Kategori arşivi: Yazılar

İstikbâl Aslında Mâzidir

Dünyâ hayâtını güzelleştiren esbabdan biri, dünyâ âyinesinde temessül ile parlayan hidâyet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir. Evet, müstakbel mâzinin âyinesidir. Mazi berzaha, yâni öteki âleme intikâl ve inkılab ettiğinde suretini ve şeklini ve dünyâsını istikbâl âyinesine, tarihe, insanların zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan mânevî ve hayâlî muhabbetleriyle dünyâ muhabbeti tatlı olur.  Mesnevi-i Nuriye ( 135 )

İnsanın hâyâtında bâzen bazı hakikatlar tezâhür eder, cilvesini gösterir bu suretle insanın hâyatında Hidâyet nurları kendisini peçeli/yarı peçeli olarak kendisini gösterir öyle an olurki üzerindeki libası olan çarşafını da kaldırır doğrudan görünür. İnsan için hoş ulvi yüce mertebeleri Şehd-i Şehadet dimağına sürer, damlatır, içirir. Bu lezzet ise insanın sevdiği hoşuna gittiği en billur anlardır.

Mâzi ise; müstakbelin tâ kendisidir. Çünkü “müstakbel, mâzinin âyinesidir.” İnsan geleceğe gider soluduğu her nefes ile o nefes istikbâle götürür istikbâlde ise mâzide yapılanlar karşımıza çıkacağına göre bizlerin mistikbal dediği şey aslında mâzidir. Mâzi ile yapılanlara şahidler tutarak bizler o hasene ve seyyiemize şahitler bırakıyoruz. O şahitler günü ve vakti geldiğinde şahitlik edecekler.

İnsâniyet olarak kabz hâline girdiğinde, okumalarda rehâvet olduğnda, dünya üzerine yıkılacak gibi hissettiğinde, sanki her şey boğazını sıktığında insanın yapması gereken ve bu sıkıcı sıkıntı hâllerden uzaklaşmak ve kurtulmanın yolu: “mânevî ve hayâlî muhabbetleriyle dünyâ muhabbeti tatlı olur.” Yani kabz hâletine girift olmadan en mesrur olduğu, en çok haz ve feyiz aldığı anlar, okumakla sürur duyduğu vakitleri düşünmesiyle insan o istemediği sıkıntılı hâletlerden kurtulur. Aksi hâlde nimet içinde nıkmet, azab içinde azab, âdem içinde adem, azb değil azabda kalarak tiryak ararken yarasına, semm-i katil istimal eder.

Neticesinde ise; hadsiz alâma mânen ve maddeten mübtelâ olur. Hilkaten çok aradığı nuru ise bulamaz bulsada hastalığı sebebiyle lezzet alamaz.

İstikbâlde mesrur olmak isteyen âdem “mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır. Mesnevi-i Nuriye ( 137 )”

Selam ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

İnsanın Hayvandan Farkı Nedir?

İnsanlar da hayvanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. Aralarında benzerliklerin yanında çok farklılıkları da vardır. Ona yüklenen görevler hayvanlarınkinden farklıdır. İnsanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biri edebtir.

Hayvanlar ne ile görevli ise ilahi bir ilhamla onu yapmak zorundadırlar. Arı bal yapar, inek, keçi, deve ve koyun süt verir. İpek böceği ise ipek yapar. Eşek yük taşır. Ama insan önce düşünme sonra yorum yapma, olup bitenleri analiz ve sentezleme ile bir sonuca varma yeteneğine sahiptir. O, kâinat aynasına bakıp onu okuyabilir. Aslında kendisi de bir aynadır, kendine de iyi bakarsa onu da okuyabilir.

*insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.

Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder. (SÖZLER, 23. Söz)

* Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:

Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil, yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytân-ı insî!

Cenâb-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata göre veriyor.

Eğer atâsı, in’âmı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı.

Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı.

Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir.

Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir.

Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir.

Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir. (MESNEVİ-İ NURİYE, Zerre)

İnsanı hayvandan üstün ve farklı kılan değişik karekter, arzu ve istekleri vardır. O, insanlığa uygun şerefli bir yaşam sürmek ister.

* İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler. (İ.İCAZ)

İnsan, yetenekleri yönüyle bütün hayvanların üstünde bir varlık iken yeme içme ve barınma gibi en temel dünyevi ihtiyaçlarını gidermede serçe kuşundan bile geri kalır. Onun vazifesi hayvanlar gibi yalnız dünya hayatı için çabalamak değil ebedi bir hayat için gayret etmektir. Nemrutlar, Firavunlar gibi Allah’a başkaldırmaları yönüyle hayvanlardan aşağıda olurlar.

İnsan, üstüne vazife olmayan şeylerle meşgul olmamalı, değersiz bilgileri elde etmek için de zamanını boşa harcamamalıdır. Vaktinin kıymetini bilmelidir. Onun ömrü kısadır, binlerce sene bu dünyada yaşayacak da değildir. Ona göre davranmalıdır. Ebedi hayatı kazanmak için, dünyayı ahretin tarlası olarak görmelidir. Onun değersiz uğraşları, çalışmaları olamaz.

*Sen istidad cihetiyle bütün hayvanâtın fevkınde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedârikte, iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.

Bununla beraber, meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyânî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güyâ binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ, “Zühalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güyâ, kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun (SÖZLER,21.Söz)

Allah’(C.C)ın insana verdiği akıl ve fikir gibi iki önemli özellik ve onları kullanma şekline göre de hayvandan üstün olabilir veya daha aşağılara düşebilir. Hayvanların da her birinin cinsine göre farklı zekâları vardır ama akılları yoktur, ilhamla hareket ederler. Hayvanların ne geçmiş korkuları ne gelecek endişeleri vardır. Yer içer ve günlük yaşarlar. Ama insanlar öyle değildir. Geçmiş zamanın elemlerinden veya istikbal endişesinden ızdırap duyarlar. Eğer iman nuru içlerinde yoksa her şeyden korkarlar, her şeye üzülürler. Hayattan zevk alamazlar. Bu yönüyle hayvandan daha aşağıdırlar. Ama olaylara iman nuruyla bakabilirlerse, akıl onlar için azap aleti olmaktan çıkar, dünyadan hakiki lezzet alırlar. Öyleyse dünyanın gerçek lezzetini isteyenler yaratılış gayelerini iyi bilmeliler ve öylece yaşamalıdırlar.

İnsan, şerri yaşayıp hayra yönelebilir, karanlıklarda kaybolduktan sonra bir gün hidayet nurunun basamaklarına çıkabilir, yokluğu tattıktan sonra varlık içinde olduğunun farkına varabilir. İşte bu zıtlıklar içerisindeki esrar perdelerini kaldırabilecek olan yalnızca insandır. Hayvanların en mükemmelinde bile böyle özellikler yoktur. Akıl ve fikirle bu farkındalığı yakalayabilir.

*insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. (SÖZLER,13.Söz)

*İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,

Biri: Mazi ve müstakbelle alakadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake malik değildir.

İkincisi: Gerek enfüsi, gerek afaki, yani dahili ve harici şeylere taallük eden idraki, külli ve umumidir.

Üçüncüsü: İnşaata lazım olan mukaddemeleri keşif ve tertip etmektir: Mesela, bir evin yapılması için lazım olan taş, ağaç, çimento misilli lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertip etmek gibi. (MESNEVİ-İ NURİYE, 10.Risale)

İnsan yaratılış itibariyle zayıf ve güçsüz yaratılmıştır, gözsüz bir akrebe ayaksız bir yılana ve hortumlu bir sineğe mağlup olabilir. Ona arıdan bal yediren, küçük bir kurttan ipeği giydiren, inek, koyun ve keçiden süt içirten onun gücü, kudreti değil, yaratılışındaki zayıflığına karşı Rabbinin ona ikramıdır.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.(SÖZLER,23.Söz)

İnsanın dünyadaki ihtiyaçları çoktur ama onları her zaman karşılamaktan aciz kalabilir. O, akıllı bir varlıktır, her şeye hüzünlenir, elem, gam çeker. Ama ellerini açıp rabbinden ister, O’na yalvarırsa O’nun nazlı bir sultanı, yeryüzünün halifesi olur. Her şey onun emrine verilir.

*Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. (SÖZLER,19.Söz)

İnsan çalışma, eylemde bulunma ve maddi gayreti yönüyle de hayvandan geri kalır, acze düşer. Develer çölde susuzluğa dayanır, kuşlar kilometrelerce uçar, göç eder, balıklar döllenmiş yumurtalarını bırakmak için nehirleri aşıp gelir. Demek ki o, böyle işler için yaratılmamıştır. Onu başka görevler bekliyor. Evcilleşmiş hayvanlarda insanların tembelliğini almışlar, onlara benzemişlerdir.

*İnsan, fiil ve amel cihetinde ve say-i maddî itibâriyle zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun, o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa, ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabânî emsâllerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabânî keçi ve öküz gibi). (SÖZLER,23.Söz)

*Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. (MEKTUBAT,26.mektup)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Meşrutiyetin İlanında Üstad

Yirmi üç Temmuz bin dokuz yüz sekizde

Osmanlı halkı ayakbastı meşrutiyete

 

Hürriyet meydanında şöyle konuşma yapar

Halk heyecanla üstadı alkış tufanına tutar

 

“İslam’ı hakkıyla yaşamaktır medeniyet”

“Müslüman’ın idare tarzı şura ile meşveret”

 

“Şeriatın âdâbı hürriyettir kıymetini iyi bilin”

“Hür olmak, her isteğini yapmak değildir nefsin”

 

“Biz Avrupa’nın alacağız fen, sanat ve ilmini”

“Bu konuda örnek tutacağız Japon milletini”

 

Çeşitli gazetelerde ateşli makaleler yazar

Hürriyeti anlatmak tek gayesi her yeri gezer

 

İttihadı Muhammedî cemiyetinde aldı yer

Derneğin ismi lekelenecekti girmeseydi eğer

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Amaçsızca koşuştururken anlamlı ‘hayat trenini’ kaçırırız!

Metropol, şehir hayatı, kaos, trafik ve daha bir çok kavram insana durmaksızın hareket eden bir yaşamın tüyolarını veriyor. Oradan oraya yetişmek, bir programdan diğerine gitmek, hızlanmak, duraklamamak…

Yazarken bile insanın içini huzursuz eden bu kavram ve yaşam şekli maalesef ki yaşadığımız çağın iskeletini oluşturuyor. Bu iklimde yaşıyoruz. Durup bir düşünmeye, niçin bu kadar koştuğumuzu tefekkür etmeye fırsatımız yok. Zaman elimizin altından kaçıp gidiyor sanki…

Psikiyatrist Prof. Dr. Mustafa Merter ise bize hep durup düşünmeyi, maddeden geçip manaya bakmayı öneriyor. Düşünmeye, hissetmeye davet ediyor. Merter ile yaptığımız söyleşide çağımızın koşuşturmacasında bizi mutsuzluğa iten nedenleri, “hızın” kişiliğimiz üzerindeki olumlu ve olumsuz etkisini, histen, şükürden, tefekkürden uzak hızlı yaşamın sebeplerini irdeledik.

Günümüz dünyasında hızlı, koşturucu bir tempo ile yaşamlarımızı sürdürüyoruz. Başarı için koşuyoruz, yetişmek için koşuyoruz…  Bu, sürekli telaş içerisinde insanın iç âleminde, kişisel dünyasında nasıl etkiler oluşturuyor?

İnsanı bir noktadan diğerine yönlendiren motivasyon, en basit bir şekilde ifade edersek iki yönlü olabilir. Birincisi kişiye şahsî menfaat sağlayan koşuşturmalar, ikincisi ise insanlığa fayda sağlayan hizmetler. Eğer birinci varoluş tarzı ağır basıyorsa, bu tarz bir hayata, “ben merkezli (egosantrik, menfaatperest) hayat” denir. İkincisi ise “diğergam (altruist) hayat”tır.

Çağımızda, bahusus maddeci, tüketim toplumu hayat tarzı ağır basmakta ve insanlar, mecazi olarak ifade edersek, sürekli “nefeslerini” içeri çekip, vermeyi unuttukları için, ölesiye sıkılmaktadırlar. Halbuki dengeli bir varoluş, hem almayı ama hem de vermesini bilmeyi gerektirir. Sadece “amenu” da yetmez, “amilü’s-salihati” olmadan; “kuş” uçmaz tek kanatla, döner döner ve düşer. İngiliz şair W. Yeats bakın bu gerçeği şiirinde nasıl dile getiriyor:

Hep daha geniş dairelerle dönerken,

Şahin artık terbiyecisini duymaz,

Eşya dağılmaya başlar,

Merkez onları tutamaz…

Evet başı dönmüş insanlık, hep daha yükseklere uçacağım derken, artık mürebbisinin, yani Rabbinin “sesini” duyamamaktadır. Ve eşya da dağılır (çevre kirliliği, ekolojik dengenin bozulması), çünkü “sıratu’l-mustakim” hattından (merkez) uzaklaşırız. Bu kaos insanın derununda kaygı ve esef uyandırır, “la havfun aleyhim velâhum yahzenûn” hali (onlar ne korkarlar ne de mahzun olurlar) silinmeye başlar. Nefs-i emmare mertebesinin temel dengesi, havf (temel varoluş kaygısı) ve reca (temel varoluş ümidi), reca aleyhine bozulur ve karamsarlık artar. Batılı mütefekkirler bu yaşadığımız çağa “kaygı çağı” derler.

Hızlı koşuşturmaca içinde insanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi için ne yapması gerekir?

Eğer koşuşturmaca anlamlı ise ve rıza-yı ilahîye uygunsa, insan farkına varmadan tekâmül eder. Veya nefis psikolojisi diliyle ifade edersek, nefs-i mülhime (ilham alan nefis) mertebesine uruc edebilir (yükselebilir) ve Rabbimiz biz bildiklerimizle amel ederken, bize bilmediklerimizi, fuyuzat-ı Rabbani, ilhamat-ı Rabbani vasıtasıyla öğretir. Hadis-i şerifte “Siz bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmedikleriniz öğretir” der. Yoksa cüzî irade ile “Ben kendimi keşfedeceğim, farkındalık vs. kazanacağım” demek, delik kovayla su taşımaya benzer. Bencilliğin karşı kutbu olan amilü’s-salihati veya infak (canını acıtacak kadar sahip olduklarından vermek), isar (başkasını kendine tercih etmek) varoluş tarzlarına geçmeden tekâmül mümkün değildir.

İnsanın kendini fark etmesi ve keşfetmesi ona ne kazandıracaktır?

Müşahede, mükaşefe, basiret, feraset halleri yaşanmaya başladıkça insan ontolojik olarak daha ferah, daha geniş, daha aydınlık, daha kaygısız, daha esefsiz, kedersiz ve hepsinden önemlisi daha özgür varoluş mertebelerine yükselir. Cenab-ı Mevlana’mızın buyurduğu gibi, dünya zindanından veya kuyusundan kurtulur. Nefs-i mutmainne, evliyaullah hazeratının bizlere öğrettiği gibi, aksiyon halindeyken, hatta aksiyonun en meşakkatli safhalarında bile, huzur, sekine, selam, reca (temel varoluş ümidi), itminan (temel varoluş güveni) ile hayat yolculuğuna devam etmektir.

Hızlı yaşamın insanın kişilik yapısına olumlu bir katkısı var mıdır?

Hızlı hayatın kişilik yapısına müspet tesiri… Eğer teknolojinin getirdiği fırsatlar sadece bencil amaçlarla değil de, insanlığa ve dünyaya yararlı bir şekilde kullanılırsa, hem hizmet kalitesi ve hem de hizmet etkinliği artar. Araştırmacılar, internet üzerinden bilgi alışverişi yaparak, tecrübelerini karşılaştırıp, küresel bir bilgi bankası sayesinde daha yaratıcı olabilirler. Seyahat imkânlarının artması ve harcıâlem hale gelmesi, değişik ülkeleri ziyaret edip daha sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olabilme imkânlarını getirir. Önemli olan tüm bu teknolojik imkânların, akl-ı selim (sağduyu) ve vicdan filtresinden geçirilerek tatbikata konmasıdır. Ama tekrar tekrar kendimize sormamız gereken soru, “Benim bu hızlı hayatımın dünyaya ve insanlara ne faydası var” sorusudur. Yoksa amaçsızca bir oraya, bir buraya koşuşturup, anlamlı “hayat trenini” kaçırırız.

Hayatı “hissederek yaşamak” için ne yapmalıyız?

İnsan dünyayla iki algı organı vasıtasıyla irtibat kurar. Bunlardan birincisi beş duyu organının ulaştığı akıl veya rasyonel zekâdır. Zekâ, ölçer, biçer, tartar, sıralar, tasnif eder ama temas kurduğu neyse, onun derinliğine nüfuz edemez, gerçek anlamını kavrayamaz. Bu sebeple Efendimiz (a.s.m.) “Rabbim bana eşyanın hakikatini göster” diye buyurmuştur. İşte bu hakikati “görme”, hissetme, sezme organı kalptir. Sağlıklı bir görüş ki buna bizim ıstılahımızda, müşahede, basiret, feraset, rü’yet, mükaşefe denir, ancak akıl ve kalp bir araya geldiklerinde zuhur eder, farkındalık oluşur. Hissederek yaşamak bu manada daha “kalbî” olmak demektir. Kalbî olabilirsek, temas kurduğumuz her insan ve her şey başka bir mana kazanır, daha latif (incelmiş) bir tad alır. Kanaat, şükür, hamd hallerini yaşamaya başlarız.

Sahip olduğumuz nimetlerin çok da farkında olmadığımız bir gerçek… Telaşe içerisinde sahip olduklarımızı fark edemiyoruz. Şükretmemiz gereken yerlerde şükredemiyoruz. Neler söylersiniz?

Şükür mastarı, öncelikle açmaya, meydana çıkarmaya (izhar etmeye) işaret eder. Bizim anladığımız manadaki şükr kelimesinin -keşr- den dönüştüğü rivayet edilir. Keşr, “keşf etme ortaya çıkarma” demektir.

Bunun karşıtı ”küfür”dür ve örtme manası taşır. Yani insan herhangi bir ilişki kategorisine girdiği zaman ya “gölgesi” ile o ilişki nesnesi (veya insan) neyse onu örter ya da onu gölgeden kurtarır, ışığa kavuşturur, sanki yeniden keşf eder veya modern manada, ”var eder”. Mesela alıp “kul“lanıp (kul haline getirip) derin anlamı üzerine tefekkür edilmeyen, sadece bencil nedenlerle “tüketilen” herhangi bir nesne, ne bizim nefis katlarında yükselmemize vesile olmuş, ne de başka bir insana yararlı olmuştur. Bu tarz bir varoluşta, o nesnenin üzerine, sahip olma tutkusu ile hırslı gölgemiz yansıtılmış ve o nesne bu nedenle karanlıkta kalmıştır. Halbuki o nesnenin gerçek manasını ortaya çıkarabilsek, o nesneye aslında sahip olduğu şerefi yeniden kazandırabilir, bir manada o nesneyi “aydınlık” hale getirebiliriz.

Şükür tefekkürle ortaya çıkıyor o zaman…

Nesneye şeref kazandırmak, örneğin o nesnenin yapısı üzerine tefekkür etmekle başlayabilir. Diyelim bir cep telefonu aldık ve elimizde tutuyoruz. Aslında çoğunluğu poliüretan sert plastik maddeden oluşan o telefon, milyonlarca sene önce dünya üzerinde yaşamış bitkilerin oluşturduğu petrolden elde edilmiştir. Yani elimizde tuttuğumuz o nesne bir zamanlar canlı olan bir varlık idi. Sadece bu görüş bile o nesneye değişik bir gözle bakmamıza neden olabilir (cep telefonunuzu elinize alıp, 1-2 dakika tefekkür edin, bakın kalbinizde hangi duygular oluşacak), sanki biz o telefonu yeniden keşf ediyoruzdur. Bir zamanlar rengârenk çiçekleri, yemyeşil yaprakları olan, üzerinde kuşların, böceklerin dolaştığı bir bitkiyi elimizde tutuyor olmak, mesela kalbimizde o nesneye karşı hürmet uyandırabilir.

Bu nedenle ehl-i tasavvuf herhangi bir nesneyi eline aldığında, verdiğinde, mesela bir kalem veya çay bardağı, hafifçe öperek alır, verir. Tasavvufî hayatı yaşayabilmek baştan aşağı böyle inceliklerle doludur.

Bakın o nesneye odaklaşıp, üzerine biraz tefekkür etmek nasıl yavaş yavaş bizi şükür haline getiriyor, yani nazardan müşahede haline geçerek o nesneyi “aydınlatmaya” başlıyoruz. Rasyonel görüşten, kalbî görüşe geçiyoruz. Bir sonraki aşamada o nesne, eğer bencil değil de, dünyaya ve insanlara yararlı bir amaçla kullanılırsa, o nesne bir anlam daha kazanır. Diyelim ki o telefonla anlamsız boş konuşmalar yapmak yerine, anne-babamızın hal ve hatırlarını sorduk, bir dostumuzun gönlünü aldık, hayır faaliyetlerinde bulunduk; hele hele o telefonun acil bir durumda, mesela Allah korusun, ücra bir yerde yaşadığımız trafik kazasından sonra, bizim veya bir yakınımızın hayatını kurtardığını düşünürsek, ona verdiğimiz anlam radikal bir değişimden geçer. “Çok şükür ki varsın” deyip, öpüp başımıza koyabiliriz ve sonra da belki gönlümüzde “Seni kim yarattı, sen nereden çıktın, nasıl varsın?” soruları oluşabilir.

İşte tüm bu derin düşünceler, anlam arayışları vasıtasıyla herhangi bir ilişki nesnesi ile o nesnenin ilk kaynağı arasındaki bağ tekrardan fark edilir, çünkü gerçekte bu bağ hiçbir zaman kopmamıştır, bizim yaklaşım tarzımız onu sadece örtmüştür. Demek ki insan derûnunda muhteşem bir yetenek taşır: İlişki kurduğu her şeyi ve diğer insanları, bir manada, var veya yok etmek potansiyeli.

Fatma Şenadlı Kavak

MoralDunyasi.com

Bir Babanın Ölümü Ardından!

olum.mevt Cenab-ı Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurur: “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân, 3/185).  

“Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer, 39/30).

Birinci ayet ölümün şümulüne, ikinci ayet ise imtiyazsız olduğuna işarettir.

Ruh, Allah’ın en mükemmel bir eseridir. Hayat nimetine kavuşmuş bir varlık, bu nimet ve şeref ondan ebediyen geri alınmayacaktır. Berzah âleminde, mahşerde, cennet veya cehennemde de devam edecektir.

Ruhu yaratan Kadir-i Zülcelâl, her ruha uygun bir beden de yaratmış,  bu da O’nun hikmet ve kudretindendir. İşte bedende emanet durdurulan ruh, bedenden çıkıp kendine mahsus bir başka âleme göç etmesi olayına veya ruhun bedendeki tasarrufuna son vermesine ölüm denilir.

Babam da dünya hayatından; Rahman-ı Rahim’in umumi davetine 11.10.2013 günü icabet ederek ahiret âlemine irtihal etmiş, vefatı umumi af ayı olan Zilhicce ayı, Kurban Bayramına üç gün kala ve cuma gününe rastlanması, inşallah hakkında Rahmete vesile olmuştur.

Zaten 92 yaşında imanlı, inançlı ve sağlam bir itikada sahip, sekerat-ı mevti sezdirmeden vefat etmesi, İslami kaynaklarda:‘dünyada yaşarken iyi hal üzere olanların, yani iman edip emir ve yasaklara titizlikle riayet edenlerin ölümlerinin kolay olacağı ve ölüm meleğinin onlara rifk ile (yumuşaklıkla) muamele edileceği’ belirtilmektedir.

Vefatına kadar şuuru taalluk ettiği müddetçe namazını bir şekilde eda eder, sair zamanlarda da zikirle meşgul olurdu. Vefatından sonra da arkasında günlerce dualar ve hatm-i şerifler okunmuştur. Allah rahmet etsin. Âmin…

Bu vesileyle acımızı paylaşmak üzere bizzat evimize kadar gelen, telefonla taziyette bulunan tüm dostlarımıza teşekkür ederim.

Bediüzzaman ölüm için şöyle diyor:

“Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir. Öyle de dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile bir hikmet ve tedbir iledir.”Mektubat

Yukarıda ifade edildiği üzere: Hayat, ihya fiiline dayandığı gibi, ölüm de imate fiiline dayanıyor. İhya da, imate de ayrı ayrı birer ilâhî ismin tecellisine hizmet ediyorlar. Dolayısıyla ölüm, yeni ve güzel bir hayata atılan bir adımdır, yani berzah âleminin dünya âleminden daha güzel; ahiret âleminin de berzah âleminden daha güzel bir yer olduğunu mü’minlere bildiriliyor.

Mü’min elbette “Ölümü gülerek karşılar.” Belki dünyadan ebedi bir müfarakat için, yakınları üzerinde bir geçici hüzün bırakır, iki üç gün gibi kısa bir zaman sonra Rahman sıfatının tecellisiyle o hüzün de kalkar.

Yani, “Eğer dostlardan mufarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin, alsın.” Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan mufarakattir. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan, imandan medet gelmeseydi, o gam, o keder, o hüzün, ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.” Lem’alar, Yirmi altıncı lem’a

Ölüm, yok olmak ve hiçliğe gitmek anlamında görmemek gerekir. Zaten dünyada sevdiğimiz şeylerden ayrılmanın içyüzü de budur. Yoksa ebedi bir ayrılık ve ebedi bir hasret değildir. Ölüm şu geçici ve meşakkatli dünya hayatından huzurlu ve daimi bir hayata geçiştir.

Şairin algıladığı gibi ölüm ebedi hüsran ve acıklı bir ayrılık değil, tam aksine ebedi bir saadet ve kavuşmanın bir ilk adımı ve bir başlangıcıdır. Allah’a (cc) hakkı ile kul olan, ölümden korkmaz. O’na kul olana ise her şey musahhar ve hizmetkâr olur. Azrail (as)’de musahhar olur. Toprak ta musahhar olur.

Ya İlahi ve Yarabbi! Resul-i Ekrem Aleyhisselatu vesselamın hürmetine bizi onun şefaatine mazhar, sünnetine itiba ve dar-i saadette al ve ashabına komşu eyle, Âmin…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

22.10.2013

www.NurNet.org