Kategori arşivi: Yazılar

Hz. Muhammed (asm) Neden Çok Evlilik Yapmıştır?

Hazreti Muhammed (asm)  yirmi beş yaşında ve gençliğin en hararetli döneminde, kırk yaşında olan Hz. Hatice validemizle evlenir. Bu evlilik Hz. Hatice’nin vefatına kadar devam eder. Hatice validemizin vefatında efendimiz, (asm) elli yaşında idi. Evlenmeye yeniden temayülü azalan yaşlı bir insan; Keza Resul makamında olan enbiya ve evliyaların sertacı Hz. Muhammed gibi bir zatın birçok evlilik yapması hâşâ nefsanî olarak düşünülemez.

Her bir evliliği, birçok hikmete binaen yapılmış, İslamiyet’in ilk yıllarında evlilik dörtle sınırlı değildi. Daha sonradan dörtten fazla evlenmek yasaklanmıştır. Efendimiz dörtten fazla olan hanımlarını boşamamış, bu da ona mahsus bir istisnadır. Peygamberlere ait istisnalar da elbette olacaktır.

Hz.Muhammed (asm)’in yaptığı evliliklere itiraz eden fikirleri bulanık, garaz dolu gayri Müslim ve münafık “kaselist” (çanak yalayıcı)’lerin dillerini “Navdemist” (çanak kirleten)’lere havale ediyorum. Bu arada konu ile alakalı İslami tarihi bilgileri tazelemek üzere “Zat-ı pak” ’ın, evlilikleri hakkında özet bilgi de yazmak istedim.

1.Hatice (ra):
Hz. Peygamber’in (sav) ilk evlilik hayatı, Hz. Hatice validemizle başlar. Onunla evlendiğinde 25 yaşında idi, eşinin ise, 40’tır. Aralarındaki yaş farkı, on beştir. Risâletini tebliğde O’nun yanında olmuş ve ilk Müslümanlardandır.

Peygamberimizin bu evliliği 25 yıl sürmüş, İbrahim dışındaki evlatların tamamı bu değerli kadından olmuştur. Hatice validemiz hicretten üç sene önce vefat etmiştir. Vefatı esnasında Peygamber (asm)’in yaşı 50’dir.  Evlilik hayatının 25 senesi ve aynı zamanda gençliğin en hararetli dönemi kendisinden on beş yaş büyük olan yaşlı bir kadınla geçirmiştir.

2- Hz. Zeynep b.Ümeyye (r.a): Bu evlilikle ilgili 17.12.2013 tarihli yazı ile detaylı yazıldığı için yeniden yazılmamıştır.

3. Sevde binti Zem’a (ra):

 İlk Müslümanlardandır. Kocası Habeşistan’a yapılan hicretten sonra vefat etmiş, dul ve kimsesiz kalmıştı. Efendimiz (sav), onunla evlendiği zaman 55 yaşındaydı.  Asıl amacı kimsesiz ve yardıma muhtaç olan bu kadını emin bir yuvaya kavuşturmaktı.

 4. Aişe (ra):

Resulullah (sav)’ın bakire olarak evlendiği tek kadındır. Hz. Ebubekir (ra)’in kızıdır. Hz. Aişe validemiz çok zeki olup, nübüvvet davasına vâris olabilecek yaratılışa sahip bir kadındı. En çok hadis ezberleyenlerdendir. Peygamberimiz erkek sahabelere emir tebliğ ettiği gibi içerden de hanımlara da bir hadis tebliğ edici lazım idi, işte o Peygamber’in varislerinden ve mükemmel tebliğ edicilerdendi. Böyle yüksek vasıflara haiz olan bir kadın ancak peygamber eşi olabilir.

5. Hafsa binti Ömer (ra):

Hz. Hafsa, Hz. Ömer’in kızıdır.  Kocası Bedir Savaşı’nda şehit edilmiş. Yalnız başına kalmıştır.  Hz. Ömer, kızını önce Hz. Osman’a, daha sonra Hz. Ebubekir’e evlenmesi için teklif etmiştir. Bu teklifi kabul etmediklerini duyan Peygamber (asm) Hz. Ömer’in fazla üzülmemesi ve gönlünün hoş edilmesi için bir nevi zaruret hâsıl olduğu için evlilik yapılmıştır.

6. Zeynep binti Huzeyme (ra):

Resulullah (sav) Hafsa’dan sonra bu kadınla evlenmiştir. Ubeyde b. Haris Onun kocası da Bedir’de şehit edilmiş, o zaman Zeyneb’in yaşı da 60 idi. Yardıma ihtiyacı olan bu kadın evlendikten iki yıl sonra vefat etmiştir.

7. Ümmü Seleme (ra):

Ümmü Seleme (ra)  ilk Müslümanlardan ve Habeşistan’a hicret edenlerdendir. Daha sonra da Medine’ye hicret etmiş,  eşi Uhud Savaşı’nda şehit olmuştur. Bir sürü yetimle, hayat külfetini yüklenmiş bu kadına evlilik teklifini Resulullah (asv) yapar ve bu teklif kabul edilir. Böylece yetimleri, sıcak bir yuvaya kavuşmuşlar. Ümmü Seleme de  Hz.Aişe gibi zeki biriydi.

8. Ümmü Habibe (Remle binti Ebî Süfyan) (ra):

Ebû Süfyan’ın kızıdır. İslâm’ın bidayetinde imanı etmiştir. Mekke’nin zor şartlarında inancını yaşayamayınca, kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret etmiştir.  Ancak bu arada kocası Hristiyan olmuş, sonra da ölmüş, Ümmü Habibe yalnız başına kalmıştı. Allah Resulü (sav) Necaşi huzurunda Ümmü Habibe’nin nikâhını kıyarak onunla evlenir.

Peygamberimiz bu kadınla evlenmemiş olsaydı, bu mekkeye dönecek babasının zülmüne karşı mecburi dinini bırakacak veya hristiyan olacaktı. Böylece en doğru yolu evlenmekte buldu ve onunla evlendi

Peygamber (sav)’in yaptığı bu evlilikte Müslümanlara ve peygambere düşman olan Ebü Süfyan’ın kini birazcık dahi olsa dinmiştir. Daha doğrusu Emevîlerle bir akrabalık yapılmış ve Müslümanlığa girmelerini kolaylaştırmıştır. Ebu Süfyan’ın hane-i saadete gidip gelmesi neticesinde Müslüman olmuştur

9. Cüveyriye binti Hâris (ra):

Müreysi gazvesinde Müslümanlar galip gelmiş, pek çok ganimetle birlikte  700 kadar da esir alınmıştı. Esirlerin içinde, Benî Mustalik kabilesinin başkanının kızı olan Cüveyriye de bulunuyordu. Cüveyriye, Hâris b. Dırar’ın kızı idi. Hâris, Mustalikoğulları Yahudilerinin reisi idi. Cüveyriye önce Musâfi b. Saffan’la evlenmiş, Musâfi, Müreysi Muharebesi’nde ölmüştü. Cüveyriye, Hz. Peygamber (sav)’e müracaat ederek hürriyete kavuşmayı talep etmiş, Resulullah da onun fidyesini bizzat kendisi vererek hürriyete kavuşturmuştur. Babası gelip kızını götürmek isteyince, o Müslüman olarak Medine’de kalmayı tercih etmiş, bilahare de Resulullah ile nikahı kıyılmıştır.

Resulullah (sav)’ın bu evliliğinden sonra, Abdulmuttaliboğullarının hissesine düşen esirler salıverilmiş, diğer Müslümanlar da bu durum karşısında, Resulullah ile akrabalık bağı bulunan bir kabilenin insanları esir edilemeyeceği düşüncesiyle alınan bütün esirleri salıvermişlerdir. Birçok Yahudilerin Müslüman olmalarına neden olmuştur.

10. Safiyye binti Huyey (ra):

Asıl adı Zeynep’tir. Arabistan’da reislere düşen ganimet hissesine Safiyye denilmektedir. Bu kadın da Resulullah (sav)’ın hissesine düştüğü için Safiyye adını almıştır. Ana-babası, Yahudilerin ileri gelenlerindendi. Hayber Gazvesi’nde, babası, kocası ve kardeşi öldürülmüştür.

Savaş sonrası Resulullah onu kendi nikâhına almış, bu evlilikle de Yahudilerin önemli bir bölümüyle akrabalık kurmuş ve Müslümanlığın sınırları bu vesileyle genişlemiştir

11. Mâriyetü’l-Kıbtiyye (Ümmü İbrahim) (ra):

Resulullah (sav) İslâm’a davet için etraftaki hükümdarlara mektuplar gönderiyordu. Bunlardan birisi de Mısır hükümdarı Mukavkıs’tı. Mukavkıs, elçiyi güzel bir şekilde karşılamış, Hz. Peygamber’e birtakım hediyelerle birlikte iki de cariye gönderiyor. Müslüman olan bu cariyelerden Mariye’yi kendisine alır. Bilahare azad ederek, onunla evlenen Peygamberimizin oğlu İbrahim bu hanımındandır. Bu evlilik Mısırlılar üzerinde müspet manada etkili olur.

12. Meymûne binti Hâris (ra):
Asıl ismi Berre olup, Resulullah tarafından Meymûne olarak değiştirilmiştir. Hz. Peygamber (sav)’in son evliliğidir. Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’ın baldızı olup, amcası onunla evlenmeyi teklif eder. Peygamberimiz de bu teklifi kabul eder.

Netice olarak Hz. Muhammed (asm)  on iki evlilik yapmış, her bir evliliğin hikmet ve sebepleri ayrı ayrıdır. Eğer, “hâşâ” nefsanî arzu olmuş olsaydı,  gençliğinde hevesatın yüksek olduğu zamanda, kendisinden on beş yaş büyük olan, dul bir kadınla evlenmezdi. Bu evliliği 25 sene devam etmiş,  elli yaşından sonra yaptığı her bir evlilikte mutlaka bir zaruret hâsıl olmuştur. Yoksa evliliklerle birçok külfetlerin altına girmesi, başka bir şeyle izah edilemez.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

2o.12.2013

www.NurNet.org

Kaynak

Peygamberimiz Neden Çok Evlendi?,

Nesil Yayınları,

Her Ay Maaşın Yüzde İki Buçuğunu Ver!

Uzun yıllar İslam’ın hakkıyla yaşanması için çalışan ve bu yolda sayısız talebe yetiştiren merhum Mahir İz Hoca’nın talebesi Prof. Dr. Mustafa Uzun’un naklettiği bir hatırası bu konuda gerçekten bir yol gösterici olarak karşımıza çıkıyor:

Prof. Uzun, Diyanet İşleri’nde göreve başladığı gün hocası Mahir İz şöyle der: “İlk maaşını alır almaz harcamadan bana gel.” O da, üzerinde hayli emeği bulunan hocasının tavsiyesine uyarak maaş aldığı gün gider. Maaşı Mahir İz Hoca’nın önüne koyar. Hoca, “Bir hesap et bakalım, maaşının yüzde iki buçuğu ne ediyor?” der.

Hocasının neden böyle yaptığını anlayamaz ama dediğini de yapar ve yüzde iki buçuğunu ayırır. Hoca sorar:
“Ayırdın mı?”
“Ayırdım.”

“Hah” der. “Şimdi oldu işte. Bu yüzde iki buçuk, senin maaşının zekâtıdır. Her ay maaşını alır almaz yüzde iki buçuğunu hesapla ve bekletmeden bir fakire, muhtaca ver.”
“Hocam” der öğrencisi. “Benim zekâtım olmaz ki… Etim ne, budum ne benim? Hem ayrıca, nisab-ı şer’î (zekât vermenin farz olması için gerekli olan zenginlik sınırı) ve hevelân-ı havl (zekâtı verilecek malın üzerinden bir yılın geçmesi) diye bir takım ölçüler var zekâtta Hocam, biliyorsunuz. Ben bunların hiçbirine sahip değilim.”

Talebesinin bilgelik tasladığını görünce Mahir Hoca dayanamaz:
“Evladım, sen memur adamsın, ayın birinde maaşını alırsın, on beşinden sonra paran biter. Eğer sen nisâb-ı şer’î ve hevelân-ı havl’ı kollar durursan, belki ömrün boyunca hiç zekât veremezsin. Memleketimizde çok muhtaç insan var. Onların nisâb-ı şer’î ve hevelân-ı havl beklemeye tahammülleri yok. Ayrıca, bekletirsen, sen zaten veremeyeceksin. Onun için, elini zekâta, hayır ve hasenata ilk maaştan itibaren alıştırmaya bak!”

Hayatı boyunca hocasının nasihatini yerine getiren Prof. Dr. Mustafa Uzun, yıllar sonra o günü şöyle anlatır:
“O gün öyle biraz ıkındım sıkındım ama, o tarihten bu yana, her ay maaşımın yüzde iki buçuğunu fakir hakkı olarak verdim. Hem vicdanen rahat ettim, hem de veren kişi olmanın zevkini tattım. Bu durum bana meslek hayatımda –ki o zaman imamdım- çok üstün bir pozisyon kazandırdı. Alan imam değil, veren imam olmak beni daha bir başı dik, alnı açık hale getirdi.”

Gazeteleri zekât vermek için okurdu
Hayatında emekli maaşından ve yazdığı birkaç kitap ve makalenin telif ücretinden başka bir geliri olmayan Mahir İz Hoca’nın yaşantısını görenler, anlatılanlara göre, servet sahibi bir zengin sanırlarmış. Öğrencilerinin aktardığına göre, maaşını muhasebeden alır almaz, odacıya, çaycıya ve talebelerine yüzde iki buçuğunu, yani zekâtını dağıtır, maaşının geri kalan kısmının bereketiyle de ağalar gibi yaşarmış. Zekât denilince altın ve gümüş üzerinden matematik hesaplamaların dışında bir şey düşünemeyen insanlara, Kur’ân’ın yardımlaşma ruhunu anlatır ve yaşatırmış.

Öğrencisi Prof. Osman Öztürk, Mahir Hocanın gazeteleri bile zekât vermek için takip ettiğini söylüyor:
“Hocanın yardım dairesi o kadar genişti ki, gazetelerden öğrendiği muhtaç insanlara bile havaleyle bir şeyler gönderirdi.”

“Başkası açlıktan ölse bana ne!”
İslam’ın dört temel ibadetinden biri olan ve Kur’an-ı Kerim’in 27 yerinde dinin direği namazla birlikte anılarak, Müslüman’ın en önemli iki görevinden biri olarak tanımlanan zekâtın bugün bir müessese olarak dünyada ve ülkemizde yeteri kadar yaygınlaşmamasının en büyük sebebi vahşi kapitalizmin mevcudiyetidir.

Prof. Akyüz’ün bahsettiği “zekât yetmiyorsa sadaka mecburi olur” hükmü herhalde bugün için söylenmiş bir ifade olmalı. Zira inanan insanların verdiği zekât ülkemizdeki yoksulluğu önleme yolunda neredeyse denizde damla durumuna düşüyor.

Hz. Muhammed(asm)’in Hz. Zeynep İle Evlenmesi ve Hikmetleri!

Hz. Zeynep validemiz, efendimizin halası Ümeyye’nin kızı ve ilk iman edenlerdendir. Medine’ye hicret ettiğinde bekârdı. Efendimiz (sam) Zeynep gibi asil soylu bir kızı,  azad ettiği hizmetçisi Zeyd ile evlendirmekle cahiliye döneminde kalma kölelilik ve sınıf farkı ortadan kaldırılmasını ve insanların Allah katındaki üstünlüğü ancak takva ile olacağını göstermek için evlilikle bu yanlışı kaldırmak istemişse de, bu evliliğe Hz. Zeynep ve kardeşleri karşı gelmişler.

Bu arada, Ahzab suresinin 36. ayeti nazil olur, Cenab-i Allah şöyle buyurur:

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”

Bunun üzerine Hz. Zeynep, “Ben Allah ve Resulüne asi olamam!..” diyerek bu evliliği kabul eder.

Fakat bu evlilik uzun sürmez, Hz. Zeyd, Hz. Zeynep’ten boşadıktan sonra, Cenab-ı Allah tarafından bir “ akd-i semavi” olarak nikâhları kıyılır. Bu evliliğe gerek o zamanın münafıkları gerekse asr-ı hazırda olan şimdiki münafıkların itiraz ve ukalalıklarına bahs-i medar olmuş, oysa bu evlilik çok önemli hükümlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Hz.Muhammed (asm)’in ve diğer enbiyaların varisi asrımızın müceddidi Hz. Bediüzzaman bu evlilikle alakalı şöyle buyurur:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı veya “Oğlum” hitabına mazhar olan Zeyd (r.a.), rivayet-i sahiha ile itirafına binaen, izzetli zevcesini kendine mânen küfüv bulmadığı için tatlik etmiş. Yani, Hazret-i Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış ve bir peygambere zevce olacak fıtratta olduğunu, Zeyd ferâsetle hissetmiş. Ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığından, mânevî imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir. Allah’ın emriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış. Yani, “zevceyna” nın işaretiyle, o nikâh bir akd-i semâvî olduğuna delâletiyle, harikulâde ve örf ve muâmelât-ı zâhiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüyledir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o hükm-ü kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur olmuştur; nefis arzusuyla değildir.” 1

Bir de cahiliyette yaygın başka bir yanlış âdetin kaldırılması vardı, buda evlatlıkların, öz evlat gibi kabul edilmesi, onların hanımları da babalıkların öz kızı yerinde kabul edilmesi yanlışı idi. Bu yanlış, Ayet-i kerime ile yasak edilmiştir.

 “Onları, yani evlâtlıklarınızı babalarının ismine nisbet ederek çağırın. Bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar zaten sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır.” 2

Bu ayet nazil olduktan sonra Zeyd, artık “Zeyd bin Harise” diye babasının ismiyle çağrılmaya başlandı. Evlâtlığın kaldırılmasından sonra, evlâtlık hanımlarının da öz kız gibi olmadığı ortaya çıkmış oldu. Bunun ispatı ancak Hz. Peygamber (asm) ‘in Hz. Zeynep’le evlenmesi ile oldu.

Ayet-i kerimede konuya şöyle bir açıklık getirilmiştir:

“Hani Allah’ın iman nasib ederek ikramda bulunduğu ve senin de azad edip evlâtlık edinerek ikramda bulunduğun kimseye sen, ‘Hanımını bırakma, Allah’tan kork.’ diyordun. Sen o zaman, Allah’ın açıklayacağı bir şeyi bildiğin halde, insanların dedikodusundan korkuyordun. Halbuki Allah korkulmaya daha layıktır. Sonra Zeyd o hanımla alâkasını kesince Biz onu sana nikahladık. Ta ki evlâtlıkların boşadığı hanımlarla evlenmenin mü’minler için günah olmadığı anlaşılsın. Allah’ın emri işte böylece yerine getirilmiştir.” 3  

Bu ayetin nazil olmasından sonra, Hicretin 5. yılında, Zeynep, otuz beş yaşında iken Efendimiz (sam) ile semavi bir akitle evlendirilmiş. Nitekim bu evlilik üzerine münafıklar boş durmadı. “Muhammed, oğlunun karısının haram olduğunu bildiği halde, kendi oğlunun hanımını nikâhladı” demeye başladılar.

Bunun üzerine Ahzab suresinin 40. ayeti nazil oldu:

“Muhammed, hiçbirinizin babası değildir, O Allah’ın Resulüdür ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah ise her şeyi hakkiyle bilir.”

Böylece İslâm, evlâtlıkla öz evlâd hukukunu birbirinden ayırıyor. Maalesef o zamanın Münafıkları bu evliliği “haşa” nefsani olduğunu söylemişler. Bediüzzaman o günkü ve bu günkü münafıklara şöyle bir cevap daha veriyor:

“Yüz bin defa hâşâ ve kella. O damen-i muallâya, şöyle pest şübehatın eli yetişmez. Evet, on beş yaşından kırk beş yaşına kadar hararet-i gariziyenin galeyanı hangamında ve hevesat-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet ve tamam-ı ismetle Hatice’tül Kübra (ra) gibi ihtiyarca bir tek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zatın, kırktan sonra, yanı hararet-i gariziye tevakkufu hengamında ve hevesat-ı nefsaniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücatı, bizzarure ve bilbedahe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir.”

Efendimiz (sav), istemiş olsaydı Zeyd’le evlendirmeden önce de Hz. Zeynep’le evlenebilirdi. Eğer, “hâşâ” nefsanî arzuları olmuş olsaydı,  gençliğinde hevesatın dorukta olduğu zamanda kendisinden on beş yaş büyük olan dul bir kadınla evlenmezdi. Bu evliliği 25 sene devam etmiş,  elli yaşından sonra çok evlilikler yapmıştır. Münafıkların yalan beyanları gibi nefsanî arzuları için Hz.Zeynep’le evlenmemiştir. Ancak, Hz. Zeynep’le yapılan izdivacın önemli sebeplerden biri  Ferasetçe yüksek bir ahlaka sahip olması, toplumda yaygın yanlışların düzeltilmesi ve bir “ akd-i ilahi” olmasıdır. Bu hikmetleri göz ardı eden münafıkların çürümüş batıl zihniyet ve beyhude itirazlarına bir tüh….!  demek lazımdır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

17.12.2013

www.NurNet.org

KAYNAK

1-Mektubat/ yedinci mektup,

2- Ahzab, 33/5

3-Ahzab,33/37

Bediüzzaman’ın Lokman Hekim ruhlu talebesi: “Ali İhsan Tola”

Bediüzzaman Said Nursî’nin etrafında halkalanan Nur kahramanlarının her biri ayrı bir esmaya mazhar ve Üstad’ın farklı bir yönüne ayna olan şahsiyetlerdir. Bunlardan biri de 1927- 2009 yılları arasında yaşamış olan Orman Mühendisi, Tıbb-ı Nebevî’nin asrımızdaki temsilcisi ve zamanın Lokman Hekimi Senirkentli Ali İhsan Tola’dır.

Üstad, muhataplarının ilgi alanlarına ve kabiliyetlerine göre konuşur, onlara ders verir. Ali İhsan Tola ilk ziyarete gittiğinde Üstad, kendisine uzmanlık alanı olan orman ve bitkilerin sırlarından bahseder. Fakat bu konuda öylesine derinlere dalar ki, Ali İhsan Tola üniversitede öğrendiği bilgilerinin Bediüzzaman’ın bilgilerinin yanında çok sığ kaldığını hisseder. Üstad kendisine ihtisasıyla ilgili konuda muhatap olmakla kalmaz, bu konuda daha ileri gitmesi için manevî himmetini de devreye koyar. Derken Sav’da risalelerin basımı esnasında bitkilerin sırları kendisine açılır ve tıpkı Lokman Hekim gibi bitkiler hal dilleriyle ne işe yaradıklarını anlatarak adeta onunla konuşmaya başlarlar.

Okan Yılmaz’ın bu konuyla ilgili hatırası manidardır: “Kendisinden bitkilerin sırlarını iki defa dinledim. Birisinde Sungur Ağabey gelmişti. ‘Ali İhsan, bu bitkilerin esrarı nasıl oldu?’ diye sordu. ‘Üstad’ın himmetiyle açıldı. Sizi nasıl görüyor, tanıyorsam, o bitkileri de öyle görüyor, tanıyorum. Neye yaradıkları bana o surette görünüyor. Mesela bir bitki böbreğe yarıyorsa, onu böbrek suretinde görüyorum’ demişti.”

Bu konuda kendisinin yaptığı açıklama ilginçtir: “O zamandan beri otlardan, çiçeklerden bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından insanlık âlemine faydalı olmaya çalışıyordum. Risale-i Nur’da izah edildiği gibi, kâinat, bir eczane-i kübradır. Allah Teâla her şeyi yerli yerinde yaratmıştır. İnsan vücudunda bulunan hücreler ve cihazlar bitki ve otlardan küçük birer numune taşır. Mesela ceviz meyvesi, diğer meyvelerden farklı olarak dışında sert bir kabuk, içinde meyvenin yiyecek kısmıyla insanın başına ve beynine benzer. Elbette ki onun yenmesi, insana ve beynine faydalı olacaktır. Keza, fındığın kalbe benzemesi, fasulyenin böbreklere benzemesi ve limondan narenciyeye kadar her şeyde insan bünyesine faydalar sunulmuş, rızık olarak tayin edilmiştir.”

Bitkilerin sırrı

Bir zamanlar Çam Dağı’nda iken Üstad’ın kendisine bir çiçek verip “Ali İhsan, bunun üzerinde çalış” demesi de manidardır. Bunu unutup yıllar sonra bir vesileyle hatırlar. Böylece karabaş otu üzerinde başlayan araştırmaları, diğer çiçek ve bitkilerle devam eder. Bütün bunlar, Ali İhsan Tola’nın Tıbb-ı Nebevî konusunda derinleşmesine sebep olur.

Torunu ve manevî mirasçısı sayılan Eczacı Ömer Tola’nın anlattıkları da ilginçtir: “Evveliyatında Sav’da teksir yaparken sırrın açıldığını anlatırdı. ‘Bitkinin şekli, kokusu, rengi, bir şifre-i ilahîdir. Bu şifrenin anahtarı da Efendimizdedir (a.s.m.)’ diye anlatırdı. Fakat Üstad Hazretleri ‘maksat insan yetiştirmek’ deyince bitkilere karşı olan şevki ve alakası kırıldı. Bunun üzerine bitkilerin sırları tekrar kapandı. Daha doğrusu bir hasta gelse şu bitkinin iyi geldiğini bilse bile verecek hal kalmadı. Ta ki halk arasında ‘kafa süpürgesi’ diğer adıyla karabaş otunu Üstad kendisine tavsiye edene kadar… Ondan sonra bitkisel tedaviye tekrar başladı. Gelenlere ikram etti. Hatta bu kafa süpürgesinden dolayı mahkemeye verildi. Hem orman mühendisi, hem ehl-i vukuf, hem bilirkişi ve hem de davalı olarak böyle bir davanın olmayacağını savundu. Daha sonra özellikle ardıç tohumu ve yağı üzerinde yoğunlaştı ve bu yoldaki araştırmalarına ve hizmetlerine devam etti.”

Ali İhsan Tola, çeşitli bitkilerden elde ettiği yağlar ve karışımlarla tıbbın ve kimyevî ilaçların çare olmadığı pek çok hastalığa deva olur. Bu yüzden son zamanlarda her gün onlarca, hafta sonları yüzlerce insan, gerek yurdun çeşitli yerlerinden, gerekse yurt dışından akın akın kendisine gelerek deva bulmak için kapısını aşındırırlar.

Manevî yönü

Ali İhsan Tola’nın şahsiyeti şüphesiz sadece bununla sınırlı değildir. Onun asıl şahsiyeti Üstad’ın yakın bir talebesi olarak Risale-i Nur hizmeti üzerinde yoğunlaşmasıdır. Yanına gelenlere bir yandan maddî ilaçlarla deva sunarken, diğer yandan Nurlarla manevî deva sunmaya son nefesine kadar devam eder. Risale-i Nur’un satır aralarından adeta istihraçla çıkardığı engin manaları yanına gelen ve bu konulara alaka duyanlarla paylaşır. Özellikle yakın takipçilerinden olan Mehmed Başat Bey’in ifadesiyle “eşyanın ledünnüne vakıf olması, eşyanın ve olayların zahirine bakarak iç yüzü ve geleceği ile ilgili çıkarımlarda bulunması” pek manidardır. Mesela bunlardan biri 12 Eylül Darbesi öncesinde üst odada ders yapılırken el büyüklüğünde bir örümceğin duvarda herkesi ürkütecek şekilde yavaş yavaş ilerlemesi karşısında birisi gitmesi için kalkıp pencereyi açması üzerine, ”Oturun yerinize ve ona ilişmeyin” der. Ders bittikten sonra, ”O ne diyor biliyor musunuz?“ diye sorar. Ardından şu açıklamada bulunur: ”Örümcek hicrette Allah’ın inayetiyle Peygamberimizi müşriklerden korumadı mı? Şimdi de başınıza bir musibet gelecek, ama korkmayın siz, hıfz-ı ilahî altındasınız diyor” şeklinde yorumlar. Gerçekten hemen ardından 12 Eylül Darbesi olur ve Nur talebeleri haber verdiği gibi bu musibetten en az zarar görerek kurtulurlar.

Ali İhsan Tola’nın araştırmaları sadece bitkilerle sınırlı kalmaz. Son zamanlarda çeşitli taşlar ve madenler ve sularla ilgili araştırma ve denemelerde de bulunur.

“Bediüzzaman’ın Lokman Hekim Ruhlu Talebesi: Ali İhsan Tola” isimli Nur Kahramanları serimizin 12. kitabı bu ve bunun gibi son derece ilginç ve insanların alaka ve ihtiyaçlarına cevap verdiği için olsa gerek kısa zamanda iki baskı yapmıştır. Dilerseniz sözü daha fazla uzatmadan tedavi uygulamalarında kitapta yer alan örneklerden bazılarına yer verelim. Böylece hangi tarz ilaçların ne gibi hastalıklara şifalı olduğunu görelim.

Hastalıklara maddî ve manevî şifalar

Dışarıdan gelen vesveselere 11 Felak okunmalı, nefisten gelen vesveselere 11 Nas Suresi okunmalı.

Cimriliğe karşı 11 defa Mâûn Suresi okunmalı

Şirke karşı 11 defa Kafirûn Suresi okunmalı.

Migrene karabaş balı kullanılmalı. Karabaş balı, beyin hastalıklarında damar açıcıdır.

Kuyruk yağı romatizma, bel ve boyun ağrılarına iyi gelir.

Kemik erimesine karşı kuyruk haşlanıp aç karnına yenmeli, belden alt kısmına tırnaklara kadar sürülmeli.

Kalp damar tıkanıklıklarına karşı karabaş balı yenmeli.

Kudret narı yağı, güzelleştirir, yüzde leke koymaz. İçilir ve hastalıklı yere sürülürse sedef hastalığını ve kaşıntıları yok eder.

Ardıç yağı, antibiyotik yerine geçer. Ardıç yağına demiri koysan eritir, ama vücuda zarar vermez. Vücuttaki cerahati, iltihabı çıkarır, temizler. Vücut dengesini temin eder.

Saf zeytinyağı ve kantaron, iç ve dış kanamaları önler, hücreleri yeniler, sinir uçlarını tamir eder. Kantaron yağı kanser ağrısını yok eder.

Ağrı için ardıç yağı ve kantaron karışımı sürülür.

Elmayı kabuğuyla yemek yüz güzelliği yapar.

Çayı limonla içmek, çayın kan yapıcı özelliği yok etme keyfiyetini giderir.

Saç için, kekik suyu ile saçlar yıkanır, dibine lavanta yağı sürülür. Kantaron yağı sürülür, saç diplerindeki cerahat boşalır, dibinden saç çıkar.

Günlük 21 tane kuru üzüm hafızayı açar. Her birini besmele çekerek yemeli.

Çörek otu baş ağrısını keser.

İhsan Atasoy

Heyhat! (şiir)

Ömür denen şu bilmece

Hep akıyor gündüz gece

 

Ne çabuk geçti şu zaman

Hayat çok zor ve çok yaman

 

Her an yaklaşıyor ecel

Kabir çağırıyor “gel, gel”

 

Yolun sonu geldi “HEYHAT!”

Demek bitiyor şu hayat

 

Durun! Bekleyin sabaha

Benim çok işim var daha  

 

Hazır değilim bu yola

Borcum vardır sağa sola

 

Bekliyordur çoluk çocuk

Haberim yoktu ne çabuk

 

Biraz zaman verin bana

Yaşayayım kana kana

 

Daha dünyaya doymadım

Taş üstüne taş koymadım

 

Yarım kaldı bütün işler

Bozulacak tüm gidişler

 

Olmaz mı sonradan gelsem

Bütün işlerimi görsem

 

Ama çabalar nafile

Kaçıyorum bile bile

               

Gelirse kapıya ecel

Hiç kimse olamaz engel

 

Tanyeri, unutma sakın!

Çünkü yolun sonu yakın

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org