Kategori arşivi: Yazılar

Gerçek “estetik” ve “nezaket” vicdanlardadır!

Nezaket ve estetik insanın ruhunun derinliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Ne yazık ki toplumda bazı kesimler tarafından genelde ihmal edilmiş, ikinci planda görülen bir konu olmuştur. Oysa özellikle Müslümanların bu yönleriyle öne çıkmaları gerekir. Çünkü din, vicdanı kullanmayı gerektirir. Vicdan da ince düşünceli olmayı, her konuda vicdanı sonuna kadar harekete geçirmeyi, her hareketin en güzelini yapmayı teşvik eder.

Nezaket ve estetik denilince hemen akla hangi kaşıkla hangi çatalla yemek yenileceği, hangi bardaktan su içileceği, çatalın tabağın hangi tarafına konulacağı gibi teknik nezaket kuralları gelir. Hal böyle olunca da nezaket ve estetiğin dinle, vicdanla ilgisi pek kurulamaz. Oysa bizim kastettiğimiz anlamda nezaket ve estetik insanın vicdanını kullanmasıyla doğru orantılıdır. Dolayısıyla Allah korkusu ve vicdanı yüksek olan insanlar bunu tavırlarına bu şekilde yansıtırlar.

İnsan teknik bir alet değildir, bilgisayar değildir, robot değildir, ruhu olan derinliğe açık bir varlıktır. İmanının gücüne göre de ruhundaki derinlik artar ve bu durum, hal ve tavırlarına yansır. Bu nedenle inanan insanların nezaket ya da estetikle ilgili konuları detay ya da tali bir konu olarak görmeleri çok yanlış olur. Tam tersine bu konudaki eksiklikleri asla normal kabul etmemeli, kendilerini bu yönde ciddi şekilde geliştirmelidirler.

Nezaketten, estetikten, incelikten yoksun bir insanın durumu insaniyetten çok uzak olur. Oysa Müslüman kamil imanı, kamil insanı hedef almalıdır. Kamil iman sahibi olan insanın ruhu derin, ahlakı yüksek olur, bu tip kişiler zarifliği, inceliği ve derinliğiyle dikkat çeker. İslam’ı, Kur’an’ı özümsemiş bir insan bunu kişiliğine yansıtır, bu da her hareket ve tavrında ince düşünce, ruh derinliği ve güzel ahlak olarak kendini gösterir. Örneğin Kur’an’a uygun olarak her söz ve cümlesinde “sözün en güzelini” tercih eder. Basit karakterli, düşük ahlaklı insanların söz ve saldırıları karşısında ise “cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman selam derler” ayetinin gereği olarak bu tarz kişilerle hiç muhatap olmaz.

Ancak bu ayetlerin yaşama tam anlamıyla geçmesi için, kişinin gün boyu karşılaştığı olaylarda herşeyi Kur’an süzgecinden geçirerek değerlendirmesi gerekir. Böyle olunca örneğin kişi eğer trafikteyse trafikte bir başka sürücüyle yaşadığı sorunda, işyerinde karşılaştığı bir tavırda, sokakta rastladığı bir tepkide hep bu ayet aklına gelecek ve bu ayetin gereğini yerine getirerek, karşısındaki kişinin basit ve asaletten uzak tavrına inmeyerek, böyle bir reaksiyona tenezzül etmeyerek, asil bir tavır sergileyecektir.

Kalite denilince akla hemen pahalı kıyafetler giymek, marka ürünler satın almak gelmemelidir. Asıl insanî kalite önemlidir; insanî kalite de nezaketin, estetiğin, sanatın, uyumun, inceliğin bir bütünüdür. Kaliteli insan dediğimizde bunların bütününü üzerinde toplayan asil bir insan modeli gelir.

İnce düşüncenin imanla doğru orantılı olduğunu söylemiştik. Bunun en güzel örneklerini peygamberlerde görürüz. Kur’an’da ve hadislerde nezaket ve ince düşüncenin örneklerine çokça rastlarız. Allah, Kur’an’da bize bu örnekleri vermekle bizim bu konularda düşünmemizi, kendimizi geliştirmemizi ve bu kalitede yaşamamızı istemektedir.

Kur’an’da bu konuyla ilgili geçen örneklerden bazıları şöyledir:

Misafir ağırlama adabı

Misafir ağırlamak ve bu konudaki incelikler elbette ki önemlidir. İnsan evine, ofisine, işyerine kendisini ziyaret için gelen konuklarına ince düşünce sergilemeli, onları rahatlatmak ve ağırlamak için güzel bir ahlak göstermelidir. Kur’an’da Hz. İbrahim’in hayatıyla ilgili kıssada Allah şöyle buyurmaktadır:

“Sana İbrahim’in ağırlanan konuklarının haberi geldi mi?” (Zariyat Suresi, 24) Ayetin ifadesinde de görüldüğü gibi yalnızca konuklar olarak bahsedilmemekte, “ağırlanan konuklar” ifadesi kullanılmaktadır. Demek ki konukların ağırlanması gerekmektedir. Nitekim Hz. İbrahim bu konuda çok güzel bir tavır sergilemiştir:

Hani, yanına girdiklerinde: ’Selam‘ demişlerdi. O da, ’Selam‘ demişti. ‘(Haklarında bilgim olmayan) yabancı bir topluluk.’ Hemen (onlara) sezdirmeden ailesine gidip, çok geçmeden semiz bir buzağı ile (geri) geldi. Derken onlara yaklaştırıp (ikram etti); ’Yemez misiniz?’ dedi.” (Zariyat Suresi, 25-26-27)

Ayetten misafire ikram yapmanın önemini anlıyoruz. Fakat ikramın da güzelini yapmak gerektiğini, itinalı olmak gerektiğini fark ediyoruz. Çünkü Hz. İbrahim evine gelen kişileri tanımadığı halde, yani yabancı bir topluluk olarak gördüğü halde ayette “hemen” kelimesiyle bildirildiği üzere ilk iş olarak hemen ikram yapmak için gitmektedir. Fakat yine ayette “sezdirmeden” ifadesi kullanılmıştır, bu da ayrı bir incelik göstergesidir. Yani misafire “Ne yersiniz? Ne içersiniz?” şeklinde bir soru dahi sormadan, sezdirmeden hemen onlara ikram yapmıştır. Çünkü sorulduğunda belki mahcup olabilirler, istemekten çekinebilirler. Oysa biz yapabileceğimiz en iyi ikramı yaptığımızda çok daha ince düşünceli bir davranış olacaktır. Yine ikramına baktığımızda burada da bir güzellik görüyoruz, yalnızca bir buzağı ikram etmiyor “semiz” diye tabir edilen bir buzağı sunuyor.

Hanımlara karşı ince düşünceli olmak

Hanımlar elbette ki nazenin yaratılışlılardır. Nezaketten, incelikten, kibarlıktan, ince düşünceden, birkaç aşama sonrasının hesap edilerek davranılmasından hoşlanırlar. Onların bu yapısı bilindiğinde onlara karşı nezaket ve ince düşünce konusunda hassasiyet gösterilmesi gerektiği anlaşılır. Kur’an’da Al-i İmran Suresi’nin 37. ayetinde Hz. Meryem anlatılırken Allah’ın “onu güzel bir bitki gibi yetiştirdiği” haber verilmektedir. Bu ifade estetik ve nezaketi akla getiren, incelikleri ve güzellikleri çağrıştıran bir ifadedir. Hanımların nasıl bir yapıda olması gerektiği de Hz. Meryem gibi âlemlerin kadınlarına üstün kılınmış bir örnekle bizlere bildirilmektedir.

Aynı ayetin devamında Allah şöyle buyurmaktadır: “Zekeriyya’yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriyya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: ’Meryem, bu sana nereden geldi?’ deyince, ’Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir‘ dedi.”

Yukarıdaki ayetten de anlıyoruz ki hanımları koruyup kollamak, onlara ikramda bulunmak, onlara karşı ince düşünceli olmak Kur’an’da övülen bir modeldir.

Anne-babaya karşı tavır

Kur’an’da anne-babaya karşı nasıl davranılması gerektiği de detaylı olarak tarif edilmiştir. Eğer ki bir anne-baba çocuğunu Allah’ın yolundan başka bir yola çağırmıyorsa, onu şirke teşvik etmiyorsa yani diğer bir deyişle onu hakka, güzele, doğruya çağırıyorsa bu durumda onlara karşı güzellikle davranılması gerektiği bildirilmektedir: “Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” (Ankebut Suresi, 8)

Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger ve de ki: ‘Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge.’” (İsra Suresi, 24)

Kur’an aynı zamanda bizi ince düşünmeye teşvik etmektedir. Annelerin hamilelik dönemleri ve çocuk yetiştirme konusunda yaşadıkları zorluklara dikkat çekerek bunları iyice düşünmemiz, böylece annelerimize gereken şefkat ve merhameti göstermemiz istenmektedir: “Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır.” (Lokman Suresi, 14)

Müslüman ve nezaket

Nezaket, estetik ve ince düşünceyle ilgili verdiğimiz örnekler Kur’an’da anlatılanların bir kısmıdır. Fakat görüldüğü gibi Allah bize bu örnekleri vermekle bizim derin düşünen, ince zevk sahibi, nazik, zarif insanlar olmamızı istemektedir. Kaba, ruhsuz, sığ, zevksiz, sanat ve estetik yönü gelişmemiş, ruhunda bu güzelliklerden zevk almayan, böyle bir arayışı dahi olmayan insan modelinden şiddetle sakınmak gerekmektedir.

Güzeller güzeli Peygamberimizin (a.s.m.) hayatı da ince düşünce ve zerafetin örnekleriyle doludur. Örneğin Peygamberimiz ehl-i kitaptan insanları cüppesini serip üzerine oturtmakta, onların cenazelerine katılmakta, yemeklerine gitmektedir. Bu örnekler inceliğin, zerafetin güzel bir timsalidir. Müminlerin bütün bu anlatılanları düşünerek günlük hayatlarında karşılarına çıkan her örnekte böyle ince düşünceli, zevkli, nezaketli hareket etmeleri, estetik ve sanatla iç içe bir yaşam sürmeleri gerekmektedir. Herkesin bu konuda kendisini geliştirmesi, hep daha güzelini, daha iyisini hedeflemesi şarttır. Kur’an’da bedevi karakterinden bahsedilmekte, bu karakterin kaba ve küt oluşu, derinlikten yoksun oluşu anlatılmaktadır. Bu nedenle bizlerin de hayatımızda bu tip bedevi kültürünü, tarzını hatırlatacak yaklaşımlardan şiddetle kaçınmamız, derin insanlar olmayı hedeflememiz gerekir.

Bu mantık zihinde oturtulduktan sonra Kur’an’da örneği olmayan bir durumla karşılaşılsa bile aynı zihniyetle bakılarak, aynı doğrultuda hareket edilebilir. Örneğin telefonda konuşurken bir şey yemek, karşıdakinin sözünü kesmek, karşıdaki kişinin sözü bitmeden telefonu kapatmak gibi hareketler nezaket dışı olacaktır. Kılık kıyafette de ille birisinin görmesini beklemeden kendimize saygımızdan dolayı temiz, ütülü ve uyumlu giyinmeliyiz, lekeli, ütüsüz, pis görünümlü, uyumsuz bir tablodan kaçınmalıyız. Ama güzel giyinirken de asil ve uyumlu renkler seçilmeli, abartıdan kaçınılmalıdır. Dikkat çekmek değil de asil olmak hedeflenmelidir, bu çarpıcı renkler giyilmez anlamında değil ancak yaklaşımı belirlemek açısından önemlidir.

En önemli konulardan biri de beden temizliğidir, tepeden tırnağa temiz olmak, her gün mutlaka banyo yapmak, Allah’ın insanlara nimet olarak yarattığı temizlik malzemelerinden istifade etmek, ağız bakımına da çok titiz olmak estetiğin olmazsa olmazıdır. Estetik zevkin sürekli geliştirilmesi, daha iyisinin hedeflenmesi gerekir. Moda taklitçiliği anlamında değil ama zevkli olan herkesten istifade edilerek kişinin kendisini geliştirmesi de bir yol olarak görülmelidir.

Tabi ki bütün bunlar yapılırken Allah’ın hoşnutluğu esas alınmalı, Allah’ın unutulduğu ve tamamen bunlara odaklanarak, dünyevileşildiği bir model anlaşılmamalıdır. Bu ancak Allah rızası hedeflenerek yapılırsa ibadet olur.

Yine günlük hayatta randevular önemli bir yer tutmaktadır. Kişinin randevularına sadık olması, söz verdiği saatte gitmesi, bekletmemesi, bekletmesi gerektiğinde mutlaka önceden haber vermesi gerekir.

Nezaketin bir göstergesi de kişinin kendisine yapılan ikramları, güzellikleri takdir edebilmesi ve bunlara güzel karşılık verebilmesidir. Mutlaka samimi bir şekilde teşekkür edilmesi, bazen daha güzeliyle karşılık verilmesi nezaketin gereğidir.

Yolda yürürken yemek yememek, sigara içmemek, sakız çiğnememek, yüksek sesle gülmemek, yola bir şey atmamak da mutlaka riayet edilmesi gereken nezaket kurallarındandır.

Nezaket günlük hayatın bütününde ortaya çıkar, örneğin sosyal medyada kullanılan üsluplar bazen son derece seviyesiz olabilmekte, birçok kişi de bunun farkına varmayarak seviyesiz insanlara aynı şekilde karşılık verebilmektedir.

Trafik ve toplu taşıma araçları da nezaketsizliğin yaşandığı çok örneklere sahne olmaktadır. Bu nedenle bu tip ortamları da nezaketi göstermek, korumak ve sergilemek için fırsat bilmek gerekir. İkili ya da daha çok kişiyle yapılan konuşmalarda da söz kesmemek, cedelleşmemek, tartışmayı alevlendirmemek çok önemlidir.

Aslında nezaketsiz tavırların altında çoğu zaman basitlik yatmaktadır. Basitlik, ruhtaki asaletten uzak anlayış ve tavırlardır. Genellikle bazı menfaatlere tenezzül etmekten kaynaklanır. Bir yemeğe, bir ikrama, elde edilecek küçük bir menfaate ulaşmak için insanlar birbirlerine karşı nezaket dışı, basit ve çirkin tavırlar sergileyebilmektedirler. Aslında bu o kişilerin ruhlarına çok büyük zarar vermektedir. Ruhları inceliğini kaybetmekte, kütleşip, kabalaşmaktadır. Bu hiçbir müminin istememesi gereken bir durumdur.

Bu nedenle nezaket ve estetiğe sahip olmak için ruhta asil olmak hedeflenmelidir. Asaletin zarar göreceği alanlar ise genelde hep menfaatle ilgili alanlardır. O halde bu tip durumlarda ruhunu derinleştirmek, ince düşünce ve asalet kazanmak isteyen kişilerin gerekirse o menfaatlerini bir kenara bırakıp, ondan uzaklaşıp asil bir tavırdan yani hakkından feragat etmekten zevk almayı tercih etmeleri gerekir. Bunun insan ruhuna kazandıracağı derinlik o küçük menfaatle kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Bu nedenle bunun üzerinde iyi düşünülmeli, büyük hedefler belirleyip onlara ulaşmaya çalışılmalıdır.

Aylin Atmaca

Geleceği gördüm: Son olayların perde arkası üzerine bir tahlil…

Son bir ayda bu ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöken ağır sınanma, pek çok açıdan öğreticiydi. Ölüden diri, karanlıktan aydınlık, geceden gündüz çıkaran bir Kadîr-i Zülcelâl’e iman etmiş insanlar açısından, içinden çok hayırlar çıkması umulan bir şer, çok rahmetler ve nimetler çıkması ümit edilen bir zahmet ve mihnet süreciydi yaşanan. Kimin kim olduğuna, kimin kime dönüşebildiğine, hangi ruh halinin yanlış, hangi davranış biçiminin doğru olduğuna; daha nice nice şeye dair, muazzam bir tecrübe…

Benim aynama yansıdığı üzere, bir ‘darbe girişimi’ydi yaşanan. Yeni, farklı, ama son tahlilde bildik bir ‘darbe’ girişimi. Bu ülkeden öte, son senelerde bu ülkede ortaya çıkan ve bütün İslâm diyarını kuşatma istidadı bulunan bir istikbali hedef alan bir darbe girişimi. Bediüzzaman’ın yüzyıl önce ‘azametli bahtsız bir kıt’anın reçetesi’ olarak yazdığı Münazarat’ta dile getirdiği üzere, hürriyetin mü’minler için ne anlama geldiğini; ‘Avrupa dinsizleri ile Asya münafıkları’nın ittifakından kurtulup kendi iradesiyle hareket edebilir hale geldiklerinde, ‘ittihad-ı İslâm’ ile mü’minlerin bütün yerkürenin mazlumları için nasıl bir ümit ve imkâna dönüşebileceğini gösteren gelişmelerden sonra, bu gelişmelere dur demek, en azından surda bir gedik açmak üzere tekrar tekrar çalışarak planlanmış bir darbe girişimi…

Bu süreçte gördüklerimi ve bu sürecin öğrettiklerini paylaşma niyetindeyim.

Ve buna, bu sürecin bana gösterdiği, ama olaylar başladığından itibaren yazılan binlerce yazı, yapılan yüzlerce açık oturum ve edilen binlerce analiz içerisinde bir türlü ‘göremediğim’ bir hususu paylaşmakla başlama niyetindeyim.

Fasık değil fasıklar topluluğu

Açık ve net ifade edeyim: Bu süreçte ben, geleceği gördüm. Geleceğin iman-küfür, hidayet-dalâlet, hak-bâtıl savaşının kodlarını… Bu kodları anlatabilmem için ise, öncelikle, Kur’ân’ın bir dersine ve bir Kur’ân talebesinin bu dersten çıkardığı sonuçlara değinmem gerekiyor.

Âlemlerin Rabbi, Kur’ân’ında ‘hidayete erdirmeyeceği’ üç topluluğun haberini verir: kâfirler, zalimler ve fâsıklar.

Dikkat edelim: Kur’ân’ın hiçbir âyetinde, âlemlerin Rabbi, bir kâfirin, zalimin veya fâsıkın hidayete ermeyeceğini eremeyeceğini söylüyor değildir. Hidayete ermeyecek olan, bir kâfir, zalim veya fâsık değil; kâfirler, fâsıklar ve zalimler ‘topluluğu’dur. Buna karşılık, en başta Asr-ı Saadet’te görüldüğü üzere, kendisini içinde olduğu bu ‘topluluk’tan ayrı tutabilen niceleri hidayet bulabilmiştir. Lâkin, hidayetin eşiğine kadar geldiği halde o ‘topluluğa’ karışıp tekrar sapıp gidenler de vardır. Kureyş müşriklerinin elçisi olarak Hz. Peygambere geldiğinde Resulullah aleyhissalatu vesselamın okuduğu Kur’ân âyetleri karşısında kalbi imana yaklaştığı halde, tekrar küfür, zulüm ve fıskı beraberce üzerlerinde taşıyan Kureyş’in müşrikler ‘topluluğu’ arasına karışıp kendisine yazık eden Utbe b. Ebi Rebia bunun en hazin örneğidir.

Bu âyetler, ‘topluluk’ta oluşan ayartıcı bir dayanışmayı; teke tek hakikate muhatap olma istidadı taşıyan insanların böylesi bir topluluk dayanışması içinde birbirlerini küfürde, zulümde veya fıskta nasıl besleyip teşvik ettiklerini ihsas eder. Böylece, bütün insanlara hakikati tebliğle yükümlü mü’minlere, bir yol da gösterir.

Akliye, gadabiye, şeheviye

Söz konusu âyetlerin öğrettiği bir diğer ders daha vardır. Bu âyetler, insanda var olan üç temel kuvve doğru kullanılmadığında ortaya çıkan sonuca da işaret etmektedir.

Bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın haber verdiği ‘dağların yüklenemediği ama insanın yüklendiği emanet’in bir veçhesi olarak ‘ene’yi, yani benlik algısını ele aldığı “Otuzuncu Söz”de dile getirdiği üzere, insanın hem her insanın hayatını, hem de insanlık tarihini belirleyen üç temel kuvvesi vardır:

(1) kuvve-i akliye,

(2) kuvve-i gadabiye,

(3) kuvve-i şeheviye.

Bu üç kuvve de, Fâtır-ı Hakîm tarafından insana o hayatın insanca sürdürebilsin ve Yaratıcısını bütün isimleriyle tanıyarak yaratılmasındaki hikmeti gerçekleştirsin diye verilmiştir.

En başta kuvve-i akliye, insanın düşünme, doğruyu yanlıştan ayırma, hakikati bulabilme yeteneğini ifade eder. Akıl, hikmet, iman ve marifet içindir. Nitekim, ‘aklı olmayan’ imanla ve amel-i salihle yükümlü değildir. Öte yandan, olan aklını kullanmayan da, aklını düzgün kullanmayıp yahut kötüye kullanıp bâtılı hak, hakkı bâtıl gibi gören ve gösteren de mes’uldür. Ve küfür, aklı düzgün kullanmayışın bir neticesidir.

Kuvve-i gadabiye ise, insanın ona emanet edilmiş hayatına kasdeden zararlı unsurlardan korunması için verilmiştir. Hikmet üzere çalışan bir aklın idaresinde cesaretle bu emaneti korumakla yükümlüdür insan. Öte yandan, bu kuvvesini kullanmayıp zararlı unsurlara, kötülüğe, şerre karşı boyun eğdiğinde de sorumludur; bu kuvvesini kötüye kullanıp zulme sebebiyet verdiğinde de.

Aynı şekilde, kuvve-i şeheviye, hayatının devamı için lâzım olan şeylere iştiha duyabilmesi için kendisine verilmiştir. Hayatının devamı için helâl dairede iffetle yol almakla yükümlüdür insan. Öte yandan, bu kuvvesini kullanmadığı durumda da; bu kuvvesini kötüye kullanıp helâl haram demeden ve ayırmadan nefsinin her istediğinin peşine düşmesinden de sorumludur.

Kafirler, zalimler ve fasıklar

Şimdi, her insanın yaşadığı bu ‘kuvveler’ imkânını (veya imtihanını) insanlar topluluğuna uyarlarsak; kâfirler topluluğu ‘kuvve-i akliye’nin, zalimler topluluğu ‘kuvve-i gadabiye’nin, fâsıklar topluluğu ‘kuvve-i şeheviye’nin düzgün kullanılmayışının veya kötüye kullanılmasının bir eseridir.

Ve elbette, bu üçü, ille de üç ayrı topluluk olarak varolacak da değildir. Bunlardan sadece birinde haddi aşmak bir topluluğun hidayetine kasdeden bir sapma niteliği taşıdığı halde, ikisini, üçünü birden aynı anda kendisinde toplayanlar da vardır.

Bu tahlili, daha geniş bir düzleme taşırsak: Vahyi reddeden seküler hümanizme dayalı Batı uygarlığını ve Batının yerkürenin galibi durumuna geldiği andan itibaren İslâm’a ve Müslümanlara karşı giriştiği üç küsur asırlık mücadeleyi bu çerçevede analiz edersek:

Modern Batı, İslâm’a karşı mücadelesinde bu üç kuvveyi de kullanmıştır. Bir yandan, Allah’ın varlığını red ve inkâr eden ateistleri, öte yandan Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte semavî dinleri, yani ilâhî vahyi ve peygamberleri reddeden deistleriyle; ayrıca, Batının galip konumundan istifadeyle arada Müslümanları İslâm’dan koparıp kendi inancına döndüreceği umuduna kapılmış Hıristiyan misyonerleri ve hele ki bütün akademik maskesine rağmen mü’minlerin aklına dinleri hakkında türlü çeşit şüpheler düşürme ve mü’minleri birbirine düşürme gayretiyle kuşanagelmiş koskoca bir oryantalistler ordusuyla; asırlardır Batı İslâm’a karşı ‘kuvve-i akliye’ cihetinde bir mücadelenin içindedir, ama bu mücadeleden galibiyet devşirmeyi bir türlü başaramamış haldedir. Bilakis müntesiplerinin en zayıf durumda olduğu modern zamanlarda dahi İslâm, en güçlü zamanında Batının içinden Hıristiyanlıktan veya deizmden veya ateizmden kopup İslâm’ı seçen milyonlarca muhtedi devşirmiş haldedir.

İslâm’a karşı bu uğurda oluşturduğu muazzam güce ve dahası İslâm dünyasının neredeyse tamamında eğitim müfredatlarının onların lehine oluşturulmasına rağmen ‘kuvve-i akliye’ üzerinden bir mücadelede başarılı olamayan Batı, ‘kuvve-i gadabiye’ cihetinden, yani doğrudan ordularını, silahı ve şiddeti devreye sokarak da yürütmüştür İslâm’a karşı mücadelesini. Bu ordu, bu şiddet ve silah, ya bizzat Batıya ait olup Batılı ellerle kullanılmış veya ruhunu Batıya satmış Müslüman isimli zalimler ve muktedirler eliyle. Gelin görün ki, kitabıyla, sözüyle Kur’ân’ı yenemeyen, İngiltere’nin en güçlü zamanında Avâm Kamarasında Gladstone’un bas bas bağırmasına rağmen Kur’ân ile Müslümanların arasını açamayan Batı; orduları, tankı, topu, tüfeği, bombası, zulmü, zalimi, diktatörü ile de bunu başarabilmiş halde değildir. Böylece, belki Müslüman toplumlardaki İslâmî hissiyatı baskı altında tutmuş, belki Bediüzzaman’ın ‘Asya münafıkları’ dediği işbirlikçileri eliyle mü’minlerin ‘ittihad-ı İslâm’ çatısı altında ümmet idrakini fiiliyata taşımasını engelleyen ‘ulus-devlet’ hapishaneleri oluşturmuştur; ama sözle dinlerinden koparamadığı Müslümanları, silahla da dinlerinden koparamamıştır.

Son oyun

Ve şimdi, şu son yıllarda, bütün âlem-i İslâm, doğrudan ‘Avrupa dinsizleri’nin fiilî istilasından kurtulurken bünyelerine iliştirilmiş ‘Asya  münafıkları’nın istibdadından da gerçekten kurtulup kendi kaderini tayin edebilir noktaya gelme istidadındadır. Ne ‘Avrupa dinsizleri’nin, ne ‘Asya münafıkları’nın orduları artık Müslümanları korkutmamaktadır. Dahası, birçok Müslüman ülkesinde ordu, artık bu ikilinin kumandasından kurtulup silahını kendi insanına yöneltmekten uzaklaşır durumdadır.

Bu durumda, İslâm’a karşı yerel-küresel bir ittifak oluşturan seküler ‘konsorsiyum’un elinde, en kullanışlı kuvve olarak, ‘kuvve-i şeheviye’ kalmaktadır. Batı, sözle ve silahla, yani küfürle ve zulümle yenemediği; ‘kâfirler topluluğu’nun ve ‘zalimler topluluğu’nun baş edemediği İslâm’a ve müntesiplerine, bundan böyle, fıskla ve ‘fâsıklar topluluğu’yla hükmetmeyi deneyecektir.

Bu süreci, on yıl kadar önce Karakalem’in 4. sayısında, modern dönemlerden postmodern döneme olan seyrin içerisinde irdelemiş; postmodern bir dünyada ‘iman-küfür mücadelesi’nin yeni bir veçheye kavuşacağını ve bundan böyle mücadelenin ‘düşünce’ düzeyinden ziyade ‘yaşam tarzları’ düzeyinde; akıl düzeyinden ziyade nefis ve haz düzeyinde şiddetleneceğine dikkat çekmiştim. (Belirtmem gerek; “Risale Okumaları”mın beşinci kitabı olarak Geleceğe Dönüş’ün merkezinde yer alan bu yazı, hayatıyla ve eseriyle zenginleştiğimiz Bediüzzaman’ın “Otuzikinci Söz”de gerçekleştirdiği, ‘ehl-i dalâletin vekili’yle üç aşamalı harikulâde münazarasından aldığım dersle yazılmıştır.)

Geleceği gördüm

Son yaşananlar ışığında ben işte bu geleceği gördüm. Son olaylarda maskeler çıkar, saflar belirir, kimileri ‘fabrika ayarları’na döner ve kalblerinde maraz olanlar da kendilerini belli ederken; ben asıl işte bunu gördüm.

Bunun, iki önemli ipucu vardı benim için. Sözümona ‘masum çevre duyarlılığı’ ile takdim edilen, faraza öyle olsa bile savunulamaz bir çapulculuğa, başbakana odaklanmış görünse de esasen dindara ve dine yönelik rezil bir saldırıya ve sefil bir darbe girişimine dönüştüğü halde ‘savunulan’ bu eylemlerin ‘taşıyıcısı’ durumundaki unsurlarda saklıydı bu ipuçları. İlkini, Başbakan Vekili Bülent Arınç’la 5 Haziran’da yaptıkları konuşmanın ardından yaptığı basın açıklamasında Taksim Platformu verdi. Çözün bakalım: Mesele masum bir ‘çevre duyarlılığı’ idiyse, ‘kadın bedenleri üzerinde denetim kuran muhafazakâr erkek politikalarına karşı yükselen ses’in ne alâkası vardı? Ve tarif edilemez bir yıkıcılığa, çapulculuğa dönüştüğünde eylemleri ‘masum’ gösterme adına yine aynı günden itibaren başlayan, bıktırıcı bir şekilde eylemlerin yanında yer alan gazeteci, politikacı, akademisyen, sanatçı her kesim tarafından tekrar tekrar dile getirilen ‘yeni gençler,’ ‘çiçek çocuklar’ söyleminin…

Şu çok açık: Bu ülke, ümmet ve bütün yerküre, iman-küfür mücadelesinde ‘postmodern’ bir dönemece girdi, giriyor.

Bundan böyle, bu mücadelede şer cephesi ‘kuvve-i şeheviye’ üzerinden bir saldırıya odaklanacak; imanla ve mü’minle olan mücadelesini nefis ve haz merkezli olarak yapacak ve bunun için özellikle kadınlar ve gençler üzerine oynayacak… Mücadele çetin ve uzun süreli olacak; evlerimiz, eşlerimiz, çocuklarımız hedef alınacak…

Yirmi günlük yıkıcı şer taarruzunda eteklerdeki taşlar dökülürken, ben perde gerisinde işte bunu gördüm…

Not: Ama umutsuzluğa da mahal yok. İslâm’ın elçisi Hz. Peygambere ilk iman eden bir kadın (Hz. Hatice), ikincisi bir genç (Hz. Ali) idi çünkü. Yani, Kureyş müşrikleri kaybetmişti. Bugünün küresel ifsat şebekesine karşı, yine biz kazanacağız inşaallah…

Metin Karabaşoğlu

Moral Dünyası Dergisi

Firavun, Bir Konsorsiyumdur

Kur’an kıssaları içerisinde, en fazla sûrede en geniş ayrıntıyla anlatılan kıssadır Musa aleyhisselamın ve dolayısıyla Firavun’un kıssası. Öyle ki, Âdem aleyhisselamın ve İblis’in kıssası bile, ona göre ikinci sırada kalır.

Elbette, çok hikmetleri vardır bunun. Ve belki en önemli hikmetlerinden biri, Âdem’in torunları ile İblis’in torunları arasındaki mücadelenin ete kemiğe bürünmüş insanların dünyasında nasıl gerçekleştiğini, en iyi, Musa-Firavun kıssasının göstermesidir.

Sûreler içinde yol alırken tekrar tekrar karşımıza çıkan bu kıssada, Firavun tek bir kişi olarak çıkmaz karşımıza. Görürüz ki, Firavun’u Firavun yapan, tek başına kendisi değildir. Zira, hakikat-ı halde, Firavun’un senin gibi, benim gibi, ‘herhangi bir’ insandır. Asla insanüstü değildir. Başka insanlara ârız olan ihtiyaçların hepsi onun için de geçerlidir. Aç kalsa, ölür. Susuz hayatta kalamaz. Nefes almadan yaşayamaz. Uykusuz helâk olur. Boyu da, kilosu da bellidir; gücünün ve düşüncesinin sınırları da.

Firavun’u Firavun yapan, kendisi değil; ait olduğu ve merkezinde durduğu ‘konsorsiyum’dur. Firavun, gerçekte, bir konsorsiyumdan ibarettir. Ancak bu konsorsiyumun kendisi dışındaki unsurları sayesindedir ki, Firavun Firavun olabilmiştir.

Nitekim, Kur’ân, kendisini ‘en yüksek rab’ olarak ilan eden bu rezil adamı, bu süreçteki ‘suç ortaklarıyla’ birlikte anlatır.

En başta, kavmiyle…

Firavun, kavmini toplayıp “Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda, kendileriyle aynı sınırlar, aynı acziyet ve aynı ihtiyaçlar içindeki bu insana koca kavmin içinden tek bir fert çıkıp “Hadi ordan?” diyememiştir.

Bilakis, hepsi birden, “Evet, sen bizim en yüksek rabbimizsin” demişlerdir. Böylece, âyetin haberiyle, “Firavun onları aşağılamış, onlar da ona itaat etmişlerdir.” Demeleri gereken şey ise, “Ne sen rabsin, ne de biz senin kulunuz. Hepimiz âlemler Rabbinin yaratılmışlık noktasında ve yaratıcılıktan uzaklık noktasında eşit kullarıyız” hakikatinden ibarettir.

Kur’ân, ama menfaat umudu, ama can korkusuyla ve her hâlükârda bir ontolojik körlükle kula kulluk etmeye razı olacak kadar insanlık onurunu yitirmiş ‘kavm-i Fir’avn’ kadar, başka isimleri de bize gösterir bu konsorsiyumda.

Meselâ veziri Hâmân, bir yönüyle ‘bürokrasi’nin, bir yönüyle ‘akademya’nın simgesidir.

Meselâ Kârûn, bu konsorsiyumun ‘ekonomi’ kanadının simgesi ve sözcüsü niteliğindedir. (O Kârûn ki, kendisi Firavun’un köleleştirdiği Benî İsrail’den olmasına karşılık, Musa aleyhisselam gibi Firavun’un karşısına çıkıp “Benî İsrail’i serbest bırak, özgürlüklerini iade et, âlemlerin Rabbine kul ol!” diyecek yerde, bu ‘konsorsiyum’un hem ekonomik destekçisi olmayı ve bu şekilde kendi zenginliğini daha da arttırmayı tercih etmiştir.)

Dahası, yine Kârûn gibi Benî İsrail’den olup, aklını ve kalbini bu konsorsiyuma kaptırmış başkaları vardır. Aklı doğruyu bilse de dünyalık uğruna dili yanlışın sözcüsü olan Bel’am b. Baura gibiler de vardır bu konsorsiyumda.

Hatta, çok az istisna hariç, Benî İsrail dahi vardır. Zira, Firavun’un zulmüne karşı âdeta köleliği içselleştirmiş; istikballerini Firavun düzeni içinde arar ve görür hale gelmişlerdir. Firavun’un zulmünden, hem de büyük bir mucizenin akabinde kurtulduktan sonra, güçlü gördükleri bir şehir ahalisine karşı cihaddan çekinip “Ey Musa, git, sen ve Rabbin savaşın” demeleri; Musa aleyhisselamın Tur dağına çıkmak üzere aralarından ayrıldığı günleri fırsat bilip içlerinden Sâmirî’nin yaptığı böğüren buzağıyla hemencecik tapar hale gelmeleri, köleliği içselleştirmenin yol açtığı fikrî, kalbî, hissî, fiilî ve itikadî arızaların iki büyük alâmetidir.

Musa aleyhisselam kıssası paralelinde Kur’ân’ın bize gösterdiği Firavun gerçeği, bütün bu unsurların buluştuğu bir ‘konsorsiyum’u çıkarıyor karşımıza.

Firavun’ların durduk yerde Firavun olup Firavun’luklarını devam ettirmedikleri gerçeğini de…

Kıssadaki bu ipuçları ışığında dünyanın son yüzyıllarına bakın isterseniz.

Ne çıkıyor karşınıza?

Yahut, son altmış günde dünyada, özellikle de İslâm dünyasında olup bitenlere bakın.

Ne çıkıyor?

Bir konsorsiyum ki, küfre ve zulme sessizce rıza gösteren yığınlar; bu küfür ve zulüm yapısını değişmez sabite olarak görüp köleliği içselleştirmiş surette istikbal kurguları oluşturanlar; akıl verenler; verilen akla göre uygulama geliştirenler, finansman sağlayanlar…

Hâmân’lar, Kârun’lar, Bel’am’lar, Sâmirî’ler ve diğerleri…

Son altmış gün bu dünyada ne gördün deseniz, bugünün ‘Firavun konsorsiyumu’nu ilk kez bu kadar berrak bir surette gördüm derim.

Ama, bu konsorsiyumun muhakkak çökeceğine dair ümidimi de zerre miskal geriletmeden…

Onların ‘konsorsiyumu’ varsa, hakikatin nereye vurulursa vurulsun hayat suyu bulup çıkartan ve nerede bir firavunî sihir görse çözen ve yutan bir asâsı var çünkü…

Her Musa’nın karşısına bir Firavun çıkıyor, doğru…

Ama tersi de doğru: Her Firavun’un karşısına, Musa’yı da çıkarıyor âlemler Rabbi.

Ve bu mücadele, bugün de devam ediyor…

Metin Karabaşoğlu / Risale Haber

Balık

Delikanlı, babasının hızla kilo kaybettiğini farketmiş ve bu durumdan korkmaya başlamıştı. Yaşlı adam, onun için bir arkadaş gibiydi. Çeyrek asra yaklaşan beraberlikleri sırasında onu her zaman yanında bulmuş, bütün sırlarını ona açmış ve hiç kırmadan hizmetini görmüştü. Bu yüzden de evlenmeye yanaşmıyordu. Zaman ‘âhirzaman’ olduğu için, alacağı kız, belki de babasıyla geçinemezdi. Oysa ki hayatları, insanlardan çok uzak bir sahilde ve küçücük bir kulübede geçmesine rağmen, mükemmel sayılırdı. Hiçbir şeyin sıkıntısı duyulmuyordu. Denizden gelen kütük ve tahta parçaları, yakacak ihtiyaçlarını bol bol karşılıyordu. Bütün dağ ve tepeler, bahçeleriydi. Üç-beş tane koyunları vardı sağılan. Bir düzine kadar da tavukları… Bu yüzden, ne yağları eksikti sofralarında, ne de süzme peynirleri, yumurtaları.

martılarBabası, iyi olduğu günlerde bahçe işleri ile uğraşır, mısır, sebze ve meyve yetiştirirdi. Yemek, çamaşır ve bulaşık işleri ise, annesinin vefatıyla kendisine kalmıştı. Bir de balık tutma işi elbette. Fakat avlanmak için, havanın güzel olması gerekiyordu. Çocukluk yıllarından beri kullandıkları emektar sandalları artık kalafat tutmadığı için, kayalıklardan attığı oltasına takılanlar süslerdi sofralarını. Bazen üç-beş istavrit, bazen de birkaç tane dip balığı. Ama eğer Allah lüfer verirse, o zaman iş başkaydı. Babası, midesine düşkün biri olmamasına rağmen lüfere dayanamaz ve âdeta bayram yapıp:

“Bu balık, mutlaka Cennet’ten gelmiş!.” derdi.

Hastalığı ilerlediğinde, yaşlı adam yemek yiyemez oldu. İki kaşık çorba bile içemiyordu. Aradan bir hafta geçtiğinde, ağzından bir kelime kaçırıverdi: Lüfer!

Delikanlı, hiçbir şey olmasa bile, babasının sadece bu balığı yiyebileceğine, hatta aldığı ilk lokmada şifa bulacağına inanmıştı. Ama onun bu isteği karşısında duyduğu sevinç, biraz sonra bir kâbusa dönüştü. Çünkü sık sık olta attığı halde, en son lüferini aylar öncesinde yakalamıştı. Evlerine bir saat uzak olan köyde de, “balık tutmak” diye bir âdet yoktu. Delikanlı, babasının birkaç lokmayla doyacağını bildiği için, en küçük lüfere bile razıydı. Onun yatağını pencere önüne çekerek kayalıklara geldi. Yaşlı adam onu uzaktan görür ve fazla meraklanmazdı. Oltasını atarken:

“Yâ Rabbi!.. diye dua etti. Bugüne kadar babamı kırmadım. Ve benden ne istediyse hemen yaptım. Ama benim sözüm denize geçmez. Onun istediği şey, senin hazinende elbette vardır. Ve o şey, belki de babamın son yemeğidir.”

Denizin hafif bir poyrazla ürperen açıklarındaki martılar, ard arda yaptığı dalışları ve çığlık çığlığa bağırışlarıyla bir balık akınını haber vermesine rağmen, oltaya bir tek’i bile gelmedi.

Güneş batmak üzereyken, delikanlı kayalıktan ayrıldı. Ayakları geri geri gidiyordu âdeta. Kulübeye yaklaştığında, çimenlerin arasında bir hareket fark etti. Ve ona doğru yavaş yavaş sokuldu. Aman Allah’ım!.. Ayaklarının dibinde, canlı bir lüfer vardı. Orta boyda, kıpır kıpır bir lüfer. Genç adam, rüya gördüğünü sandı ilk önce. Bitmesinden korkup, kımıldamadı. Ama hemen sonra kendine geldi. Sağa sola bakındı. Ortalıkta hiç kimsecikler yoktu. Deniz ise, aşağıda köpürüp duruyordu. Yukarıdaki martıların sesini duyduğunda, başını kaldırıp onlara baktı. Lüferi denizden çıkartan martı, diğerlerinin hücumuyla balığı düşürmüştü.

Delikanlı, anne ve babasından aldığı terbiyeyle, Allah’a her fırsatta şükrederdi. Ama bu sefer, iki damla gözyaşıyla yetindi. Tek bildiği şey, yerdeki balıktan da fazla titrediğiydi. Onu yavaşça alarak kovaya koydu. Kulübeye girdiğinde, babası uyanmıştı. Üstelik de renk gelmişti yüzüne. Oğluna gülümseyip:

“Rüyamda yine anneni gördüm! dedi. Her zamanki gibi Cennette idi. Ve bana güzel bir yemek yapıyordu.” Delikanlı, kovadaki balığı mukaddes bir emanet gibi çıkartırken:

“Annemin seçtiği yemek, lüfer olmalı!. dedi. Onu kızartmam için bana attı.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Farkında olmadan bizi koruyan merkez: Bilinçaltı

İnsan beyninin iki hali vardır: “Bilinç” ve “bilinçaltı”. Bilinçli olmak demek düşünceler, duygular ve davranışlarımızın farkında olmak ve bilerek hareket etmek demektir. Bilinçaltı ise farkında olmadığımız duygular, düşünceler ve ortaya çıkmaya hazır bazı davranış kalıplarımızın bulunduğu yerdir.

İnsan, beyninin diğer canlılardan farkı sayesinde bilinçli olma halinin farkındadır. Bilinçlilik de bilinçaltı da beynimizin elektrofizyolojik faaliyetinin sonucudur. Bilinçli olma halini fark etmemiz sebebiyle de bilinçli olarak yapamayacağımızı düşündüğümüz birçok hareket bizde şaşkınlık uyandırır, bu da bilinçaltını merak etmemizi sağlar. Bilinçaltı ise ulaşılamaz olduğundan gizemli ve heyecan vericidir.

Bilinçli olmak demek düşünceler, duygular ve davranışlarımızın farkında olmak ve bilerek hareket etmek demektir. Bilinçaltı ise farkında olmadığımız duygular, düşünceler ve ortaya çıkmaya hazır bazı davranış kalıplarımızın bulunduğu yerdir. Kalp atışı, beden ısısı gibi bedenimizin gündelik işleyişiyle ilgili bilgiler de bilinçaltındadır. Uykuda bilincimiz kapalıdır ama duyularımız açıktır ve uyurken bedenimize çarpan rüzgarın duyumsanması bir fırtınaya kapıldığımız bir rüya görmemize neden olabilir. Bu örnekte rüya bastırdığımız korkularımızı değil basitçe o anda bilincimiz dışındaki rüzgarı duyumsama halini yansıtmıştır.

Beynimizin temel görevlerinden biri hayatta kalmamızı sağlamaktır. Bedenimizi ve bütünlüğümüzü tehdit edici olarak algılanan herhangi bir durum karşısında biz daha bilinçli olarak farkına varmadan beynimiz savunma sistemlerimizi hareket geçirir. Örneğin, ormanda keyifli bir sohbet yaparak yürürken bir hışırtı duysak daha bu sesin ne olduğuna bilinçli bir anlam vermeden kalbimiz hızlı hızlı çarpmaya başlar, susarız, kaslarımız gerginleşir, gözlerimizle etrafı taramaya başlarız. Hışırtının saldırma ihtimali olan bir hayvandan değil de yapraklardan geldiğini anlarsak bedenimiz gevşer ve huzurlu yürüyüşümüzü devam ettiririz. Eğer bilinçaltı savunma sistemimiz olmasaydı benzer bir durumda ormanda dolaşan bir hayvanın saldırısına uğrayabilirdik. Savunma sistemimizin çoğu bilinç dışındadır ve hayatta kalmayı sağlayan temel refleksler dışında yaşam boyu öğrenilenlerle, olumlu olumsuz deneyimlerle şekillenir. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş atasözü bilinç ve bilinçaltının işbirliğini yansıtan güzel bir örnektir.

Biliçaltımız kaydeder

Çocukluktan itibaren bir şeyler öğreniyoruz. Öğrenirken edindiğimiz deneyimler sonucu bir şeylerin iyi ya da kötü olduğu yönünde yargılara varıyoruz ve farkına varmadan hayat ilerledikçe belki 10 sene önce yaşadığımız kötü bir deneyim sonucu vardığımız olumsuz yargının koşullar değişse de sabit kaldığını göremiyoruz. Diyelim ki ilkokulda sarı saçlı bir kız arkadaşınız sizinle alay etti ve diğer çocukların arasında küçük düşmenize neden oldu. Hissettiğiniz utanç nedeniyle kendinizi koruyabilmek ve bir daha aynı kötü hisleri yaşamamak için o arkadaşınızdan uzaklaşırsınız. Eğer arkadaşınız sizden özür dilemez ya da öğretmen gibi bir başkası duyduğunuz utanç hissini anlayıp sizi rahatlatmazsa sarı saçlı kızlar sizi huzursuz etmeye başlayabilir. Aradan zaman geçtikçe ve büyüdükçe bu olay unutulsa da sarı renk ya da sarı saç bilinçaltında size yönelik bir tehdit olarak kalmaya devam edebilir. Başka bir deyişle unutulmuş olan anı bilinçaltını oluşturur. Bu nedenle bilinçaltının etkisiyle hayatınızda sarı rengi dışarıda bırakan seçimler yapmaya başlayabilirsiniz.

Özellikle çocukluk çağında yaşanan ve bize kötü hisler yaşatan deneyimleri hatırlamak istemeyiz ve bunlar yok olmayarak bilinçaltına itilir. Bu olumsuz deneyimler kendimizle ilgili yargıların oluşumuna da sebep olur. Eğer ailemizde sınavlarda başarısız olmak cezalandırılmışsa ve sevilmeyen bir çocuk gibi hissettirmişse erişkin hayatında önümüzde geçmemiz gereken bir engel, vermemiz gereken bir sınav varsa bilinçaltının etkisiyle huzursuz olabiliriz. İşyerinde müdürün eleştirileri böyle bir kişide işten uzaklaşma ve işe odaklanmayı güçleştirebilir. Eğer kişi sınava tabii tutulacağı hissine kapılırsa çok iyi bildiği işi yapamayabilir.

Herkesin sebebini bilemediği ama kendisine huzursuzluk ve kötü hisler veren böyle durumlar vardır. Aslında bilinçaltına ulaşabilmek için sebebi bilinmeyen bu huzursuzluk hissi ipucu olarak kullanılabilir. Bilinçaltını anlamanın yolu sebepsiz tepkiler, anlam veremediğimiz hatalarımız ve sorunlar üstünden olabilir. Psikoterapi vasıtasıyla kişi duygularını ve bu duyguların hangi benzer durumlarda oluştuğunu fark ederek bilinçaltını yüzeye çıkarmaya başlayabilir. Bilinçaltı yüzeye çıktığında mutlaka bir anı hatırlanmayacaktır. Bilinçaltının yüzeye çıkması demek artık kişinin ilgili durumlarda sebepsiz huzursuzluk hissinin kaybolması demektir. Bilişsel davranışçı psikoterapiler, şema terapileri ve içgörü yönelimli terapiler kişinin kendiyle ve çevreyle ilgili yanlış ve çarpık inanışlarını açığa çıkarıp düzelterek bilinçaltının değişimini sağlar. Böylece psikoterapilerin bilinçaltına hükmetmenin bir yolu olduğu söylenebilir.

Bilinçaltına mesaj göndermek

Bilinçaltına mesaj göndermenin bir yolu olarak bazı sesleri ve bulunduğunuz ortamı rahatlatıcı ve motive edici şekilde düzenlemenin faydalı olabileceğini önerenler bulunmaktadır. Bilinçaltına mesaj göndermenin en tipik örneği olarak reklamlar verilir. Aslında aç değilken yemek yemek istememizin ya da hiçbir ihtiyacımız olmayan bir eşyayı satın almaya yönelmemizin reklamcıların bilinçaltına gönderdiği mesajlarla olduğu söylenir. Burada yaşanan şey beynimizin gördüğü bazı bilgileri birbiriyle ve duygularla ilişkilendirmesidir. Örneğin reklamda gördüğümüz kadın kendini mutsuz ve yalnız hissederken kullandığı deodorant etkisiyle canlandığı, neşesinin arttığı ve etrafının insanlarla dolduğu gösteriliyorsa biz de mutsuzluk ve yalnızlık hislerini gidermeyle bu deodorant arasında ilişki kurup, gelecek sefer markette bu ürünü almak isteyebiliriz. Ürünü alırken reklamın beynimizde oluşturduğu ilişkiyi çoktan unutmuşuzdur.

Gündelik hayatta da hedeflerimizi ve bu hedefe giden yolları olumlu duygularla ve olumlu sonuçlarla ilişkilendirip tökezlediğimizde gene kendi kendimizi rahatlatmanın yöntemlerini geliştirebilirsek bilinçaltımıza mesaj yollayabiliriz. Hedeflerle ilgili gerçeğe yakın ve sonuçlandığında yaşayacağımız duyguları net bir şekilde resmettiğimiz hayaller oluşturur ve bunları düzenli bir şekilde tekrar edersek bilinçaltımızı hedefe odaklamış oluruz.

Basit ve tekrarlayıcı bir şeye odaklanmak bilincimizin yakınlarındaki bilgilere ulaşmamızı kolaylaştırır. Örneğin nefes alıp vermeye odaklandığımızda aslında zihnimizi meşgul eden ama bastırdığımız bazı olumsuz duygular ya da anılar yüzeye çıkabilir. Bilinçaltına ulaşmanın bir yolu düzenli nefes egzersizi yapmak ve zihin nehrimizin derinlerine atılmış bilgileri gözlemlemek olabilir. Nefese odaklandığımızda yüzeye çıkan bu bilgileri değiştirmek değil onları görüp sadece anlamaya çalışmak bile bilinçaltımızı rahatlatabilir.

Barış Önen Ünsalver

Moral Dünyası Dergisi