Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Bayramların Dili (Bayramınız “Mübarek” Olsun!)

Bir aylık arınma, pâklanma, tezkiye ve nefis terbiyesiyle huzura, mutluluğa ve itmi’nana erişen ruhların ve bedenlerin sevinç demi gönüllerimizde tatlı bir heyecan dalgası oluşturuyor.

Tekbir ve bayram; bütünleşen ikili… Rubûbiyetin azâmet ve yüce şânını ilân eden lâhûtî cümle: Allahu Ekber, Allahu Ekber… Ondan başka büyük yok ! Tek azâmet sahibi. Tüm mâsiva bir zerre; O ise, İlâhî yüceliğiyle arşın sahibi… Arzın sahibi, zerrelerin ve atomların müdebbiri… Sonsuz güç. Ona erişecek, yarışacak, yaklaşacak bir güç; an,  zaman ve tüm mekânlarda kayda girmedi ve giremeyecek. Bayramın süsüdür tekbirler…”Allahu Ekber.”

Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselam buyurdu: Bayramınızı tekbir getirmek suretiyle süsleyiniz.” (et-Terğîb vet-Terhîb)

Hadis-i şeriflerde geçen îdül-fıtr, yani fıtır bayramının arifesindeyiz. Yaratılışın, kulluğun gereği olan görevler ifa edildiği için bu ismi almıştır. Saf, berrak ve mükemmel yaratılışın sadakası ve fitresi yerine getirildiği için, beden ve ruh dengesinin uzlaşması adına ortaya konulan tavrın izdüşümü bayramlar.

Allah Teâlâyı daha çok zikretmenin, Onun sonsuz nimetlerini yeniden hatırlamanın, yoğun bir tarzda yaşandığı bir zaman dilimi… Gafletten, tembellikten, kin ve kıskançlıktan, kalp katılığı, ruh tıkanıklığı, dil tutukluğu ve gönül kasvetinden sıyrılmanın adresi Bayram.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle; Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istila edip gayr-i meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha (Allah’ı zikretmeye) ve şükre azim tergibat (büyük teşvikler) vardır. Ta ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir,, gafleti kaçırır.” (Lemalar)

Dostlukların yeniden yeşerdiği, bağların güçlendiği, barış ve kardeşliğin gönüllerde taht kurduğu müstesna bir gün. Sevgi ve barış köprüleri kurmayı düşleyenlerin en güzel fırsatı. Dargınların zorlanmadan tekellüfsüz ve aracısız, barışa ve sulha rıza gösterdikleri mübarek ortamlardır bayramlar.

Ve nur kervanında yerini almış olanlarla münasebetlerin, gönül bağının yeniden tezekkür ve tefekkür edilmesi gereken fırsattır bayramlar. Rabbânî bir sefinede yol alanların, yekdiğeriyle olan hak ve hukukunun değerlendirilmesi gereken ortamdır.

Gıybetten, bühtandan, kıskançlık ve nefislerin rekabetinden uzak durmanın; kadirşinaslığın, vefanın, alınterinin, hidemât-ı Kur’ân namına yapılan cehd ve gayretlerin değerlendirildiği, azim, sebat ve fedakârlıkla asırların nur sarmalında emek sarf edenlerin unutulmadığı; basit, zâil, fâni çekişmelerin, küskünlük ve dargınlıkların geride bırakıldığı; şefkat ve merhamet kanatlarının alabildiğince geniş tutulduğu, şahıscılık yerine şahs-ı manevinin ön plânda yer aldığı; kendi kabullerinden sıyrılıp, Kur’ânın ve Onun nurânî yansıması olan Hakikat elmaslarının işaret ettiği temel prensiplerinden olan şûra ve meşveret prensiplerinin hükümferma olduğu idrak ve iz’anının daha net olarak kazanıldığı müstesna günler bayramlar.

Bayram, çocukların, yetimlerin, gariplerin, varlık sebebimiz anne-babaların ve hassaten asrın mânevî cihadında birlikte saf tuttuğumuz kardeşlerimizin gönüllerine şefkat, hürmet, muhabbet ve merhamet esintilerinin kolaylıkla yansıtıldığı bulunmaz fırsatın adresidir.

Büyük sefere hazırlanalım. Hazırlanalım ki, melekler bizim için kanat çırpsın, Rabbimizin sonsuz Rahmeti bizim için coşsun ve firdevs cennetleri bizim için kapılarını açsın.

Açsın ki, Rızaya erişmiş olmanın hazzını ve şerefini yaşayalım ve yaratılış gayesinin amacını bir kez daha kavramış olalım.

Hayatınız nurlu, sürurlu; bayramınız kutlu, geleceğiniz umutlu olsun.

İsmail Aksoy

Bizi Allah’a Götüren Deliller!

Bedîüzzaman’a göre, âlem büyük bir kitaptır. Bu büyük kitabın her birimi, bütün yazılarıyla, fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle, Allah’ın varlığına ve birliğine şehâdet etmektedir.

Kâinat da büyük bir insan hükmündedir. Bu büyük insan bütün âzâsıyla, cevherleriyle, hücreleriyle, zerreleriyle, vasıflarıyla, sıfatlarıyla, halleriyle Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet etmektedir.

Yani bu kâinât bütün nevileriyle “Allah’tan başka ilâh yoktur” dediği gibi; bütün cinsleriyle, “O’ndan başka Yaratıcı yoktur.” demekte; bütün birimleriyle, “O’ndan başka Yapıcı yoktur.” diye bağırmakta; bütün küçük cüzleriyle “O’ndan başka Tedbîr Edici yoktur.” diye kulakları çınlatmakta; bütün küçük cüzlerinin zerreleriyle “O’ndan başka Terbiye Edici yoktur.” diye bildirmekte; bütün küçük zerrelerin hücreleriyle “O’ndan başka Tasarruf Edici yoktur.” diye seslenmekte; bütün hücrelerin atomlarıyla “O’ndan başka Yaratıcı yoktur.” diye ilân etmekte; bütün atomların tarlası hükmünde olan hadsiz esîr deniziyle “Allah’tan başka ilah yoktur.” diye kâinâtı çınlatmaktadır.

Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu kâinâtın her bir nevinden Allah’ın varlığına ve birliğine işâret hükmünde elli beş “lisan”, yani “sıfat” keşfeder. Varlıkların sahip oldukları sıfatlar dikkatle incelendiğinde her bir sıfatın farklı bir dil hükmünde gâyet net bir üslûp ile bize Allah’ın varlığını ve birliğini bildirdiği gâyet açık bir şekilde anlaşılır.

Bizi Allah’ın varlık ve birliğine götüren diller şunlardır:

1- Kâinatta görünen baş döndürücü düzenlemeler.

2- Canlı cansız her şeyin mükemmel bir düzen içinde disipline ediliyor olması.

3- Sayısız varlıkların sonsuz denge ve âhenk içinde halden hale dönüşmeleri.

4- Her şeyde kendini gösteren göz kamaştırıcı intizam.

5- Varlıkların birbiri peşi sıra âhenkli biçimde varlık sahasına çıkmaları.

6- Gökyüzü sayfasının güneş ve yıldızlarla yazılması.

7- Bal arısı ve karınca gibi bütün küçük sayfaların hücrelerle ve zerrelerle yazılması.

8- Güneş ve yıldızlarla, hücreler ve zerrelerin âhenkte ve düzende birbirine benzemesi.

9- Bulut ve yeryüzü gibi cansız ve birbirine muhâlif şeylerde bile gözüken birbirinin ihtiyacına cevap verme, birbirinin yardımına koşma sıfatları.

10- Güneşten çok uzak olsalar da bütün gezegenlerin güneşe veya birbirlerine dayanmaları.

11- Yıldızlar gibi muhteşem eserlerin teşkilâtta birbirine benzemeleri.

12- Yeryüzünün birbirine benzeyen çiçekleri ve canlılarındaki münâsebet ve uyum.

13- Her bir varlığın Bârî isminin tecellîsiyle vücûda gelmesi.

14- Her bir varlığın Musavvir isminin tecellîsiyle şeklinin fevkalâde güzel olması.

15- Her bir varlığın Rezzâk isminin tecellîsiyle eksiksiz gıdâlanması.

16- Her bir varlığın Şâfî isminin tecellîsiyle hastalıklardan şifâ bulması.

17- Güneş sistemi gibi büyük sistemlerle, bal arısının gözleri gibi küçük sistemler arasındaki hârika irtibat ve uyum.

18- Zerreler arasındaki câzibenin, güneş ve yıldızlar arasındaki câzibeye kardeş olması.

19- Birleşik varlıklarda her parçanın lâyık mevkîine konulmasında görülen eksiksiz âhenk.

20- Her ferdin, kendisini diğer bütün fertlerden ayıran özel kişiliği.

21- Her ferde, sırf kendisi için husûsî karakter tayin edilmesi.

22- Kâinâttaki bütün atomların bir elden çıktığını gösteren dayanışma ve dengesi.

23- Pek basit sebeplere pek güzel, nakışlı ve ziynetli meyveler takılması.

24- Dağınık, beceriksiz ve bilinçsiz sebeplere verilmeyecek kadar harika sonuçlar.

25- Kâinâtın her sayfasında pek büyük bir îtina ve dikkat ile yazılan nakışlar.

26- İrade sahibi insan elinin, kendi fiillerinde ancak yüzde bir faaliyet sahibi olması.

27- Sebepler içinden en geniş tercih gücüne sahip olan insanın, en âdi fiillerinde bile yüzde doksan dokuz tasarrufun kendisine ait olmaması.

28- Bütün kâinatın, Allah’ın bütün isimlerine ayna teşkil etmesi ve şehâdet etmesi.

29- Bütün kâinatı topyekûn ve her şeyi ayrı ayrı saran umûmî ve husûsî hikmetler.

30- Her şeyi umûmî ve husûsî hikmetlerine sevk eden yüksek kast.

31- Her şeyi umûmî ve husûsî hikmetleriyle tayin eden yüksek şuur.

32- Her şeyi sevk edildiği umûmî ve husûsî hikmetlerde muvaffak kılan yüksek irâde.

33- Her şey için sayısız benzer ihtimaller arasından tek bir tarzın seçilmiş olması.

34- Kâinatın her zerresini, canlıların her ferdini kucaklayan tam ve umûmî inâyet.

35- Her inâyet gülümsemesini benzersiz lütufla sunma.

36- Her inâyet kucaklamasını eşsiz güzellikle süsleme ve şefkate dönüştürme.

37- Bütün kâinatı kuşatan merhamet.

38- Geniş merhamet tecellîsi içinde her canlıyı çepeçevre saran husûsî rahmet.

39- Geniş merhameti ve husûsî rahmeti eşsiz nimetlerle sevilen ve aranan hâle getirme.

40- Bütün hayat sahiplerini doyuran umûmî rızk.

41- Bütün kâinâtı canlı ve diri tutan umûmî hayat.

42- Allah’ın eşsiz iyiliğinin aynası hükmünde, kâinât yüzündeki geçici iyilikler.

43- Allah’ın bâkî güzelliğinin aynası hükmünde, kâinattaki görünüp kaybolan güzellikler.

44- Hakîkî bir Sevgiliye ve Mahbûb’a işâret eden temiz ve sâdık aşklar.

45- Bütün sırları ve tabiat kanunlarını harekete geçiren yüksek kuvvetler ve cezbeler.

46- Bütün kuvvetlerin kâinatta her şeyi etkisi ve cezbesi altına alması.

47- Zerrelerden kürelere her şeyde hükmünü gösteren yüksek bir tasarruf.

48- Bütün canlıların birbirinin ardı sıra hayata gelmeleri. Hayattakilerin çekilmeleri.

49- Bütün canlıların her an halden hale uğramaları, değişmeleri, olgunlaşmaları.

50- Canlı cansız bütün varlıkları kasıp kavuran sürekli değişmeler ve başkalaşmalar.

51- Zerrelerden kürelere her şeyi istilâ eden hudûs, yani “sonradan var olma” gerçeği.

52- Bütün cüzleri ve nevileri ile milyarlarca şekil ve vaziyette bulunabilme imkân ve ihtimalini sürekli taşıyan kâinat için şu hazır şeklin seçilip korunması.

53- Fakr u ihtiyaç içindeki varlıkların bütün ihtiyaçlarının münasip vakitlerde hesapsız biçimde görülmesi.

54- Bütün varlıkları halden hale çeviren imkân gerçeği.

55- Her şeyin, kendisi için tayin edilen kemâl noktaya gelmedikçe hareketten durmaması.

Süleyman KÖSMENE

Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Kur’an Estetiği, Hüsün Kelimesinin mana arkeolojisi (2)

Bediüzzaman eşyadaki güzelliklerin Allah’ın isimlerine ait olduğu hakikatini de enine boyuna değerlendirir.

“Hakikat nokta-i nazarında, eşyadaki cemal ve kemal, esmâ-i İlâhiyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esmâ bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları teceddüt eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenâya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri değişir. Ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyiz ve kemal olan hakikatleri ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler.”

Ruh sahibi olmayanların güzellikleri, cemal ve kemalleri tamamen esma-i İlahiyeye aittirler. Ağaçlar, çiçekler, meyveler, bitkiler bu sınıfa dâhildir.

”Zîruh olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemal, esmâ-i İlâhiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider; o aynaların değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez. “
Ruh sahibi fakat akıl sahibi değilse onlardaki tecelliler, onlarda göründükten sonra kendi nesillerinin yeni temsilcilerine devredilirler, kendine layık bir saadete giderler.

”Eğer zîruh ise, zevi’l ukulden değilse, onların zeval ve firakı bir adem ve fenâ değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek, onların, o ervâh-ı bâkiyeleri dahi birer esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider.”

Eğer ruh sahibi ise o zaman daha farklıdır esmaların yansımaları. Onu ebedi saadete dünyadan daha güzel bir âleme, cennete taşır. Hakikatte onun için ölüm yoktur.

”Eğer o zîruhlar zevi’l ukulden ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddî ve mânevî kemâlâta medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakîmin dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak değil, belki kemâlâta kavuşmaktır.
Elhasıl: Madem Sâni-i Zülcelâl vardır ve bâkidir; ve sıfât ve esmâsı daimî ve sermedîdirler. Elbette o esmânın cilveleri ve nakışları, bir mânevî beka içinde teceddüt eder; tahrip ve fenâ, idam ve zeval değildirler” (Mektubat )

 İnsan hayatı güzellik ve hüsün  karşısındaki tutumuna göre şekillenir, ya gördüğü güzellikleri kaybetmenin hüznü ve ıztırabı ile hayatını kendine zehir eder, ya da o geçici  güzelliklerin arkasında sabit bir güzelliğin varlığını kabul eder, geçicilere değil, yansımaya değil, yansıtana ilgi duyar, ona ulaşmaya , ona kavuşmaya gayret eder. Ona ulaşmak için hayatını düzenler.

Burada Bediüzzaman iki tip üretmiş ve bunları birbiri ile kıyas ederek farklarını ortaya koymuştur.

Bu iki tip prototiptir, bütün insanları temsil ederler.

Birinci tip” nefsini unutup hayatın zevalini düşünmeyerek hususi kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedit hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azaptır. Çünkü o muhabbetten yetimane bir şefkat, meyusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır, hatta güzel ve zevale maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve firkat hisseder, elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker.

İkincisi; fakat gafletten kurtulan evvelki adam zihayatların mevt ve zevalinde bir Zat-ı Baki’nin baki esmasının daimi cilvelerini temsil eden ayine-i ervahları baki görür, şefkati bir sürura inkılab eder.

 Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemal-i münezzeh ve hüsn-i mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve sanat ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimiyi görür. O zeval ve fenayı tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sanat için bir tazelendirmek şeklinde  görüp, lezzetini ve şevkini  ve hayretini ziyadeleştirir. “(Mektubat 1) ikinci adam bir sanatcı gibi  her şeye bakar.  Ölümün arkasında Allah’ın sürekli olan isimlerinin aynalarını görür. Üzüntüsü neşeye döner. Gelip geçici yaratılan şeylerin arkasında Allah’ın mahlukla kıyaslanamayan farklı güzelliğini görür.

 Bundan sonraki kelimeler özellikle sanat içeriklidir. Nakşı görmek, tahsin etmek yani beğenmek, sanattan anlamak, tezyinden süsten anlamak, güzelliklerin armağan olduğunu anlar, güzellikler ile varlığın aydınlatıldığını görür. O gelip geçiciliği güzelliğin çoğalması, çünkü her güzellik sabit olsaydı çoğalamazdı, ama geçicilik yeni güzelliklere yol açar ve çoğaltır. Galerilerde aynı şeyler değil sürekli değişen şeyler arzedilir ve çesitlilik sağlanır. Eskiyen şeyler terhis edilip yeni şeyler getirilerek lezzet yenilenir, ayrıca yeni şeyler teşhir edilerek sanat zenginliği sağlanır.

 Üç şeyi söyler

 lezzet ,

şevk ve

 hayret .

Biri maddi şeyler diğeri faaliyetin şevk vermesi üçüncüsü en estetik olanı hayret etmek, değişen sanat tablolarından dolayı.

Çok güçlü bir sanat felsefesi insanlığa lazım dünyanın yeni bir sanat teorisine ihtiyacı var bunu Bediüzzaman yapmış, biri çıksa da bunu organize etse.

Batı romanı , tiyatrosu , resimi, bütün bunlardaki tipleri iki şekilde kategorize etmiş,

 birincisi tip

ikincisi ise karakter.

 Romantik ve gotik tiyatro, dram, trajedi hep birinci tip içinde yer alır,

 ikinci tip de ise büyük ideal adamları ve karakterler, böyle eserler var mı ?

Güzelliklerin yorumu kişi için zorunlu bir hayat safhasıdır.

”Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-ı Hak yolunda hüsn-ü istimâl etmiş, cihazâtını, duygularını hüsn-ü sûretle istihdam etmiş; Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû ve ubûdiyetkârâne muhabbetin neticesi olarak, Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı zînet ve letâfetinin numûneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsün ile vücudunu süslendirip, herbiri ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hûrileri o dâr-ı bekàda vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve ispat edilmiştir.” ,

Bediüzzaman dünyadaki güzellik anlayışı ve güzeli eleştirir, cennetteki güzelliği yüceltir.

Hurilerin insanın güzelliğe düşkün olan bütün özelliklerini tatmin edecek bir şekilde yaratıldığını söyler.

 Gerçek güzel özne dünyadaki gibi sadece bir görüntü değil, sürekliliktir.

Huriler güzelliğin ve cemalin kısımlarını gösterirler.“ Bu ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada, hüsün ve cemâl, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mâni olmazsa, yeter.

Hâlbuki güzel, hayattar, revnaktar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan Cennette, göz gibi bütün insanın duyguları, latîfeleri, cins-i latîf olan hûrilerden ve hûriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, Cennetteki nisâ-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler.

 Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer latîfenin medâr-ı zevki olduğunu hadîs işaret ediyor.

Evet, “Hûrilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi”

tâbiriyle hadîs-i şerif işaret ediyor ki, insanın, ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve latîfeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek maddî ve mânevî her nevi zînet ve hüsn-ü cemâle, hûriler câmi’dirler.

 Demek, hûriler Cennetin aksâm-ı zînetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek sûrette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyâde ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar”(Sözler)

 Estetik güzeli anlatırken güzel karşısında duyulan estetik hazzın ötesine gidemez. Bediüzzaman ise hüsn-i istimal diye bir yorum yapar, yani insanın arzularını yerinde, güzel surette kullanması ile ahirette daha güzel sonuçlar alacağını belirtir. Sevgisini meşru ve kulca kullanan bir kişiye mükâfat olarak hurileri verecektir. Huriler ise yetmiş değişik görüntü ve süs ile görünecek ve görüntülerini cennetin görüntüleri de tamamlayacaktır.

O hurilerin her biri ruhlu bir küçük cennet olacaktır.

 Bunu “ yetmiş enva-ı hüsün” kelimesi ile ifade eder. Estetikteki gibi güzelliği bir görüntü değil daha ötesine taşır. Kişi dünyada meşru muhabbet gösterir, güzelliklerle onun kaynağı olan Allah arasında bağlantı kurar ve ne güzel yapılmıştır derse, güzellik hissi hüsünperestliği daha da artacak ve o artışa uygun güzellikler ona cennette sunulacaktır.” hüsünperest, cemâlperest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin defînelerine yol açar, baktırır”(Sözler)

Demek yerinde kullanılmayan muhabbetler insanı güzelliklere değil çirkinliklere muhatap edecektir, çirkinliklerin yeri de cehennemdir.

İnsana verilen göz bütün güzelliklerin nevilerini hissedecek bir derinliktedir, ve ruhun âlemi seyreden penceresidir.

 Ama o pencereden seyrettiği şeylere karşı takındığı tavırlarla yeni bir mahiyet kazanacaktır. Eğer insan Allah’ın kâinata ve olaylara, nesnelere yansıyan güzelliklerine, yapısında olan güzelliğe karşı ilgiden dolayı iyi yaklaşırsa daha harika güzelliklerin meskeni olan cenneti elde edecektir.

 Güzellik sadece estetik tavır alınan bir şey olmaktan çıkıyor, daha güzeli talep eden bir mahiyet kazanıyor.

 Bu batılı estetik filozoflarının varamadığı bir büyük yüksekliktir.

“Her isminde pekçok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve Cennet, bütün güzellikleriyle ve ni’metleriyle Onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve kemâlât, Onun cemâline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir Zâtı mahbub ve ma’bud ittihaz et!”

 Bediüzzaman bu yüzden güzelliğe karşı makul tavır almayı ve daha güzellerin iklimine gitmeyi insana salık verir.

 Bütün güzellikler hüsün, cemal, mehasin, kemalat onun güzelliklerinin emareleridir. Bu emarelerden kaynağa kişi tutumu ile yeni bir insan özelliği elde eder.

Bediüzzaman edebi türleri ve batı sanatını değerlendirirken ortaya çıkan tipin özelliklerini anlatır. Aşkı sadece cinsellik olarak kabul eden bu tip güzellik ve aşk noktasında hakiki aşkı bilmez.

“Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez” der.

 O tip “Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred  tanımaz.”

Gözü ve dili yerinde kullanılmaz, dili yalancı gözü ise fasıktır, sahte güzelliklerden kendini alamaz. Cismani güzelliklerden anlar,ama güzelliklerin arkasındaki hakiki mücerred güzeli tanımaz. Çünkü yerinde kullanılmayan bir güzellik aleti menfi anlamda gelişir. Bir hüsün kelimesi ne kadar geniş boyutlu  anlatılmıştır.

32. sözde bir heykeltıraşın bir heykel biçimlendirirken onda tecelli eden isimlerden Bediüzzaman Allah’a göndermeler yaparak birbirini  yapılan işe göre takib eden isimleri sayar, fiilleri sayar. Bu adeta estetik bir heykeltıraş atölyesi dersidir. Bir heykelin hüsün ve süslemeye kabiliyeti anlatırken ustanın veya Allah’ın güzellik irade etmesini, güzelleştirmeyi düşünüp uygulamasını söyler.

 Daha sonra yine aynı heykel üzerinde güzelleştirme isteği ve ondan doğan aşkı anlatır, birbiriyle bağlantılı hale getirir.Heykele konan güzellikler manevi bir güzelliğin yansımalarıdır. “Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemâl, mâdem kendini sever; kendini aynalarda görmek ister. İşte heykele konulan ve sûrete takılan sevimli ni’metler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin-kendi kabiliyetlerine göre-birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları hem cemâl sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.”(Sözler)

Bediüzzaman yorumculuğu siyaset ve etnik konuların baskısı altında Bediüzzaman’ın çok yönlü derinliğini gölgeliyor, metinlerinin çok belli bir yüzdesi yorumlanıyor, özellikle siyaset ve daha başka güncel konular cazibesi dolayısıyla Bediüzzaman’ı hem gölgeliyor hem de karalıyor.

   ‘’ O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defîneler bulunduğunu işaret eder. İşte şu derece âlî, nazîrsiz gizli bir cemâl ise, kendi mehâsinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir aynada müşâhede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister.

 Demek, iki vecihle kendi cemâline bakmak-biri, her biri başka başka renkte olan aynalarda bizzat müşâhede etmek; diğeri, müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşâhede etmek-ister.

 Demek, hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücudlarını ister. Çünkü, dâimî bir cemâl ise, zâil bir müştâka râzı olamaz. Zîrâ, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder.

Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıddır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

 Mâdem, o nihayetsiz sehâvet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktizâ ederler. Hâlbuki şu misafirhâne-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehâvetin ihsanını ancak az bir parça tadar, iştihâsı açılır; fakat, yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye gidiliyor. ‘’ Bediüzzaman bu paragrafta hüsün kelimesi ile ilgili en geniş izahını yapar, esmayı çok yönlü tahlil eder.

Güzellik ve cemal ve  hüsün görmek ve görünmek ister, şeklinde ifade edilen büyük kaideden hareketle alemin yaratılışını, yaratılan alemin güzelliklerinin bir seyirci gerektirdiğini, bu seyircilerin seyircilik görevini hakkıyla yerine getirenlerin daha büyük güzellikleri görmek hakkını onlara kazanacağını, ebediyetin zorunluluğunu etraflıca izah eder. Hareket noktası yine hüsündür.

 Bu satırlar bütün sanat felsefesinin temel kuralını izah eder.

Sanatçı da kendindeki güzelliği ortaya koymak için  çaba harcar, eserlerini yaptıktan  sonra onları kamuya sanat severlere arz eder. Bediüzzaman bu sanat severlere istihsan edenler, tahsin edenler, Allah ise muhsinler der.

Ama Allah’ın deyişinin aksamı farklıdır.

Sanat bütün bu ilahi bağlantıları kopararak sadece insanı kendi yaptığı birkaç ruhsuz şeyle yalnız bırakır. İnsan ebedi bağlantılar ihtiva eden bir sanat anlayışını görmeyip kendini dar bir yere hapsederek zulm eder.

 Batı sanatı büyük oranda nihilizm ve ateizmin yalakalığını yapar.

Bediüzzaman’ın hüsün kelimesini bir de Mucizat-ı Kur’an’iye risalesinde tarif ederek anlatır. Hüsün bir güzelliği meydana getiren cüzler arasındaki tenasübden , yani benzeşmeden, uyumdan hasıl olur.

 Bu güzelliğin  asgari düzeyde  tarifidir. Ama Bediüzzaman bunu Kur’an ayetleri arasındaki  tenasübden doğan hüsün şeklinde ifade eder.

 Bu ancak onun fark edeceği bir büyük azametli, derin Kur’an’ın estetik düzenine ait bir hakikattir, biz onun her söylediğini anlayacak düzeyde değiliz. Yani Kur’an ayetleri arasında da bir nesnenin şubeleri parçaları arasında insanın ilk bakışta hissedeceği bir güzellik vardır, ama o büyük güzellik ve tenasübü görecek ilim , hayal kudreti kimde varsa o anlasın. “İnnallahe yemuru bi’l-adli vel ihsani ve itai zil kurba ve yenha anil fahşai vel münkeri vel bağy “

ifade ettiği hakikat-i câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imâniyenin herbirisini tafsîlen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir.

Muvâzenesini muhâfaza edip, tenâsübünü idâme edip, o hakàikın heyet-i mecmûasının tenâsübünden hâsıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsi neş’et eder. “ (Sözler)

 Bu ayetten önceki beş ayetle birlikte varılmış bir hükümdür biz sadece sonuncusunu aldık.

Bediüzzaman peygamberimizi anlatırken âlemdeki hakikatlerle peygamberimizin anlattığı hakikatler arasındaki uygunluğu ve güzelliği nazara verir.

Bu da çok ince bir uhrevi estetik izahıdır. Yani mutlak kemal olan Allah’ın vahdaniyeti ve mutlak hayır olan ebedi saadet, âlemdeki bütün hakikatlere uygun ve onlarla birlikte güzeldir.

 “Hem beyan ettiği kemâl-i mutlak olan vahdâniyet-i İlâhiye ve hayr-ı mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakaik-i âlemin hüsün ve kemâline muvafık ve mutabık olduğundan, o, dâvâsında elbette sâdıktır”

Sıdkı bir başka şekilde dünyevi güzelliklerle tarif ediyor. Allah’ın vahdaniyeti ve ebedi saadet arasındaki uyumdan doğan bir sıdk!

 Sıdk iki hakikat arasında veya fiil ile söz arasındaki uyum ise peygamberimizin anlattıkları ile de dünyevi hakikatler arasındaki uyumdan doğan bir sıdk.

Bir kelimeye ne kadar azametli bir kullanım alanı getirmiş.

Üçüncü Lem’a hüsün ve güzelliklere müptela olan insan kalbinin Allah ile ondan yansımış güzellikler arasındaki zihni ve ruhu ve davranışsal çekişmeyi anlatır.

 Burada  iki insan tipi karşılaştırılarak güzellik ile güzelliklerin kaynağı olan Allah arasında şaşkın olan kalbin kavgası ona yardım için şerhedilir.

Bediüzzaman kalbin Allah’a dönük bir mücadele vermesi yolunda cümleler kullanır.

 “Madem o hadsiz mahbubat fanidirler, beni bırakıp gidiyorlar, onlar beni bırakmadan evvel ben onları Ya Baki Entel Baki demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bakisin   ve senin ibkan ile  mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim . Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir, yoksa alaka-yı kalbe layık değiller, demektir.

 İşte bu halette kalb hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fanilik damgasını görür alaka-i kalbi keser. Eğer kesmezse  mahbubları adedince  manevi cerihalar oluyor.

İkinci cümle olan  Ya Baki Entel Baki  o hadsiz cerihalara  hem merhem hem tiryak oluyor. Yani  Ya Baki  Madem Sen bakisin yeter, her şeye bedelsin. Madem Sen varsın her şey var, Evet mevcudatta  sebeb-i muhabbet olan  hüsün ve ihsan  ve kemal umumiyetle  Baki-i Hakikinin  hüsün ve ihsan ve kemalatının işaratı  ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir, belki  cilve-i Esma-i Hüsna’nın  gölgelerinin gölgeleridir. “(3 Lem’a )

İnsan dünyada perdelerden geçmiş zaif gölgeler peşinde hayatını heba eder. Çok az insan gölgelerden  kendini kurtarabilir.

Geldik meselenin odak noktasına, bütün bu güzelliklerin ve hüsünlerin varlığı ve kainatın böyle hüsne ve güzelliğe göre tefriş edilmesinin  ötesinde önemli olan insanın bunları görmesidir. Çünkü güzellikleri gören ve değerlendiren sadece insandır, bu güzellikler insanlar için üretilmiştir.

Bediüzzaman görmeyenleri eleştirir.

 “Nasıl ki yüzer hüner ve san’at ve kemâl ve cemâlleri bulunan bir zât, her bir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve her bir kemâl kendini izhar etmek ve her bir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince, o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemâlâtını ve gizli güzelliklerini târif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir harika sarayı yapmış.

 Her kim o mucizeli sarayı temâşâ etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehâsinine ve kemâlâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklitsiz muhterii olamaz. Belki onun mânevî hüsünleri ve kemâlleri bu sarayla tecessüm etmiş gibidir” hükmeder.
Aynen öyle de, bu kâinat denilen dünyadan, meşher-i acaip ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki, bu saray bir aynadır; başkasının cemâlini ve kemâlini göstermek için böyle süslenmiş. Evet, madem bu saray-ı âlemin başka emsâli yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zâtında ve esmâsında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış”(şualar)

Göremeyenleri aklı çürük ve kalbi bozuk olarak niteler. Görmek ve temaşa etmek Bediüzzaman ve Kur’an estetiğinde önemli bir eylemdir.

O da yeri gelince anlatılacaktır. Çünkü Bediüzzaman harika iki göze ve temaşa eden basirete sahiptir, bütün eserleri temaşa ve görmek ve seyretmektir, ve onlarla  İlahi bir empati kurmaktır.

 Bir edebiyatcı olarak baksanız dünyanın büyük dahi edebiyatcılarını getirin bir kelimeye bukadar okyanus genişliğinde anlam verebilir mi?

Din adamları derseniz, onlar belli kurallara bağlı olduklarından onlar için böyle bir yorum da gecersizdir.

Kaldı filozoflar onların zaten kelime derinliği gibi bir sorunu yok.

O halde bu şahıs kimdir bu nevi şahsına münhasır bir adam Bediüzzaman. Onun hayal ve zihninin, kaleminin, gözleminin boyutlarını ortaya koyan çok içerikli bir bakış açısı.

Prof. Dr. Himmet Uç

Nefse Karşı En Etkili Silah!

İnsan midesi kadardır. Mide kalp kapısıdır. Her lokmaya açandır ya da kapatan. Bu sırrı bilen ehl-i velayet her lokmada Bismillah ve sonunda elhamdülillah der. Kırk gün bu sır üzere yemek yiyenin de manevi hallerinin inkişaf edeceği söylenir. Tahiri Mutlu Ağabeyin hep bu şeklide yediği belirtilir.

Nefis az yemek ve az uyumak ile emmareden vazgeçer. Riyazet denen az yemenin piri İsa aleyhisselamdır. Tüm peygamberler bu yolu salık vermişlerdir. Yahya peygamber zahitler reisidir. Çocukluğundan beri Allah korkusundan ağlayan, kıl cübbeden başka bir şey giymeyen, yemeyip içmeyen Yahya alehisselam birgün arpa ekmeği ile karnını iyice doyurur. O gece uyanamaz ve gece zikrini de yapamaz. Rüyasında Rabbi ona seslenir,

Ey Yahya! Kendin için benim evimden daha hayırlı bir ev mi buldun? Yahut bana yakın olmaktan daha hayırlı bir muhit mi buldun? İzzetim ve celalim hakkı için eğer Firdevs cennetine muttali olsaydın ve cehennemi hakikatiyle kavrasaydın gözlerinden yaş yerine irin akıtarak ağlar ve kumaş yerine demir elbise giyerdin.

Rabbe giden yolda nefis engeli az yeme ile kırıl ve kalp kapısı midenin yol verdiği kadar açılır. Dünya zevki taama konulmuştur. İnsanda hayvanî kısımları açan taamdır. Taamdaki her çeşit zevk, insanda bir zevk noktasını açar. Her zevk de insanı dünyaya bağlar. Efendimiz bunun için şöyle buyurmuştur:

Kalplerinizi oburca yiyip içerek öldürmeyin. Çünkü aşırı derecede sulanan ekinin öldüğü gibi kalp de ölür.

Yine Efendimiz kalplerin nasıl nurlanacağı ve nefsin nasıl alt edileceği konusunda şu tavsiyelerde bulunmuştur:

Kalplerinizi açlıkla nurlandırınız. Açlık ve susuzluk silahıyla nefsinizle cihat ediniz. Açlıkla cennetin kapısını çalmaya ısrarla devam ediniz. Zira nefsini terbiye etmekle mücadele edenin mükafaatı Allah yolunda cihat edenlerin mükafatına denktir. Allah katında nefsi açlık ve susuzlukla terbiye etmekten daha sevimli bir amel yoktur. Midesini sürekli dolu tutan melekut alemine asla giremez. Oburluğa devam edenler ibadetlerden lezzet alamaz.

Nefis, şeytanla insana karşı müttefiktir. Şeytana karşı kalp kapılarını açan nefistir. Nefse karşı en etkili silah az yemek ve yemekte çeşidi azaltmaktır.

Az yemenin temeli kalbi inkişaf ettirip ruhu güçlendirmektir. Cesedin ağlamasına karşılık ruhun gülmesini sağlamaktır. Nefis dünya ile zevklenir, kalp cennet ile, ruh da Allah ile zevk eder. Nefis bağı olan ceset az yemek ile zayıflatılınca kalp nefse galabe eder. Nefis toprak edilmeli ve nefis toprağı az yemekle sürülmeye başlanmalı ta ki ten incinsin ve incelsin; nefis emmeare ve levvame boyutlarını aşsın.

Aynı zamanda açlık sabır duysunu ve iradeyi güçlendirir. Hz. Fatıma kadar açlığa maruz kalan olmamıştır. Açlıktan çoğu zaman rengi sararır ve bayılır. Çünkü Hz. Fatıma kalp sırrındadır. Velayet silsilesinin büyük anası, kalbi inkişaftaki sırırın en güzel örneğidir.

Hz. Ebu Bekir’in şu sözleri midenin kalp ile araya giren en büyük engel olduğunun güzel bir tespitidir.

İbadetin zevkini almak için müslüman olduktan sonra doyasıya yemedim. Rabbime kavuşma iştiyakından dolayı kana kana su içmedim.

Kalp sırrına erilmezse ibadetten zevk alınmaz. Kalbi tahliyede önce mideden başlamak gerekir.

Dolu mide kalp duvarı, nefis dostudur..

 Nuriye Çeleğen

Nuraniyet ve Kuantum Âlemi

            Giriş

Nur kelimesinin karşılığı lugatlarda ‘aydınlık, parıltı, parlaklık, ışık, ziya’ olarak verilir ve nur her çeşit karanlığın zıddı olarak ifade edilir. Nur, aynı zamanda Allah’ın 99 isminden biridir ve bu isim, bütün nurların kaynağı, yaratıcısı ve vericisi anlamında kullanılır. Yani Allah Nur’dur ve bütün âlemleri ve dilediğini nuruyla nurlandırır. Nur kelimesi ayrıca manevi aydınlığa sebep olan Kur’an, iman ve peygamber için de kullanılır – iman nuru, nübüvvet nuru gibi. Nurlu olan veya melekler gibi nurdan yaratılan şeylere nuranî ve nurlu olma haline de nuraniyet denir. Nur’un zıddı, daha doğrusu yokluğu, zulmettir – aynen ilmin yokluğu cehalet, ışığın yokluğu karanlık ve ısının yokluğu soğukluk olduğu gibi.

Kur’an-ı Kerim’in 24üncü sûresinin ismi Nur’dur ve Nur sûresinin 35. Ayetinde nur bir örnekle şöyle izah edilir:

Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile, neredeyse aydınlatacak kadar berraktır. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlar için misaller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir[1].

‘Nur’ kelimesi Kur’an’da 43 yerde geçmektedir[2]. Binbir ismiyle Allah’a bir yakarış olan Cevşen-ül Kebir duasının 46. cüzünde Allah’ın Nur ismi şu ibarelerle vasıflandırılır:

Ey nurların nuru, ey nurları nurlandıran nur, ey nurlara şekil veren nur, ey nurları yaratan nur, ey nurları takdir edip belirleyen nur, ey bütün nurların kendi tasarrufu altında olan nur, ey bütün nurların evveli olan nur, ey bütün nurların ahiri olan nur, ey bütün nurların fevkinde olan nur, ey benzeri olmayan eşsiz nur!”

Nur ile ilgili diğer bazı ayetler ise şöyledir:

Yahut (inkârcıların küfür içindeki halleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur[3]”.

Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler[4].

Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır. Kitap (Amel defterleri) ortaya konur. Peygamberler ve şahitler getirilir ve haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir[5].

Ey iman edenler; Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” [6].

Nur, fiziki bir karşılığı olmamasına ve ne olduğu tam olarak anlaşılmamasına rağmen, güzel çağrışımları olan ve ifade ettiği mânâ sevilip kalbe ferahlık veren latif bir kelimedir. O yüzden Nur ve nur kelimesinden türetilen birçok isim bilhassa letafetleriyle melekleri andıran kız çocukları için yaygın olarak kullanılır:

Nur, Nuran, Nuray, Nurbanu, Nurcan, Nurcihan, Nurdoğan, Nurdan, Nurfidan, Nurgül, Nurhayat, Nuriye, Nurnigar, Nursel, Nursema, Nurselin, Nurseven, Nurşen, Nurtane, Nurten; Ayşenur, Binnur, Fatmanur, Halenur, İlknur, Öznur, Şennur, Tubanur.

Erkekler için de yaygın olarak kullanılan bir kaç isim; Nureddin, Nuri ve Nurullah’dır. Zamanımızın büyük müfessiri Bediüzzaman Said Nursi de telif ettiği külliyatına ‘Risale-i Nur’ adını vermiş ve ilim şahikası olan eserlerini nur ile ilişkilendirmiştir.

            Işık, Ziya ve Nur

Işık, ziya ve nur kelimeleri, aralarındaki nüans farklarına ve değişik çağrışımlarına rağmen çok defa eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bazen da bu kelimelere mesnetsiz olarak özel manalar yüklenmekte ve mecaz manalar gerçekleriyle karıştırılmaktadır. Esas olarak ışık, ziya kelimesinin Türkçe karşılığıdır. Dolayısıyla ışık ve ziya, güneş ve lambalardan gelen gözle görülüp aletlerle ölçülebilen ve kendini aydınlık olarak gösteren maddî veya fizikî varlığı temsil ederler. Nur ise ilim ve iman gibi gözle görülmesi veya aletlerle ölçülmesi söz konusu olmayan ancak akıl ve kalpte (ki madde-dışıdır) aydınlık olarak varlığı hissedilen madde-dışı veya fizik ötesi varlığı temsil eder. Yani ışık ve ziya maddî aydınlanma, nur ise manevî aydınlanma ile alakalıdır. Ancak aydınlanma ile olan bu ortak bağdan dolayı nur da metaforik manada ışık ve ziya olarak tarif edilir ve bir bakıma cisimleştirilir.

            İlim Işığı

Nur kavramını anlamak için basit bir örnek, ilimdir. Bildiğimiz ışık, biyolojik göz ile varlıkların ve olayların dış yüzünü görmemizi sağlar. İlim, varlıkların ve olayların iç yüzünü aydınlatıp mahiyetini akıl gözüne gösteren madde-dışı bir ışık yani nurdur. Bildiğimiz ışık varlıkların dış yüzünü ve dışa dönük fiziksel özelliklerini, bilgi ışığı ise varlıkların iç yüzünü ve mahiyetini gösterir. İnsanlık için aydınlanma, ilim ışığı ile olur. Biyolojik göz, bildiğimiz ışık ile hali görür. Akıl gözü ise nurani ilim ışığı ile hal ile beraber geçmiş ve geleceği görür ve insanı ‘zaman üstü’ bir varlık yapar. Biyolojik göz ışıksız ortamda yani karanlıkta göremez ve ışık olmasaydı gözün varlığı anlamsız olurdu. Akıl gözü de cehalet ortamında göremez ve ilim olmasaydı aklın varlığı abes olurdu. İlim kâinatta ezelden beri var olan manevî bir katman veya ışıktır ve zaman-mekan üstüdür. Toplumları aydınlatmada, ilim güneşi münevverlerin yaydığı ilim ışığı, gökteki güneşin verdiği ışıktan önemsiz değildir. İlim tahsilinin temel gayesi ve neticesi, kişinin akıl ve fikir âleminin inşası, imarı ve aydınlatılmasıdır. Tabi bu fiziki değil nuranî bir aydınlanmadır.

Pozitif bilimlerin kaynağı gözlemdir ve bilimsel araştırmalar, varlıklar ve olaylar gözlenerek yapılır. Çünkü atomdan galaksilere her şeyin madde-dışı sağlam bir ilmî yapısı vardır ve her şey âdeta bir ilim ağı ile örülmüştür. Bilimsel çalışma denen şey varlıkların bu ilmî vücudunu tam ve doğru olarak ortaya çıkarma gayretlerinden ibarettir. Bu da varlıkların yapısındaki ilim pırıltılarını gözlemleyerek, pırıltıların kaynağı olan evrensel ilim güneşini akıl gözü ile görmek ve göstermekle yapılır. İnsan olmadan evvel de ilim vardı, çünkü fenlerin de dikkatli araştırmalar sonunda keşfettiği gibi evrende her şey ilim ile yapılmıştır.

Evrende her şeyin ilim ile yapılıyor olması ve adeta varlıklardan ilim ışıldaması evrende her şeye nüfuz eden yaygın bir nurani ilim ışığının varlığını gösterir – aynen elmastaki ışık pırıltılarının çevrede yaygın bir ışık âleminin varlığını göstermesi gibi. Ancak varlıkların temel yapıtaşlarında “ilim” diye maddî bir unsur yoktur ve dolayısıyla varlığı konusunda hiçbir şüphe bulunmayan ilim madde değil madde-dışıdır, yani manadır. Ve evrende yerçekimi kuvveti gibi her şeye nüfuz eden ve zaman ve zemin üstü yaygın bir ilim katmanı vardır. Bu madde-dışı (mânâ) ilim katmanından gelen ilim ışığı bildiğimiz ışıktan farklı olarak maddî beden gözü ile değil, manevî akıl gözü ile algılanabilir.

            Güzellik ve Sanat Işığı

Benzer şeyler güzellik ışığı (nuru) ve sanat ışığı için de söylenebilir. Hayatta ne olduğu bilinmeyen, ancak görüldüğü zaman tanınan şeyler vardır ve herhalde güzellik, estetik ve sanat bunların önde gelenlerindendir. Güzellik, “Ölçülülük ve uyumluluktan doğan bir manevi ışık veya nur” olarak tanımlanabilir. Yani madde veya hareket öyle bir hale getirilebilir ki, güzellik ışığını alıp yansıtabilir – aynen karbon atomlarının bir kristal halinde dizildiklerinde bildiğimiz fizikî ışığı alıp pırıl pırıl yansıtabildiği gibi. Çirkinlik de güzelliğin yokluğu olarak tanımlanabilir. Estetik de güzelliği tanımlama bilimimi veya sanatıdır. Gülü görmek başka, güldeki güzelliği görmek başkadır. Birinciyi biyolojik göz görür, ikinciyi ise güzellik anlayışına sahip şuurlu varlıklar manevi kalp gözleriyle görürler. Gülü güzel yapan herhalde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir güldeki bir hidrojen veya azot atomu ile ezilip çamur haline getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu tamamen aynıdır – elmas ile grafitteki karbon atomlarının aynı olması gibi. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre, gülün güzelliği kendisinden yani maddesinden değil, dışarıdan gelir – aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi. Gül ve diğer güzel şeylerin özelliği, bu güzelliği alıp yansıtabilmeleridir.

San’at ise madde, renk, şekil, ses, hareket veya kelimelerle yapılan ve şuurlu varlıklarda hayret, hayranlık, takdir, merak, beğeni, efsun ve nihayet yüksek haz gibi hisleri uyandıran yaratıcı iş ve hareketlerdir. Sanatkâr, ham maddelerini öyle bir şekilde bir araya getirip bir manzume oluşturur ki manevi sanat ışığı (nuru) eserinde parlamaya başlar. Benzer şekilde, hayat, şefkat, adalet, irade, akıl, fikir, şuur, güzel koku, temizlik ve sevgi için de manevi ışık (nur) tanımlamaları yapılabilir.

            Madde, Enerji ve Nuraniyet

Bildiğimiz fizik âlemi enerjiden oluşur. Fiziğin başlangıcı olan ve 13.7 milyar yıl önce meydana geldiği hesaplanan büyük patlamanın ilk safhalarında sadece enerji vardı. O safhada her şey her şeyin içindeydi ve bir hacim kaplamaktan bahsetmek söz konusu değildi. Patlamanın ilk saniyesinin kesirlerinde sıcaklığın hızla düşmesi ve enerjinin yoğuşmasıyla önce quark ve gluon gibi temel parçacıklar ve akabinde onların da birleşmesiyle proton ve nötronlar oluştu. Elektronların oluşması ve madde-karşı madde etkileşimleriyle parçacıkların büyük bir kısmının tekrar enerjiye dönüşmesi ilk saniye içinde yer aldı. Sıcaklık ilk dakikalarda bir milyar dereceye düştü ve bir kısım protonlarla nötronlar birleşip helyumun çekirdeğini oluşturdu. Ancak protonların büyük kısmı hidrojen çekirdekleri olarak varlıklarını sürdürdü. Hesaplamalara göre, büyük patlamadan 379 bin yıl sonra çekirdeklerle elektronlar birleşip atomları (çoğunlukla hidrojen) oluşturdu ve madde ile enerji ayrışmaya başladı. Maddeye dönüşmeyen enerji de kozmik geri plan radyasyonu olarak varlığını sürdürdü[7].

Madde moleküllerden, moleküller atomlardan ve atomlar da elektron, proton ve nötron gibi atom altı parçacıklardan oluşurlar. Madde enerjinin yoğuşmuş bir şeklidir ve madde ve enerji Einstein’in meşhur E = mc2 formülüne göre birbirine dönüşebilir. Hatta denebilir ki madde, enerjinin letafetini kaybedip kesifleşmiş bir halidir. Maddenin iki temel özelliği kütlesinin olması ve yer kaplamasıdır. Dolayısıyla madde, ‘kütlesi olan ve hacim kaplayan şey’ olarak tanımlanır. Madde ve enerji fizikî varlıklardır, her ikisi de fizik kanunlarına tabidirler ve gözlenip ölçülebilirler. Ancak maddeden farklı olarak enerji (güneşten gelen ışık gibi) bir hacim kaplamaz ve durağan kütlesi yoktur (enerjinin E = mc2 formülünden hesaplanan eşdeğer kütle karşılığı vardır). Yani enerji, kesif olan maddeden farklı olarak, kütlesi olmayan ve tek başına bir hacim kaplamayan latif bir varlıktır. Ancak fiziki bir varlık olarak belli kısıtlamalara tabidir – örneğin elektromanyetik radyasyonun hızı, ışık hızını geçemez.

Madde ve enerji aynı bütünün iki parçası ve adeta birbirinin kaynağıdır. Güneşte madde daimi olarak enerjiye dönüşmekte ve güneş enerjisi dünyaya ısı ve ışık olarak saniyede 300 bin kilometre hızla gelmektedir. Yani madde, kütlesiz ve yer kaplamayan bir şeye (madde-dışına) dönüşmekte ve maddenin hiç bir zaman ulaşamayacağı bir hızda hareket etmektedir. O zaman denebilir ki, görünen fizik âlemini teşkil eden ve varlıkları gözlemlerle sabit olan madde ve enerji aynı tür varlıklar değildir. Biri kesif, diğeri latiftir. Latif olan şeylerde bir derece zaman ve zemin üstülük vardır ve latif şeylere yarı nurani de denir. Kısmı kayıtlılık hali olan letafet veya yarı nuranilik varsa, bunun uzantısı olan zaman ve zemin kayıtlarından tam sıyrılmışlık hali olan tam nuranilik ve nur da vardır.

O zaman varlıkları tam nuraniyetten tam kesafete kadar uzanan bir letafet-kesafet cetvelinde sıralamak ve varlıklara nur-madde karışımı olarak bakmak gerekir. Gözlemlerle sabittir ki, varlıklarda atom altı seviyede nuraniyet, atom üstü seviyede ise kesafet hakimdir. Örneğin atom-üstü kesif bir varlık olan tenis topunun hem yeri, hem de hızı ölçümlerle tam bir kesinlikle belirlenebilir. Ancak atom-altı latif bir varlık olan elektronun hem hızı hem de yeri belirlenemez. Hızı belli ise yeri belli değildir. Yani hiçbir yerde değildir veya her yerde olabilir. Hatta aynı anda iki farklı yerde olabilir. Ancak elektronun bazı yerlerde olma ihtimali daha yüksektir ve bu ihtimal dağılımı bir dalga fonksiyonu olarak ifade edilir. Bu fenomen fizikte ‘Heisenberg’in belirsizlik prensibi’ olarak bilinir. Zaten bu yüzden atom altı dünyada kuantum teorisi, atom üstü dünyada ise Einstein’in izafiyet teorisi hâkimdir ve bu iki teoriyi birleştirecek bir ‘birleşik teori’ tüm gayretlere rağmen henüz ortaya konamamıştır. Fizik-dışı paralel evren veya çoklu evren türü yaklaşımlarla bazı fenomen izah edilmeye çalışılmış, ancak nuraniyet kavramı açıkça ortaya konmadığı için bir yere varılamamıştır.

Biz elektronu parçacık olarak hayal ederiz, ama elektron aynı zamanda dalgadır – aynen elektromanyetik dalgalar gibi. Elektronun dalga özelliği, girişim deneylerinde net olarak görülmektedir. Zaten o yüzden atomaltı dünyada parçacık-dalga ikilemi özelliği kuantum mekaniğinin temel taşlarından biridir. Yani elektron ve diğer atom altı parçacıklar bazen parçacık gibi davranırlar, bazen da dalga olarak. O zaman denebilir ki, atom altı parçacıklar ne parçacıktır, ne de dalga. Çünkü bunlar çok farklı özelliklerdir. Örneğin ses havada dalga olarak yayılır ve tabancadan çıkan kurşun bir kütle parçası olarak gider. Bunların zıddı olamaz. Keza, bir meyve hem elma hem de aynı anda armut olamaz. Eğer oluyorsa o meyve ne elmadır ne de armut. O zaman atomaltı parçacıklar öyle bir şey olmalıdır ki iki zıt karakterde – hem dalga hem de parçacık – tezahür edebilsin. Bu da ancak kesafetten uzaklık yani nuraniyete yakınlık ile olabilir.

Benzer bir argüman genelde elektromanyetik dalga olan ancak parçacık özelliği (foton) da gösteren ışık için de verilebilir. Elektrondan çok daha küçük olan ve elektrik yükü olmayan atom altı parçacık nötrino ise kesafetten o kadar uzaktır ki, adeta varlık yokluk arasındadır ve ölçülmesi son derece zordur. CERN’deki deneylerde varlığı teyid edilmeye çalışılan ve ‘Tanrı parçacığı’ olarak bilinen Higgs parçacığının küçüklüğünden dolayı nuraniyete daha da yakın olduğu görülecektir – tabi eğer ölçülmesi mümkün olabilirse.

Masa ve sandalye gibi maddeden yapılan kesif varlıklardan farklı olarak, enerjiden (örneğin ışık) yapılan latif varlıkların kütlesi yoktur ve yer de işgal etmezler. Başkalarının olduğu yere yerleşiverirler. Nitekim havada aynı noktada elektromanyetik enerji formunda yüzlerce yayın vardır, ancak bir izdiham söz konusu değildir. Hepsi birbiri içinden saniyede 300 bin km hızla geçer. Yani bir saniyede dünyanın etrafını birkaç kez dolaşabilir ve adeta bir anda her yerde bulunur. Keza, lamba, kütlesi olan ve hacim işgal eden bir şeydir ve dolayısıyla kesiftir. Ancak lambadan çıkan ışık kütlesizdir, hacim işgal etmez ve belli bir yeri yoktur – adeta her yerdedir. Sadece, ışığın şiddeti lambadan uzaklaştıkça azalır.

Nuraniyete en yakın madde şekli muhtemelen karanlık madde ve nuraniyete en yakın enerji türü de karanlık enerjidir. Çünkü karanlık madde ve karanlık enerji ilmen vardır, ama deneysel olarak gözlemlenememiştir. Hesaplamalar gösteriyor ki, galaksilerdeki yıldızları bir arada tutan  çekim kuvvetinin görünen kütle ile sağlanması mümkün değildir. O halde “karanlık madde” denen görünmeyen bir tür madde ilave çekim kuvvetini sağlıyor olmalıdır. Karanlık madde ışığı vermez, soğurmaz ve yansıtmaz. Elektron, proton ve nötronlardan oluşmaz. Ayrıca, 1998’de Hubble Uzay teleskobu gözlemleri gösterdi ki, uzayın genişlemesi çekim kuvvetinden dolayı yavaşlamıyor; zannedilenin aksine hızlanıyor. Astrofizikçiler, bunun ancak hiç kimsenin bilmediği “karanlık enerji” denen esrarengiz bir enerji türünün sebep olabileceği sonucuna vardılar. Çünkü bu ivmelenme etkisinin mevcut evrende hali hazırda var olan bir şeyce sebep olunması mümkün değildir. Neticede ortaya çıkan manzara, evrenin yaklaşık %70’inin karanlık enerji, %25’inin karanlık madde ve geri kalan %5’inin de aletlerle gözlemlenebilmiş nötrino dahil her şeyi içeren normal evrenden teşekkül ettiğidir. Bu demektir ki, içinde yaşadığımız evrenin büyük çoğunluğu “fiziksel” bir halde değil, “ilmen” vardır ve ancak akıl gözü ile görülmektedir[8].

Kur’anda ‘Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık[9] ve ‘Cin’i de yalın bir ateşten yarattı[10] ayetlerinde bahsedilen yalın veya dumansız ateş, yani varlığına dair hiç bir fiziki emare olmayan madde/enerji türü, muhtemelen karanlık madde/karanlık enerjidir. İleride bilimin gelişmesiyle karanlık madde ve karanlık enerjiye hükmedip munipule edebilenler, cinlere de hâkim olup onları şu an hayal bile edemeyeceğimiz değişik işlerde kullanabileceklerdir. Nitekim Kur’an’da Belkıs’ın tahtının bir anda nakledilmesi hakkındaki “Cinlerden bir ifrit,’Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim’ dedi. Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi[11] ve Hazret-i Süleyman’ın (A.S.) cin ve şeytanları idaresi altına alıp faydalı işlerde istihdam ettiğini ifade eden; “Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik[12] gibi ayetler buna işaret etmektedir. Bediüzzaman, bu ayetlerden şu dersleri çıkarır:

Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir. Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: ‘Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.’ İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor.[13]

            Kuantum Mekaniği ve Nuraniyet

Kuantum dünyasında parçacıkların acaip davranışını karekterize eden ve bir anda birden fazla yerde olmayı gösteren en meşhur deney, çift-yarık deneyidir. Birbirine paralel iki duvardan öndekine ince bir yarık açılsa ve tenis topu makinesi gibi bir makineden öndeki duvara arda arda kurşun yağmuru gibi toplar atılsa, yarığa denk gelen toplar arka duvara geçecek ve yarıktan geçen topların izleri arka duvarda bir bant oluşturacaktır. Eğer öndeki duvara yan yana iki yarık açılsa, topların bir kısmı birinci yarıktan bir kısmı da ikinci yarıktan geçecek ve çarpan topların izleri arka duvarda birbirine paralel iki bant oluşturacaktır. Eğer duvarlar çizgi hizasına kadar su içinde olsaydı ve su yüzeyinde ard arda dalgalar oluşturulsaydı, ön duvardaki deliklere ulaşan dalgalar yollarına devam edecek ve arka duvara çarpacaklardı. Tek yarık durumunda beklenmedik bir şey olmayacaktı, ancak iki yarık durumunda her iki delikten geçen dalgalar girişime uğrayacak ve iki dalga tepesinin çakıştığı yerlerde dalga yüksekliği ikiye katlanırken dalga çukuru ile dalga tepesinin çakıştığı yerlerde iki dalga birbirini yok edecekti. Neticede kuvvetlenmiş dalga tepelerinin çarptığı yerlerde arka duvarda, koyuluğu duvar ortasından kenarlara gittikçe azalan bir dizi girişim bandı oluşacaktı. Yani dalga geçişi durumunda arka duvarda iki bant yerine bir dizi bant oluşacaktı.

Deney bir elektron tabancasıyla tekrarlandığında, tek yarık durumunda arka duvara çarpan elektron izleri aynen top durumundaki gibi arka duvarda yarığın tam arkasına gelen kısımda tek bir bant oluşturur. Yani elektronlar minik toplar gibi davranır. Ancak ön duvardaki iki yarık da açıldığında, arka duvarda iki bant değil, aynen su dalgalarıyla yapılan deneydeki gibi, şiddeti merkezden kenara gittikçe azalan bir dizi girişim bandı oluşur. Yani elektronlar, aynen dalga gibi, aynı anda her iki delikten de geçmektedirler. Deneyi tek bir elektron ile tekrarlayınca dahi arka duvarda bir dizi girişim bandı oluşmakta ve bu da elektronun bir dalga olarak her iki yarıktan aynı anda geçtiğini şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte göstermektedir. Yani elektronlar hareketlerine bir parçacık olarak başlamakta ve adeta duvarda iki yarığı görünce dalgaya dönüşmektedirler.

İşin daha da ilginç yanı, belli bir yarıktan elektronların hangilerinin geçtiğini gözlemlemek için yarıkların birinin arkasına bir ölçme aleti konunca, elektronlar sanki gözlemlendiklerini biliyorlarmış gibi yarıkların birinden veya diğerinden parçacık olarak geçmekte ve arka duvarda iki çarpma izi bandı oluşturmaktadır. Gözlemleme, elektronun istatistikî dalga fonksiyonunu adeta çökertmekte ve onu bir parçacığa indirgemektedir. Elektronlar sanki kendilerini belli bir konumda tutma yani kesifleştirme niyet ve iradesini hissetmekte ve nazar değmiş ve büyülenmiş gibi bu iradeye tabi olmaktadırlar.

Elektron yerine ışık (kütlesiz foton parçacıkları) kullanılınca da aynı şeyler gözlenmektedir. Yani ışık bazı durumlarda parçacık bazı durumlarda da dalga olarak davranmaktadır. Deneyler kütlesi elektrona göre oldukça büyük olan atomlarla da yapılmış ve aynı sonuç bulunmuştur. Yani bir anda çok yerde olmayı gerektiren nuraniyet özelliği atom boyutunda bile etkisini gösterebilmektedir. Ancak otomatik bir tüfekten çıkan mermilerle deney tekrarlandığında mermilerin, ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, sadece parçacık olarak davrandıkları görülür. Yani madde atom boyutunu aştığında nuraniyet vasfını hızla keybetmektedir.

Atomaltı parçacıkların bir anda çok yerde olmalarını izah etmek için ortaya atılan ve ciddi rağbet gören teorilerden biri ‘paralel evrenler’ teorisidir. Bu teoriye göre parçacıklar sadece bildiğimiz evrende değil, aynı zamanda evrenimizle iç içe olan sonsuz sayıda hayaletvari evrenlerde de vardırlar ve bu evrenler arasında gidip gelmektedirler. Yani birinde yok olurken diğerlerinde var olmaktadırlar. Öyle görülüyor ki, nuraniyet fikri kabul edilmezse, adını vermeden nuraniyet özelliğini izah etmek hiç de kolay olmayacaktır. Hâlbuki kolay yolu zor olana tercih etmek aklın gereğidir.

            Tanrı Parçacığı

Maddenin yapıtaşları olan elektron ve nötrino gibi atom altı parçacıklar isimleri ‘parçacık’ olmasına rağmen daha ziyade dalga özelliği gösterirler ve onlara bir yer isnat edilemez. Adeta bir anda belli bir dağılım prensibine göre çok yerdedir. O yüzden atom altı dünyada kesafetten ziyade letafet yani nuraniyet hâkimdir. Zaten maddenin varlığının kaynağının Bediüzzaman’a göre nurani bir Yed-i Kudret’in ihtizazatı olduğu dikkate alınırsa o mikroevrende nuraniyetin esas olması hiç de şaşırtıcı değildir. Problem, parçacıkların açıkça gözlenen letafetinde değil, akılların kesafetindedir. Evrenin en temel yapıtaşı olduğu öne sürülen ve CERN’deki ışık hızına yakın hızlarda çarpıştırılan parçacıklarla yapılan deneylerde gözlemlenmesi ümid edilen Higgs parçacığına bilim dünyasında vicdanlara yansıyan bir mana olarak ‘Tanrı parçacığı’ isminin verilmesi de manidardır. Nuraniyetten gelerek kesafete yönelmiş böyle nim-nurani bir parçacığı gözlemlemek ve hele onu idrak etmek oldukça nurlanmış bir aklı gerektirmektedir. Henüz aynı anda iki delikten birden geçen elekronun sebep olduğu kafa karışıklığını giderememiş parçacık fizikçilerinin işi gerçekten zordur. Belki nuraniyetten gelen bu parçacık birçok aklın nurlanmasına sebep olacaktır. Parçacıkların tarlası olan nurani kaynaktan uzaklaştıkça ve parçacıklar birleşip daha büyük parçacıklar ve demir gibi ağır atomlar oluştukça kesafet peyda olmakta ve zaman ve mekân sınırlamalarının söz konusu olduğu şahadet âleminin kuralları hükmetmeye başlamaktadır.

            Zaman Kavramının Çöküşü

Yukarıda anlatılan çift-yarık (double-slit) deneyi, atom altı kuantum dünyasında mekân kavramının çöktüğünü göstermektedir. Kuantum mekaniğinin diğer bir meşhur deneyi de zaman kavramının çöktüğünü gösteren dolanıklık (entanglement) deneyidir. Aynı anda üretilen atom altı parçacıklar, birbirlerinden ne mesafede ayrılırlarsa ayrılsınlar, daimi iletişim halindedirler. Buna kuantum mekaniğinde dolanıklık denir. Örneğin, birbirinden ışık yılları mesafesinde ayrılmış olsa bile dolanıklık halindeki iki elektrondan birine yapılan bir etkiye onun ikizi anında tepki göstermektedir. Yani zaman adeta durmakta ve zamansız bir iletişim olmaktadır. Einstein ışık hızının aşılmasının imkânsız olduğu gerekçesiyle (ki atom üstü kesif varlıklar için doğrudur) dolanıklık fikrine şiddetle karşı çıkmış, ancak kuantum mekaniğinin temel kavramlarından biri olan dolanıklık fenomeni 10 kilometreyi aşan mesafelerde denenmiş ve doğruluğu teyid edilmiştir. Yani atom altı dünyada mekân kavramı ile beraber zaman kavramı da anlamını yitirmekte ve zaman-mekân üstülük yani nuraniyet özelliği ön plana çıkmaktadır.

Kuantum mekaniğinin temel kavramları ve atom altı parçacıklarla yapılan çok sayıda bağımsız deneyler ışığında, atom altı dünyası için nuraniyetin fiziksel bir fenomen (vakıa) olduğu teslim ve ilan edilmelidir. Aynı evrenin atom altı dünyası ile atom üstü dünyasında geçerli olan ama birbirine zıt kuantum ve izafiyet teorilerini birleştirecek temel unsur, nuraniyet yani zaman-mekân üstülüktür. Bu iki teorinin birleştirilmesi, ‘birleşik teori’ arayışlarına da son verecek, aynı evren için iki farklı teori olması garabetini ortadan kaldıracaktır.

Öyle görülüyor ki, kesif fizikî varlıklar atom boyutuna indikçe nuranileşmekte, en temel atom altı parçacıklarına inildikçe kesafet kayıtları ortadan kalkıp nuraniyet asıl karekter olmaktadır. Eşyanın hakikatini anlamanın yolu, nuraniyet kavramını anlamaktan ve onu yerli yerinde kullanmaktan geçer. Aksi halde ‘paralel evrenler’ teorisi gibi her birinde fizik kanunlarının farklı olduğu iç içe sonsuz sayıda hayaletvari evrenlerin kabulüne mecbur kalınacaktır ki, bu hem çok meşakkatli olacak ve hem de bizi gerçeğe yaklaştırmak yerine kafamızı karıştıracaktır.

            Letafet ve Kesafet: Bir Anda Çok Yerde Olmak

İnsanlar düşüncelerini genellikle geçmiş bilgileri ve tecrübeleri ile sınırlarlar ve beş duyuları ile bizzat tecrübe etmedikleri şeyleri kabul etmekte zorlanırlar. İnsanlığın çok sayıda gözlem ve deneylere dayalı olan ve test ve teyid edilerek süzüle süzüle gelen genel birikimleri de ‘kanun’ olarak ifade edilir. Örneğin devri daim makinelerinin daha baştan önünü kesen ve onlara hayat hakkı tanımayan enerjinin korunumu kanunu, bu tür fizik kanunlarından biridir. Ancak, bu evrensel kanunlar ve prensipler, bazı incelikleri örtebilir ve gözden kaçan o inceliklerin derinliklerinde çok daha muhkem kanunlar gizlenmiş olabilir. Örneğin klasik fiziğin temelini oluşturan Newton kanunlarına göre zaman ve mekân bağımsızdır ve yerdeki bir kişinin saati ile 1000 kilometre/saat hızla giden bir uçaktaki saat aynı zamanı gösterir. Yani makro evrendeki gözlemler Newton kanunlarını doğrular. Ancak ışık hızına yaklaşılınca zaman yavaşlamaya başlar. Saatte 30 bin kilometre hızla dünya etrafında dönen bir uyduda bile hızdan kaynaklanan zaman farkı dikkate alınmak zorundadır. Yani çok yüksek hızların söz konusu olduğu durumlarda olaylara klasik Newton fiziği kurallarıyla değil, Einstein’in modern izafiyet teorisi prensipleriyle bakmamız gerekir – bunun nasıl böyle olduğunu pek anlamasak da. Einstein’ı modern fiziğin babası yapan zamanın mekâna bağlılığı olayı, çağımızda artık sıradan bir bilimsel gerçek olmuştur.

Keza, yine tecrübelerimizle sabittir ki, bir elma aynı anda ancak bir yerde olabilir. Buzdolabındaysa masada olamaz, eğer masada ise demek ki, artık buzdolabında değil (keşke olsaydı; o zaman ailelerin bütçeleri baya rahatlardı). Fakat yukarıda izah edildiği gibi, atom altı parçacık seviyesine inince bu en temel gerçeklik de çözülmeye başlar. Örneğin parçacık fiziğinde en klasik deneylerden biri, elektronun üzerinde iki delik bulunan bir kâğıdın bir tarafından diğer tarafına her iki delikten aynı anda geçerek gitmesidir – bir kişinin içeriye bir evin iki kapısından aynı anda girmesi gibi. Yani bir şey aynı anda birden fazla yerde olabilmektedir. Aklımızın almakta zorlandığı ‘aynı anda birden çok yerde olma’ olgusu modern fizikte kuantum mekaniğinin en temel kavramlarından biridir. Varlığa sırf madde gözüyle bakınca ve maddedeki zaman ve mekân sınırlamalarını dikkate alınca bunu anlamak gerçekten zordur ve Einstein gibi dahiler bile bunu kabullenememişlerdir. Bir anda çok yerde olma realitesini anlamanın yolu, nuraniyeti ve onun maddede bir yansıması olan letafet kavramını anlamaktan geçer.

Varlığı ancak laboratuvara sokarak deneylere tabi tutup ölçümler alabildiği şeylerle sınırlayan aklı gözüne inmiş maddeci yaklaşım, eski önyargılarını kırıp yeni bir açılım yapmayı reddetmekte ve tezatlar içinde bocalamakta ısrar etmektedir. Hâlbuki fizik kanunlarına tabi olmamayı ve dolayısıyla zaman ve zemin üstündeliği temsil eden nuraniyetin bir varlık boyutu olarak kabulü (daha doğrusu kabulünün cesaretle ve dürüstçe itirafı) fizik biliminin de önünü açacaktır. Enteresandır ki, varlığından hiç kimsenin şüphesi olmadığı yerçekimi gibi fizik kanunları bile nuranidir ve hiç bir yerde olmadıkları halde her yerdedir. Katı maddeci yaklaşım, fizik kanunlarının varlığını kabul ettiği sürece – ki aksi düşünülemez – nuraniyet kavramını zimnen de olsa kabul etmiş olmaktadır. Aksini iddia iki yüzlülüktür ve objektif olması gereken bilimsel yaklaşımla bağdaşmaz.

Fizik bilimi, varlığı madde ile sınırlayan materyalizm ideolojisinin kıskacından kurtulup bağımsızlığına kavuşmayı başarabilirse, tüm tecrübelerle varlığı sabit olan iradeyi de inkâr etme garabetinden kurtulup gerçeğe bir adım daha yaklaşmış olacaktır. Nehre atılan biri ölü diğeri canlı iki insanın nehirdeki hareketleri arasındaki her fark, fizik üstüdür. Çünkü ölü cesedin hareketini bir şablon tarzında tamamen fizik kanunları belirlerken canlı insanın hareketini fizik kanunlarıyla beraber fizik üstü irade boyutunun bileşkesi belirlemektedir. Bu örneğin doğruluğunu kabul edip (ki aksini iddia söz konusu değildir) fizik üstülüğü inkâr etmek bilimsellik değil, bilimsel körlük ve hatta bilimsel bağnazlıktır.

Varlıklardaki birçok sırrı ve bazen aklın almakta zorlandığı garip halleri anlamak için letafet (latiflik, nuranilik, incelik, hafiflik, ışıklılık, havailik) ve kesafet (katılık, madde-yoğunluk, ağırlık, sertlik, kütlük, zulmetlik, karanlıklılık) kavramlarını iyi anlamak gerekir. Zira materyalist felsefenin rağmına, bildiğimiz tüm fiziki varlıklar aslında letafet-kesafet karışımıdır ve dolayısıyla değişen oranlarda latif ve kesif yönleri vardır. İnsanlarda bile kadın ve erkekler madde, yani kesif malzeme olarak aynı olmalarına rağmen kadınlara letafet, zerafet, nezafet, ve nezaketlerinin ön plana çıkmasından dolayı cins-i latif denmiştir. O yüzden cins-i kesif olan erkeklerde pek de göze batmayan kaba saba hareketler kadınlarda melekliğe has letafetle bağdaşmadığı için çirkin düşmektedir. İnsan dâhil tüm varlıklara ‘kesif birer madde külçesi’ veya ‘bir torba atom yığını’ olarak bakan karanlıklı felsefenin kulakları çınlasın. Ve ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ diyen Yunus Emre’nin ruhu şad olsun.

Taş ve demir gibi cansız maddelerde kesafet esastır. Ancak onların bile dikkatli bakışlara görülen çok latif yönleri vardır. Canlılarda ise kesif bir tül gibi olan madde, arkasındaki latif manaların üzerinde yansıdığı bir perde görevini görmektedir. Örneğin bir kiraza veya kelebeğe bakan herhalde önce onlarda yansıyan ince sanatları ve latif manaları görür ve letafetleri mana merkezi olan kalp ile hisseder. İnsan ise kesif bir beden ve latif bir ruh ile acaip bir letafet-kesafet karışımıdır ve hâkim olan unsura göre hüküm alır. Fizikî bir varlık olarak insan bedeni fizik kanunlarına tabidir ve bir anda birden fazla yerde olamaz. Nurani bir varlık olan ruh ise, zaman ve mekan üstüdür ve hiçbir fizik kanunu onu hükmü altına alamaz. Dolayısıyla bir anda çok yerde ve hatta her yerde olabilir – aynen yer çekimi kanunu gibi. Ancak insan ruh ve bedeniyle bir bütün olduğu için, ruh ve beden birlikte hareket etmek durumundadır. Bu durumda baskın olan unsurun hükmü geçecektir. Kişi eğer bedenen semiz ruhen cılız ise, o ruh o bedende adeta hapis olacak ve ruhun adeta kesifleştiği o kişide kesafet esas olacaktır. Hatta kişi sadece bedenden ibaret olduğunu bile iddia edecektir. Ancak kişi ruhen gelişkin bedenen cılız ise, tam tersi olacak ve kişinin bedeni de letafet kesbedip kişide fizik kanunlarından ziyade nuraniyet kaideleri hâkim olacaktır. O zaman da bu kişi letafet kesbetmiş bedeniyle beraber ruhun kanunlarına tabi olup aynı anda çok yerde bulunabilecektir. Ancak birçok sırlar bunu yaygın değil, istisnai bir durum yapacaktır.

Bu mesele, bedeni bir balona ruhu da havadan 7 kat daha hafif olan ve serbest bırakıldığında hızla yükselen helyum gazına benzeterek şöyle açıklanabilir: İçinde çok az helyum gazı bulunan bir balonu elimizden bırakırsak, balon yerçekiminin etkisiyle yere düşecektir. Yani latif helyum gazı birlikte olduğu kesif balon malzemesine hükmeden kanuna boyun edecektir. Böylelikle az şişmiş helyum balonu kesif bir madde gibi davranacaktır. Ancak balon helyum gazı ile iyice şişirilip bırakılırsa, görülecektir ki, helyum gazındaki yükselme kuvveti balona hükmeden düşme kuvvetine galip gelecek ve helyum dolu kesif balon semalara doğru yükselecektir. Yani beden ruha ve ruhaniyetin kanunlarına tabi olacaktır.

İnsan helyum balonu gibi uçamasa da kendini her zaman vicdan terazisinde tartabilir ve kendi letafet ve kesafet durumunu muhakeme edebilir. ‘Kendimi bir ton yükün altından kalkmış gibi hissediyorum’ sözünde ifadesini bulduğu gibi, insan bir iyilik yapınca kendini hafiflemiş hissetmesi ve bir kötülük yapınca da onun ağırlığından adeta omuzlarının çökmesi bu mananın bir yansımasıdır – yeter ki vicdan terazisi bozulmuş olmasın. İnsan ilim, iman ve fazilet gibi nurani şeylerle meşgul olup letafet kesbettikçe, ayakları yerden kesilmese bile insaniyeten yükselir. O kadar ki, cesedinin ağırlığını hissetmez bile. Bedeni burada olmasına rağmen rüyada olduğu gibi aklen, kalben ve hissen çok değişik âlemlerde gezer. Herhalde gerçek yoksulluk, varlığın bu boyutundan habersizlik olmaktır.

Maddi kesif bir bedene ve ona letafet veren nurani bir ruha sahip olan insanın manevi kalbi, nuraniyetin en donanımlı bir merkezidir ve tüm nurani şeylerin alıcısı ve vericisidir. Aslında ‘pozitif enerji’ denen şey, iradenin taallukuyla söz gibi taşıyıcılarla veya vasıtasız olarak kalpten kalbe iletilen nurani manalardır. İletilen mana ilim nuru olursa, buna telepati denir. Bu mana iyi dilek olursa, yine bir nur olan şifa olur. Muhabbet nuru olursa, saadet olur.  Kur’an nuru olursa, gıda ve şifa olur. Eğer tasavvuftaki tabiriyle Şems-i Cazibedarın nuru olursa, cezbe ve istiğrak olur ve fizik kanunlarının bağları çözülmeye başlar. Acaba, insandan, varlığının farkında bile olmadığımız ve hatta inkâr ettiğimiz nuraniyeti kaldırsak, geriye bir torba karanlık atomdan başka ne kalır?

            Teoloji ve Nuraniyet

Kuantum mekaniğinde atom-altı parçacıkların bir anda birden fazla yerde olması ve birbirine zıt karakterlere bürünmesi nasıl kafa karışıklığına ve başlangıçta fizikçilerin ciddi itirazına sebep olmuşsa, teslimiyetin yerini kritik muhakemenin aldığı modern çağ teolojisinde de Allah’ın hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde olması ve bir anda çok yerde pek çok farklı şey yapıyor olması gibi klasik fiziğe aykırı kavramlar da, ciddi şekilde sorgulanmış ve hatta bir kesim tarafından akla ve bilime aykırılık gerekçesiyle inkâr edilmişir. Bir modern çağ teoloğu olan Bediüzzaman Said Nursi, aklın kabulde zorlandığı bu tür karmaşık meseleleri Risale-i Nur ismini verdiği eserlerinde nur ve nuraniyet kavramlarıyla ve yari-nurani olarak nitelendirdiği güneş analojini etkin bir şekilde kullanarak ve bunu akla merdiven yaparak kolaylıkla halletmiştir.

Bediüzzaman, varlıkları, aynadaki akislerine göre üç gruba ayırır: Kesif, maddi nurani (veya yarı nurani) ve nurani. Masa, sandalye ve hatta insan gibi kesif maddî şeylerin aynadaki akisleri o şeylerin dışındadır ve ölüdür. Örneğin bir insanın kendisi canlıdır, nefes alır, görür, konuşur, sevinir ve korkar. Ancak aynadaki görüntüsü dış görünüşten başka hiç bir özelliğe sahip değildir. Perfümün kendisi güzel kokar, ancak aynadaki görüntüsü kokmaz. Bir kişi bir aynalar galerisine girse bin kişi olur, ancak canlı olan kişinin sadece kendisidir, diğerleri ölüdürler.

Maddeden yapılmış yarı-nuranilerin akisleri yani görüntüleri, asıllarının aynı olmamakla beraber gayrı da değildir. Asıl ile görüntünün mahiyetleri farklı kalmakla birlikte görüntü, aslın birçok özelliğine sahiptir. Bediüzzaman, maddî nuranilere örnek olarak güneşi verir: “Meselâ, şems dünyaya girdi, herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadaki elvân-ı seb’a bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zîşuur olsaydı harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı o vakit, o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.”[14] Yani, dışarıya direk güneş almayan bir evi ve de güneşi görecek şekilde konan kocaman bir aynada akseden güneş, aynen güneşin kendisi gibi, eve ısı ve ışık ile beraber güneşin yedi rengini de verir. Yani aynadaki güneş, semadaki güneşin timsaliyle beraber birçok özelliğine de sahiptir. O yüzden, küçük bir cam parçasından koca denizlere kadar aynı anda binlerle yerlerde olan yarı-nurani güneş, nuraniyeti ve vahidiyet ile ehadiyeti anlamak için mükemmel bir örnektir. Tüm parlak şeylerdeki akisler her yeri ihata eden aynı güneşe aittir (Vahidiyet) ve her bir akis aksettiği yerin özelliklerine göre farklılıklar gösterir (Ehadiyet).

Nurani varlıklar için zaman ve mekân söz konusu değildir ve onların akis veya görüntüleri asıllarıyla aynıdır. Ancak, aksin asılla aynılık derecesi, aynanın kabiliyeti ile sınırlıdır. Örneğin nurani ve hayattar varlıklar olan meleklerin timsalleri hem canlıdır hem de meleklerle aynıdır. Dolayısıyla, Azrail tek bir melek olmasına rağmen, aynı anda binlerle yerde bulunabilir ve her bir yerde değişik bir çehre ile değişik işler yapabilir. Hatta çok nuraniyet kesbetmiş mübarek zatların bir anda çok yerde bulunmaları veya bir anda uzak bir yere gidip gelmeleri meşhurdur. “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.[15] Ayetinde ifadesini bulan Mi’rac hadisesi, özü nur olup nuraniyetin bir timsali olan bir Zat için hiç de şaşılacak bir olay değildir.

Kur’an-ı Kerim’de;

Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona aittir.”[16]

Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, O’nun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir. Şanı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir.[17]

De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.[18]

Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.”[19]

De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. O, Samed’dir’[20]  gibi yaratılışla ilgili birçok ayet ancak nuraniyet kavramıyla ve Allah’ın Nur olması ve hatta tüm nurların kaynağı olmasıyla izah edilebilir.

Nitekim şu tür sorular çoklukla sorulmaktadır: “Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki:’Hâlık-ı Âlem birdir, Ehaddir, Sameddir. Hem her şeyin Hâlıkı O’dur. Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber, doğrudan doğruya her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı kabzasında, her şeyin nâsiyesini tutuyor, bir iş bir işe mâni olmuyor, bütün eşyada bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir.’ Böyle acip bir hakikate nasıl inanılabilir? Müşahhas bir tek zât nihayetsiz yerlerde nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?[21]

Bu ve benzeri sorulara tatmin edici cevap, Allah’ın nuraniyetidir ve o da güneş örneğiyle akla yaklaştırılabilir: “Mesela güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misâli, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza, güneşin ilmi, şuuru bulunsaydı, her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Birşey, birşeye mâni olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı. Acaba, bir Zâtın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?[22]

Nuraniyet sırrını ve Allah’ın nuraniyetini anlamayanlar, iyilik ve kötülük tanrıları icad etmek ve semayı tanrıların savaş alanı olarak tahayyül etmek zorunda kalmışlardır. Fen bilimleri tahsil edenlerin de, hiçbir yerde olmadığı halde her zaman her yerde tüm vasıflarıyla hazır ve nazır bulunan bir ilahı akıllarına sığıştıramamalarının sebebi, yine nuraniyetten habersiz olmaktır. Aynı fenciler, yedikleri abur cubur şeylerden karanlık bir ortamda elsiz ve gözsüz olarak biyoteknolojisi harikasi gayet hijyen bir yumurtanın yapımını, ne yaptığından haberi olmayan bir tavuğa vermek ve de yumurtadaki malzemenin 21 günde hiç bir el değmeden ve alet karışmadan gözümüz önünde kendi kendine bir sanat şahikası ve yaratılış mucizesi bir civcive dönüvermesini alelade tabii bir olay olarak görmezden gelmek zorunda kalmışlardır. Akla uygun ve mantıken tutarlı bir izah vermekten aciz kaldıkları zaman da her şeyi evrim kara kutusuna havale edip işin içinden çıkmışlardır. Aslında dikkatlice irdelense görülecektir ki, her yerde her şeyi yaptığı iddia edilen ‘evrim’in kendisine atfedilen şeylerin faili olabilmesi için ilim, irade, kudret ve hikmetle mücehhez ulûhiyeti ile beraber nuraniyet vasfı da olması gerekir. Hıristiyan âleminde de nuraniyet kavramı iyi anlaşılmadığı için Halık-ı Kaninatın herşeyi görür bir gözü ve her şeye yeter bir gücü olduğu anlayışında gedikler oluşmuş ve şirke çok dehlizler açılmıştır.

Bediüzzaman, 32. Söz’de, yaradılışta cereyan eden nuraniyeti bir ağaç ve meyve örneğiyle müsahhas hale getirir. Sonra da bu gözlemden hareketle tümevarım (induction) ile olayı geneller: “Şu ağacın lâakal on bin meyvesi var. Her bir meyvesinin lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında, her bir meyvenin içinde, her bir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak onunla yapılır.

Ve o bir tek cilve-i irade ve o kanun-u emrî, ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsaydı, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine, o küllî işler münâfi olmuyor. Hattâ denilebilir ki, o cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye her birinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var.

Belki ağacın her bir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vasıtaları, perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.

Madem, bilmüşahede, Zât-ı Ehad-i Samedin irade gibi bir sıfatının bir tek cilve-i cüz’îsi bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette, Zât-ı Zülcelâlin tecellî-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkati bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.” [23]

Bediüzzaman, devamla, güneş, ağaç ve ruhlu varlıklarda görülen nuraniyet cilvelerini merdiven yaparak nazarları yukarıya çevirir ve ilahi nurani güneşi mantık silsilesi içinde veciz bir tarzda gözleri kamaştıracak şiddette akıl gözünün önüne serer:

Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi maddeyle mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatı ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradî cilveler, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde pek çok yerlerde ve pek çok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda, bir cüz-ü ihtiyarî ile pek çok muhtelif işleri bilmüşahede kesb ederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.

Acaba, maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ; hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat, onun envâr-ı kudsiye-i esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zılâli; hem umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal, nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan birtek Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş Ona ağır gelebilir? Hangi yer Ondan gizlenebilir? Hangi fert Ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden Ona yanaşabilir? Hiç eşya Ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş bir işe mâni olur mu? Hiç bir yer Onun huzurundan hâli kalır mı?

İbn-i Abbas Radıyallahu Anhın dediği gibi, “herbir mevcuda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem’i“ bulunmaz mı? Silsile-i eşya, Onun evâmir ve kanunlarının sür’atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevâni ve avâik Onun tasarrufuna vesâil ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi?

Hem, hiç maddîlerin, mümkünlerin, kesiflerin, kesirlerin, mukayyetlerin, mahdutların hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tagayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzî gibi emirler, maddeden mücerred ve Vâcibü’l-Vücud ve Nuru’l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberrâ ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdese lâhik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun dâmen-i izzetine yanaşır mı?[24]

Bediüzzzaman, mahir bir fen bilimcisi gibi dikkatli gözlemlerle varlıklarda yansıyan gerçeklikleri önce teşhis eder ve onu adeta bir cımbızla ayrıştırır, sonra da ucunu keşfettiği bu kanunun kaynağına intikal eder. Çünkü gerçek, ancak kaynağına ulaşılabilirse mükemmelleşir ve genelleşir. Örneğin yarı-nurani güneşin, ışığıyla bize adeta gözbebeğimizden yakın olduğu ve bizi ısı, ışık, ve renkleriyle kuşattığı halde, bizim fizik kanunlarıyla kayıtlanmış kesif bedenimiz yüzünden güneşten uzak olmamız gözlemi, ‘iki şey birbirinden son derece uzak iken birinin diğerine son derece yakın olabileceği gerçeğini’ görmemizi sağlamakta ve bu iki şey arasındaki farkları irdelememize imkan vermektedir. Bu da nuraniyeti anlamanın yolunu açmaktadır

            Sonuç

Avrupa’da 1920’lerde tesis edilmeye başlayan ve atom altı dünyada Newton mekaniğinin saltanatını yıkıp kendi hâkimiyetini tartışılmaz netlikte kuran Kauntum mekaniği veya teorisi, madde ile ilgili birçok ezberleri bozmuş ve varlık anlayışımızı derinden etkilemiştir. Kuantum mekaniğinin ilk kurbanı, her şeyin maddeden ibaret olduğu ve her şeyin deterministik fizik kanunlarıyla açıklanabileceği anlayışı olmuştur. Kauntum realitesinin su yüzüne çıkmasıyla ve bilimin en sağlam zemini olarak bilinen zaman-mekân anlayışının, atomaltı parçacıkların bir anda çok yerde olması ve aşılamaz olarak bilinen ışık hızından çok daha büyük bir hızla (daha doğrusu zamansız olarak) haberleşmelerinin dikkatli ölçümler ve gözlemlerle teyid edilmesi sonucu çökmesiyle, büyük bir boşluk oluşmuş ve bu boşluk hala doldurulamamıştır. Bir zamanlar her şeyi anladıkları zannedilen önde gelen fizikçiler birden bire hiçbir şeyi anlamaz duruma düşmüşlerdir. Ortaya çıkan yeni fenomeni, paralel evrenler gibi kimseyi tatmin etmeyen ütopik teorilerle izah etme gayretleri de fikir jimnastiğinden ileri gidememiştir.

Kuantum mekaniği aslında zaman ve mekân üstülüğün, yani bir anda çok yerde olmanın ve her yere bir anda gidebilmenin, yani nuraniyetin, inkârı mümkün olmayan bir realite olduğunu kör gözlere bile göstermektedir. Atom üstü dünyada nuraniyeti boğan deterministik Newton kanunları ve dolayısıyla kesafet hâkim iken, atom altı dünyada madde latifleşmekte ve nuraniyet bariz bir tarzda hükmetmeye başlamaktadır. Bu gözlemler ışığında takınılması gereken en objektif yaklaşım, bilim kurumu tarafından nuraniyetin bir fenomen (vakıa) olduğunun itiraf ve ilan edilmesi ve varlıklara sadece maddî objeler olarak değil, maddî ve nuranî objeler olarak bakılmasıdır. Nuraniyet vasfı, atom altı dünyada her seviyede, atom üstü dünyada ise canlılarda ve bilhassa insanlarda hâkim olan özelliktir.

Nuraniyet kavramı ve yarı-nurani bir varlık olan güneş analojisi ile, teolojide de aklı zorlayan ve deterministik felsefe ile şartlanmış aklın kabul edemeyeceği birçok mesele kolayca halledilebilmektedir. O yüzden nuraniyet kavramı, hem fen bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde olmazsa olmaz bir kavram olarak yerini almalıdır. Bu yola girilirse din ve bilimin birbirine yaklaşacağı ve bu olursa çok kötü şeyler olacağı, yersiz korkuları ve asılsız telaşları da artık terk edilmelidir. İnsanlığın saadeti, insanların hayatında büyük rol oynayan bu iki büyük kurumun eski kırgınlıkları ve birbirini inkarı bırakıp barış yapmalarını ve birbirlerine destek olmalarını gerektirmektedir. Oluşacak olumlu hava, her iki kurumun da gelişimine katkı yapacaktır.

Prof. Dr. Yunus Çengel


[1] Nur, 35.

[2] Ömer Çelik, ‘Kur’an-ı Kerim’de Nur Kavramı’, MÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 16-17, 1998-1999.

[3] Nur, 40.

[4] Zümer, 22.

[5] Zümer, 69.

[6] Hadîd, 28.

[7] http://en.wikipedia.org/wiki/Big_Bang

[8] http://en.wikipedia.org/wiki/Big_Bang

[9] Hicr sûresi, 15:26-27.

[10] Rahman, 15.

[11] Neml Sûresi, 27:39-40.

[12] Enbiyâ Sûresi, 21:82.

[13] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 20. Söz, İkinci Makam, s. 347-349. http://www.sorularlarisale.com

[14] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 16. Söz, s. 272-273. http://www.sorularlarisale.com

[15] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 16. Söz, s. 272-273. http://www.sorularlarisale.com

[16] Zümer Sûresi, 39:62-63.

[17] Yâsin Sûresi, 36:82-83.

[18] Ra’d Sûresi, 13:16.

[19] En’am Sûresi, 6:59.

[20] İhlas, 112:1-2.

[21] İsra Sûresi, 17:1.

[22] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 829. http://www.sorularlarisale.com

[23] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 829-830. http://www.sorularlarisale.com.

[24] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf, s. 830-831. http://www.sorularlarisale.com.