha pek çok yasaklar var. Ancak yukarıda yaptığımız gibi bu yasakları incelediğimizde hayattan lezzet almaya mani olmadıklarını görebiliriz.

Anlaşılıyor ki, haram davranışlar ya kişisel ya da toplumsal zararlara sebebiyet vermektedirler. İslâm ise bunları disipline etmekte, mümkün olanlara zararı ortadan kaldıracak şekilde izin vermektedir.

Bütün bu söylediklerimizi Bediüzzaman Said Nursi tek bir veciz cümle ile çok güzel özetlemiştir:

Helâl dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye gerek yoktur.

Son söz olarak bu ifade üzerinden bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Diyor ki Bediüzzaman:

Helâl dairesi “keyfe” kâfidir.

Yani helâl dairesinde kalmak hayattan keyif almayı engellemez.

Hayatî ihtiyaçlar ise zaten Rahmânî taahhüt altındadır. Hiçbir hayatî ihtiyaç insanı harama sevk etmez. Kaldı ki, hayatî tehlike söz konusu olduğunda, bu tehlike ortadan kalkana kadar bazı haramların haramlıkları da ortadan kalkmaktadır.

Helâlden kazanmanın, helâlden yemenin, helâlden giymenin, helâl dairede yaşamanın huzuru, keyfi, mutluluğu ve zevkinden ise hiç söz etmedik. Bir de bunları hesaba katarsanız, haram akıl işi değildir.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/

Bir suizan olayı nasıl çözüldü?

Ulu Cami’deki vaiz, az fakat öz konuşuyordu: “Sakın suizanda bulunmayın. Hatta hüsnüzan mümkün oldukça suizanna yönelmeyin…” Şunu da ilave etmişti: “Olabilir ki, suizanda bulunduğunuz kimse sonunda zannettiğinizden başka türlü çıkar da mahcup olur, günaha girersiniz.”

Bunları dinledikten sonra cami avlusunda eski bir dostu ile karşılaştı Vehbi Bey. Hal hatır sorup dertleştikten sonra dostu ayrılınca bir başka tanıdığı yaklaştı yanına: “Sen,” dedi. “Bu sapıkla samimi olma. Bu herif itikadı bozuğun biri. Namazlarını abdestsiz kılıyor!”

Şaşırmıştı Vehbi Bey. Ne diyeceğini bilemez halde biraz düşündükten sonra kendini toparladı: “Ben dedi, zatı çok eskilerden tanırım. Hizmet ehli, takva sahibi bir Müslüman’dır. Namazını abdestsiz kılacak biri değildir. Suizanda bulunma. Bak hocaefendi ne söyledi camide. Suizan kötü şey. Yanılma ihtimali çok fazla. Sormadan karar vermeyin…”

“İyi de benimki suizan değil. Sanki bir müşahede” diye diretti iddiacı.

Bu defa iyice şaşırmıştı, Vehbi Bey.

“Nasıl bir müşahede?” diyebildi.

“Geçen gün” dedi, “Caminin tuvaletinden çıktım. Hemen yanımdakinden de o çıktı. Ben abdest alma yerine gittim. O da camiye gitti. Sonra birkaç defa daha gördüm. Hep tuvalete giriyor, sonra da abdest almadan camiye gidiyor.”

Bununla kalmadı, bir teklifte de bulundu:

“İstersen ikindi namazına erken gel, avluda bekle, sen de gör. Tuvalete gidecek, sonra çıkıp abdest almadan camiye yönelecek.”

İnanılacak gibi değildi. Ama başka çare de yoktu. İster istemez ikindiye erken gelip cami avlusunda beklemeye başladı. Nitekim az sonra o da geldi. Tuvalete girdi, sonra pantolon kemerini bağlayarak çıkıp doğru camiye girdi…

Dünyası yıkılmıştı. Nasıl olup da namazını abdestsiz kılacak duruma düşmüştü bu hizmet ehli? Karmakarışık duygular içinde ikindiyi kıldıktan sonra cami avlusunda koluna girip şuradan buradan konuşmaya başladı:

“Sularınız akıyor mu, abdest işini nasıl yapıyorsun?” dedi.

Derinden bir nefes alan dostu:

“Sorma,” dedi. “Abdestte vesveseye kapılıyorum.”

“Neden vesveseye kapılıyorsun?”

“Çıbandan, çıbandan” dedi ve başladı anlatmaya:

“Bir süreden beri göbeğimin altında bir çıban çıktı, bir türlü iyileşmedi. Yolda beni bir vesvesedir alıyor. Çıbanın üzerindeki sargı çözülmüş olabilir, yara kanayıp abdest bozulmuş olabilir, diye. Ben de bu vesveseyi yenmek için camiye girmeden önce tuvalete giriyor, açıp bakıyorum. Çıbanın kanamadığını, abdestimin bozulmadığını görüyor, bundan sonra emin bir şekilde camiye gidip huzur içinde namazımı kılabiliyorum. Malum ya, abdest ihmale gelmez. Abdestsiz ne namaz olur, ne niyaz!”

Vehbi Bey, döndü, kulak misafiri olan iddiacıya baktı. Bir şey söylemeye gerek kalmamıştı. Çünkü gözyaşlarını tutamıyordu iddiacı. Yaklaştı:

“Şimdi anlıyorum hatamı” dedi. Ve devam etti: “Ben de geriden görünüşe göre hüküm vermeyip Vehbi Bey gibi sormalı idim. Sormadan hüküm vermekte ne kadar yanlış yaptığımı şimdi daha iyi anladım. Said Bey ver elini öpeyim, bana hakkını helal et, senden özür diliyorum.”

Kucaklaşıp helalleştiler.

Mehmet Dikmen

Medeniyetleri yıkan hastalık: “Fitne”

Seni zaafa uğratmak için ne planlar kurdular, ne sinsi oyunlar kurguladılar! Ama Büyük Vazifeli, Nebiler Nebisi (a.s.m.) hayatta idi o günlerde. O’nun (a.s.m.) engin ferasetine çarpıp çarpıp gerilediler. O’nun (a.s.m.) asıl hayata intikali sonrası “şimdi sıra bizde” dediler. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar olarak ortaya çıktılar. Amaç insanların kafalarını çelmek, kendilerine taraftar toplayıp İslam’ı bitirmekti. Ama ne Müseylemeleri, ne Tuluyhaları başarılı olabildi bu oyunlarda. Hz. Ebubekir’in sıddıkiyetine, Hz. Ömer’in adaletine çarpıp çarpıp perişan oldular.

Bu disiplinli toplumun önünde ne Roma ne de Pers İmparatorlukları durabiliyordu. Daha Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk yıllarında İslam orduları Anadolu topraklarına girmiş, huzur ve sükûn iklimi dört bir yanı çepeçevre sarmaya başlamıştı. Aydınlıktan rahatsız olanlar vardı. Hz. Peygamber’in sahabesi de olsalar, onları da birbirlerine düşürmenin yolları olmalıydı. Hz. Osman dönemi idi. Peygamberimizin (a.s.m.) “Melekler bile senden utanıyor” dediği bu büyük insan için fitne kazanları kaynamaya başlamıştı. Hakkında ortaya atılan iftiralar, uzak coğrafyadan kışkırtarak getirttikleri güruhlar ve derken İslam tarihinin utanç sayfası cinayet Medine’de işleniyordu. Evin ön kapısında Hz. Ali’nin iki mübarek oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin nöbet beklerken arka duvarı yıkarak girmiş ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) damadı Zinnureyn’i şehit etmişlerdi.

İşte istedikleri olmuş, fitnenin fitili ateşlenmişti. Sahabe, Hz. Osman’ın katillerini bulmak için seferber olacak ve iki grup halinde bir araya geleceklerdi: Hz. Ali’nin etrafında toplananlar ile Hz. Aişe’nin etrafındakiler. Niyet, amaç, hedef aynı idi. İki ordu o gün yan yana gelmiş, ne yapacaklarını istişare edeceklerdi. Hava kararmak üzere idi. Yarın görüşürüz denildi ve herkes çadırlarına çekildi. Fitne uyumamıştı ama. Bu iki güzide topluluğu birbirlerine düşürebilirlerse düğün bayramdı birilerine. O gece ard niyetliler bu iki topluluğun içine sızacak ve gecenin karanlığında birbirlerine ok yağdıracaklardı. İki topluluk da sanacaktı ki diğeri bana saldırıyor. Ve gecenin karanlığında birbirlerine gireceklerdi. Sabah gün ağarırken biz Hz. Ali’yi Talha bin Ubeydullah’ın cenazesi başında ağlarken bulacaktık. Cennetle müjdelenmiş iki kişi bir arada idi. Biri gece şehit edilmiş diğeri ona gözyaşı döküyordu. Fitne başarmıştı!

Fitne hiç durmaz…

Aynı oyunları Sıffin’de de, Hakem Olayı’nda da, Kerbela’da da icra etmeye çalıştılar. İnanmışlar birbiri ile uğraşmalı, hak, batıla galebe çalamamalı idi. Emeviler dönemi ve Abbasiler döneminde İslam’ın sesi ufukları dolaşırken, bir tarafta İspanya’dan öbür tarafta Orta Asya’ya kadar ilerleme sağlanırken içeriden de kokuşmanın emareleri belli oluyordu. Emevilerdeki ırkçı anlayış büyük bir fitneye sebep olurken, servetin çoğalması ayrı bir gevşemeye sürükleyip götürüyordu toplulukları. Bazen bir yalçın dağ çıkıyordu toplumun önüne ve onun kahramanca duruşu toplumdaki tüm hastalıkları bertaraf ediyor, fitne ve diğer salgınların yayıcıları girecek delik aramaya başlıyorlardı. Bir Emevi halifesi olan Ömer b. Abdülaziz işte onlardan biriydi. İşe önce kendisinden başlamıştı zira. Kendisine ve eşine ait tüm zineti beytülmale teslim edip “işte böyle yaşanmalı” demiş ve yola öyle koyulmuştu. İdareci böyle olunca toplum da silkinip kendine gelebiliyordu. Toplumu bir dönem, Harici, Sünni, Şii diye bölmeye çalışanlar lal kesilmişlerdi. Fitnenin kapısını açmak için bu büyük fedakârı ortadan kaldırmak gerekecekti. Ve hayâsız suikastı işlemekten de çekinmediler.

Abbasilerin zayıfladığı yıllardı. Bağdat’taki Abbasi halifesi zor günler geçiriyordu. Şii Büveyhoğulları kendi akideleri adına Bağdat’ı ablukaya almışlardı. Sıkıntı had safhada idi. Birden Orta Asya bozkırlarından bir yiğit çıkagelecek ve fitnenin ocaklarını söndürecekti. Bu kişi Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’di. Ahlat’tan Diyarbakır’a, Halep’ten Kudüs’e kadar nice toprak Büyük Selçuklunun himayesinde idi. Zor ve sıkıntılı günler uzak değildi. Bu devleti yok etme adına İsmaili grupları suikast timleri ile Nizamülmülkleri, Melikşahları katlediyor ve kaos ortamında kendilerine yer edinmeye çalışıyorlardı.

Anadolu Selçukluları, Anadolu’da kapı gibi duruyor ve hem Haçlılara geçit vermiyor hem de bölgenin İslamlaşması için nice fedakârlıklar yapıyorlardı. Ama Ortadoğu’da sıkıntı vardı. Tunus’tan kopup gelen Fatimiler Mısır’ı ele geçirmiş ve Şii akideyi yayarak İslam’ın bağrında derin yaralar açmaya başlamışlardı. El-Ezher gibi dev eğitim kurumları ile propagandalarını yapacak kişileri yetiştirirken Selçuklunun Nizamiyeleri, onların karşısında bir set oluşturmaya çalışıyor, fitnenin kol gezmesine müsaade edilmiyordu.

Ortadoğu’nun keşmekeşliğinin ilacı Zengi Atabeyli’ğinde idi. İmadüddün ve oğlu Nureddin Zengi bir anda hayat oldular bölgeye. Fedakârdılar, yorulmuyorlardı. Affedici ve kuşatıcı idiler. Etraflarında toplananlarla büyük bir ilim ve sanat devleti kurdular. Bu dönemde Urfa, Antakya, Halep ve Şam Haçlılardan kurtarıldı. Kudüs’ü kurtaramadı Nureddin Zengi ama kurtaracak adamı, Selahaddin’i yetiştirdi. Fitnenin elini kolunu bağlayan Nureddin, fitnenin kafasını ezense Selahaddin olacaktı. Mısır’a kadar uzanacak ve bu bölücü devleti ortadan kaldırarak Mısır’a altın bir dönem yaşatacaktı. Eyyübiler döneminde Orta Asya’nın köleleştirilmiş çocukları itina ile yetiştirilecek ve geleceğin en büyük fitnesi Moğolları durduracak ordular ve kumandanları Eyyübiler eli ile hayat bulacaktı.

Fitnenin en büyüğü

Fitnenin en büyüğü kapıda idi. Birçok Müslüman’ın “Acaba bunlar Yecüc Mecüc müdür?” dedikleri Moğollar son derece acımasızca geliyordu. Harzemşahlardan Abbasilere kimse önlerinde duramıyordu. Acımasız olduğu kadar da inançsızdılar. İnançlara ve inanmışlara saygıları yoktu. Hatta toprakları arasındaki darmadağınık Müslüman topluluklara karşı Hıristiyanlarla ittifak bile kurmuşlardı. Papa, Moğolları, Müslümanlardan kurtulmak için nimet gibi görüyordu. Abbasi Halifesi, Hülagü tarafından halıya sarılarak üzerinden binlerce atlı askerini geçirterek öldürtülüyordu. Herkesin canının malının derdine düştüğü o günlerde kölelikten gelmiş Memluklu komutanları büyük bir birliktelik ile tek parça oldular ve Ayn-ı Calut ve Elbistan’da Moğollara hayatlarında unutamayacakları dersi verdiler. Aynı zamanda fitneyi boğarak bertaraf ettiler.

Moğollar Ortadoğu’da etkili olamadı ama Anadolu’ya girmişlerdi. Anadolu Selçuklu ne yazık ki o günlerde Alaaddin Keykubat’ın arkasından büyük bir ayrı gayrılık içinde idi. Basiretsizlik boyu aşmıştı. Ve esir edildiler. Moğollar her bir Anadolu şehrini haraca kesiyor, başlarına koydukları yöneticilerle adeta kan emiyorlardı. Türklerin teşkilatçılığını biliyorlardı. Bir hamlede ayağa kalkabilir, silkinip kendilerine gelebilirlerdi. O zaman içlerine fitne salmalıydılar. Birbirlerine düşürmeliydiler. Böylece bir daha doğrulma imkânı bulamayacaktı Selçuklular. Aynı anda hep iki Selçuklu Hükümdarı bulundurdular Moğollar Anadolu’da. Birbirlerine düşsünler, güçleri azalsın diye.

İşte o günlerde yine bir diriliş rüzgârı yaşanmaya başladı Anadolu’da. Bir tarafta Mevlana’nın rüzgârı ile dört bir yana yelken açan Mevlevi Tekkeleri, diğer tarafta Ahi Evran’ın yiğitleri, bir tarafta Anadolu’yu medreselerle dolduran Sahip Atalarıyla, Emir Karatayları ile Selçuklu vezirleri bir seferberlik başlattılar. Öldü bitti denilen toplum yeniden ayaklandırdılar ve hepsinden önemlisi düşmanları Moğolları etkileyerek İslam ile şereflenmelerini sağladılar.

Tarih nice sayfası ile şahittir ki toplumlar ne zaman ben demeye başlamış, dünyevi zenginliklere kalplerini kaptırmış, ilahi hedefleri ihmal etmeyi seçmişse fitne dirilmiş ve o toplumları parça parça ederek birbirlerine düşürmüştür. Ne zamanda toplumlar biz demiş, yaşatmak için yaşamış ve birlik beraberliği elden bırakmamışlarsa fitne o toplumların yakınına bile yaklaşamamıştır.

Talha Uğurluel

moraldunyasi.com

Risale-i Nur’da Alemlerin Anlamı

Kainat, birbirinin içinde bulunan daireler gibi binler alemleri içinde bulundurur. Dünyadaki bütün Müslümanlar, günde 5 defa namazlarda okuduklar Fatiha suresiyle ’’Alemlerin Rabbine hamd olsun’’ diyerek hamd ederler. Kur’an’da Enbiya suresi 107.surede Allah(C.C) şöyle söylüyor:’’ (Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’’ Acaba kaç çeşit alem vardır ve bu alemlerin birbirine bakan yüzleri veya birbirinin üstünü örten perdeleri mi vardır? Herkes bu alemlerin hepsini görebilir, anlayabilir mi? Alemler içinde alemler mi vardır?

Kainat birbiri içine girmiş daireler gibi alemlerden meydana getirilmiştir.

Bediüzzaman eserlerinde bu alemlerden aşağıdaki şekillerde bahsetmektedir:

*Ben de böyle fehmederim ki: Semavatta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı herbiri birer âlem olabilir. Yerde de herbir cins mahlukat, birer âlemdir. Hattâ herbir insan dahi, küçük bir âlemdir. ‘Rabbil alemin’ tabiri ise, ‘Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir’ demektir. (MEKTUBAT, 26. Mektub)

*İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var; elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismâniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer semâsı vardır. (SÖZLER, 31.Söz)

Eğer alemleri; görünen ve görünmeyen alemler olarak ikiye ayırırsanız görünen her şey, yıldız, güneş, ay, bitkiler, hayvanlar ve insanlar şehadet aleminin yani somut alemin birer parçası olurlar.

Allah(C.C) ile Melekler, Cinler, Ruhani varlıklar, Berzah, Haşir, Ahiret, Cennet ve Cehennem gibi varlıklar da bilinmeyen alemin yani gayb aleminin, soyut alemin birer parçası olurlar.

*Kâinat bir şeceredir. Anâsır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir (M.NURİYE, Şemme)

*Şecere-i hilkatin dalları da her tarafa uzanıp gitmiştir (İ.İCAZ)

* insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtivâ ediyor (LEMALAR,28.Lema)

*şems, kamer, yıldız, arz gibi küreler, hep şecere-i hilkatin meyveleridir. (İ,İCAZ,Nübüvvet hakkında)

*Şecere-i tûbâ gibi olan hilkat-i âlemin, sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir(MUHAKEMAT)

Hiçlikten, yokluktan varlığa çıkmak, var edilmiş olmak, başlı başına bir “değer” taşımaktır. Çünkü yaratılmış olmak, hele de insan olarak yaratılmış olmak ayrı bir değer ve önem taşır. İnsan; akılla, kalple ve de en önemlisi, yaratandan bir parça olan, içinde taşıdığı ruhla, değer sahibi bir varlık olmuştur.

İnsan; Allah’ın(C.C) ikramda bulunduğu bir varlıktır. İnsanın hatırı için birçok şey yaratılmıştır ve onun hatırına diğer canlı varlıklara da büyük bir ziyafet sofrası açılmıştır.

*insanın indallah kerameti olduğu için, alem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envaa bir umumi ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün alemin faydaları insana münhasır olup başkalara hiçbir faydası yoktur demek değildir. (İ.İCAZ,İbadet ve Tevhid bahsi)

*Bilhassa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla alemleri gezmiş olur. alem-i cismanide tasarruf ettiği gibi, alem-i ruhanide gezer, alem-i misale seyahat eder. Kendisi o alemleri ziyarete gittiği gibi, o alemler de, onun ruhunun aynasında temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar. Hatta insan, “alem, Allah’ın fazlıyla benim için halk olunmuştur” diyebilir. (İ.İCAZ,Küfür ve inkarın reddine dair)

*Ey yoldaş! Şimdi şu alem-i misaliden çıkarız, hayali vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları berendaz. (K.LAHİKASI)

            ALEM-İ ŞEHADET 

Görünen varlıkların dünyasına alem-i şehadet, alem-i fani, alem-i mülk, alem-i harici, alem-i tagayyür, alem-i zuhur veya alem-i maddi de denir. Maddi ve cismani bir alemdir. Vücuttur, sözdür ve görüntüdür. Elle tutulur, gözle görülür ve kulakla işitilir somut bir alemdir.

 Bu alemde görünen her şey sonsuz kudret ve güç ister. Allah’ın güzel isimlerine dayanır, onunla hayat bulurlar. Alem-i gaybdan bu aleme gelenler, sonra yine bilinmeyen aleme dönerler. Bu iki alem birbiriyle çok yakından ilişkilidir. Ancak birbirine karıştırılmamalıdır. Birinde kudret diğerinde ilim hükmeder.

*alem-i mülk, yani alem-i şehadet, yani bu görmekte olduğumuz aleme göre, (İ,İCAZ,Nübüvvet hakkında)

* bu âlem-i şehadet, Sâniini gayet sarih ve zahir gösteriyor ve haşri, zımnî ve perdeli haber verir.(K.LAHİKASI)

*Eşya zeval ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fenâdan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor.(24.Mektup)

*Bir mevcut, vücuttan gittikten sonra, zâhiren kendisi ademe, fenâya gider; fakat ifade ettiği mânâlar bâki kalır, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin numuneleri olan elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın numuneleri olan kuvve-i hafızalarda kalır. Demek, bir vücud-u surî kaybeder, yüzer vücud-u mânevî ve ilmî kazanır. (MEKTUBAT, 24.Mektup)

*şu mevcudat-ı arziye, hususan nebâtiye, kalem-i kader-i İlâhî onlara bir tertip, bir vaziyet verir; bahar sayfasında kudret onları icad eder; ve güzel mânâlarını ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i misal gibi âlem-i gaybın defterine geçtikleri için, hikmet iktiza ediyor ki, o vaziyet değişsin, tâ yeni gelecek diğer bahar sayfası yazılsın, onlar dahi mânâlarını ifade etsinler. (MEKTUBAT, 24.Mektup)

Kainat ağacındaki her varlığın bir geçmişi, göründüğü anı ve bir de geleceği vardır. Bilinmeyen alemden görünen aleme gelirler, görünürler ve sonra yine bilinmeyen bir aleme giderler. Göründükleri o an;  bir saniye, bir dakika, bir saat, bir gün, bir hafta, bir ay, bir yıl veya bir asır olabilir. Vazifelerini yaparlar ve giderler.

Bitkiler, hayvanlar, insanlar, ve yıldızlar; alem-i şahadete gelirler, görünürler, görevlerini yaparlar ve giderler. İnsan vücudunda 100 trilyon hücre vardır ve bu hücrelerden 50 milyonu her saniye yenilenir. İnce barsak epitel hücresinin ömrü 1.4 gün iken, kırmızı kan hücresinin ömrü 120 gündür. Bir yıldızın ise doğumu, kırmızı dev bir yıldıza dönüşü, sonra beyaz cüceye ve en son olarak da siyah cüceye dönüşümü için ise milyarlarca yıl geçer. Her bir olayda sonsuz Kudretin eli vardır.

*Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki, zaman seylinde mütemadiyen çalkalanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlûkatın bir kısmı bir saniyede gelir, derakap kaybolur. Bir taifesi bir dakikada gelir, geçer. Bir nevi, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar.

Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat, o sefer ve seyelân-ı mahlûkat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir; ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrâne, hakîmâne, müdebbirâne kumandanlık ediyor ki, bütün akıllar farazâ ittihad edip birtek akıl olsa, o hakîmâne idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez. (LEMALAR, 30.Lema)

*şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var; geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlâhiyede muhtelif tavırlarla müteaddit vücutları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. (LEMALAR, 30.Lema)

         Evrendeki bu hareket yani alemi gaybdan gelip alemi şehadete uğrayan bütün varlıklar, Allah’ın güzel isimlerinin çok güzel cilvelerini gösterirler. Onlara yaratıcıları tarafından verilen görevleri yaparlar ve giderler. Görünmeyen bu alemden gelen emirle, kudret harekete geçer, hayat bulurlar, canlanırlar ve güzelleşirler. Bu perdenin arkasında her an o ilahi güzel isimlerin tecellisi vardır.

*Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok aynaları vardır; sudan havaya, havadan esire, esirden Âlem-i misale, Âlem-i misalden Âlem-i ervâha, hattâ zamana, fikre tenevvü ediyor. Hava aynasında, bir kelime milyonlar kelimat olur; kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acip istinsah ediyor. İn’ikâs, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin timsalleri birer meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-u nuranînin kendi aynalarında olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da, gayrı da değildir. (MEKTUBAT, Hakikat çekirdekleri)

Görünen alem, görünmeyen alemler için bir tarladır. O alemlerin meyvelerinin çoğu bu alemden gönderilir. Misal alemi, melekut alemi ve uhrevi alemler için mahsüller, oraya gerekli şeyler ve bütün güzellikler buradan gönderilir. Yeryzü tezgahında dokunanlar ve tarlasında yetişenler buradan bilinmeyen aleme gönderilirken bir kısmını da ahiret alemine dökerler.

*Hadsiz âlem-i misâl gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sâir uhrevî âlemlere birer mahsülât veya tezyinât veya levâzımât gibi onlara münâsip şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraâ-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında, Hakîm-i Zülcelâl, zerrâtı tahrik edip, kâinatı seyyâle ve mevcudâtı seyyâre ederek şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pekçok mahsülât-ı mâneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazîne-i kudretinden nihayetsiz bir seyli dünyadan akıttırıp, âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor. (SÖZLER, 30.Söz)

Yaratılış ağacının görünen bu alemindeki işleri, bir intizam altında olur, bir kanunla yapılır. İşte bu ilahi kanunlar ilahi bir matbaa gibi çalışır ki, buna tabiat adı verilir. Tabiattaki bunca güzellikler, nice sanatlı varlıklar, sayısız tatlı ve güzel görünümlü nimetleriyle birisi bize, kendini bildirmek, tanıttırmak ve sevdirmek istiyor ki perdeler arkasındaki o zat ancak Allah’dır.

*Ve Esmâ-i Hüsnânın çok hasnâ ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip âlem-i şehadete vazifedârâne bir seyerandır, bir cevelândır. (ŞUALAR,2.Şua)

*bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.(ŞUALAR,4.Şua)

* Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anasır ve âzâsının ef’allerini intizam ve rapt altına alan şeriat-ı fıtriyye-i İlâhiye vardır. İşte şu şeriat-i fıtriyedir ki, “tabiat” veya “matbaa-i İlâhiye” ile müsemmâdır. (MUHAKEMAT,1.Maksat)

* bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. (ŞUALAR,7.Şua)

Bu evrende elementler dünyasına bakıldığında sürekli bir değişim içinde oldukları gürülür. Bu baharda kendini gösteren çiçekler, yapraklar hatta hayvanlar ve insanlar devamlı değişim içindedir. Açan çiçekler, yapraklar zamanı gelince dökülür ama yeniden ilkbaharda tekrar benzerleri yaratılır. Görünen alemde her şeyin fotoğrafları çekilir, hafızalarda yerlerini alır ve onlar gayb alemine doğru yolculuklarına devam ederler.

* En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapıp, her zaman kâinat kadar mahsulâtı, kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldırır. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. (MEKTUBAT,20.Mektup)

* Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile, mütemadiyen istikbalden gelip hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür. (MEKTUBAT,20.Mektup)

*Eşya zeval ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fenâdan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. (MEKTUBAT,24.Mektup)

Kur’an, semanın 7 kat olarak yaratıldığını anlatır, ancak görünen bu alemlerin dışında da başka alemler, ahirete ait, bilinmeyen ve misal alemleri gibi alemlerin olduğunu da haber verir.

*Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise, semâvât-ı seb’ayı âlem-i şehadete münhasır görmüyor; belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semâvâtın var olduğunu fehmeder. (LEMALAR, 12.Lema)

*semâvat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervâhı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir. (LEMALAR, 28.Lema)

*bu âlem-i fâni ve âlem-i şehadet ise, âlem-i gayba ve dâr-ı bekaya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrâsı uzakta olmakla beraber, âlem-i misal aynası vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakin derecesindeki imanlar vasıtasıyla, Cennetin bu âlem-i fânide-temsilde hata olmasın-bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir. Ve kalb telefonuyla, yüksek ruhlarla muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir. (LEMALAR, 28.Lema)

*âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı Ezeliyenin (SÖZLER,19.Söz)

*şu âlem-i maddiyât ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervâh üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir. (SÖZLER, 29.Söz)

*nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-i mütenâhî efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, şu âlem-i şehâdetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu (SÖZLER,29.Söz)

Bu maddi alemde ve görünmeyen alemlerde olanlar hakkında bilgiler veren Kur’an; bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak’ın sözü olarak bize olayları anlatan bir kitabdır.

*Kur’ân’ın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisânı ve bir Allâmü’l-Guyûbun kelâmı bulunduğuna (SÖZLER, 25.Söz)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Gıybetten önce suizan vardır…

Birbirine yakın gibi gözüken, ama aralarında dağlar kadar fark bulunan haller vardır. Cömertlik ile israf, iktisat ile cimrilik, hikmet ile siyaset, ciddi­yet ile sertlik, yumuşak huyluluk ile teslimiyetçilik… Zahirde çok yakın gözüken; ama hakikat-ı halde birbirine çok uzak hallerdir. Ancak, aralarındaki fark fark edilmeyince, müs­bet olan ilk şıktan menfi olan ikinci şıkka kolayca geçilebilmektedir.

İstişare ile gıybetin de, bu tür ikilemelerden birini teşkil ettiği kanaatindeyim. Bir mü’minin bir mü’min kardeşinin du­rumunu doğru tahlil ve tesbit edip yardımcı olmak üzere bir başka mü’minle istişare etmesi son derece hakikatli bir haldir ve ne yazık ki, bu istişare nefsin araya girmesiyle ‘gıy­bet’e dönüşebilmektedir.

Yaptığımız gıybetlere şöyle bir bakalım: Vicdanımız gıybetin çirkinliğini bilir. O yüzden, nefis gıybet yolunu bize ekseriya ‘istişare’ sûretinde tutturmuştur. Yapılan istişare ile gıybetin arası açılamamış; doğru bir fiilin içine yasak ve yanlış bir iş karışmıştır.

Hülâsa, öyle ya da böyle, dûçar olageldiğimiz bir haldir ‘gıybet.’ Lâkin, çirkindir. Çirkinliği, kendi gıybetimizin yapıldığını öğrendiğimizde içimizde uyanan duygulardan bellidir. Hz. İsa’nın ‘ahlâkı ahlâksızlardan öğrenme’ formülünü tatbiki becersek, gıybetimizin yapılmasının bize çirkin gelmesinden hareketle, başkalarının gıybetini yapmanın çirkinliği rahatça görülebilecektir.

Bir çirkin ve kirli hal olarak bize sevdirilmeyen gıybeti, Kur’ân-ı Hakîm de çirkinlikle niteler. Hem de, ‘ölü kardeşinin eti­ni yeme’ gibi son derece sevimsiz bir çirkinliğe benzetir onu.

Peki, neden ‘ölü kardeşin etini yemek’ gibi birşeydir gıybet? Tenzîl-i Hakîm onu niye başka birşeye değil de ‘ölü kardeşin etini yeme’ye benzetmektedir?

Bunun kavrayabildiğimiz bir hikmeti, ‘ölü kardeş’in mahiyetine ilişkindir. ‘Yaşayan’ bir kardeş, değişmeye ve yanlışı­­nı düzeltmeye açık bir kardeştir. ‘Ölü’ bir kardeş ise, değiş­mez ve yanlışını düzeltemez. İşte, istişarede, değişmesi müm­­kün bir yanlış ve yanlışı değiştirmesi mümkün bir insan sözkonusudur; ama, iş gıybete dönüşürse, ortadaki, bir yan­lış hali dondurma, sabitleme ve ilgili kişiyi bu yanlışla özdeşleştirme durumudur.

İstişare eden, esasen iyi halde olan ve daha da iyi olması mümkün olan birinin yanlışını, o yanlıştan kurtulmasının yolunu bulma adına sözkonusu etmektedir. Gıybet eden ise, o insanı o yanlış haliyle tarif ile, âdeta, “Onun asıl hali budur; ve bu halden kurtulması imkânsızdır” demektedir. Hayat faaliyet ve değişmenin ifadesi olduğu halde ‘yaşayan’ bir mü’min kardeşini değişmez bir kötü hal üzere görmek, manen onu ‘ölmüş farzetmek’tir. Biz, mü’min kardeşimizi ‘gıybet’e konu olan kötü hal üzere görmüş olabiliriz, hem o hal gerçekten de kötü bir hal olabilir; ama, onun sonraki saatler ve günler boyu da o hal üzere olduğunun, o hali aynen sürdürdüğünün ve asla o halin istiğfarını yapmadığının elimizde bir delili var mıdır? Bizim, varlığını o kötü hal ile sabitlediğimiz mü’min, ihtimal ki, kendisinde gördüğümüz o kötü hali takip eden zaman içinde değiştirmiş veya ciddi bir istiğfar etmiştir. Gıybetin gözü, işte bu ihtimale kördür. Kötü hali görür; ve iyi insanları, hiç değişmemiş, o kötü hali el’an sürdürüyor imiş gibi, manen öldürür!

Gıybetten önce…

‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye benzetmesinde böylesi hik­metler saklı Kur’ân âyetinin, gıybet yasağını, başkaca iki yasa­ğın üçüncüsü olarak getirmesi ise, ne yazık ki çoğu kez hatırdan kaçan bir husustur, ama ziyadesiyle manidardır. Bize özelde iç dünyalarımız ve içtimaî hayatımız için paha biçil­mez ilâhî ölçüler hediye eden Hucurât sûresinde yer alan bu âyet, ‘iman edenler’e hitapla ve onları ‘zannın çoğundan sakınma’ya çağırmakla başlamaktadır: Mü’minler, zannın çoğundan sakınmalıdır; zira, zannın bir kısmı büyük günahtır.

Âyetin, ‘zannın tamamı’ndan değil, ‘çoğu’ndan, ‘büyük kısmı’ndan kaçınmaya çağırması elbette manidardır. Çünkü zannın dilimize yerleşmiş haliyle ‘hüsnüzan’ ve ‘suizan’ olarak iki kanadı vardır. Hüsnüzan; hakkında kesin delil bulunmayan müphem ve muhtemel bir konuda, muhatabın iyiliği ve iyi­niyeti lehine hükmetmektir. Ne yapıldığı, niye yapıldığı, neyin niye söylendiği kesinkes bilinmeyen bir konuda, yapanın veya söyleyenin hayrı murad ettiğini ve hayrı hedeflediğini ummaktır. Suizan ise, tam zıddıdır bunun. Suizanda, yapılanın veya söylenenin ardında kötülük, kötü bir niyet, kötü bir hedef ve kötü bir murad aranmaktadır.

İşte, “Zannın çoğundan sakının” demekle, zanna dair durum­larda ekseriya ‘suizanna’ meyil gösterdiğimizi bildirir Kur’ân. Gerçekten de, hayatlarımızdaki zanların az bir kısmı hüsnüzan, çoğu ise suizandır. Zira, nefis suizan mümkün ol­dukça bizi hüsnüzandan alıkoymaktadır. Âyet ise, ‘sinelerde olanı bilen’ Zât-ı Alîm-i Hakîm’in kelâmı olarak, bizi işte bu zandan men etmekte; kesin bilgi ve delil olmayan, yani ‘zan’ alanına giren konularda suizan yasağı getirmektedir. Çünkü, suizan büyük günahtır; zira, kişiye, ihtimal ki asla kasd ve murad etmediği kötülükler yakıştırmaktadır.

Dahası suizan, hakkında kesin bilgi olmayan bir konuda bizi yanlış hüküm ve kararlara sevkederek, telafisi imkânsız zulümlere ve zararlara da sebebiyet verebilir.

Suizannın devamı…

Âyette, zanna dair ilâhî fermanın ardından, “Ve lâ teces­sesû” buyurulmaktadır. Buna göre, suizan gibi, tecessüs de yasaktır. Yani, mü’min, insanların özel hayatlarını kurcalama, onların gizli kusurlarını araştırma gibi bir halden emr-i ilâhî ile men edilmiş durumdadır.

Bu emrin ise, sırası ile suizan-tecessüs-gıybet yasağı getiren bir âyetin ortasında yer alma hasebiyle, gerek suizanna, gerek gıybete bakan bir tarafı vardır.

Zan, bir kez daha belirtirsek, birşey hakkında kesin bilgi sözkonusudur. İşte böyle belirsizlik durumunda “Herhalde böyledir,” “Bana göre öyle yapmıştır” gibi zannî hükümler veren insan, peşisıra bu hükme delil arama cihetine gitmektedir. O yüzden de, casus gibi, hakkında suizanda bulunduğu kişinin peşine düşmekte; onun hayatını zannına delil bulma kasdıyla didik didik etmekte, ilgili kişinin ayıbını ve kusurunu gözetlemektedir.

Bu, bir kere, Settâr olan bir Rabbin ahlâkıyla ahlâklanma durumunda olan insanın kendi kulluğuna yakışmamaktadır. Ki, hakikat-ı halde, O Settâr olmasa ve gizli kusurlarımızı giz­­lilik perdesiyle örtmesi, hangimiz başka insanların içine karışıp onların yüzüne bakabilir durumda olacaktır?

İnsanın Rabbinin Settâr ismini hayatında cilvelendirmesi sırrına yakışmayan tecessüs, öte yandan, insana bir eksen kay­ması yaşatmaktadır. İnsan için aslolan, ilgili Mâide âyeti­ni hatırlarsak, ‘kendine bakması’dır. Tecessüs ise, insanı baş­ka­larının gizli kusurlarını açığa çıkarma çabasıyla meşgul eder­ken, ona kendi ubudiyetini unutturmaktadır.

Tecessüs hali, ayrıca, ‘gıybet’in altyapısını hazırlamaktadır. ‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye giden yolun ilk adımı suizan, ikinci adımı ise tecessüs ile bu zanna delil aranmasıdır. Eh, insan kusur ve noksandan münezzeh olmadığına göre, araştırıldığında herkeste bir kusur bulunmaktadır. Tecessüs, işte bu yönüyle, mü’min kardeşlerimiz hakkında gıybeti yapılacak malzeme sağlar bize. Öyle ki, başrolde suizannın olduğu bir kusur ve ayıp araştırmasından sonra, menüsü ‘ölü kardeş eti’nden ibaret gıybet sofrası dolup da taşmaktadır. Hülâsa, gıybet, diğer iki noktası suizan ve tecessüs olan S-T-G şeytan üçgeninin üçüncü ve son noktasıdır.

Gönderdiği âyetler ile bizi temizlemek ve tertemiz kılmak isteyen Rabbimiz, mü’min kardeşini manen öldürüp etini yeme hükmündeki gıybeti haram kılan âyetinde, üçgenin bu iki noktasına bunun için değinmektedir.

Çokça gıybet eden, ama vicdanı bu gıybet halini kendisine sevdirmeyen insanlar olarak istediğimiz halde kurtulamadığımız gıybet halinin çaresi, önümüzde işte böylece beliriyor: Öncelikle ‘zannın çoğu’ndan kaçınmalı, ve peşisıra tecessüs edip mü’minlerin ayıp ve kusurunu araştırmaktan uzak durmalı ki, o sevimsiz gıybet hali silinsin üzerimizden…

Metin Karabaşoğlu