Kategori arşivi: Yazılar

Kayıp İlanı

Yaşlı adam, karakolun üç-beş basamaklık merdivenini birkaç kez dinlenerek çıktıktan sonra, ilk gördüğü memura yanaşarak:

— Kayıp ilânı vermek istiyorum evlâdım, dedi. Ne yapmam gerekiyor? Polis memuru, her günkü raporlardan birini yazıyordu. Antika bir daktiloyu takırdatıp dururken:

ihtiyar yaşlı tonton nur yüzlü dede— Hallederiz bey amca, dedi. Herhalde torun kayboldu değil mi? Yaşlı adam, dudakları titrerken:

— Annemi on yıldan beri görmedim, dedi. Babamı da belki en az yirmi yıl… Polis, yazmayı bırakıp adama döndü. Bu iş elbette ki normal değildi. İhtiyarın, susuzluktan çatlamış bir toprağı andıran ve bembeyaz sakallarla çevrelenen yüzü, en az seksen yaşında olduğuna delildi. Bu yüzden de elbette ki bunamış, anne ve babasının öldüğünü unutmuştu. Yaşlı adam, yanındaki pencereden bakarken, parkın orta yerindeki ıhlamuru gösterip:

— En vefalı dostum bu ağaç, dedi. Aynı yaşta olmalıyız herhalde. Ne zaman dışarı çıksam gölgesinde dinlendim, kokusunu doya doya çektim içime. Ama o da benim gibi kuruyor şimdi.

— Peki!.. diye lâfını kesti polis. Yakınlarınız yok mu? Dostunuz, akrabanız?

—Yakınlarım, şimdi çok uzaklarda, dedi adam. Dayım, amcam, teyzem, halam kim varsa orda. Eşim de öyle. Sadece iki çocuğum hayatta. Onlar da bu ihtiyardan bıktılar tabi. Polis memuru, böyle tuhaf bir olaya ilk defa rastlıyordu. Herhalde en çıkar yol, bir ilân verir gibi görünüyor olmaktı. Zaten bu ihtiyarcık, karakoldan çıkar çıkmaz her şeyi unuturdu. Masadan bir kâğıt kalem alarak:

— Peki dedecim, dedi. Sen ne istiyorsan öyle yapalım. “Annem ve babam kayboldu” yazıyoruz değil mi? Yaşlı adam, küçük bir çocuk gibi hıçkırırken:

— Yok be evlâdım!.. dedi. Kaybolan benim. Annem ve babam bu ilânı görürlerse, belki beni alırlar yanlarına.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Gözü Yaşlı Dualar

Geçen seneki bayramda (2004) ‘bayram sevinci’ yoktu. Günlerimiz, çöken bir binanın altında kalan kardeşlerimiz için dua etmekle geçti. Hatırlarsınız. Konya’daki Zümrüt Apartmanıydı bu. Bayram boyunca devam eden kurtarma çalışmaları sırasında, ilk günlerde bir çok insan enkazdan sağ çıkmıştı. Fakat sonraki günlerde, mucizeler beklendi. Ümitler azalırken, onlar için yaptığımız dualar arttı.

Bayramın son gününde, kızımın bir İngilizce öğretmeni olan Hacer adındaki arkadaşı, bayramlaşmaya geldi. Onunla bir müddet sohbet ettikten sonra:

‘ Komşularınız ne yapıyorlar? diye sordum.

‘Bu günlerde ağlayarak Kur’an okuyorlar’ dedi.

Böyle bir davranış, hanımların ‘şefkat kahramanı’ olduğunu ispatlıyordu. Ne de olsa ülkede bir yas vardı. Üstelik de bayramdı. Yapılan ibadetler, diğer günlere oranla daha makbuldü.

Merak bu ya!.. Gözyaşlarıyla okunan Kur’anda, acaba bayram mı, yoksa çöken bina mı etkili olmuştu? Bu soruyu Hacer’e sorduğumda, cevap vermedi. Daha da meraklanıp, sorumu tazeledim. Sonunda beni kırmayıp:

‘ Cüneyd abi!.. dedi. Hani televizyonda ‘Biz Evleniyoruz’ programı var ya!.. Oradaki Tülin, Caner’le evlenmeye yanaşmıyormuş. Komşularımız, Tülin’in kalbi, Caner’e ısınsın diye okuyorlar Kur’anı, gözyaşları oluk oluk akarak.’

Keşke yazdığım bu şeyler şaka olsaydı. Asrı Saadette en çok rağbet gören şey, İlahî hükümlerin sırrına ermek ve Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediklerini, Kur’an ayetlerine bakarak daha iyi anlamakmış. İnsanların zihinleri, kalpleri ve ruhları, o işle meşgul olmuş. Yapılan sohbetler de, aynı minval üzerine sürüp gidermiş. Bu yüzden sahabiler, hem Tevrat’ta, hem İncil’de, hem Kur’anda methedilmiş. Bu yazıyı yazarken, artık Caner ve Tülin için Kur’an okunmadığını söylediler. Sevindim tabi. Şimdiki dualarda, Ata ile Sinem bulunuyormuş. Ata’yı tanırsınız. Semra abla var ya, onun yavrusu, Sinem de onun sevgili gelini. Ne diyeyim bilmem ki!.. Ata’m sen rahat uyu!.. Duaların geliyor merak etme!..

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

“Gönül Orucu” da neymiş?

Hocam, Ramazan yaklaşıyor, gönüllerde Ramazan nasıl olmalıdır?

– Efendim, Ramazan öylesine yüce bir rahmet mekânı ki, Cenab-ı Hakk’ın, sevgilisine Kur’an’ı inzal ettiği ayın şerefine bütün rahmet kapılarını açıp yanlışları, eksikleri, terslikleri yok ettiği, aksine, güzelliklerin, mutlulukların coştuğu bir ay…

İnsanların bir çoğunun farkına varamamasının nedeni, kendi platformlarını dünyadan koparak mânâya yaklaştıramadıklarından doğuyor. Yoksa Ramazanı hissetmemek, Ramazanın güzelliğinin farkını görememek, Ramazana ait bir -haşa- eksiklik değil, ona yaklaşım sağlamamak yanlışlığından doğmaktadır. Çünkü Ramazan, bir mânâ perdesinin açılması, güzellikleri seyrettirme, seyrettirilmesi olayıdır.

Bu Cenab-ı Hakk’ın, doğrudan doğruya sırf Kur’an’ın inzal ayına olan fevkâlâde muhabbetidir. Fevkalâde Kur’an inzalinin, Cenab-ı Hakk’a verdiği büyük rıza, büyük mutluluk dolayısıyla meydana gelmiş bir rahmettir. Onun için Ramazan’ın rahmetini kaçırmamak çok önemlidir.

Yasaklar rahmete ermek için

Şimdi, genelde insan, dünya platformunda, dünya kaygıları, nefis kavgaları içerisindeyken, Ramazan’a girivermiş olmaları, adeta iyi niyetli olan insanları bile biraz şöyle bir şaşırtır. Yani, “Şimdi yiyemiyecekmiyim, mutad olan arzularımı daha mı frenleyeceğim!” gibi… Hâlbuki Ramazanda bir takım dünya zevklerine perde getirilmesi, fren getirilmesi, aslında Ramazan’ı anlayabilmemiz içindir.

Şimdi şöyle kabul edin ki, bir perde açılıyor, mânâ perdesi, biz o mânâ perdesinde değil de başımız terse dönmüş bir yere bakıyoruz. Allah da bizim o açılan perdenin arkasındaki gerçekleri görmemizi istiyor. İşte bunu temin ederek, bize yemek-içmek, cinsel ilgi gibi kısıtlamalar getirerek, ters tarafa çevrilmiş olan başımızı, ters yönden alıp doğru yola çeviriyor.

Onun için Ramazan’ın bu rahmetinden kullarının yararlanabilmesi için Cenab-ı Hakk onların dünya ilgilerine yaklaşmaya bir tarz kement atmış oluyor. Çünkü normal olarak insanların mânâ cazibesinde yaşamaları gerekirken, dünya cazibesinde yaşıyorlar. Bunun ikisini de dengeleyip biraz ortada bir hikmetle, mânâsını kaybetmeden dünyayı yaşama hikmeti ise normal nefis mücadelesi içerisinde çok zor bir keyfiyettir. Allah (cc) bunu temin etmek için Ramazanda özel bir tarife tatbik ederek, bizleri mânâya daha çok yaklaştırmak için dünyaya daha uzak kılıyor. Oruçta getirdiği yasaklar, frenler, tamamen dünyaya ait ilgimizi azaltarak, Ramazan’ın sırrına, mânâsına bizi cezbetmek içindir.

Bu, Ramazan’a yakınlıktaki farkı, vücudumuzun yahut da beynimizin neresiyle alacağımız!… Önemli olan budur. Çünkü, göz aynı göz, kulak aynı kulak, zevk kavramları aynı kavramlar, peki biz Ramazan’da bunların değişik biçimdeki yönlenmelerini neyle temin edeceğiz?…

Ancak gönülle temin ederiz. Eğer gönül Ramazan’a iştirak etmezse kesinlikle Ramazan’ın mânâda bize lütfettiği rahmetlerden yararlanamayız. Oruç tutmuş olmakla ancak bir ibadeti yerine getirmiş oluruz, onun sevabını alırız başka. Ama Ramazan’ın mânâsı, yalnız sevap almak mücadelesi değildir. Bilâkis, Allah (cc) rahmetinden büyük pay kapmak mücadelesidir. Yani Ramazan gelince, fırsat bu fırsat deyip elimizden geldiğince büyük hisse kapmaya çalışmalıyız. Hani eskiden saraylarda, kırk gün kırk gece düğün yapılırdı, her önüne gelen girip ondan istifade etmek isterdi, tıpkı Ramazanı da öyle kabul etmeliyiz. Bunun için gönüllerde fevkalâde ciddi bir hazırlık içersinde olmak gerekiyor.

– Hocam, bedenin oruca ihtiyacı olduğu gibi gönüllerin de oruca ihtiyacı var mıdır?

– Bedenin oruca ihtiyacından çok, gönlün oruca ihtiyacı vardır. Çünkü beden oruç tutmadığı zaman, daha hantal oluyor biliyorsunuz. Biraz daha hücresel olarak yorgun oluyor. Ama netice itibariyle hayatını devam ettiriyor. Gönül oruç tutmadığı zaman yahut da orucun güzelliklerine yaklaşamadığı zaman, daha kötü bir zehirlenmeye uğruyor.

Gönül oruca muhtaçtır

Asıl gönül oruca muhtaçtır. Onun için gönül iştiyakla Ramazan’ı bekler. Çünkü Ramazan dışında gönlün yanlışlardan kendisini arıtması için içerisine her gelen yanlışlığı -çöp sepetine atar gibi- lüzumsuzluklarla gönlü doldurulmaması için nefsin çok ciddi olarak disipline edilmesi lâzım. Bu da bilindiği gibi fevkalâde güç hadiselerden bir tanesidir.

Hâlbuki Ramazan’da, rahmet dolayısıyla, Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla, nasıl ki biz sabahtan akşama kadar yemek yememekle, Allah’ın bizim hücrelerimize, karaciğerimize verdiği bir sağlık ziyafetine kavuşuyorsak; gönül de Ramazan’ın koyduğu disiplin sayesinde, kesinlikle bu kötülükleri doldurmaktan içtinap etme sırrına kavuşur.

Yani bir insan, Ramazan’da, ne kadar hatalı da olsa kıldığı namazlarla, dinlediği, okuduğu Kur’an’larla, tuttuğu orucun bedeninde sağladığı hassasiyetlerle, gönle daha yakın olma hikmetine kavuşur. Ve bu yakınlık, yavaş yavaş Ramazan’ın rahmetiyle birleştiği takdirde, işte o zaman gönül orucu da tahakkuk eder. Ve böylece, gerçekten bir insanın maddi manevi mutluluğunu bir Ramazan ayı tamamlamış olur.

Onun için gönlün Ramazan’a olan iştiyakı, hepimizin hayat tecrübesinden de bellidir. Pek çok insan, yaptıkları bazı hataları, “Ramazan gelsin de inşaallah ben bu hatalardan vazgeçeyim” diye, zaten kendi kendine itiraf ederler. Yani şuur altlarında, Ramazandan medet ummak, medet beklemek, ondan bir hikmet, bir rahmet beklemek müminin gönlünde yatar. İşte gönül, onun için Ramazanı gerçekten çok arzular. Bir an evvel gelip onun manevî potansiyelinden yararlanmak, olduğunca içerisindeki pislikleri arıtarak, kendi kafasını dinleyerek gönlün, gönül olduğunu anlamak için büyük bir iştiyakla Ramazan’ı bekler.

– Hocam, gönül orucunu bozan şeyler nelerdir?

– Gönül orucu dediğimiz zaman, temel ilke olarak tarif etmiş olalım ki, gönlün tıpkı maddi oruçta olduğu gibi iki unsuru vardır. Bunlardan birincisi, yemeğe benzeyen, gönül orucunun yemek yemeye, su içmeye benzeyen yanıdır. Yani lüzumsuz bir şeyi gönle kabul etmemek. Orucun birinci fazı (kanal; yön) budur.

İkinci fazı da nasıl bedensel oruç, cinsel hayata bir sınır getiriyorsa belli bir saat, süre içerisinde cinsel hayatı yasaklıyorsa gönül orucunda da Allah’ı sevmeyenlerle birleşme, yakınlaşma, yaklaşma, dertleşme, dostluk yapma yasaklanmıştır. Demek ki gönül orucunda, iki farklı fazı çok iyi isabetle tutturmak lâzım.

İmanı olmayandan uzak durmalı

Ramazan’da, Allah’a imana, Efendimize sevgiye yol bulmamış kimselerle -mümkün olduğu kadar değil- kesinlikle irtibat kurmamak lâzım gelir. İktizayı beşeriyet dediğimiz, yani günlük hayatımızın icabatı, akrabalık, işyeri arkadaşlıkları dâhil, bir takım münasebetler cereyan etmekte, bu münasebetlerde; inancı olmayan, hatta Allah’a ve Resulüne karşı düşmüş insanlarla bir takım temaslarınız oluyor. Biz, normal hayatımızda onlardan çok menfi bir cereyan alırız. İşte, gönül orucunda, bir numaralı hadiselerden bir tanesi, bu irtibatı kesmektir.

İşte, bu iki unsuru bir arada mütalâa ettiğimiz zaman, gönül içerisine Allah’ı sevmeyen kişileri almadığımız takdirde; bir de gönle olur olmaz şeyleri doldurarak iç dünyanızı kirletmekten vazgeçtiğimiz takdirde, gönül orucunu tutmuş oluruz.

Dünyevi ihtirasları terk

Nasıl ki oruçta yemeyeceksin, içmeyeceksin diye birtakım kaideler varsa gönül orucunda da bir takım kaideler vardır. Bunların başında, gönül orucunun dünya zevklerinin, dünya bağlantılarının, dünya ihtiraslarının kesinlikle durdurulması gerekir. Dünya ihtiraslarında, “Şu da olsun, bu da olsun. Şunu alayım, bunu da alayım” diye, elindekiyle kifayet etmeyerek, daha büyük taleplerin peşine düşmek, bir defa gönül orucu bakımından yasaktır.

Allah’a rıza itibariyle tam teslim olmak, Allah’ın kendisinin rezzak sıfatıyla lütfettiği herşeyi büyük bir mutlulukla hamd ile, şükür ile karşılamak ve kesinlikle dünyaya ait şeylere itibar etmemek lâzım gelir. Efendimizin verdiği bir misalde, bir gün Ashabı ile giderken, bir ölü ve sıcağın tesiri ile de kokmuş olan bir koyun görürler, koyunun pis kokusundan rahatsız olan Ashab, bir an evvel oradan uzaklaşmak ister. Efendimiz der ki; “Beğenmediniz, rahatsız oldunuz değil mi? Çok nahoş gördünüz… Dünya bir leştir.” İnanınız ki dünya bundan ibaret.

Dünya, mânânın yanında bir leşten ibarettir. Çünkü ölüdür. Mânâ ise devamlıdır. Dünya fanidir… Mânâda yaşlanmak, mânâda yıpranmak, mânâda usanmak yoktur. Hâlbuki dünyada yaşlanmak da vardır, usanmak da vardır, yıpranmak da vardır. İşte bundan dolayı, dünya bir leştir. Dünyayı canlı olarak tasavvur edersek leştir.

Onun için dünyaya rağbeti, en az Ramazan boyunca içimizden atmak lâzım ki, gönül orucunu tutmuş olalım. Gönül orucu, bu hassas özelliği ile kolayca yıpranmaya bozulmaya meyillidir.

Gönlün tamiri

Gönül de insan vücudunun en hassas yeri olduğu için çabucak yıpranmaya, eskimeye, delinmeye, yırtılmaya, bir başka anlamda kırılmaya meyillidir. İşte bu, Ramazan ayı boyunca, gönle koymamaya gayret edeceğimiz yanlışlıklar dolayısıyla, bu tamiratı, bu revizyonu yapmış oluruz. Nasıl ki bir karaciğer, bir bağırsak hücresi, Ramazan boyunca bir yıllık yıprantısını, bir yıllık eskimişliklerini, delinmişliklerini, ölmüş hücrelerini revizyona tabi tutar, tamir ederse gönül de tıpkı böyledir. Beşeri ilgilerden dolayı, aldığı yanlışlıkların, beşeri ilgilerden dolayı depo ettiği hataları, Ramazan boyunca, temelli gönlünden çıkartarak, yanlış bağlantılar kurmayarak düzeltmek zorundadır.

İşte, bu yanlış bağlantılar kurmamalı dediğimiz ve gönlünden eksiklikleri çıkarmak dediğimiz hadisenin başında, takdir-i ilahiye rızadan doğan bir bağışlayıcılık gelir, ondan dolayı biliyorsunuz ki küslerin barışması, herşeyi affetme, bir kimse size karşı ne kadar hatalı olursa olsun, ona merhametle yaklaşma gibi bir takım unsurlar vardır.

İşte, gönül de evvelâ içindeki kinleri, düşmanlıkları, dünya ilişkisinden doğan kırgınlıkları ve kavgaları atmak zorundadır. Aksi takdirde gönül orucu fazına geçemez. Oruç fazına geçebilmesi için insanın nefsinden gelen her türlü çalkantıyı, her türlü cereyanı, gönül motorundan çıkarması lâzım. Çünkü o, gönle ters yönde cereyan vermektedir. Bu ters yöndeki cereyandan kurtulmanın en kolay usulü, onunla bağlarını koparmaktır.

Bu vesile ile Ramazan geldiğinde, gönlümüzün dünya ihtiraslarından ayrıldığı gibi kin, kıskançlık büyüklenme gibi çok kötü sapmalardan arınması lâzım gelir. Böbürlenmeler, başkalarını küçük görmeler…

Fakiri küçümseme yanlışı

Özellikle çok yanlış bir adet, müminlerde hiç olmaması lâzım gelen bir adet, fakat son zamanlarda kültür bozukluğu nedeniyle bize de sirayet etmiş durumda; fakirleri, kimsesizleri hor görmek, küçük görmek, onlara selam vermemek, daha zengin daha kıyafeti düzgün kimselere, yaptığı tebessümü onlardan esirgeme gibi… Bunların hepsi, gönlün büyük vahim hastalıklarının nefse müteallik hadiselerin görüntüsüdür. Onun için hiç değilse Ramazan’da çok dikkat etmemiz lâzım gelir. Fakirlere, ekonomik durumu biraz daha düşük kimselere fevkalâde sıcak, tam onun aksine, kendinde bir maddi manevi kıymeti olmadığı halde, benlik böbürlenmesine girmiş, şatafatlı insanlara karşı soğuk olmamız lâzım gelir. Bu da gönül orucunun bir parçasıdır.

Her zaman tekrar tekrar söylemişimdir vaazlarımda… Bayramlarda bile, toplumda öyle çürümüşlük oluşmuş ki Allah’ın indinde hiç kıymeti olmayan insanlara ikram etmek üzere çikolata alır, temizlik işçisi yahut da kapıcı gelirse bir fakir gelirse diyerek, onlara da en ucuz, taşlaşmış şekeri alır, ikram etmeye çalışır. Bu şekilde hareket eden kimsenin eğer oruç tutmuşsa hepsi gitmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kırılmasına, gücenmesine müyesser olacak, en çirkin hadiselerden birini yapmıştır.

İşte, gönül orucunda da çok önemli bir hadisedir ki fakirlere, yetimlere, mazlumlara, gariplere mutlaka ve mutlaka çok sıcak olunması lâzım gelir.

Kesinlikle, gönül dediğimiz bu namütenai güzelliklerin esrarlı makinesi; aslında fakirin, garibin ve kimsesizin mutlaka ve mutlaka Allah’a daha yakın olduğunu, daha mümin olduğunu bilmek gerekir. Ama nefis bırakmaz, çünkü nefis onu bırakırsa, bir takım menfaat kayıplarına uğrayacağını, en azından ona yardım etmesi gerektiğini düşünerek, bırakmaz. Ve onları, insanları soğuk davranışlara alıştırır ki, zaman zaman toplum içersinde bir takım kendini bilmezlerin dilencilere karşı, hakaret edici davranışları, güya dilenciliği kaldırıp onlara kurumlar yardım etsin bahanesiyle, insanların fakirlere yaklaşmasını azaltacak sloganlar uydururlar. Bunların hepsi gönülleri taşlaşmış, kemikleşmiş, perişan olmuş insanların davranışlarıdır.

Gönlün taşlaşmaması lâzım gelir ki, Ramazan’da gönül orucunda bir mesafe alabilsin, yoksa taşlaşmış bir gönlü olan insana ne söylesen boş… O daima menfaatleri doğrultusunda, şu dünyada daha iyi yaşayabilmek çelişkisi içinde, Efendimizin ‘leş’ diye tabir ettiği dünya hayatının peşinde koşmaktadır. Onu engellemeniz mümkün değildir. Ne Ramazan ona müyesser olur, ne onun gönlüne herhangi bir noktadan girip sıcaklık vermek mümkün olur.

Aslında böylelerine, biliyorsunuz, ölü denir… Mânâ ilimlerinde, Allah’a sıcaklık duymadan, eğer gönül makinesi susmuş ise çalışmıyorsa bu ölüdür kesinlikle, komada filan değildir. Gönlü taşlaşmış bir insanın ölü halinden çıkıp dirilebilmesi, gönlün taşlaşmadığı bir devirde, Ramazan’ın sırrı içinde hayat bulması, hay bulmasıdır. Çünkü Ramazan, gönüllerdeki bu nisbi perhizler sayesinde, gönül orucunu bozmadan yaşayabilmeler sayesinde, yavaş yavaş arınacak, gönül aküsünden cereyan gelecek ve mânâ âlemini de hissetmeye başlayacak. Daha ileri safhada, daha tecrübe kazandığı zaman da hesna müstesna kompitür (bilgisayar) ekranlarında, Cenab-ı Hakk’ın namütenai esrarını (sonsuz sırlarını) seyredecektir.

İşte, bu kademe kademe geçişte, gönül orucu; bir nevi mânâ âleminin seyrine açılacak, o büyük senaryoyu seyretme kabiliyetini sağlayacak bir hazırlık safhasıdır. Her Ramazan, gönülde, gönül orucuna iştirak edenleri yavaş yavaş dizaynını yaparak, onun eksiklerini tamamlayarak, antenini düzenleyerek sonunda gönül ekranında Cenab-ı Hakk’ın güzelliklerini, mânâ âleminin esrarını seyredecek bir hale getirir.

Vesveseyi gönüle sokmamalı

İkincisi, vesvese grubu hadiseleri gönle sokmamak lâzım gelir. Çünkü bütün vesveseler, ‘hannas’ dediğimiz Şeytan’ın, nefis ile birleşmesinden doğan, o gayri meşru varlığın dürtmesindendir. Endişeler… “Yarın ne olacak? Öteki iş ne olacak? Çocukların istikbali ne olacak? Bu maaşla geçinebilecek miyim, geçinemeyecek miyim?…” gibi natünahi vesveseyle ve bunu da güya dünya hayatını tanzim etmekte, bir beceri gibi kullanmak ister.

Hâlbuki dünya hayatını kimse tanzim edemez. Takdir-i îlâhi tanzim eder. İnsanlar, yalnız iyi niyetle Allah’a teslim olup Allah’tan ricada bulunabilir. Yoksa hiç kimse dünya kaderini, kendi kaderini, çocuğunun kaderini tanzim edemez, bulamaz. Bulamadığı gibi bunları, gönle vesvese şeklinde yerleştirdiği takdirde, gönül orucu bozulmuş olur…

Tekrar başa dönersek; kin, ihtiras, küçük görme, düşmanlık gibi hadiseler, gönül orucunu bozar, bu bir. İkincisi, vesveseler gönül orucunu bozar.

Tam, Ramazan ayının güzelliği içinde, Allah’ın rızasına teslim olmuş bir müminin, vesveseler içine girmesi, başladığı andan itibaren takdir-î îlâhi ile savaşa girmiş demektir!… Çünkü vesvese, takdir-i îlâhiye itimatsızlıktır. Takdir-î îlâhi’ye güvensizliktir. Allah’ın güzelliğine, yarattığı her kaderin mutlaka en güzel olacağına bir tarz inançsızlıktır ki, bunların hepsi gönül orucunu bozar…

Sınırsız yücelik; infak

Üçüncü kademedeki bozulmanın unsuru da infaktaki kusurdur. Yardımlaşmada kusurdur. Fakir insana karşı, kimsesizlere karşı yaklaşımda kusurdur… Bu kusurların hepsi, infak mecmuası içersine girmekle beraber, aslında, Cenab-ı Hakk’ın bir müminden beklediği gönül yakınlığı sırrını taşır. Eğer bir insanın gönlü fakirden uzaksa, bir insanın gönlü yetimden uzaksa, bir insanın gönlü garipten uzaksa, o gönülde iş yoktur. Çalışmıyor, bozuktur o gönül.

Bir fakire para verirken, mutad (alışıldık) olanı 2 lira ise mutlaka Ramazan’da 20 lira vermesi lâzım. Bütün mutadı 50 lira vermekse, Ramazan’da 100 lira vermesi lâzım. Yani gönlünü maddesel bağlardan tamamen kurtarmak lâzımdır.

Müteaddit konuşmalarımızda, sohbetlerimizde çeşitli örneklerle veriyoruz ki İslâm’ın yücelerini tanırken, İslâm’ın yücelerini anarken, onların temel fazına indiğimiz zaman, bir tek şey görürüz ki, sınırsız bir cömertlik, sınırsız bir infak…

Hemen hemen bütün yücelerde, en başta Efendimizin (sav) yakınlarında, ortak meziyet budur. Ve Efendimizin yaşayış tarzı ile beraber, Efendimize (sav) en yakın olanların yaşayış tarzları, ondan biraz daha uzak olanların yaşayış tarzlarını bir merdivene oturtsak, en üsteki ve en alttakilerin sıralanmasında, acaba hangi faktörler var desek, kesinlikle bu faktörlerin bir numaralı saiki, infaktır.

Efendimize en yakın olan Hz. Fatıma (r.anha) annemizdir. Hz. Fatıma, düğün gecesi, yemeğini kapısına gelen fakire olduğu gibi hepsini vermiştir, tabi bu örnek davranış, insanlara anlatıldığı zaman, böyle bir masal, öykü gibi gelir ama bunu tasavvur edip yaşamak lâzım.

Bu sıcaklık noktasına erişmek mümkün değil. İnsanoğlu, Efendimize (sav) kadar yükselen merdivenler zincirinde seyrettiğimiz zaman, insan kendisine aşağıda da bir yer bulamaz, çünkü adam zaten tok iken de vermiyor. Ama Efendimize yakının da yakını olan Hz. Fatıma (r.anha) annemiz, açken ve ertesi gün de yeni bir lokma ümidi yokken de veriyor… İşte, bunu merkez addederek, bunu tepedeki ışık olarak gönlümüze koyup o ışığın sırrı içersinde, infaklarımızı tanzim edebilmeliyiz.

Evet, biz o ışık olamayız, hiç kimse Hz. Fatıma annemiz gibi olamaz, olamayız ama mademki Efendimize en yakın olmanın sırrı, bir defa en büyük infak gönlü taşımaktır. O halde “Ben de kendi cüzi amelim içersinde, Efendimize yakın olmak için infakımı artırayım” demek lâzım.

Gönül orucu nasıl bozulur?

Şimdi, gönül orucu nasıl bozulur? Bir insan, cebinde parası varken, evinde yemeği varken, “Aç, fakir bir kimse bulsam da şunu doyursam” diye, eğer içinde bir rahatsızlık yoksa ve bir mesuliyet duymuyorsa rahat rahat yiyip içip yatıp kalkıyorsa gönül orucu bozulmuştur.

Gönül orucunun devam edebilmesi için bir fakiri yediremediği gün, bir fakirin ihtiyacını göremediği gün, gönlünüz huzursuz olacaktır. İlk rastladığı fırsatta, kendine göre, şehirli ukalâlığı ile lâik ukalâlıklarla “Devlet baksın, kurumlar baksın, bunları dilenciliğe alıştırmayalım” diye, böyle iddialarla ortaya çıkmadan, elinde-avucunda ne varsa verebilmesi lâzım ki gönül orucu devam etsin.

Demek ki genel anlamda, gönül orucunu üçüncü kademede bozan şey, bahillik (cimrilik) diyeceğimiz hususiyettir. Eğer bir gönülde bahillik rüzgârı eserse gönül orucu bozulur.

Arzulardaki frensizlik

Dördüncü unsur, gönül orucunu bozan, arzulardaki frensizliktir. Yani arzuların, Cenab-ı Hakk’ın bizim için lütfettiği hayat tarzındaki yaşam tarzı içinde, çok mütevazı olması lâzım gelir. Bu mütevazı yaşam tarzını ne bozuyorsa gönül orucunu da kesinlikle bozar.

Bu da çok önemlidir. Ramazan’da bir insanın belki günlük hayatımızda söylendiği zaman tuhaf gibi gelir. Ne alâkası varmış gibi ama şimdi, zaten günlük hayat içersinde, bir televizyon varken, bir tane de mutfağına aldığı, envai çeşit israfları, bir elbise varken bir tane daha alınması sevimsiz bir alışkanlıktır. Bunu en azından Ramazan’da kaldırmak lâzımdır.

Okuyucularımdan, dinleyenlerimden ben çok eminim ki mutlaka istiyorlar, gönül orucunu bozmamak isteği içindeler. Ama her zaman fırsat ele geçmez. Bir insan, ömür boyu daha kaç tane Ramazan yaşayacağını bilemeyeceği için her Ramazan’ı en güzel yaşamak lâzım. Yani “Bu Ramazan’ı hafif geçireyim de ileriki Ramazanlarda daha disiplinli olurum” demek yanlıştır. Her öndeki Ramazan’ı, son Ramazan gibi mütalâa edip ona göre gönül orucuna sıkı sıkıya sarılsınlar. Ben sayın okuyucularımdan, dinleyenlerimden istiyorum ki gönül orucuna mutlaka riayet etsinler.

Bu, bedenlerinin aç kaldığı, bir takım mahrumiyetlere mecbur oldukları ortamda, bir fırsatını bulup gönül orucuna da riayet edilirse çok hoş bir şey olur. Ama şunu belirtmek de istiyorum. Hani çocukları oruca alıştırırken, önce yarım gün tut deriz, biraz ufak-tefek bir şey yerse göz yumulur. “Hadi devam et çocuğum orucuna” denir. Bunun gibi ilk defa gönül orucu tutan okuyucularımız için gönül orucuna niyet etsinler; Ramazan’da ufak-tefek kaçaklar olursa Cenab-ı Hakk, çocuk orucu yerine saysın inşaallah ama tam gönül orucuna ulaşmaya da çalışsınlar.

– Hocam, Ramazan’da gönül açılması nasıl olur?

– Ramazan’da gönül açılması daha kolaylaşır kesinlikle. Gönlün kapalı kalması, gönlün bozulması, gönlün yıpranması, en sonunda da gönlün taşlaşmasının müessir sebebi nefistir.

Ramazan’da orucu bozan ilkelere riayet etmek dahi olsa nefse büyük bir frendir. Nefis frenlendiği için gönlün önünden mânâ (engeli) en az on saat kalkmış oluyor. Bu çok önemli bir faktördür. Büyüklerimizin bize oruç sırasında, nefse ait bazı ilkeleri de oruç planına katmamızı emretmeleri, kötülüklere bakmamak gibi kulağın da oruç tutması, kötü şeyleri duymamak gibi bir meleke kazandırırsa o zaman gönlün açılması daha çok kolay olur.

Yani kötülüklere bakmamak derken, iki şey anlamak lâzım. Bir tanesi, haram olan şeylere imrenmemek, bir zümrüt kolyeyi görüp de imrenmemek gibi. Bir de cinsel olarak yasaklanmış haramlara bakmamak gibi.

İkincisi de abes görmemektir. Yani Ramazan’da bir insanın hiç bir şeyi abes görmemesi demektir. Her şeyde, Cenab-ı Hakk’ın bir hikmeti olduğunu, bizim fark edemediğimiz hadiseleri seyrederken, oruçlu bir göz abes görürse hemen eleştiriye geçip aptal aptal yorumlar üretmemeli.

Cenab-ı Hakk’ın yarattığında hiç bir abes ve çirkinlik yoktur. Çirkinlikler ve abesler bizim nefsimizin bizi aldatmasıdır. Şeytanın bizi aldatmasıdır. Hatta mahlûkatı seyrederken, bu çok önemlidir, bazılarını güzel, bazılarını çirkin görmek gibi tuhaf bir alışkanlığımız var. İşte bu, gözün oruç tutamamasındandır. Eğer göz, oruç tutabilirse bütün mahlukatı birbirinden güzel, birbirinden sevimli görür. Yaratılışta abes diye bir şey yoktur. Buna gözün alışması Ramazan’da olacaktır. Onun için Ramazan’da açılması çok kolaydır.

Gönül orucu tutan, ne kadar eksik tutarsa tutsun, gönül orucuna niyet etmiş bir insan, bir kaç tanesini ancak tutabilirse bayram sabahı mutlaka fark edecektir. Gönlün büyük bir coşku ile gördüğünü fark edecektir. Cenab-ı Hakk, rahmetinden verdiği müjdeli ikramları gösterecektir. Onun için gönül orucuyla beraber, hiç değilse Ramazan’ın bir kısmında, yarım gün gönül orucu tutarsa mutlaka ayrı bir bayram zevki yaşar. Allah’ın bayram bahşişidir. Bu bahşişi de bayram gecesi fark ederiz.

Gönül orucu tuttuktan sonra, gönül orucunun getireceği en büyük nimet, nefis huylarının körelmesidir. Bir mümin, ömrü boyunca tuttuğu Ramazanlarda, elinden geldiğince gönül orucuna rağbet etmesi başlı başına bir nefis eğitimidir. Yani nefsini terbiye etmek için özel bir eğitime ihtiyaç yoktur.

Gönül orucuna gayret etsin, o zaman tam manasıyla nefis eğitilmiş hale gelir ve mertebe mertebe her geçen Ramazan’da, bir nefis emmaredeyken, ikincisinde nefsi levvâmede, üçüncüsünde nefsi mülhimede, dördüncüsünde nefsi mutmainnede…. Böylece, giderek nefsi sâfiyeye kadar götürür. Onun için gönül orucu Ramazanda müthiş bir olaydır. Gönlün Ramazan’da alacağı zevk, Ramazan’da kazanacağı ikramlar namütenaidir.

Allah (cc), inşaallah bu Ramazan’da, bütün mümin kardeşlerimizin gönüllerini daha çok genişletsin ve âlemi İslâm’ın kanayan yaralarına rahmetiyle deva olsun.

DR. HALUK NURBAKİ / www.gulistandergisi.com

___________________

Kaynak: Uğur İlyas Canbolat’ın, Üsküdar FM Radyosu “Gönüllerde Gezinti” programında, rahmetli Üstad Dr. Haluk Nurbaki Hoca ile yaptığı programın çözümünden kısaltılmıştır.

İnanan İnsanın Hedefi Nedir? (Ne Yapmalı -3)

İla-yı Kelimetullah’ın hedefi nedir? İlk anda bu sorunun cevabı çok basit gibi görünür. Denilebilir ki, ALLAH rızası… Doğru fakat çok genel ve soyut bir cevaptır bu. Kıldığımız namazdan, fakire verdiğimiz sadakaya kadar hemen her şey zaten O’nun rızası için değil midir? Sözü uzatmadan cevabın kapsamını daraltalım.

Günümüzde İ’la-yı Kelimetullah’ın hedefi, İslam’ın hakimiyeti olmalıdır. Belki bazıları bu cevabı da fazla soyut ve genel bulabilir. Haklıdırlar. Daha da netleştirelim: Günümüz Müslümanının hedefi, İslam’ın birey ve toplum yaşamının her safhasında tam olarak yaşanması ve kesin olarak hakim olmasıdır. Dünya ölçeğinde ise, Ümmet-i Muhammed’in yeniden “en aziz ümmet” haline gelmesi, İslam’ın dünyanın hakim gücü pozisyonunu almasıdır. Yani insanlık tarihinin son beş yüzyılında Batı’nın sahip olduğu konumu ele geçirmesidir. Ama bir satır arası yaparak belirtelim ki, bu, Batı örneğinde olduğu gibi emperyalist ve zalim bir proje olmayacaktır. Öyle bir şey olursa da zaten bu proje İslami olamayacaktır.

Nasıl bir şey olacağını merak edenlere şimdilik, Dört Halife ve Osmanlı tecrübelerini işaret etmekle yetinelim. Ve öncelikli meselemizi oluşturan asıl konuya geri dönelim: İslam’ın toplumsal ve bireysel yaşamın her noktasında ve bütünüyle yaşanması konusuna…

Bediüzzaman’ın yaklaşımına uyarak, ALLAH Davası’nın hedefini, üç kategoride değerlendiriyoruz: İman, hayat, şeriat…

İman hizmeti bütün İ’la-yı Kelimetullah faaliyetinin özüdür. Hiçbir zaman bitmeyecek, eskimeyecek, ikinci dereceye inmeyecek boyutudur. Arkada bıraktığımız son yüz senenin en “ağır” döneminde, başta Türkiye olmak üzere hemen hemen bütün İslam ülkelerinde, Batı işbirlikçisi yerli elitlerin ve devletin, amansız bir İslam/ALLAH düşmanı kesildiği senelerde, sadece bu hizmet biçimi devam etmiştir. Zaten bu dönemde doğru, gerekli ve mümkün olan da sadece “İman Hizmeti” olmuştur.

Havanın yumuşamaya başlaması ile birlikte geride bıraktığımız on yıllarda ise İ’la-yı Kelimetullah’ın “Hayat” safhasına da geçişini hep birlikte yaşadık. Seküler toplum içinde Müslümanlar, kendi toplumsal alternatiflerini yavaş yavaş oluşturmaya başladılar. Hastanelerden, tatil köylerine, moda dergilerinden !, televizyon kanallarına kadar “hayat İslam’laşmaya” başladı. Bir satır arası daha yapıp hemen belirtelim ki, bu yapılanların hepsinin İslam’ın takva ölçüsüne uygun olduğunu düşünüyor değiliz. Arada, Batılılaşmış elitler karşısında bazı ham Müslümanların içlerinde taşıdıkları aşağılık kompleksinin ifadesi olan adımlar da atıldı. Örneğin İslami! moda dergilerini bu cümleden sayabiliriz. Ama bir taraftan da unutmamak gerekir ki, insan eliyle gerçekleştirilen hiçbir şey bir anda ve mükemmel şekliyle olmuyor. Bu gibi “çocukluk hastalıkları”nın da zaman içinde aşılacağını ümit edebiliriz.

Ve sıra şeriat aşamasına geldi. Yani İslam’ın eksiksiz, tavizsiz yaşanmasına. Toplumsal hayatın içinde seküler/Batılı kurumlara alternatifler üretir olmaktan, hayatın bütününün hakimi olmasına. Bu ifadeler, Batılılaşmış bir Müslüman için tüyler ürpertici, hatta az-çok bilinçli diyebileceğimiz bir kısım Müslümanlar için de “şimdi nerden çıktı bunlar, ne gereği vardı” gibi düşünceleri ilham edecek cinsten ve en azından rahatsız edicidir. Hiç dert değil… Düşünce ve davranışlarımızla, hoşnutluğunu arayacağımız tek varlık, ALLAH’tır. İnsanlara gelince, onlar karşısında biricik hassasiyetimiz; kaba, hakaret edici olmamak, Muhammedi nezaketin sınırları içinde kalmaktır. Bunun gereğini yaptıktan sonra, sadece Batılılaşmışların duymak istediklerine ayarlı bir İslami söylem biçimi “hizmet” değil, ihanettir. Dinimize ve Rabbimize karşı… Bu üçüncü ve zorunlu satır arasını da İbn Arabi’nin bir sözüyle noktalayalım: “Bizim mescidimizden yüksek duvarların hepsi haramdır.” Ve söze kaldığımız yerden devam edelim.

Evet, “Şeriat”… Başta siyaset olmak üzere toplumsal ve bireysel yaşamın, bütün kurum ve boyutlarının İslamileştirilmesi. Hukuk, kültür, ekonomi… Topluma ve bireye ait ne varsa, hepsi. Bu, “İman” ile başlayıp, “Hayat” ile devam eden, hedeflerin sonuncusu olduğu için de ahir zamanda Ümmet-i Muhammed’i ihya etme projesinin tamamlanması demektir.

Şeriat aşaması, senelerden beri maruz bırakıldığımız düşünce bombardımanının ki buna beyin yıkama da diyebiliriz, sorgulanmasıyla başlamalıdır. Örneğin laik siyasi sistemin yüceltilmesini ele alalım. Bu konuda öyle amansız bir düşünce baskısı vardır ki, birçok Müslüman bile rejimin laik olmasını çok doğal hatta ideal bir durum olarak görür hale gelmiştir. Ama niçin? Yüzde doksan sekizi Müslüman olan bir halkın devleti niçin laik olmak zorundadır?  Niçin Kur’an siyasetten, dünyadan, yönetimden… kısaca hayattan uzak, mezarlıklarda okunan bir ölüler kitabı olmak zorundadır? Bu durumu ideal kabul edenlere göre de Kur’an, ALLAH’ın Kitabı, dolayısıyla her çeşit eksik, kusur ve “eskilik”ten uzak değil midir? “Evet, ALLAH’ın Kitabı’dır.” diyorlarsa, itirazın anlamı nedir? Yok, eğer “Kur’an’ı dünya işlerinden uzak tutuyoruz, çünkü o ALLAH sözü değil, on dört asır önce çölde yaşamış bir Arap’ın kitabıdır, dolayısıyla modern çağa cevap veremez, zaten ALLAH diye bir varlık da yoktur ve din de yalandır.” diyorlarsa ki, her bilinçli ve tutarlı laik böyle düşünmek zorundadır, neden riyakârlık yapıp, bütün bunlara rağmen Müslüman olduklarını iddia ederler? Niçin bu halkın karşısına çıkıp, dinsiz olduklarını açıkça itiraf etmezler? Bu insanların, laiklik ve çağdaşlık denen şeylerden anladıkları; adilik, yalancılık ve riyakârlık mıdır?

İşte üçüncü aşamanın başlangıç noktası burasıdır. Temelden bir sorgulama… En hassas konu o olduğu için siyaset/rejim meselesinden başlanarak, içinde bulunduğumuz seküler/modern yaşam biçimi atomlarına kadar sorgulanmalı, eleştirilmeli ve değiştirilerek İslamileştirilmelidir. Müslümanlar bunları yaparken bütün kapris ve komplekslerinden sıyrılmalı, özellikle “birilerine kendini beğendirme” şirkine karşı son derece uyanık ve gerilim içinde bulunmalıdır. Söz Hz. Ömer’indir: “Şeref olarak bize İslam yeter!

Ve miladi 2012 senesi itibarıyla, bu süreç başlamış bulunmaktadır. Başlamış olan aslında bir devrimdir: İslam Devrimi…

Mübarek olsun.

Ve sözün bu noktasında, merhum Necip Fazıl’ı hatırlıyoruz:

Bekleyin, görecektir duranlar yürüyeni,

Sabredin, gelecektir sönmez pörsümez yeni.”

Bediüzzaman’ ı hatırlıyoruz:

Şu istikbal inkılabatı (gelecek devrimleri) içinde en yüksek ve gür seda, İslam’ın sedası olacaktır.”

Ve Kur’an…

Kim ALLAH’ı, Rasulü’nü ve iman edenleri dost edinirse; şüphesiz ki ALLAH’ın taraftarları galip geleceklerdir.” (5/Maide:56)

Said Alpsoy

www.saidalpsoy.com

Ahirzaman Fitnelerine Karşı Bediüzzaman’dan Gençlere Tavsiyeler

Gençler, toplumun gelişmesindeki, ilerlemesindeki en önemli unsurlardan biridir. Dolayısıyla gençliğe yatırım yapan, gelişimini önemseyen, yeterli donanımlara sahip olmaları noktasında özellikle dini ve ahlaki konularda onları eğiten toplumlar, daha duyarlı, daha medeni toplumlar haline gelmiştir.

Gençliği müsbet alanlara yönlendirip; onların, hem kendileri, hem ülkeleri, hem dünya, hem de insanlık adına yararlı olmalarını beklemek gerekirken, tam tersi olarak özellikle gençleri kışkırtıp kendi kötü emellerine alet etmeye çalışan karanlık güçler de var. Bu noktada televizyonun ve internetin etkisi çok büyük olmakla birlikte, bu mecraların müsbet manada kullanılmasına teşvik de gayet önemli. Özellikle bu gibi durumlarda sesimizin daha gür çıkması ve tabiri caizse hakikatleri haykırmamız büyük önem arzetmekte.

İşte Bediüzzaman Said Nursi, gençliğin sahip olduğu enerjiyle çok yararlı işlere vesile olabileceği gibi, zararlı işlere de vesile olabileceğini görüp, gençlerin dikkat etmeleri gereken önemli hususları yıllar öncesinden haber veriyor.

GENÇLİK ATEŞİYLE HARCANAN HAYATLAR

Bediüzzaman, gençlik ateşine kapılıp, gayrı meşru yollarla israf edilen gençliğin sonunda elem dolu bir hayat olduğunu vurgular: “Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem ahirette binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevi elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.

Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o alem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalatının neticesi olduğunu bileceksiniz.”

ZARARA RIZASIYLA GİDENE MERHAMET EDİLMEZ

Bediüzzaman, beş on senelik gençlik hayatının gayrı meşru zevkleri için ebedi hayatımızı tehlikeye atmanın akıl karı olmadığı gibi, dünyada da bu tarz bir hayatın ağır bedelleri olduğunu herkesin anlayacağı şekilde anlatır: “Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bad-ı hava, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve ahirette Cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve layık değildir.

Cenab-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Amin.”

HİS VE HEVESAT KÖRDÜR

“Evet, gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.”

Risale Ajans