Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

“BİZ” olmak istiyorsak, artık “BEN” olmaktan vazgeçmeliyiz!

Bediüzzaman Hazretlerinin İhlâs Risalesi için “Bu risale lâakal on beş günde bir okunmalıdır” derken, ne kadar büyük bir ihtiyacı dile getirdiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Zaten Risale-i Nur’daki hakikatler zaman geçtikçe daha iyi anlaşılmakta, verilen misâller aklın gözüne daha çok yakınlaşmaktadır. Üstâd Hazretlerinin “Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor” dediği gibi, Kur’ân’ın manevî bir tefsiri olan Risale-i Nur’un haktikatleri de zamanın geçmesiyle daha parlak bir sûrette ortaya çıkıyor.

İhlâs Risalesi için söylenmiş olan “Lâakal on beş günde bir okunmalıdır” sözü de bu parlak hakikatlerden birisidir. Bediüzzaman, asırları aşan nazarı ile bu günleri görmüş, hizmet halkasının çok genişleyeceğini iman ve iz’an gözü ile müşahede etmiştir. Malumdur ki, daire genişledikçe daireyi meydana getiren elemanlar arasındaki mesafe açılır. Dolayısıyla aradaki irtibat azalmaya başlar. Ama iman hizmetinde irtibatın azalmaya tahammülü yoktur. İşte bu geniş dairede bir gevşemeye meydan vermemek için aradaki boşluğun daha fazla gayret, muhabbet ve sadakatle doldurulması gerekmektedir. Üstad Hazretleri de bunu bildiği için uhuvvet ve ihlâsa bu kadar önem vermiştir.

Hizmet halkasının büyümesi nispetinde uhuvvet ve muhabbet duyguları da büyürse, arada boşluk kalmayacak, azamî tesanüd ve teavün devam edecektir. “Ben daha fazla hizmet etmek istiyorum” diyerek bu halkadan ayrılmak sûretiyle öne çıkmak isteyenler, sadece hizmet halkasının zayıflamasına sebep olurlar. Kendileri de arzu ettikleri başarıyı asla elde edemezler. Zira birlikte yapılmayan bir hizmet, bir başına hiç yapılamaz.

İşte İhlâs Risalesi bu hakikati ders vermektedir. Şahısların gayret ve himmetleri ne kadar büyük olursa olsun, şahs-ı mânevînin yerini tutamayacağı anlatılmaktadır. Onun için tam bir ihlâsı kazanmak ve muhafaza etmek gerekmektedir.

Hakiki ve samimi bir ihlâs, insanı binlerce insan kadar kuvvet ve kabiliyet sahibi yapabilir. İhlâs kuvvetiyle bir fert, binlerce fert kadar iş görebilir. “Hakiki ve samimi bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulakları ile de işitebilir. Güya on müttehid adamın her biri, yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvveti vardır.”

İhlâs kuvveti insanda ölüme karşı bile kuvvetli bir dayanak noktası meydana getirir. Tam bir uhuvvet ve sadakatle bir araya gelmiş insanların, kardeşleri sayısınca ruhları var demektir. Kendi ruhu dünyadan göçse, “Öteki ruhlarım yaşıyorlar, onların manevî kazançlarından ben de istifade ediyorum” diye huzur içinde bu dünyadan ayrılır.

İhlâs bu kadar önemli ve kıymetlidir ama, onun kazanmak ve muhafaza etmek o kadar kolay değildir. Bunun için nefsin firavunluğunu kırmak ve nemrutluğunu ortadan kaldırmak gerekmektedir. Hakiki ihlâsın gereği, maddî ve manevî menfaatlerde, kardeşlerinin nefsini kendi nefsine tercih edebilmek, onların meziyetleri ve faziletleri ile iftihar edip kendi malı gibi onlara sahip çıkabilmektir. Gerektiğinde en tabiî haklarından ve en haklı olduğu menfaatlerinden, kardeşleri lehine feragat edebilmektir.

İhlas Risalesinde geçen şu ifadeyi anlamakta epeyce zorlanmıştım: “Hatta en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en masumane zararsız bir menfaattir, mümkünse nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin”. Sonra anladım ki, bir iman hakikatini ona çok muhtaç olan bir kimseye anlatmak için öne çıkmak ve “Bunu ben anlatayım” demek yerine, başka bir kardeş tarafından anlatılmasını ve oradan gelecek manevî kazancın o kardeşe verilmesini istemek tam ihlâsın bir gereğidir. Gerçi bu hakikati siz de anlatsanız bunda bir zarar yok, aksine o sevabı sizin kazanmanız da mümkündür. Öteki kardeşiniz bunu yapmak istemese bile, siz o dersi ona teklif ederek o hizmeti o kardeşinizin yapmasını istemelisiniz. Manevî kazançta bile kardeşinizi kendi nefsinize tercih etmelisiniz.

Hizmetlerimizde bu inceliklere dikkat etsek, kendi yapamadığımız bir hizmetin başka bir kardeşimiz tarafından yapılmasından memnuniyet duysak, kardeşlerimizin meziyet ve faziletleri ile iftihar edebilsek, başkalarında eksiklik ve kusur arayacağımıza kendi kusurlarımıza nazarlarımızı çevirsek; tam ihlâsı kazanma yolunda çok mesafeler almış olacağımızı ümit ediyorum.

Her hizmeti ben yapayım, en önde ben olayım diye hep birinciliği düşünmek yerine, hep beraber olalım diye birlikteliği tercih etmek, ihlâs sırrına daha uygun düşecektir diye düşünüyorum.

Tam ihlâsın, uhuvvetin ve müfritane irtibatın gereği de bu olmalıdır.

Abdil Yıldırım / www.saidnursi.de

Hak ve adalet kantarında: “FİLİSTİN DRAMI”

Kur’ân-ı Kerim’de var olan dört ana esastan birinin de “adalet ve ibadet” olduğu bilinmektedir. Mutlak adalet ancak Cenab-ı Hakka mahsustur. Kulların adaleti izafîdir, görecelidir. Adaletsizlik de yine kulların işidir. Yani bu insanoğlundan her şer ve kötülük beklenebildiği ve görülebildiği gibi, adaletsizlik de insanlar tarafından işlenebilir ve işlenmektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a) hilâfete seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmada, güç ile hukuk ilişkisinin doğru ve âdil çerçevesini çizmiştir. Şöyle ki:

Güçsüz olanınız (haklı ise) hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. Güçlü olanınız (haksız ise) kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim katımda güçsüzdür.“Gücün sözünü geçirdiği yerde hukuk işlemez, adalet de tesis edilmez. Gücün hukuka göre düzenlendiği yerde tek ölçü adalettir. Fatih Sultan Mehmet’in sıradan bir insan ile aynı safta muhakeme olmayı kabul etmesi, ülkede hukuk ve adaletin sözünün geçtiğini göstermeye yetmişti.Cenab-ı Hakkın adaleti iki türlü tecellî ediyor. Birisi: Hakkın hak sahiplerine tevzîidir. Herşeyi bir ölçü ve mizan içinde yerli yerine koymak şeklindedir. Yaratılan herşeye dikkatle bakıldığı zaman, her yönü ile ölçülü, dengeli ve yerli yerinde yaratıldığını görüyoruz.Allah’ın ikinci tarz adaleti ise, haksız ve zalimleri cezalandırmak sureti ile tecellî ediyor. Bunun en açık misali, geçmiş kavimlerin inkâr ve azgınlıklarına karşılık, topluca helâk edilmeleri ve birtakım günah ve kusurlara karşı dünyada musibet ve belâlara maruz kalmamız örnek olarak verilebilir. Ama yine de dünyadaki bu cezalar, suçun tam karşılığı olmadığı için, ahirette cehennem ile tamamlanacak. Yani, ikinci tarz adalet, bu dünyada tam tecellî etmiyor. Sebebi ise, ahirete havale edilmesidir. Bu da ahiretin varlığının delillerinden biri oluyor. Bugünkü İsrail devletinin, elinde bulundurduğu maddî ve siyasî gücü, teknolojiyi kendisine hasım gördüğü güçsüz ve masumları imha yolunda kullanması, yanına kâr kalmayacak, hem dünyada ve hem de ahirette akibeti vahim olacaktır.

Sırası gelmişken, 18 Kasım 2007’de İstanbul’da yapılan Bediüzzaman ve Adalet Sempozyumundan, bugünkü Filistin dramına da ışık tutacak bazı pasajlar aktarayım, müsaadenizle:

Kuvvetli, zayıfın hürriyetini ve vatanını elinden almış, geçerli söz kuvvetlinin sözü haline gelmiştir. Önderlik ve yönetim kuvvetlilerdedir; dahası uluslararası örgütler ve Güvenlik Konseyi de kuvvetlilerin elinde bulunmaktadır. Kuvvetli olan dilediği şekilde tasarruf hakkına sahip iken, zayıf bunlardan mahrum, hatta haritadan silinmekle karşı karşıya kalmaktadır.

İslâm düşünürü Bediüzzaman’ın, din ile dünyayı, siyasetle tasavvufu, ruh ile bedeni, madde ile mânâyı kardeş yaptığını görüyoruz. Dinin gerçeği de bu değil mi? Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, adalet ancak dengeyi korumakla gerçekleşebilir. Tüm yönleriyle denge unsurunun muhafaza edilmesiyle ancak tam adalet yerini bulabilir.“(Dr. Muhammed İyaz Niyazi, Kabul Üniversitesi, Afganistan)

Kişi hak ve hürriyetlerine son derece önem veren Said Nursî’nin adalet anlayışı modern hukuk anlayışının çok fevkindedir. Ona göre bir suçsuz insanın canı tüm insanlık uğruna bile olsa heder edilemez. Bir kişinin hakkıyla tüm insanlığın hakkı arasında hiçbir fark yoktur. Nursî, ‘Masum bir kişiyi öldüren tüm insanları öldürmüş gibidir’ hükmünü kendisine şiar edinmiş ve adalet-i mahzanın yeryüzünde hakim olması için bütün bir ömrünü bu yolda harcamıştır. (Doç. Dr. Mehmet Faik Yılmaz, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Van)

Millete efendilik yapmak zulüm, hizmet etmek, hak ve adalettir. Gerçekten ‘Milletin efendisi, onlara hizmet edendir’ hadisinin sırrıyla, Kur’ân âleme gelmiş ki, istibdat, zulüm ve tahakkümü mahvetsin. (Yrd. Doç.Dr. Abdulkadir Etöz, Selçuk Üniversitesi)

Said Nursî’nin, Van dönemi sırasında yazdığı eserlerde, yöre halkının manevî mirasını ilmî ölçülere göre değerlendirdiği ve doğu bölgelerinin tarihî ve medenî geleneklerini dikkate alarak, İslâm esasları temelinde insanın manevî iyileşmesini, fikir ve düşüncelerin temizliğini ve çeşitli dinlere inanan insanların ortak bir hedef etrafında manevî olarak birleşmelerini amaçlayan yeni bir yol önermek isteği görülmektedir. Dinsizlik, insanlar arası ilişkileri yok eder.” ( Prof. Dmitri D. VASİLYEV, Rus Bilimler Akademisi Tarih Bölümü Başkanı, MOSKOVA)

İnsanlık âlemini bugün içine düştüğü adaletsizlik, nezafetsizlik ve şükürsüzlükten kurtarmak için, semavî din mensupları; insanları yaratılış ve fıtratları gereği olan ibadet ve şükre sevk etmek suretiyle; hem insanın kendisini, hem de toplumu huzur ve sükûna kavuşturmuş olacaklardır. Böylece âlem-i İslâm ve bütün dünyada, insanlığın irşadı için asrımızın Kur’ân tefsiri Risale-i Nur eserlerini kendilerine rehber edip, onları gelecek nesillere okullarda okutmaları lâzımdır. Risale-i Nur, Allah’ı isim, fiil ve sıfatlarıyla bize tanıtarak, marifetullah ve muhabbetullah dersleriyle büyük bir ruhanî lezzet veriyor; insanı kendisine ve topluma verebileceği zararlardan kurtarıyor. Rabbimiz, nasıl bugünkü insanlık âlemine rahmetiyle bahşettiği medeniyet harikalarıyla, madde âleminde yolları kısaltmış; mâneviyat âleminde de, kaynağı sadece Kur’ân-ı Azimüşşan ve hadis-i şerifler olan Risale-i Nur’u bahşederek en kısa yolu göstermiştir.”(Prof. Dr. Şahin Akkaya, Sütçü İmam Üniversitesi)

Risale-i Nur’dan şu neticeye varabiliriz: Allah’ın yoktan var ettiği fıtri kanunlar, evrensel bir özellik taşır, tek bir millete ve tek bir ülkeye münhasır kalmaz. Aksine fıtrî olduğu için bütün dünyayı ilgilendirir. Aynı zamanda o kanun bütün milletler için zaruridir. Çünkü fıtrat ve adaletin kaynağıdır. Adalet ise Allah’ın kainatta cereyan eden ilâhî sünnetlerinden ve kâinatın değirmeni etrafında dönen kapsamlı, Rabbanî, temel yasalarından birisidir. Bu adaletin ibda’ edicisi ve yaratıcısı olan Allah’tan herhangi bir şekilde gaflet; nefsi fir’avuniyete götürür.” (Mevlay Prof. Dr. Ibrahim al-Kadiri Boutchich, İsmail Ünivertesi, FAS)

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, adalet-i ilâhiyenin Rabbanî özelliklerine işaret etmeye çok özen göstermiştir. Yaratılış âleminde var olan tecellîlerini de ortaya koyarak dünyada bu esas üzerine bina edilen davranışlarla ilgili mânâları ve ahirete terettüp eden neticeleri izah etmiştir. O bunları meşiet-i ilâhiye konusunda vurgulamaktadır. Çünkü adaletiyle gökleri ve yeri var eden bir Zatın mükâfat ve cezası olması lâzım gelir. Bu mükâfat ve ceza cennet ve cehennemi iktiza eder. Bu da adalet-i ilâhiyenin mükemmel ve tam olmasından ileri gelir. Cezâ ve mükâfât ise, Allah’ın hikmet ve ölçüyle kurduğu eksiksiz, noksansız kâinatın kanunlarıyla da uyum sağlar. İşte buna Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri‚ ‘Adalet-i Mutlaka‘ adını vermektedir. “( Dr. Abdulhadi Dehhani, Cedide Üniversitesi, FAS)

İmam Nursî, ‘Cemaat için ferdin feda edilmesi’nin, tek bir insanın mizacından doğan ve onunla kaim olan bir düstur değil, adalet-i izafiyeyi takip edenler arasında sabit bir kanun ve uygulama olduğunu tesbit etmiştir. Nursî burada bu zulmün tehlikesine dikkat çekmiş ve asıl vacip olanın hastalığın aslını ortadan kaldırmak olduğuna işaret etmiştir. Bu zalim tavırda, fertler yönetim organı veya hakim güç odakları tarafından ihtiyaç halinde kullanılan birer araç seviyesine indirilmektedir; ne zaman ki bir araç seviyesine indirilen söz konusu ‘fert’ ile hedeflenen gayeye ulaşılmışsa, artık bir başkası ile değiştirmenin zamanı gelmiş demektir. Dolayısıyla fert feda edilecektir, ama o zalim kanun her halükârda bakidir.

“Nursî’ye göre, bu adaletsiz kanunda, suçun bilfiil ispatı değil, töhmet ve suçlama esas alınır. Ferdin, sözde cemiyetin maslahatı hesabına feda edilmesi, bir delil, ya da haricî bir işarete değil, sadece zarar verme vehmi (kuruntusu) üzerine bina edilmektedir.” ( Prof. Dr. Muhammed Abdunnebi, Cezayir Üniversitesi)

Bu tesbitleri yapan Prof. Abdunnebi, Üstadın gurbette, insanlardan ve büyük şehirlerden uzak bir şekilde yaşarken, radyo dinlemediği ve gazete okumadığı halde, hayatı ve hadiseleri çok iyi okuduğunu ve değerlendirdiğini de sözlerine eklemektedir.

Mikail Yaprak
Kaynak: Euro Nur

Üstad, Filistin ve İsrail Hakkında Ne Derdi Acaba?

Üstad’ın Şualar adlı eserinde geçen aşağıdaki mektupta ifade ettiği şu cümlelere bakalım:

“Aziz Nur kumandanı ve Kur’ân’ın hâdimi kardeşim Refet Bey,”

“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”(1)

Üstad, İsrail devletinin devamının gerekçesini dini ve milli hislerden beslenmesi olarak  gösteriyor. İslam aleminin çaresizliği ise, iman zaafından ve İslam’a kafi derece sarılamamanın bir neticesidir. İslam alemi samimi bir şekilde ittifak kurabilse, İsrail’in o bölgede barınması mümkün olamazdı.

Bizim ferdi olarak yapabileceklerimiz, maalesef sınırlıdır. Müslüman Filistinli kardeşlerimize dua ve mali yardımdan başka elimizden bir şey gelmiyor.

Ama şurası muhakkak ki, her şey inceldiği yerden, zulüm ise kalınlaştığı yerden kopar. İsrail haddini aşıp zulümde çok kalınlaşıyor.

(1) bk. Şualar, On Dördüncü Şua, Muhtelif Mektuplar

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur

Radikal’deki Bir Avukatın Yazısına Cevap!

Fikir tarihinde bilgiyi tahrif etmek, büyük facialara ve dalaletlere neden olmuştur.

Büyük dinlerin ve filozofların fikirlerini yanlış yorumlama yüzünden dünya zaman zaman kan gölüne dönmüştür. Hegel’in fikirlerini yanlış yorumlayan komünistler ve nasyonal sosyalistler Avrupa’yı kan gölüne çevirmiş ve milyonlarla insanın felaketine neden olmuşlardır

Bugün Marks’ın fikirleri çok farklı yorumlanır ve bu farklılıklar büyük olumsuzluklara neden olur. Marks’ın kızı “Babanız işçiyi köleleştirdi “ denildiğinde

Benim babamın en nefret ettiği köleleştirmeydi, o onun suçu değil onun felsefesini yorumlayan ve uygulayanların suçudur” dedi.

OBJEKTİF VE SAĞLIKLI YORUM

Şimdi Bediüzzaman büyük bir âlim ve filozof, yorumcu, müfessir. Onun fikirleri de farklı şekillerde yorumlanabilir, herkes maksadına göre bilgiyi yorumlar keser biçer ortaya bir iyi metin veya kötü metin çıkarır. Ama o metinlerin objektif ve sağlıklı yorumları vardır.

Bediüzzaman İstanbul’a özellikle Kürtlerin kültürel hakları için gitmemiştir, böyle bir inhisarcı maksadı yok. O Medresetü’z- Zehra’nın açılmasını ve farklı milletlerin ikamet ettiği doğu ve güneydoğuda milletleri birbirine raptetmek için üç dilli bir eğitim öngörmüştür, münhasıran Kürtlerin hakları ve dilleri değil. Böyle yorumlamak ona bühtandır, bilgiyi kirletmektir.

MİLLETLERİN BİRBİRİNİ SEVMESİ

Bediüzzaman bu bahsin geçtiği eserinde üç dile ve üç millete eşit uzaklıkta durmakta, ama Kürtlerin kültürel ihmaline daha sancılı bir şekilde yaklaşmaktadır. Bütün mesele budur, çünkü Bediüzzaman’ın meselesi kültürel olmaktan çok dinidir, din-i mübinin bin yıldır ihmale uğrayan yorumunu yenilemektir. Onun fikirlerini herhangi bir milletin siyasi veya kültürel anlamda örgütlenmesi için kullanmak onu tahrif etmektir. Öyle edelim ki bu üç milleti birbirine sevecek ve birbirine zulmetmeyecek bir yorum düzeni içinde yorumlayalım.

Burada Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet fikrini zikredip Bediüzzaman’ın karşı çıktığı fikri onun tasvip edip bir başka siyasi örgütlenme için gerekli gördüğünü ima eden konuşmalar yanlıştır. Çünkü Bediüzzaman Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet fikrine karşı çıkmıştır. Bu fikrin Osmanlıyı daha erken dağılmasına neden olacağını beyan etmiştir. Böyle bilgileri birbirine karıştırıp kendi maksadınıza uygun bir kıvam ve yapı kazandırmak Bediüzzaman’ın ulvi mesleğine bühtandır, kizbdir.

BEDİÜZZAMAN’DA BİRLİK VE BERABERLİK

Bediüzzaman Türk siyasi tarihinde her zaman dine ve millete değil milletin birliğine göre davranmıştır. Irkçı partilere iltifat etmediği gibi münhasıran dini partilere de iltifat etmemiştir. Bediüzzaman’ın anonim perspektifini tek boyutlu göstermek onun büyüklüğünü anlamamaktır.

Bediüzzaman’ı bir millet ile sınırlamak, o milletin dışındaki insanları kırmaktır dökmektir, sanki Bediüzzaman sadece Kürtlerin malıdır, onun dışındaki insanları birliklerin dışına itmek bence asıl tehlike budur. Bediüzzaman’ın eserlerinde Kürtler ve Türkler için beyanlar çok mahduddur, onun asıl maksadı akaidî ve imanî meseleleri izah edip insanları dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır.

ELEŞTİRİDE ZAMANSALLIK

Eleştiride zamansallık diye bir yorum vardır, her fikir söylendiği dönemin şartlarına göre önce ele alınmalıdır, bu fikirlerin söylendiği dönemlerde Osmanlının yapısı ile bugünkü Türkiye’nin yapısı aynı değildir. Fikirleri yeni zamanlara naklederken daha itinalı davranmak gerektir. Üstelik “şeytana mı uydu demek” kelime grubu burası için uygun değildir.

Bediüzzaman’ın üçlü bakış açısını tek boyutlu hale getirip o boyutu da siyasi bir şekle çevirmek yanlıştır. Hem özellikle yanlıştır.

Prof. Dr. Himmet UÇ

www.NurNet.Org

YÖK’e, Diyanet’e ve Milli Eğitim’e açık mektup!

YÖK Başkanına, Diyanet İşleri Başkanına, Milli Eğitim Bakanına açık mektup

Din ile fen bilimleri, din ile sanat,  din ile edebiyat mizaçları gereği tarih boyunca birlikte gitmişlerdir.

Ortaçağ sanatı sadece dini bir bakış açısını temsil eder, orada fen bilimleri ile din arasında bağlantı kurulamadığı için sapmalar ve yanlış anlaşılmalar, taassup ortaya çıkmıştır. Dünyanın döndüğünü iddia eden bir fizikçi suçlanmış ve büyük zulüm görmüştür.

Bediüzzaman bu tarihsel akışı bildiği için sadece dini ilimlerden taassubun doğduğunu söyler, bu taassub fenni ilimlerin tahsili ile dengelenir, muvazene  sağlanır.

 MEDRESETÜZZEHRA YENİ BİR DERS PROGRAMI VE MÜFREDAT

Van’daki ilk hayatında fen bilimlerinin öğrenilmesini düşünmüştür, kendisi bir senteze vardığı gibi talebelerine de fen bilimlerini okutmayı zorunlu görmüş ve bunu bir program olarak ortaya koymuştur.

Medresetü’z- Zehra bir mekân olmaktan çok bir uygulama bir ders programı ve yeni bir müfredat ve özellikle din eğitiminde bir perspektiftir.

 Batı fenne dini bir yorum getiremediği için nihilizm ve ateizm, felsefi natüralizm yaygınlaşmıştır.

 BİZİM, BATININ DA BAŞARAMADIĞI BİR MODEL

Bediüzzaman’ın yeni bir üniversite modeli, batının da bizim de başaramadığımız bir modeldir.

İlahiyat fakültelerinde  din ve edebiyat,

din ve sanat,

din ve fen gibi üç ders okutulursa  bu sorunlar sona erer.

O zaman Bediüzzaman’ın projesi ki bu gün dünyanın uygulamakla büyük sıkıntılardan kurtulacağı bir projedir. Yüz yıl önce  düşünülmüş ve örnekleri verilmiş bir üniversite  anlayışıdır.

Bediüzzaman ilimlerle din arasında, sanat, edebiyat ve fen arasındaki bağlantıları Risale-i Nur’da göstermiştir.  O dini hakikatleri edebiyatın temaları ile karıştırmış ve ortaya dini edebiyat örnekleri vermiştir.

Ayet’ül Kübra bir sinema ve roman, bir tiyatro formunda dini anlatır.

 Diyalogları, monologları, nesne ilişkileri saymakla bitmeyen özellikleri Bediüzzaman’ın din sanat ve edebiyat, özellikle fenni imtizac ettirdiği bir eseridir.

DİN, SANAT, EDEBİYAT VE FEN

 Tarih boyunca birbirine aykırı yollarda yürümüş din sanat edebiyat ve fenni Bediüzzaman büyük bir kelime ve tema mimarisi ile bir araya getirmiştir.

 Aynı şey Haşir, Münacaat, Muhakemat, daha birçok eserinde uygulanmıştır. Bu meselenin tehir edilecek yanı yoktur.

YÖK Senatosu veya yeri nereyse İlahiyat fakültelerine edebiyat ve fen fakültelerine, din, edebiyat, sanat ve fen karışımlarına göre dersler koyar, akıllı Kemalist bile buna karşı çıkmaz, fenci karşı çıkmaz, çünkü bu ülkede ihtilafların kaynağı dini layığı ile anlamamak ve anlatamamaktır.

MANEVİ HASTALIKLARIN TEDAVİ MERKEZİ: FEN, İLAHİYAT VE EDEBİYAT FAKÜLTELERİ

 İlahiyatçılar mantıktan uzak kalbî bir dini anlatırsa aklı hasta olmuş bir toplumda ateizmi engelleyemez.

 Din geleneksel kültürden gelen tabakaların elinde ihtiyarların, münzevilerin elinde kalır, namaz vakitlerinde camilerde ihtiyarlar, emekliler tek tük de gençler görünür. Eğer aklın fen ve felsefe ile hastalıklı yapısını fen fakültesi, ilahiyat ve edebiyat fakültesi tedavi ederse bu sorunlar biter.

Risale-i Nur’da Bediüzzaman kozmografyacı ve coğrafyacıları muhatab alır evrenin astronomik yorumlarını nazara verir. Onları çıplak öznesiz yorumlamayı ironik olarak alaya alır ve doğru tespitlerde bulunur.

“Ey kozmografyacı Efendi, hangi tesadüf bu işlere karışabilir.

 Hangi esbabın eli buna ulaşabilir. Hangi kuvvet buna yanaşabilir. Haydi, sen söyle.” (Sözler 628)

“İşte ey Coğrafyacı Efendi, bu zemin kafası yüz bin ağız, her birinde yüz bin lisan ile Allah’ı tanıttırsa ve sen O’nu tanımazsan başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün.” (Sözler 629)

Bediüzzaman bu beyanları ile dinden kopmuş olan coğrafya ve astronomi konusunda örnekler verir, bu uygulamanın  mekteplerde, üniversitelerde dinden soyutlanmış metinlere yedirilmesini telkin eder. Bu bir prototiptir, ilmin yanılgısına bir, iki veya beş örnek vermiştir. –Bu örnekler çoktur.- Bu bakış açısı bütün ilimlere uygulanmıştır Bediüzzaman’ın eserlerinde. Yine coğrafyacıları ikaz eder.

 “Ey coğrafyacı Efendi. Bunu ne ile izah edersin.

Hangi tesadüf bu acaib-i masnuat ile dolu sefine–i Rabbaniyeyi  bir mahşer-i acaib yaparak yirmi dört bin sene  bir mesafede, bir senede süratle çevirip, onun yüzüne dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin.” (Sözler 629)

Bu bahisler Bediüzzaman üniversitesinin dersleridir, her Risale dershanesinde yıllardır okunur. Ama artık üniversite kürsülerine çıkmalı, o zaman bu kadar terörle heba edilen para ve insan gücü geri döner.

Yine astronomiciyi eleştirir.

 “İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’an güneşinden gözünü yuman kozmografyacı Efendi.” (Sözler 167)

Otuz ikinci sözün birinci mevkıfındaki haşiye yirmiye yakın ilmin verilerini bir enmuzeç metin halinde bir araya getirmiştir. Tek başına bu metin Bediüzzaman’ın ilimler ile din arasında kurduğu bağlantıyı anlatır.

Tıp, Anatomi, Fizyoloji, Kimya, ağırlıklı olarak birlikte işlenmiştir. Şu metni biz bu ülkenin fakültelerinde bir anlatsak Bediüzzaman’ın üzerindeki bu siyasi yorumlar, ırki yorumların ne kadar yüzeysel olduğu ortaya çıkar. Anlatımda Bediüzzaman’ın kurgusal ve fiktif zekası da malzemeyi armonik bir şekilde birleştirmiştir. Bu metin bütün tıp, kimya, fizik ve fizyoloji metinlerine uygulanabilir bu bakış açısı ile birçok kitap yazılabilir.

“Sâni-i Hakîm beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür; bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medârdırlar.

Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halk edilmiş.

 Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor-tüccar ve erzak memurları gibi.

 Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdâfaadır ki, ne vakit müdâfaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acîbe alırlar.

Kanın heyet-i mecmûası ise, iki vazife-i umumiyesi var.

 Biri bedendeki hüceyrâtın tahribâtını tâmir etmek; diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.

Evride ve şerâyin nâmında iki kısım damarlar var ki; biri sâfî kanı getirir, dağıtır, sâfî kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı, “ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir:

 Biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyâda aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münâsebet-i şedîdeyi müvellidü’l-humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizâc ederler. Fennen sabittir ki, imtizâcdan hararet hâsıl olur. Çünkü imtizâc, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki:

O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var.

 İmtizâc vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun zerresiyle imtizâc eder; birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünkü imtizâcdan evvel iki hareket idi; şimdi, iki zerre bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunu ile hararete inkılâb eder. Zâten, “Hareket, harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.

İşte bu sırra binâen, beden-i insaniyedeki hararet-i garîziye, bu imtizâc-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi; kandaki karbon alındığı için, kan dahi sâfî olur. İşte, nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor.

Fesubhane men tahayyere fi sunihil ukul (Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.)(32.Söz)

Sayın YÖK Başkanı,

Sayın Diyanet İşleri Başkanı ve

Milli Eğitim Bakanı.

 İşte Bediüzzaman’ın reçetesi. Newton, Galileo, Kristof Kolomb  değil, Edison da değil, milletlerin ve dinlerin battığı girdabı görmüş bir olağanüstü adam, artık geç kaldık, yarından tezi yok bunu uygulamaya koyalım.

Prof. Dr. Himmet UÇ