Kategori arşivi: Yazılar

Ya Rabb-el Alemin! (Şiir)

O melun “bana ne” cilik bizleri yakandır,

Milleti perişan ediyor, hayli zamandır,

Bencillikten ötürü, çoğu yerinde sayandır,

Ya Rab, uyuyan milleti Lütfünle uyandır.

 

Çekilsin önümüzden, bu simsiyah perde,

Minare de ki ezan, sokmalı mabedi vecde,

Kusurlu abd, hüşyar gönülle yapmalı secde,

Ya Rab, uyuyan bu halkı, feyzinle uyandır.

 

Kur’an, Mü’minlerin kalbini Nurla doldursun,

İslam satırda değil, onla, gönüller dolsun,

Zerratı cihanda, bu yazı, çok net okunsun,

Ya Rab, bizi dini yaşamak için, uyandır.

 

Müslüman olan, imanın icabını bilsin,

La kayd geçen bütün vaktini, bir anda silsin,

Mücahid olmaya ruhu, pervane kesilsin,

Allah’ım, uyuyan kalpleri hemen uyandır.

 

Asırlarca, çok milele önderdi bu millet,

Geçmişte ki celadeti bize, gene lütfet,

Bir an önce durabilsin, çektiğimiz zillet,

Tarihine yabancı kalanı, sen uyandır.

 

Milletleri nurlatmaya sebep, büyük işler,

Kur’ana feda olma gayretiyle, o genişler,

Lakin nerede bizde, bu kuvvetli sezişler,

Ya Rab, bizi sakın üzme lütfünle uyandır.

 

Rahmetinden kalbimize, nur inmeyecekse,

Feryatları, bir gün yurdumun, dinmeyecekse,

Kara geceler ülkemi ye’se gark edecekse,  

Sen, lütfünle koru, bizi feyzinle uyandır.

 

Kurtar bizi tekrar, küfre dönüş kazasından,

Yıllarca asırlarca, yaşanan kanlı yasından,

Kurtar şehit yurdunu, çekilmez acısından,

Kudretinle yaşat bizi, rüştünle uyandır.

 

Ya Rab, sana teslim olduk, başka yerimiz yok

Bizi çiğneyecek, düşmanların sayıları çok,

Masivanın yardım eline, bizim gözümüz tok,

Ya Rab, Rahim isminle, doyurup bizi kandır.

 

Abdülkadir HAKTANIR

Hayat bulmacasının cevabı ölümdedir!

Her şeyin bir anlamı var. Hayatın, ölümün, insanların, hayvanların, ağaçların, dağların…

Her nedense insanoğlu doğumu sevinçle karşılarken, ölümden korkuveriyor. Oysa hayatı anlamlı kılan şey, gerçekte, ölümdür. İnsanoğlu şu dünyada hiç ölmeden yaşıyor olsaydı, herhalde, bu hayatın bir “emanet” olduğunu, bu emanetinse kendisine bir süreliğine verilmiş olduğunu hiçbir zaman düşünemeyecekti. Ama öyle değil; hayat bize verilmiş bir emanet.

İnsan, bu fani dünyanın gelip geçici yolcusu… Ölüm, yaşa başa, kadına erkeğe veya yaşlıya gence bakmadan ansızın geliveriyor kapımıza… Ölüm, bir yok oluş değil; yeni bir hayatın başlangıcı… Öyle ki ölüm, bütün gerçekliğiyle karşımızda duruyor. Zira ne akla, ne de vicdana uygun geliyor, ölümü yok saymak.

Madem ölüm yeni bir hayatın başlangıcı; o halde neden korku ve kaygılar içerisinde, ölümü bir son gibi düşünüyoruz? Ve ölüm deyince neden dünyamız kararıyor bir anda?

Peki ya, ölümün varlığı neden rahatsız ediyor bizleri?

Bunlar gibi pek çok sorunun cevabını, eserlerinde ve yazılarında ölümü sıklıkla ele alan, usta kalem Selim Gündüzalp’le gerçekleştirdiğimiz bu söyleşimizde bulabileceksiniz.

Öykülerinin yanı sıra, yazılarında ve kitaplarında ölümü ele alıp irdeleyen ve ölüme edebî bir bakış kazandıran, bir araştırmacı yazar olarak da yer ediyorsunuz zihnimizde. Bu noktada, gerek ölüm korkusunu yenme ve gerekse de ölüme hazırlanma adına neler söylersiniz bize? Yani ölüme nasıl bakmalıyız, ne dersiniz?

Ölüme bir defa değil, belki her gün defalarca bakmamız gerekir. İnsan her gün yürüdüğü yolda bile aynı yola bakarak yürür. Yoksa bir direğe toslamamız kaçınılmazdır. Hayat yolunda da gittiği istikametten yüzünü çevirmemeli insan.

Nereye gidersek gidelim, ölüm bizimle beraber geliyor. Her şey ama her şey bizden uzaklaşırken, ölüm anbean yaklaşıyor bize.

Dün iki-üç kişi içindi ölüm; bugün, her gün yüz binler için ölüm.

İnsanların sayısı arttıkça, ölümler de çoğalıyor.

Hız kesmiyor ölüm. Aksine sürat peyda ediyor. Eh, bu modern asra da, bu yakışıyor doğrusu!

Biz istediğimiz zaman olacak ya da istediğimiz zaman olmayacak şeylerden biri değildir ölüm. Çarnaçar dönecek ve istemesek de arz-ı endam edecek kapımızda. Vakitli vakitsiz gelecek. Sen işini bitirmeyi düşünürken, o senin işini bitirecek. Çökecek kapının önünde; seni almadan gitmeyecek.

Yok saymakla, göz kapamakla, ölümü yok edemeyiz.

Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var diyor Bediüzzaman. (Lem’alar, 225)

Ölümün işi bu. Görevi, gelmektir, götüreceğini bulup götürmektir.

Hindistan’da da olsa, Türkistan’da da olsa insan, hangi istan ya da fistanın içinde de olsa fark etmez. Ölümden kaçıp kurtulma şansı yoktur. Sonunda bir taş dikiliverecek bir gün başına. “El-Bâki Hüve’l-Bâki” denecek ve son durak kabristan olacak…

Vadesi gelen ayda da ölür, dünyada da. Ölümün unuttuğu tek bir kişi yoktur bu dünyada. Öyle ki, o kadar hikmetli, takipli, yapanı bellidir ölümün. Tesadüfün zerresi yoktur bu işin içinde.

Ölümü yakın takibe alanlar, hiç zarar görmemişlerdir. Bilakis hayatlarını daha da güzel ve düzgün yaşamanın çabası içine girmişlerdir. Eh, ne de olsa yolculuğunu unutmayan, valizlerini ona göre hazırlar.

Ölümü unutmak kişide ne tür manevî tahribatlara veya kayıplara yol açar?

Bu aslında başlı başına önemli bir konu ve bu asrın belki de en baş problemlerinden biri. Bir etiket var üstümüzde. Faniyiz, ölümlüyüz. Nerede gidersek gidelim, bu yazı silinmiyor. Ya ona göre yaşayacağız ya da onu yok sayacağız.

Sahabeden biri, ev inşa etmektedir. Hz. Peygamber (a.s.m.) de oradan geçer ve der ki: “Dikkat edin, ölüm size yapmakta olduğunuz bu evden daha yakındır.” Yani siz bu evi bitirmeden, ölüm sizin dünyadaki görevinizi bitirebilir. Sahabe mesajı alır, çünkü duyguları açıktır.

Hz. Peygamberimiz (a.s.m.) ne demek istiyor? “İşinizi terk edin, istirahate çekilin, bırakın” demiyor elbette. Ancak “Hayatın en acil ihtiyacını karşılarken bile, sakın ama sakın ölümü unutmayın. Eliniz işle meşgulken, zihniniz, fikriniz, hayaliniz ölümü düşünsün. İşinize renk, hayatınıza ahenk gelsin.” Herhalde mesaj buydu. Ve bütün duyguları açık olan sahabe efendilerimiz derhal ama derhal verilen mesajı alıyorlardı. Biz de bu hatırayı duyduğumuzda mesajı alabiliyorsak ve şöyle bir an için olsun durulup, üstümüzden başımızdan dünyanın tozlarını silkebiliyorsak o mesaj bize de ulaşmış, yerini bulmuş demektir.

Ne kadar zorlu bir görevdir insanları hiç bilmedikleri tehlikelere karşı uyarmak. Şuradan bir düşman gelecek, şurada bir ateş var, şurada bir uçurum var, şurada sizi bekleyen çok önemli tehlikeler var diye uyarmak ve onların gözünü açıp uyandırmak ne kadar güç bir iştir. Kolay bir görev değildir bu. Hele de anlamak ve duymak istemeyenleri uyarmak ve uyandırmak daha da güçtür. En tehlikelisi ise ölüme, kabre ve kıyamete karşı duyguları keskinleştirmek ve onları bir bir açıp uyandırmak, kolay değildir.

İnsan kendisiyle ilgili işleri düşünmekten uzak yaşamaktan hoşlanır. Otuzuna kırkına geldiyse, bir kırk senesi daha var zanneder. Alın size çarşaf çarşaf hayat bulmacası. Doldurun bakalım sağdan soldan kareleri. Yazdığınız bütün kareler, yazdığınız bütün cümleler nereye çıkacak? Ölüme ve kıyamete… Başka nereye çıkabilir ki? Ne yazarsanız yazın, hangi yerden başlarsanız başlayın, hayat yolu sonunda ya kabre ya da kıyamete çıkar. Oraya gelir dayanır. Hayat yolu kısadır.

Ölümü hatırlamak insana bir şey kaybettirmez; çok şey kazandırır.

Korkulardan, kaygılardan ve ümitsizlik hallerinden kurtulup, kalbimizi ümit çiçekleriyle doldurmak ve ölümle yüzleşmek için maddî ya da manevî olarak nelerden, nasıl beslenmeliyiz?

Kur’an’daki kıyamet sahnelerinin böyle anlarda bir daha açılıp, tekrar tekrar okunması gerekir. Bunlar, er ya da geç yaşayacağımız, göreceğimiz sahnelerdir. O gün inananlar hayretle, inanmayanlar ise dehşetle seyredecekler.

Rabbim! Ölümün kötü hâllerinden ve hayatın içine devekuşu gibi başımızı sokup o büyük günü unutmaktan, duygularımızın diriliğini kaybetmekten, son nefeste kelime-i şahadeti söyleyememekten ve kabir azabından bizleri muhafaza eyle!

Her gün yeni bir fırsattır, hayatın kalan günlerini mayalamak için, eksiğini ya da gediğini onarmak, yamamak için bir fırsattır. Rabbimiz imanı bir imkân olarak sunduğuna göre ve her günü bizim için özel yarattığına göre kaçırmayalım bu fırsatı. Uyanışın baharını biz de duyalım. Çalıların içerisindeki bir çiçek gibi, bir kelebeğin gelişini biz de bekleyelim. Her şey görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışırken biz neden geri kalalım?

Bir çiçek, diri, dipdiri bir çiçek, ancak bir kelebeği, bir arıyı kendine çeker. Bir bahçede yeniden bir dirilişi ve baharı bazen bir çiçek başlatır. Bir çiçek bunu yapabilir Allah nasip ederse.

O zaman topyekûn bir uyanış, bir diriliş, bazen bir çiçekle başlayabilir. Allah’ın rahmetinden ve kudretinden hiçbir şey uzak değildir. O isterse ve dilerse her şey olabilir. Bir çiçek, bir baharı başlatabilir. İşte her gün böyle bir çiçektir. Kalbimizdeki güzellikleri uyandırmaya gelir. Nice kelebekler, nice arılar gelir. Nice güzellikler… Açın, görün, yaşayın baharınızı. Bu fırsat belki de bir daha hiç olmayacaktır.

Bir tarafta hayatta var olabilme ve gelecek kaygısı, bir taraftaysa ölüm kaygısı yaşıyor insan. Bu kaygı halleri zihnimizde ‘ümitsizlik’ ve ‘korku’ kavramlarını da çağrıştırıyor bir anlamda. Ümitsizlik ve korku arasında olmak ne demektir?

Elinizdeki çekirdeği toprağa koyduğunuzda, o ölümün bir yanda da sümbülün hayatıdır. “Güller toprağın gecesine yaslanır, oradan güler güneşe.” Toprağın gecesine giren bir tohum bile gülen bir gül olarak karşımıza çıkıyorsa insan niye ümitsiz olsun ki? Rabbi onu hayat duraklarının hangi safhasında yalnız bırakmıştır ki kabirde yalnız bıraksın?

İnsan geleceği bilemez. Doğru… Ama Allah geleceği güzel yapmıştır. Yeter ki ona uygun bir yol haritasını izleyebilelim ve Allah hakkında hüsnüzan edelim. Allah dileseydi bizi kediler âleminde fare yapabilirdi, bir tutam maydanoz yapabilirdi… Yapmamış… Demek ki bir muradı var bizden, bizi insan olarak yaratmakla. Bu kadar değer verdiği bir varlığı elbette toprakta unutmayacak, çürütmeyecek.

Tohumu toprakta unutmayan Allah, güneşi gecede unutmayan Allah, insanı da toprakta unutmaz. Onu da bir gün yattığı yerden kaldıracaktır, ebedî bir diyara sevk edecektir.

Genellikle ölüm korkusu gündeme gelince kişinin dinî yaşamı irdeleniyor. Bu korkuya cevap verecek tek unsur din midir?

Elbette dindir. Ama insanların ve biz dindarların da düştüğü bir hata söz konusu. Ölümü verenin Allah olduğunu unutmak ve onu tam anlayamamak. Daha önce de belirttiğimiz gibi Bediüzzaman Hazretleri “ölümü vermek” tabirini kullanıyor. Onu da bir nimet olarak görmeyi başarırsak problemimiz ya azalacak ya da hiç kalmayacak.

Bir bahçe sahibi bile, uzun emekler vererek, özenle yetiştirdiği ağaçlardaki meyveleri son dakikada kurda kuşa yem etmez; bahçesinin talan edilmesine izin vermez. İnsan yani… Allah, kâinat ağacının meyvesi olan insanı neden toprakta zayi etsin ki? Bir çiftçinin elinde toprak ne ise, toprağın bağrındaki insan da öyledir. Tohum baharda kendini gösteriyor, açılıyor. İnsan ise ebedî hayatın baharında amellerinin meyvesini vermek üzere toprağa koyuluyor.

Burada da şunu unutmamak gerekiyor: Ölen bedenimizdir, ruhumuz değil. Beden topraktan gelen gıdalarla besleniyor ve geldiği yere gidiyor. Ama ruhumuz ise topraktan gelmediği için toprağa gitmiyor. Allah onu özel bir yere alıyor.

Rahime Sönmez

Risale-i Nurun Yayılması

Risale-i Nur hakikatleri yayılmakta ülkeye

Dinsiz olamazdı Osmanlının öz evladı Türkiye

 

Isparta’da çoğaltılmakta risaleler şevkle

Okuyan herkesin ruhu nurlanıyor feyizle

 

Yıllar sonra, çöle düşen yağmur taneleri gibi

Kur’an hakikatlerini, iştahla emiyordu halk sanki

 

Elden ele, dilden dile dolaşıyor Risale-i Nurlar

Sökülmesi mümkün değil hücum etse ordular

 

İçerideki dinsiz komiteler aldatır hükümeti

Mutlak durdurmak lazımdı bu müthiş hareketi

 

Yayınlanması yasaktı ülkede dini makalenin

Hiç cezası olmaz mıydı böyle bir faaliyetin

 

Verilmişti emir, mutlaka bir suç ortaya koyun

Uydurma haberlerle yapılacaktı büyük bir oyun

 

Yalan da olsa bulunacaktı bir hata kusur

Bütün ülkeye yayılacaktı şaibeli bu unsur

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

İslam Kültürüne Sahip Olan ve Olmayanların Evlatları

Burada İslam kültürü ile mükemmel yetişebilen anne babanın evlatlarına karşı nasıl davranıp onları nasıl terbiye edeceklerinden bahsedeceğiz. Anne babanın evlatlarına karşı sözlerinin ve işlerinin tesiri, o âile reislerinin Allah’tan korkup takva ile yaşamalarına bağlıdır. Anne ile babanın helal lokma ve Allah korkusu ile yaşama hususuna dikkat etmeleri derecesine göre, çocuğun bütün hayatında mükemmel netice beklenebilir ve evlattan beklenen o netice alınabilir. İslam’ı yaşamakta titizlik gösterenlerin evlatları, nasıl dine daha fazla sahip çıkacaklarını daha iyi anlamak için canlı bir numune olarak Bediüzzaman Hazretlerini verelim.

Bediüzzaman Hazretlerinin kısa zamanda bu kadar bilgilere nasıl sahip olduğunu öğrenmek için, oranın hocaları bir gün karar verip Bediüzzaman hazretlerinin evine gitmişler. Evde babası Sofu Mirza Efendi yokmuş. Annesi Nuriye Hanım misafirleri kabul edip, dışarıda ağaçlar altında hocaların oturmaları için bir şeyler serdirip hocaları oralarda oturtmuş. O esnada hocalar annesine: Valide, siz bu evladı nasıl büyüttünüz ki bu kadar kısa zamanda bu kadar terakki etti? Bediüzzaman Hazretlerinin validesi de cevaben demiş ki: Ben evladım Saidi hiçbir defa abdestsiz emzirmedim. Şunu da ilave edeyim ki, temiz olduğum zaman Teheccüd namazımı da Allah’ıma şükür terk etmedim. Biraz sonra babası Sofu Mirza Efendi öküzler le tarladan gelirken,  öküzler köylülerin ekinlerin koparmamaları için  öküzlerin ağızlarına sepetçikler takmış olduğunu hocalar görünce Bediüzzamanın kısa zamanda terakkisinin sırrını  anlamışlar.

Işık karanlığın derecesine göre kendini gösterdiği için, biraz da dine lakayt kalıp helal mı haram mı bakmadan yutup, maddecilikte boğulanların evlatlarına bakalım. Onlar geleceği nerede gördüklerini ve neye ehemmiyet verip evlatlarını nasıl yetiştirdiklerine bir göz atalım.

-Bu efendilere Allah kıymeti takdir edilemeyecek kadar büyük olan evlat ihsan ettiğinin farkında olmayıp, onu tabii bir olay olarak değerlendirirler. Hatta babanın evlada ilk vazifesi olan Allahın memnun olacağı bir isim takma hadisesine de ehemmiyet vermeyip kendi keyfine göre isim takar Peygamberimizin a.s.m.: Hadisi şerifine göre Anne baba tarafından  çocuğa takılan isim çocuk öyle olması için  dua mahiyetinde olduğunu; anne baba bilmedikleri gibi bilenlerden de öğrenmeye ihtiyaç duymazlar. Onlar  çocuğun istikbalini yalınız bu kısa dünya hayatında gördükleri için, maddi eğitime çok önem verirler. Daha okul çağına gelmeden, çocuğu ana okuluna gönderirler, geçimlerinde sıkıntı bile çekseler, çocuk için ayırarak okula ve servise para verirler. Evlatlarının yaşı ilerledikçe, kaliteli tahsil görmesi için pahalı olduğuna bakmadan, özel ve güzel bir koleje kaydederler. Hele çocuk okulu başarabildi ise, o anne babanın sevincinden ve gururundan yanından geçilmez. Sonra kurslarda, özel profesörlerin  yanlarında hazırlayıp  kaliteli bir meslek veya herkesin kazanamayacağı bir fakülteyi kazandırmaya çalışırlar. Bu saydığım ilerlemelere biz de taraftarız, fakat evlatlarının islama sahip olma derdi Müslüman da  zaten mevcutur. Fakat bunlarda maneviyat olmadığı için, bu anne babanın dert ve  sıkıntıları çocuklar hakkında  bundan sonra başlıyor.

Çünkü, gençlerde akıl değil; duygular hakim olduğu için,  herhangi bir fakültede tahsile başlayan dine lakayt anne babanın oğlunun günah ve sevaptan haberi olmadığı için, ders çalışmaları konusunda anne babanın tavsiyelerine pek kulak vermez, okulda dersten fazla kız arkadaşlarıyla konuşma gülüşme ve şehevi duygularını tatmine çalışırlar, onlarla gayri meşru hayat geçirmeye başlarlar veya evlenmek maksadıyla hayat arkadaşı olacak birini kendine seçerler. Biri diğerine söz verip düğüne kadar nikahsız bir hayatla okullarını bitirmeye çalışırlar, okulları bittikten sonra düğünü yaparlar, anne ve babalarından uzak, yalınız menfaatlerini düşünen, egoist bir hayat yaşamaya başlarlar.

Bunları sayar iken insanlığı acıdığımdan sayıyorum, kendi derdimi anlatıyorum.  Yoksa  biz bizden başka kimseye düşmanlıktan fazla, varsa içimizdeki düşmanlığa düşmanız. Muhabbete, sevmeye, sevgiye, kendimizi feda edecek derecesinde, kalpten bağlanırız. Çünkü biz Allah’ın bütün yaratıklarını, bilhassa en şerefli mahluk olan hemcinsimiz olan insanı çok sevdiğimiz için onlara bazı malumat vermek gibi gayreti taşırız. Din düşmanlarını ve Allah’ın yokluğunu ispat etmeye çalışanlar müstesna.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Gir O’nun Himmetine (Şiir)

Gel arkadaş sen de gel

Resulün ümmetine

Gel ki gelmeden ecel

Gir O’nun himmetine

 

Bilirsin dünya fani

Ecelse gelir ani

Her bir şey malayani

Gir O’nun himmetine

 

Daha sen hayattayken

Sağlam ve ayaktayken

Veya ağır hastayken

Gir O’nun himmetine

 

Bilirsin ömür kısa

Bir gün biter nasılsa

Hayat şartın ne olsa

Gir O’nun himmetine

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org