Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

İnsanı İnsana Köle Eden Tehlike : “Şöhret ve Riya”

Hayatın gayesini ve neticesini en veciz şekilde ders veren bir ayet-i kerime:

Şüphesiz biz Allah içiniz ve muhakkak O’na rücu edeceğiz.” Bakara Sûresi, 156

Hepimiz Rabbimizin rızasını kazanmak ve ebedî saadet için gerekli cihazlarla donanmak için bu dünyaya gönderilmişiz. Ve sonunda yine O’na rücu edecek, O’na döneceğiz.

Bu ayet-i kerime Mesnevî-i Nuriye’de riya ve şöhret hastalığının ilacı olarak gösterilir.

İnsanların kendisinden söz etmelerini, onu beğenmelerini ve alkışlamalarını hayatına gaye edinmiş bir insan, bu dünyaya Allah için gönderildiğini unutmuş, insanlara beğenilmek için gönderildiği zannına veya vehmine kapılmıştır. Akıl, bunun böyle olmadığını çok iyi bilir. Çünkü, o alkışlarına can attığımız insanlar dün yoktular, yarın bu dünyadan göçüp kaybolacaklar. Onların takdirleri, beğenmeleri sadece bu kısa dünya hayatında insanın bazı hislerini tatmin edebilir, ama ölüm ötesinde hiçbir işe yaramaz.

Kabristanlar bize bu dersi en mükemmel şekilde verirler. Bir kabristanda yatan bütün kişileri tanıdığımızı düşünelim. Onlardan birini göstererek “Şu adam var ya, diyelim, hayatta iken şunların alkışlarına can atardı. Onlar da bunu çok severlerdi, ama şimdi her biri kendi hesabını vermekle meşgul, birbirlerine bakacak halleri yok.” Yarın, biz de onlara karıştığımızda bir başkasının da bizi göstererek aynı şeyleri söylemesini istemiyorsak tedbirimizi şimdiden alalım.

İnsan, hissine mağlup olmadan şöyle bir düşünse şöhret hastalığından rahatça kurtulacaktır:

Benim cebimde on lira olsun. Ama çevremdeki bütün insanlar benim bin liram olduğunu sansınlar. Onların bu yanlış bilgileriyle benim param artar mı? Hayır.

Aksini düşünelim:

Cebimde bin lira var, ama herkes benim on liram olduğunu sanıyor. Onların bu zannıyla benim paramda bir azalma olur mu? Yine hayır.

İşte insanların zanlarıyla bizim maddî servetimizde bir artma ve azalma olmadığı gibi, manevî hayatımızda da bir değişme olmuyor. Biz neysek oyuz. İmanımız ne ölçüde kemâle ermişse, salih amel ve takvadan yana hissemiz ne ise bizim Hak katındaki değerimiz de o kadardır. Başkaların bizi şöyle veya böyle bilmeleri sonucu değiştirmez.

Ve biz, Rabbimize gerçek değerimizle rücu edeceğiz, başkalarının bildiğiyle değil.

Ayetin açıkça ders verdiği gibi, insan bu dünyaya Allah için gönderilmiştir, diğer insanlar için değil. Ve ölüm hadisesiyle yine Allah’a rücu edecektir, diğer insanlar gibi.

Şöhret ve riya hastalığı için, yine Mesnevî-i Nuriye’de çok önemli iki noktaya dikkat çekilir:

Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar.”

Riya, yani başkaları görsün ve beğensin diye iş görme hakkında Nur Külliyatında şu tüyler ürperten tespite yer verilir: Şirk-i hafi, yani gizli şirk.

Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât Sûresi, 56) ayet-i kerimesi, insanın yaratılış gayesini açıkça ortaya koyduğu halde, bu dünyaya başkalarına kendini beğendirmek ve onları memnun etmek için geldiğini vehmeden insan, gizli bir şirk içine düşmüş demektir.

Yine Allah kelâmında “kalplerin ancak Allah’ı anmakla tatmin olacağı” beyan edilmişken, başkalarının anmasıyla tatmin olan kalpler manen hastalanmış demektir. Bu hastalığı Üstat Hazretleri “zehirli bal yeme” olarak tarif eder. Riya ve şöhret, insanın nefsine ve hissine kısa bir süre bal tadı verseler bile, o zehir, sonunda kalbi öldürür.

Bu zehirli bal insanın manevî hayatını mahvettiği gibi, dünyada da, “İnsanı, insanlara abd ve köle yapar.”

İnsanların teveccühüyle tatmin olan bir şöhret hastası, onlara bir bakıma mahkûm olmuş demektir. Bir köle, “Nasıl yapsam da efendimi razı etsem?” diye düşündüğü gibi, bu adam da insanların beğenmeleri konusunda aynı pozisyona düşmüş, onlara bir bakıma köle olmuştur.

Dünyanın bir misafirhane olduğunu hepimiz biliriz. O halde, bütün insanlar bir yönleriyle bizim misafirhane arkadaşlarımızdır. Önemli olan onların bizi alkışlamaları değil, gideceğimiz yerde nasıl ve ne ile karşılaşacağımızdır.

Öyleyse çare, insanların geçici ve mânâsız teveccühlerinden yüz çevirerek Rabbimize dönmektir. Bu dönüş, dünyada O’nun rıza çizgisinde yürümemizle gerçekleşir, âhirette ise rahmetine ererek.

 Alaaddin Başar / Zafer Dergisi (www.zaferbilimarastirma.com)

Kainat Ağaçsa, Meyvesi Nedir? Ne İşe Yarar? (M. Kırkıncı’dan Nükteler -2)

MİSAFİR VE DEVESİ

Bir kimse devesine binerek bir zata misafir gitse, gittiği yerde kendisi karşılanıp eve dâvet edilir, devesi ise ahıra alınır. Deve eve giremez. Fa­kat ahırda -sahibinden dolayı- büyük bir ihtimam ve bakım görür. Deveye yapılan bu bakım ve ihtimam da bir cihette misafire yapılmış demektir ve onun ayrıca teşekkürünü mucip olur.

Bizler de bu dünyaya misafir olarak gelmiş bulunuyoruz. Diğer hayva­nat ise bizim devemiz mesabesindedir.

Cenâb-ı Hak, bütün hayvanları bir cihette bizim için bakıp besliyor ve terbiye ediyor. Bu bakım ve terbiyeden dolayı da ayrıca hamd ve şükürde bulunmamız lâzım gelmektedir.

DİL BAŞKA KONUŞMA BAŞKA

Devenin dili bizim dilimizden çok daha büyük olduğu halde konuşamı­yor. Demek ki dil başka, konuşma başkadır. Aynen göz ile görmenin farklı olması gibi. Dilde konuşmayı yaratan ancak Mütekellim-i Ezelî’dir.

Diğer hayvanattan farklı olarak bizim dilimize takılan bu mücevherat ve bize yapılan bu hususî lûtuf, elbette ki müstehcen şarkılar söyleyelim, başkalarına hakaret edelim veya malâyanî sözler konuşalım diye değildir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in de bize neleri konuşmamızı bildirmişse on­ları konuşacak ve neleri konuşmaktan men etmişse dilimizi onlardan uzak tutacağız.

KURDUN YAPTIĞINI YAPMAK

Bir adamın elsiz olduğunu ve bir pazarda her çeşit el satıldığını farzedi­niz. O farazi pazara giden bu adam, insan eli satılan dükkana vardığında bu elin üzerinde yüz ellimilyon lira etiketini ve yanıbaşında kurt eli satılan dükkanda ise kurt elinin üzerinde yüz ellibin lira etiketini müşahade etse, elbetteki ne pahasına olursa olsun insan eline müşteri olacak ve onu satın almak isteyecektir.

Şimdi, bu adam yüz elli bin lirayı ödeyerek insan elini aldıktan sonra, o el ile kurdun elinin yaptığı işi yapsa ne kadar divânelik etmiş olacaktır.

İşte, kendisine takılan bu cihanbaha cihâzat-ı insaniye ile, hayvanatın yaptığı işleri işleyen bir kimsenin ne derece hasarete düştüğünü bu misâlle kıyas ediniz.

KENDİNİ ALDATAN İNSAN

Allah (C.C.) Gafûr-ur Rahîm’dir, deyip ibadetten kaçan ve fısk ve sefâhette yaşayanların Cennet beklemesi, padişahın emirlerine riayet et­meyip, dağlarda şakilik (teröristlik) yapan bir kimsenin, padişahın merhamet sahibi olması dolayısıyla bir gün kendisini vali yapacağını ümit etmesine benzer.

Dünya işlerini takipte, Allah (C.C.) Rezzak-ı Zülcemâl’dir deyip yatma­yan insan, âhirete müteallik işlerde Allah’ın (C.C.) Gafûr ve Rahîm oldu­ğundan bahsederek yatmakla tezada düşmüş oluyor ve kendini aldatıyor.

HAYATIN KIYMETİ VE GAYESİ

Hayatının son dakikalarını yaşadığını bilen bir kimseye, bütün servetini verdiği takdirde ömrünün bir ay daha uzayabileceği söylense, elbette ki hiç tereddüt etmeden bütün servetini verecektir. Demek ki, bir ömür boyu kazanılan servet, bir ay ömre mukabil gelemiyor.

O halde, hayatımızın kıymetini bu misâle göre ölçüp, ona göre değer­lendireceğiz.

Bir günü dünyalara değen ve göz, kulak, dil, akıl gibi küçük bir cihazı dahi kâinatla değişilmeyen insan hayatı, elbette ki ebedî saadetin kazanıl­ması için verilmiştir. Dünyevî işlerimiz ise beşeriyet itibariyle ferdî veya içtimaî hayatımızın devamı için yapmamız gereken birtakım faaliyetlerdir. Bu faaliyetler, hayatın gayesi olamaz.

İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesidir” hakikatı­nın işaretiyle, insanı elma ağacının başındaki bir elmaya teşbih ettiğimizde şu hakikat kendini güneş gibi gösterir: Bu meyve sadece kendini beslemek için yaratılmamıştır ve bu meyvenin ağaç ötesi bir gayesi olacaktır.

Aynı şekilde, kâinat ağacının başında duran insanın da kâinat ötesi bir gayesi olacaktır. Böyle bir insanın yaratılışının gayesi, İman-ı billâh, Mârifetullah, Muhabbetullah ve Cenâb-ı Hakk’a kulluk etmek gibi ulvî maksatlardan başka ne ile izah edilebilir?

Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com

Bedîüzzamân’ın Gazete Yazıları

Keşke, eser asıllarının tamâmına ulaşma imkânımız olsaydı!.. Dahâ sahih çalışmalar ortaya konulabilirdi.. Hem de mâzeretlere sığınma bahânelerimiz kalmazdı..

Bedîüzzamân Hazretleri; II. Meşrûtiyet’in getirdiği hürriyet havasından istifâde ile fikirlerini gazete lisânıyle de neşretme imkânını kullanmaktan geri durmamıştır..

Buradaki kısa derlemede Üstâd’ın 1908-1920 yılları arasında 10 kadar gazetede neşrettiği 40’a yakın makālesini bir cedvelde toplamağa çalıştım.. Eksikler, hatâlar, mükerrer yazılanlar olabilir.. Bunların bir kısmının şahsımdan kaynaklandığının farkındayım.. Bir kısmı da belge asıllarına ulaşamamaktan..

Ellerindeki belge ve bilgileri çeşitli yayın vâsıtaları ile paylaşanlardan Allah râzı olsun.. Doğrularımız, bilebildiklerimiz onlar sâyesinde..

Keşke, eser asıllarının tamâmına ulaşma imkânımız olsaydı!.. Dahâ sahih çalışmalar ortaya konulabilirdi.. Hem de mâzeretlere sığınma bahânelerimiz kalmazdı..

Sâhî, teknolojinin getirdiği bunca imkânlar varken “eser asılları” insanların istifâdelerine neden sunulmaz ki …? Efkâr-ı âmmeyi bundan mahrum etmek bir nevi’ gasb sayılmaz mı?..

Yeni Asya Neşriyât’ın neşretttiği “Eski Said Dönemi Eserleri”, “MAKāLÂT” bölümünün başına (Nâşirler) tarafından konulmuş önsözü okumazdan evvel işin bu kadar girift olduğunu düşünememiştim!..

Değerli Ziyâretçilerimiz rastladıkları yanlışları düzeltirler, bilgi-belge desteği verirlerse müteşekkir olurum..

Bilal Tunç

Kaynak: http://www.risaletalimhaber.com/

Yazının Orjinali için tıklayınız

BEDÎÜZZAMÂN HAZRETLERİ’NİN MAKāLELERİ
(6 Eylûl 1908 –  4 Mart 1920)

Sıra No: GAZETE TÂRİHRûmî
Mîlâdî
SAYI MAKāLE KAYNAK,  VESÎKA,  MÜLÂHAZA
1 İTTİHAD VE TERAKKī 6 Eylül 1908 Kürdlere bir Mektûbu  (1)
2 MİSBÂH 19-26 Eylül 13242-9 Ekim 1908

 

2, 3 Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devâdır   MTH, s.286II. Meşrûtiyet’in îlânının üçüncü günü İstanbul’da bil’âhare Selânik’de îrâd ettiği nutku.

Sonradan bâzı eserlerine, “Hürriyet’e Hitâb” adı ile alınmıştır.

(2)

3 MİSBÂH 26 Eylül 13249 Ekim 1908 3 Musâhabe-i Nutk-ı Sâbık’ın Netîcesi MTH, s.286 
4 MİSBÂH 18 T.evvel 132431 Ekim 1908 6 İlmiyye – İfâde-i Merâm MTH, s.286
5 ŞÛRÂ-YI ÜMMET 6 T.sânî 132419 Kasım 1908 46-140 Hamidiye Alaylarına Dâir Beyân-ı Hakīkat MTH, s.286 (İttihad – Terakkīcilerin nâşir-i efkârı.)BZA

ESDE, s.19

İ.D., s.505

6 ŞARK VE KÜRDİSTAN 19 T.sânî 13242 Aralık 1908 1 Kürdler Neye Muhtâc? MTH, s.286 (Bu yazı, neşrinden 5-6 ay evvelMâbeyn’e Dilekçe olarak verilmiştir.)

BZA

7 ŞARK VE KÜRDİSTAN 19 T.sânî 13242 Aralık 1908 1 Kürdler Yine Muhtâcdır ESDE, s.22İ.D., s.507

İ.R., s.293

8 KÜRD TEÂVÜN VE TERAKKī 22 T.sânî 13245 Aralık 1908 1 Bedîüzzamân Molla Saîd‑i Kürdî’nin Nesâyihı MTH, s.286BZA

ESDE, s.24

İ.D., s.509

İ.R., s.295

(3) (Bilinen tek Kürdçe yazısı.)
(Kaynaklarda farklı başlıklar..)

9 KÜRD TEÂVÜN VE TERAKKī 29 T.sânî 132412 Aralık 1908 2 Kürdler Neye Muhtâc?   BZAESDE, s. 26

İ.D., s.511

10 KÜRD TEÂVÜN VE TERAKKī 29 T.sânî 132412 Aralık 1908 2 Yâ Ma’şere’l-Ekrâd (Bedîüzzaman Molla Saîd-i Kürdî’nin gazetemizin 1 numrolu nüshasında münderic Kürdçe makālesinin Türkçesi. İ.D.)İ.D., s.509
11 KÜRD TEÂVÜN VE TERAKKī 6-13 K.evvel 132419-26 Aralık 1908 3, 4 Meb’ûsâna Hitâb BZAESDE, s.29
12 KÜRD TEÂVÜN VE TERAKKī 6-13 K.evvel 132419-26 Aralık 1908 3, 4 Bedîüzzaman Saîd-i Kürdî’nin Meb’ûsâna Hitâbı İ.D., s.513
13 KÜRD TEÂVÜN VE TERAKKī 27 K.evvel 1324 9 Ocak 1909 6 Nutk-ı Sâbık’ın Netîcesi BZAESDE, s.42

i.D., s.524

14 Nutk-ı Sâbık’ın Netîcesi İ.R., s.296
15 KÜRD TEÂVÜN VE TERAKKī 27 K.evvel 1324 9 Ocak 1909 6 İlmiyye BZAESDE, s. 47
16 KÜRD TEÂVÜN VE TERAKKī 27 K.evvel 1324 9 Ocak 1909 6 İfâde-i Meram İ.D., s.528
17 İfâde-i Meram İ.R., s.299
18 VOLKAN 26 Şubat 132411 Mart 1909 70 Hakīkat MTH, s.286BZA

EDE-2009, s.51

İ.D., s.531

19 VOLKAN 1 Mart 132514 Mart 1909 73 Yaşasın Şerîat-i Garrâ MTH, s.286BZA

ESDE, s.53 (Yaşasın Kur’ân-ı Kerîm’in Kānûn-i Esâsîleri)

İ.D., s.533

Bu yazı, yeniyazı D.H.Örfî’ye “Yaşasın Kur’ân-ı Kerîm’in

Kānûn-i Esâsîleri” adıyle eklenmiştir.

20 VOLKAN 5 Mart 132518 Mart 1909 77 Dağ Meyvesi MTH, s.286(Yazı başlığı sehiv olabilir. B.T.)
21 VOLKAN 5 Mart 132518 Mart 1909 77 Yaşasın Şerîat-i Ahmedî BZAESDE, s.56

İ.D., s.535

22 VOLKAN 11 Mart 132524 Mart 1909

 

83 Dağ Meyvesi MTH, s.286
23 VOLKAN 11 Mart 132524 Mart 1909

 

83 Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devâdır BZAESDE, s.58 (İki bölüm berâber)

II. Meşrûtiyet’in îlânının üçüncü günü İstanbul’da,

bil’âhare Selânik’de îrâd ettiği nutku.

Sonradan bâzı eserlerine “Hürriyet’e Hitâb” adı ile alınmıştır.

24 VOLKAN 11 Mart 132524 Mart 1909

 

83 Dağ Meyvesi Acı da Olsa DevâdırBedîüzzamân-ı Kürdî’nin Fihriste-i Makāsıdı ve Efkârının Programıdır İ.D., s.537 
25 VOLKAN 11 Mart 132524 Mart 1909

 

83 Bedîüzzamân-ı Kürdî’nin Fihriste-i Makāsıdı ve Efkârının ProgramıdırDağ Meyvesi Acı da Olsa Devâdır İ.R., s.269
26 VOLKAN 12 Mart 132525 Mart 1909 84 Dağ Meyvesi MTH, s.286
27 VOLKAN 12 Mart 132525 Mart 1909 84 Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devâdır ESDE, s.58 (İki bölüm berâber.)
ESDE, s.66 (Neşrettiğim “Fihriste-i Makāsıd”dan terk ettiğim bir fıkradır ..)İ.D., s.537
28 VOLKAN 14 Mart 132527 Mart 1909 86 Sadâ-yı Hakīkat MTH, s.286BZA

ESDE, s.67

İ.D., s.545
İ.D., s.546 (Neşrettiğim “Fihriste-i Makāsıd”dan terk ettiğim bir fıkradır ..)

29 VOLKAN 18 Mart 132531 Mart 1909 90 Reddü’l-Evhâm MTH, s.286BZA

ESDE, s.69 (İki bölüm berâber.)

İ.D., s.547

30 VOLKAN 19 Mart 13251 Nîsan 1909 91 Reddü’l-Evhâm MTH, s.286BZA

ESDE, s.69 (İki bölüm berâber.)

İ.D., s.547

31 VOLKAN 23 Mart 13255 Nîsan 1909 97 Ziyâ-yı Hakīkat   MTH, s.286 
32 VOLKAN 25 Mart 13257 Nîsan 1909 99 Ziyâ-yı Hakīkat MTH, s.286BZA
33 VOLKAN 25 Mart 13257 Nîsan 1909 97 Ziyâ-yı Hakīkat ESDE, s.78İ.D., s.554

İ.R., s.276

34 VOLKAN 29 Mart 132511 Nîsan 1909 105 Edîbler Edebli Olmalı  BZA 
35 VOLKAN 29 Mart 132511 Nîsan 1909 105 Birâderim Başmuharrir Bey’e ESDE, s.100 
36 VOLKAN 29 Mart 132511 Nîsan 1909 105 Birâderim Derviş Vahdetî Bey’e İ.D., s.570 (Lemeân-ı Hakīkat ve İzâle-i şübehât’ın sonunda)
37 VOLKAN 29 Mart 132511 Nisan 1909 101 Lemaân-ı Hakīkat ve İzâle-i Şübehât İ.R., s.281 
38 VOLKAN 29, 30, 31 Mart, 2 Nîsan 132511, 12, 13, 15 Nîsan 1909 101, 102, 103,105 Lemaân-ı Hakīkat ve İzâle-i Şübehât MTH, s.286BZA

ESDE, s.85

İ.D., s.560

39 MÎZÂN 2 Nîsan 132515 Nîsan 1909 128 Kahraman Askerlerimize BZAESDE, s.100

İ.D., s.571

40 İKDÂM 3 Nîsân 132516 Nîsan 1909 Ey Şanlı Asâkîr-i Muvahhidîn! Dr. Ramazan BALCI(4)
41 VOLKAN 4 Nîsan 132517 Nîsan 1909 107 Kahraman Askerlerimize BZAESDE, s.100

İ.D., s.571

42 SERBESTÎ 4 Nîsan 132517 Nîsan 1909 151 Kahraman Askerlerimize BZAESDE, s.100

İ.D., s.571

43 VOLKAN 4 Nîsan 132517 Nîsan 1909 107 Kahraman Askerimize MTH, s.286
44 SERBESTÎ 4 Nîsan 132517 Nîsan 1909 151 Asker Kardeşlerime MTH, s.286İ.R., s.291
45 MÎZÂN 4 Nîsan 132517 Nîsan 1909 128 Asâkire Hitâb MTH, s.286
46 MÎZÂN 4 Nîsan 132517 Nîsan 1909 129 Asâkire Hitâb  BZAESDE, s.101

İ.D., s.574

47 MÎZÂN 4 Nîsan 1325 /
17 Nîsan 1909
129 Cem’iyyetlere İhtâr-ı Mühim BZAESDE, s.103
48 MÎZÂN 4 Nîsan 132517 Nîsan 1909 129 Sadâ-yı Vicdân BZAESDE, s.104
49 SERBESTÎ 5 Nîsan 132518 Nîsan 1909 152 Asâkire Hitâb BZAESDE, s.101
50  SERBESTÎ 5 Nîsan 132518 Nîsan 1909 152 Asker Kardeşlerime

    

ESDE, s.105İ.R., s.292
51 MÎZÂN 5 Nîsan 132518 Nîsan 1909 129 Ey, Asâkîr-i Muvahhidîn! MTH, s.286
52 MÎZÂN 5 Nîsan 132518 Nîsan 1909 129 Cem’iyyetlere Hitâb MTH, s.286
53 SERBESTÎ 7 Nîsan 132520 Nîsan 1909 152 (ayni yazının devâmı) MTH, s.286
54 VOLKAN 7 Nîsan 132520 Nîsan 1909 110 Asâkire Hitâb MTH, s.286BZA

ESDE, s.101

İ.D., s.574

55 VOLKAN 7 Nîsan 132520 Nîsan 1909 110 Cem’iyyetlere İhtâr-ı Mühim MTH, s.286BZA

ESDE, s.103

İ.D., s.576 (Sadâ-yı Vicdân, bu makālenin sonunda)

56 VOLKAN 7 Nîsan 132520 Nîsan 1909 110 Sadâ-yı Vicdân MTH, s.286BZA

ESDE, s.104

İ.D., s.576  (Cem’iyyetlere İhtâr-ı Mühim’in sonunda)

57 SERBESTÎ 7 Nîsan 132520 Nîsan 1909 154 Umum
Zâbitlerimize
MTH, s.286
58 SERBESTÎ 7 Nîsan 132520 Nîsan 1909 154 Umum Zâbitânımıza BZAESDE, s.106

İ.R., s.293

59 İKDÂM 22 Şubat 133622 Şubat 1920 8273 Kürdler ve Osmanlılık
İkdâm Cerîde-i Mu‘teberesine 
(Şerif Paşa’nın Ermeniler ile i’tilâfı; Kürdler’in hiddet ve galeyânı)

*

İkdâm Cerîde-i Mu‘teberesine (Ahmed Ârif, Muhammed Sıddık, Saîd-i Kürdî)

ESDE, s.106İ.D., s.577

İ.R. , s.301

 

60 SEBÎLÜRREŞÂD 4 Mart 13364 Mart 1920 461 Kürdler ve İslâmiyet ESDE, s.107İ.D., s.578

İ.R., s.304


KAYNAKLAR:

BZA: Bedîüzzaman Ajandası 2010, Yeni Asya Neşriyat. Gazete sayıları verilmemiş.

ESDE: Yeni Asya Neşriyat, “Eski Saîd Dönemi Eserleri” – 2009

MTH: Bedîüzzaman Saîd-i Nursî MUFASSAL TÂRİHÇE-İ HAYÂTI – 1998, Abdükadir BADILLI

İ.D.: İçtimâî Dersler – Zehrâ Yayıncılık (5)

İ.R. : İctimâî Reçeteler -1990, Tenvir Neşriyat

(5): http://www.nuralemi.com/risale_i_nur_konu_listesi.php?id=36

Hastalığın Penceresinden Stratejik Keşif: “Güvenme – İnanma” Olgusu

Hastalıkta, Tevhit, Teslim ve Tevekkül Penceresinden Stratejik Keşif; Güven(inanma) Olgusu

Güvenin hastalıklar ortamındaki yansıması, İnanmak, İman etmek, bağlanmak, istimdat etmek olarak ortaya çıkmaktadır. Burada zaman zaman hastayı zaman zaman de hekimi ele alıp, Şafi isminin tecelli etmesindeki sırrı aramaya; tevhit, teslim ve tevekkül penceresinden stratejik keşif yaparak Allah’a inanma ve iman etmenin, güven olgusu içindeki yerini tespit etmeye çalışalım.

Tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkülde saadeti dareyni iktiza eder. Bu mükemmel yaklaşımla, hasta ve hastalığın iman (güven) iklimindeki yansımalarının nasıl değişim gösterdiğini görebilirsiniz. Hastalıkların dışa vurumun da Tevhit inancının derecesinin etkili olabileceği tezinden yola çıkarak bazı görüşlerimizi ve konunun hasta-hekim ilişkisindeki yansımalarını anlatmaya çalışalım.

Kendi dünyasında yalnız olan insan, hastalığa yakalanma sonrası ilk yapması gerekenin, acziyetini ve fakriyetini bilip, istimdat edeceği birine bağlanmak ya da ona yönelmek arzusu olmalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrı derceylemiştir. Tevhitle başlayan, teslim ve tevekkül ile devam eden silsiledeki en ufak marazdan hâsıl olan değişimin, hastaların şifa bulmasındaki sırrı negatif yönde tetiklediğini söyleyebiliriz.

Kişi, hastalığının dış ortama yansıyan verilerinin değil, hissettiği ama bir türlü ifade edemediği sıkıntılarının keşfedilmesini bekler. Yüksek oranlarda hasta yoğunluğu ve trafiği olmasına rağmen gerçek hasta oranının sayısal değeri çok düşük kalır. İnanın bana yaşanılan o kadar çok ‘‘sinirsel” olarak nitelemek zorunda kaldığımız psikolojisi bozulmuş, ruh âlemi sıkıntılı çok sayıda hasta ile karşılaşıyoruz. Sinirsel tabiri kullandığımızda bir nebzede olsa hastanın güveni ile karşılaşıyor ve hasta tarafından kabul görüyoruz. Burada tabiatıyla eksik ve gelişmesi gerekenin hekim-hasta ilişkisindeki güven yani inanma olgusudur. Bu yüzden hem hastayı hem de hekimi zaman zaman tevhit, teslim ve tevekkül denkleminde anlatmamız gerek.

Mevcudat içinde, en kıymettar varlık hayattır, vazifeler içinde ise en kıymettarı hayata hizmet etmektir. Bu geçici ve fani hayatın baki ve kalıcı bir hayata dönüşmesinde Şafi ismine ayinedar olan hekimin bir nebzede olsa hissesinin var olduğu bilinmelidir.

Hekimler, hastaların iç ve dış dünyalarının âleme yansımalarını, etkilerini anlayarak daha rahat iletişim kurma şansı bulurlar.

Hiçbir dış görünüşte ön yargılı bakmaksızın, karşılaştığımız birçok hastada asıl problemin akıl, kalp, ruh üçlemesinde, Tahkiki imandaki zafiyetten kaynaklanabileceğini söyleyebilirim. Bu oran kesin böyledir demek anlamı da çıkarmamak gerekir. Asıl vazifemiz Allah’ın şifa sıfatının tezahürüne çalışmak olmalı tabii ki. Biz sadece eldeki verileri kullanarak hatırlatıyor ve iman noktasında farkındalık oluşturuyoruz. Güvenini kazandığımız hastalara hastalığın imani boyutunu da ifade edebildiğimiz zamanlarda gördük ki, ‘Bediüzzaman’ında ifade ettiği gibi’ Saadeti Dareyn’e ulaşmayı yeniden fark etmelerini ve keşfetmelerini sebep olabiliyoruz. Algı değişimini başlatabiliyoruz. Bu arada tahkiki iman ile taklidi iman arasındaki makasın açıklığı ile ters orantılı olarak Tevhit Dejenerasyonunun olduğunu gözlemlerim le söyleyebilirim.

Taklîdî îmân, îmân esaslarının âile ve çevreden öğrenildiği kadarıyla, delilsiz bir şekilde kabûl edilmesiyle elde edilen zayıf bir imandır.

Tahkiki iman ise, iman hakikatlerini delil ve ispatlarıyla birlikte ilmen öğrenip kalben tasdik etmekle elde edilen sağlam bir imandır. Her yerde ve her şeyde tevhide dair delilleri göre göre bütün kâinatı bir Kur’an gibi okur, Allah’ı görür gibi iman eder hâle gelinmesidir.

Hasta bozulan kimyasını kendi dili ile ortaya koyarak, bozulan yâda tamir görmesi gereken parçalarını birleştirmek hekimin işidir. Hastalığının gizli kalmış ipuçlarını satır aralarında bize verir. Biz de bazı sorularla bu süreci yönetir ve yönlendiririz. Doktor bey diye başlayan hastalık öyküsü, aslında bizim şifa oluşturabilmemizin ilk adımlarıdır.

İnsan hayatı boyunca hastalıklardan uzak kalmayı, her zaman şifa dairesinde olmayı ister. Sağlığını yeterince korumadığı dönemlerde ise hastalıklarla yüzleşme dönemi başlar. Bir an kendini yeniden çek eder. İç âlemini ve bedenini dinlemeye alır. Çevresini, işini, eşini, aşını, çoluğunu, çocuğunu, kısaca sahip olduğu varlıklarla olan tüm bağını düşünmeye başlar. Gözlerinin önünden yaşadığı hayat film şeridi gibi gelir geçer. Günlük hayatta alışkanlık haline gelen yaşam siklüsünü düşünür. Çünkü zafiyetini, acziyetini anlarken, bu farkındalığı hastalık sayesinde elde etmiştir. Önce neden ben hasta oldum sorusunu sorar? Ve hastalığı kendine yakıştıramama durumları baş gösterir. Bediüzzaman; Hastalığı tarif ederken, hayat-ı içtimaiye-i insaniye de en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin edici, insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden duygulardan kurtarıcı olarak ifade eder.

Etrafı muhteşem bir manzara ile dolu olan insan yalnızlığının farkına hastalık sayesinde varır. Acizliği onu kalben yumuşatırken akıl ve ruh henüz daha eski kıvamındadır. Hayatı boyunca kendini her şeyin üstünde gördüğü bir pozisyon da iken, şuan zafiyet ve acziyet içindedir. Bu düşüncelerle hemen kime? Sorusunu sorar. Kime teslim olayım. Ömrü boyunca “Vücudunu mucidine feda et mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın” tabiri ortada dururken ve hiç bu konuda gayret göstermezken, şimdi biranda kendini teslim edecek birini arar duruma düşer. Aradığı aslında güven duygusunu sadece ve sadece onda yaşayabileceği birisini bulmaktır.

Bu tarz bir kişi varsa sorun yok, yoksa telefonlar işlemeye başlar. İlk danıştığı dostlarıdır. Tanıdık bir hekim var mı? Diye sorulur. Önce dostuna sonra dostunun dostuna güvenmeye zorlanır. Asıl güvenmesi gerekeni ise hep es geçmiştir. Fakat artık güvenme yani inanma, yani teslim olma, yani tevhitte kalma, yani kadere razı olma, yani kadere rıza gösterme anı gelmiş çatmıştır. Formül bellidir.

Neden ben? İle başlayan sorulara muhatap olan aciz ruhu ve zaif bedenini tetikleyen nefsi, sabırsızlıkla geride bıraktığı hayata dönmesini arzular. Tam bu sırada sabır göstermesi ile, hastalığı dert olmaktan çıkıp, bir nevi derman haline geçmesini sağlar. Ayrıca kendine yakıştıramadığı hastalığı, ehemmiyetli olan hayat meyvesinin de zail olup gitmesini bir nebzede olsa önüne geçmiştir. Düşünmeye ve yeniden iç âlemine dönmeyi tetiklenir. Bu yüzden sabır hatırlatıcı olarak bilinmelidir.

Neden ben sorusuna cevabı ise Bediüzzaman şöyle ifade ediyor. Ne yaptım ki böyle başıma geldi diyerek Rububiyet’i İlâhiye’yi tenkit etmek, maddi hastalıktan daha musibetli, manevi bir hastalıktır, neden ben diye soru sormaktan ziyade bize verilmiş olan hastalığı vazifeli bilip ona göre davranmak gerek. Hastalığı vücuda misafir olarak gönderilmiş olarak bakmalı ve vazifesini bitirmesini beklemeli ve şükretmeli der.

Ayrıca, menfi manada yapılan ibadetler grubunda da hastalıkları sayar. Hasta görünürde aczini ve zaafını hisseder, Halik’ı Rahimine iltica eder, yalvarır. Halis, riyazıs, manevi bir ibadete mazhar olur, başlangıçta menfi olarak görünen bu hastalık şükür sayesinde ibadet hükmüne geçer ve geçmiştir de. Ayrıca sıkıntılı geçen bu zamanlar yani ömür dakikaları belki birer saat ibadet hükmüne geçebilir diye de devam eder.

Hastalık karşısındaki tutumumuz ne olmalı. Sabır, şükür ve tahammül etmek olmalı. Tahammülsüzlük ise birçok hastada rastladığımız bir durumdur. Hastalık musibetine karşı Halik’ı Rahime ilticada yetersiz kalmadır. Bu tarz hastalar genelde sabır, şükür ve halikı rahime iltica etmek yerine, şekvacı olurlar. Kime karşı önce hastalığına, haline, sisteme, çevresine, etrafına ve Yaradan’ına şekva ederler. Şekvadaki ısrarları ise vücudlarının kendilerinin olduğu algısıdır. Allaha ilticadan uzaklaştıkça, vücudunun amiri olduğunu sanarak şekvasını artırır. Tam bu sırada hastalık devreye girerse, yeniden sabır ve şükür haline dönebilir.

Bedenindeki aksayan kısmın tamir zamanı gelmiştir. Bu tamir için bazı kurallar işleyecektir. Vücudumun bozulan parçasının tamirini yapmak ve şifa bulmak için güvenli birini seçmem gerekir. Bu yüzden hastalık aslında bir ihsanı ilahidir bir hediyeyi rahmanidir. Hastalığı bizim alarm veren ışığımız ve lambamız olarak algılamamız gerek. Bu maraz için Halik’ı Rahime iltica etmek, yardımı ondan beklemek olmalıdır.

Nasıl ki soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, karanlık olmaz ise ışık bilinmez, hastalık olmazsa sıhhat lezzetsizdir, hakikati anlaşılmaz. Sıhhatin lezzetini arayan adam zaman zaman yakalandığı hastalıkları pozitif bir hale dönüştürebilmelidir. Bu pozitiflik aslında yaratılmasındaki çekirdekte saklı olan İmanı Billah’ı, Marifetullahı öğrenmek ve talim etmek olduğunun yeniden keşfidir. Yoksa Allah’ı unutup bir saatlik dünya hayatının zahiri keyfi ile sonsuz olan hayatı Ebediyesini kaybedebilir. Kulluğunu terk ettiğinde, hastalık ikazı ile dünya sevgisinden vazgeçer ve asli vazifesine döner.

Bazen de sıhhat ve afiyet olmak gaflete sürükleyebilir. Gaflet sonucu kişi kendinde bazı cevherler keşfetmeye başlar. Bu da onun lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan, ikazını da bir nebze de olsa hastalıklar hatırlatır.

İnsan vücudu taştan demirden değildir, belki daima ayrılmaya müsait, muhtelif maddelerin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bu yüzden hayatımız boyunca yaptığımız amellerimizi tek bir şans gibi düşünerek ciddiyet ve samimiyet içinde yapmalıyız. Tekrar bir saniye bile olsa geriye dönmek yok. O zaman en iyi şekilde amellerimizi yapmamız en büyük kazancımız olacaktır.

Bütün mevcudatla, kalben, ruhen ve nefsen alakalı olan insan, akıl, kalp ve ruh üçlüsünün hastalığını aramak, bulmak ve tedavi etmekle mükelleftir. Bu üçlü denklemi aynı anda harekete geçiren ise yalnız ve yalnız hastalık musibetidir. Bir kere daha anlamalıyız ki ölüm mukadder ve tagayyür, etmiyor değişmiyor. O yüzden hastalığın verdiği korku telaşı yerine onu misafir kabul edip, kendimizi yeniden resetlemek olarak algılamamız gerekir.

Bu arada toplum içinde insana hürmet, saygı ve merhameti hastalıklar verir. İnsan hayatı boyunca, vahşetten ve merhametsiz tutumlardan kaçınır. Merhamet, hürmet, şefkat, saygı gibi güzel hasletleri bekler ve arzu eder. Hasta olmayanlarda, ise henüz acziyetini ve fakriyetini hissetmediklerinden asi ve şiddet içeren duyguları daha güçlüdür. İmanı zedeli hastaların kalbindeki merhamet ve hürmet eksikliğinden, hürmet ve şefkat görmek istediği durumlarda kabalık onlara yapışır. Ama imanla, tevhid, teslim ve tevekkül ise her yer ve zamanda insana lazım geliyor. Hastalık zamanında ise en üst seviyeye çıkar. Buradan anlaşılan, iman eğer kalpte yer etmişse, kişiyi hastalığında bile yararlı bir hal ve tavır almasını tetikler.

Eğer hastada, Allaha güven noktasında uzaklık varsa, merhametin, hürmetin ve şefkatin ortaya çıkmasını önleyen cidalleşme, kabalaşma ön planda olur ki, şifa ve rahmet beklediği hekimlere de bunu yansıttı için, şefkat ve merhamet hisleri karşılıksız kalır. Hekimliği performans ve iş olarak gören, gönlünden bir şey vermeyen, şefkatini göstermeyen, merhametini hissettirmeyen, hekimin ise manevi duyguları zafiyet içindedir. Asli görevi, hastalara bir merhem olmak, bir teselli vermek, manevi bir reçete yazmak, hastanın marizini ondan uzak eylemek, geçmiş olsun ve Allah şifa versin demek makamında olmaktan çok uzakta kalır.

Meyus ve ümitsiz bir hastaya manevi bir teselli, bazen bin ilaçtan daha ziyade etkilidir, bunun için hekimin Allaha olan yakınlığı çok önem arz eder.

Sonuçta hasta iyileşmez, hekimde rahmete açılan kapıdan içeri girip Cenab-ı Hakkın şafi isminin kendinde tecelli etmesine gösteremez. Mütedeyyin hekim ise meşru bir dairede nasihat eder ve tavsiyelerde bulunur. Hasta o tavsiyeye ve o teselliye itimat ederse hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir ferahlık verir.

Psikolojik hastalık kısmının en müessir ilâcı ise ona ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır.

Hakikat nazarındaki hastalıkların çaresi ne olmalıdır, Bediüzzamanın reçetesi nedir?

Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, küre-i arz olan eczahane-i kübrâsında, her derde bir devâ istif etmiş. O devâlar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan bilmek gerektir. Derdi O verdiği gibi, şifayı da O veriyor.

Hastalıkların kaynaklarından ve korunma yollarından ise Bediüzzaman şöyle ifade eder. Günümüzde popüler olan koruyucu hekimliği yıllar önce 6 kalemde izhar etmiştir. Ekser hastalıkların bu 6 şeyden kaynaklandığını söyler. Bunlar; 1-Sû-i istimâlâttan, 2-Perhizsizlik, 3-İsraf, 4-Hatîat, 5-Sefahet, 6-Dikkatsizlik,

Sonuç olarak; Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi ve her derde devâ ve hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani, tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz

Evet, dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden, adeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük ve hasta, mânevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak darbelerine, yara ve bere içinde olan o mânevî vücuduna birden şifa verip, yaralardan kurtarıp hakikî şifa verdiğini pek çok ispat etmişiz. İman ilâcı ise, ferâizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men eder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştahı kesiyor, gayr-ı meşru keyiflere gitmeye mâni oluyor; ondan istifade ediniz.

Hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından, tevbe ve istiğfarla, dua ve niyazla istimal ediniz. Cenâb-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffâretü’z-zünub yapsın.

Âmin, âmin, âmin.

“O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde ’Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır’ derler.”(2)

“Hastalandığımda bana şifa veren de O dur.“(3)

Aytekin Coşkun

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR;

1-Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Yirmi beşinci Lem’a, Devalar

2-Bakara Süresi, 2:156.14

3-Şura Süresi, 26.79-80.

İnsan Hangi Pazarda Satılır? (Mehmed Kırkıncı’dan Nükteler – 1)

KAİNAT SARAYI VE İNSAN

Topkapı Sarayı’nı her gün binlerce insan ziyaret etmektedir. Bir tek gün olsun, bu sarayın kapısından içeriye bir devenin girdiği ve boynunu uzata­rak antika eserleri temaşa ettiği görülmemiştir. Zira deve, antika eserlerden anlamaz. Onun anlayacağı şey, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde otlamaktır.

Topkapı Sarayı kâinata misaldir. Bu kâinatın develer için yaratılmadı­ğı ve semavât ve arzdaki san’at mu’cizelerinin onların temaşasına takdim edilmediği bedihîdir. Bu saray, insanlar için yapıldığına göre, hakikî insan; bu sarayı temâşa ve tefekkür edebilen, yaptığı temâşa ve tefekkürden te­feyyüz edebilen ve bu tefeyyüzle kemâlatın şahikalarına yükselebilen in­sandır. Yoksa sadece dünyevî maişeti ve zevkleri peşinde koşan insanın, bu kâinat sarayının bahçesinde otlayan develerden pek farkı olmaz.

İNSAN VE PAZARI

Kainatın meyvesi olan insan, ancak Cenâb-ı Hakkın pazarında satılabilir. Ağacın meyvesi en mütekâmil cüz’ olduğundan onun müşterisi, kendisinin aşağısında ve hizmetinde bulunan kök, gövde, dal ve yaprak gibi cüzler olamaz. İnsanı kâinata meyve yapan Allah (C.C.) onu Cennet mukabili satın almak istediğini Kur’ân-ı Kerîm’inde beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak tarafından alınıp ebedî saadete mazhar edilecek olan insan da, bu şerefe nail olabilmek için, vitrinlerini ona göre süslemeli, düzenlemeli ve temiz tutmalıdır. Şöyle ki:

İnsan tek başına bir fuar gibidir. Hangi bölmesine fikren girip, o kısımla ilgili fennin dürbünüyle temâşa ederseniz, yıllarca orada kalırsınız. İnsanın akıl, kalb, hafıza, beyin, göz, dil, mide ve sair âlet ve duygularının her biri o fuarın bir bölümü hükmündedir. Bunlar içerisinde zahiren basit bir kemik olarak görünen diş için, dişçilik fakültesinin kurulmuş olması ve dişi anlamaya çalışan profesörlerin yetişmesi, insanın ne kadar garip san’atlarla dolu bir fuar olduğunu bir derece ortaya koyar. Burada üzerinde durulması lâzım gelen en mühim nokta, insanın bu fuarı lâyık olduğu tarzda tanzim edip edemediğidir. İnsan fuarının göz vitrinine seyri meşrû manzaralar, Kur’ân-ı Kerîm okuma, ilim meclislerinde bulunma gibi mücevheratlar asılırsa o vitrin güzelleşir ve Hafiz-i Rahîm olan Cenâb-ı Hakk’ın satın almasına vesile olacak bir değer kazanır. Aynı şekilde, akıl vitrini hikmetlerle, faydalı ilimlerle doldurulursa güzelleşir. Bu durumun aksine olarak insan, güzel yüzüne pis çamuru sürerek çirkinleştirmesi misâli, bu azalarını meşrû olmayan fiillerde kullanırsa bu vitrinleri çirkinleştirir. Bu takdirde her bir vitrin bir laşe yuvası halini alır. Böyle bir fuarın müşterisi ancak şeytanlar olacaktır. Loş ve pis odalara kara sineklerin ve eşek arılarının girip çıkmaları gibi, şeytanlar da daima o fuara girip çıkacaklardır.

Bu fuarı temiz tutmak için, teneffüsle bedenimize her zaman oksijen alıp, karbondioksidi dışarıya atmamız misâli, aklımızla da İlâhî ve Rabbanî hakikatları alıp ruh ve kalbimize estirmemiz ve şeytanî fikirleri ve vesveseleri defetmemiz lâzım geliyor. Ancak o zaman Cenâb-ı Hakk’ın Cennet mukabilinde satın alacağı bir değer ve kıymete yükselmiş oluruz.

BAŞ PAZARI

Balina başından sinek başına kadar bütün başların sergilendiğini ta­hayyül etsek, bunlar içerisinde insan başını beğeniriz. Aynı şekilde, bütün eller sergilense, insan elini tercih ederiz. Ruhumuzun üstünlüğü zaten izah gerektirmeyecek açıklıktadır. Böyle en kıymettar cihazlarla techiz edilen insan, bu nimetlerin şükrünü ifa edemezse elbette ki hesabı çok çetin ola­caktır.

ARIYA HÜRMET GÖSTERİLİR Mİ?

Arının yaptığı işi yüzlerce fen adamı yapamadığı halde, odamızdan içe­riye bir arının girmesi halinde ona ne hürmet gösteriyor ve ne de ayağa kalkıyoruz.

Bal yapmak arıyı hayvanlıktan kurtaramadığı gibi, maneviyatı unutarak sadece dünyevî bir meslekte terakki etmek de bir kimsenin insaniyetini tekamül ettirmemektedir.

Madde ile mânâyı, akıl ile kalbi beraber götüren muhterem zatlar bah­simizden hariçtir.

 Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com