Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Bediüzzaman’ın Eğitim Felsefesi ve Medreset-üz Zehra Projesi

EĞİTİM AÇISINDAN DİN VE İLİM

Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir.. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. o iki cenah(kanat) ile talebenin himmeti pervâz eder. Ayrıldıkları zaman birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.

Din ve İlim Münasebetleri

Bu asırda akıl, ilim ve fennin hâkim duruma geçtiğini(1) ifade eden Bediüzzaman, ilmin nasıl tahsil edileceği hususunda, gerek muhteva, gerekse metot açısından düşünceler beyan etmiş ve prensipler göstermiştir. Onun eğitim mevzuundaki en esaslı görüşlerinden biri ve başta geleni, din ile tecrübî (deneye dayalı) ilimleri kaynaştıran anlayışıdır. (2)

O, insanlığın bu asırda tamamen ilim ve fenlere yöneleceğine ve kuvvetini onlardan alacağına bilhassa işaret etmiştir.(3)

O, bir din âlimi olmasına rağmen, din adına, müsbet ilme karşı bu yakınlığını fiilen gösteren fikirleriyle istisnâî bir orijinallik ortaya koymuştur…

Said Nursî, kâinatta görülen bütün ilmî hâdiselere, ilâhiyatçı bir gözle bakmış ve bu anlayışını aklın muhakeme sınırları içinde başarıyla izah etmiştir. Kur’ân’ın müsbet ilme yer verdiğini ve teşvik ettiğini belirtmiştir. İslâmın, ilmin neticeleri üzerindeki hükmü, o neticeleri icad edeni göstermesi bakımından önem arzeder.

Allah inancını ihmal eden ve dinin yerini ve fonksiyonunu görmezden gelen ilim anlayışı, “mânâ-yı ismiyle” yani varlıkların kendileri adına, sebepler açısından bakmayı netice verir. Allah’ın(c.c.) yaratma ve tesir gücünü dikkate alarak kavranılan ilim anlayışı ise; “mânâ-yı harfî” dir . Yani ‘Allah hesabına bakma’dır ki; doğru olan yaklaşım da budur.

Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatta yine İslâmın malı olan fen ve sanatı, nûr-u tevhid içinde yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği, tefekkür ve mâna-yı harfî nazarıyle, yani onun san’atkârı ve ustası nâmıyla onlara bakmalı.” (4) dır.

İlmî çalışmaların Allah hesabına olması demek, aklın devre dışı bırakılması, ihmal edilmesi demek değildir. Aksine, bir şeyde Allah’ın yaratıcı gücünü görmek için, akıl devreye girmelidir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade ediyor :

Eğer senin fikrin ve nazarın, şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikrâ-i tam ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kâdir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr denilen, fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev’-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünûn ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

Evet, kainatın her bir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise umumî kanunlardan ibarettir. Ve her bir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi, asılıp sallanan maslahat semerelerini (fayda meyvelerini) ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle, Yaratıcının kast ve hikmetini ilân ediyorlar.” (5)

Görülüyor ki insanlığın akıl ile bulduğu ilimler din ile bir çatışma haline girmekten ziyade Allah’un varlığını bilmekte ve bulmakta en büyük vasıta olmaktadır. Bu ilimlerin inkişafı ve neticeleri her şeyin bir kasıt ve irade ile tek bir yaratıcı tarafından idare edildiğini göstermektedir. Demek ki İslâmiyet, aklın eseri olan ilimle her zaman kaynaşma halinde bulunan bir mahiyettedir.

Din ve İlim Ayrılmazlığı

İlimlerin Allah’ın varlığına delil oldukları kabul edildiğinde, zaruri olarak din ve ilmin müşterekliği ve ayrılmazlığı söz konusu olmaktadır. Bu esas, eğitim politikası bakımından temel bir hareket noktası teşkil etmelidir. Gerçeğin araştırılmasında iki kaynağa dikkat çeken Bediüzzaman, bunları, nübüvvet, yani peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikatler ile felsefenin ileri sürdüğü görüşlerde toplamaktadır. O’na göre, ne zaman felsefe dine dayanmışsa :

Âlem-i insaniyet parlak bir surette saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler, dalâletler, felsefe silsilesinin etrafında cem olmuştur.” (6)

Peygamberler, insanlığa her zaman ışık tutmuş elçiler, görevli şahsiyetlerdir. Felsefenin, sırf aklı rehber tutan prensipleri ise, toplumları karanlıklara, bunalımlara sürükler.

İlimle İslâm dini hiçbir zaman çatışmaz. İslâmiyet, müsbet ilimleri himaye ve teşvik eder. Üstad Bediüzzaman’ın,’Her bir ilim dalının, kendi hususi diliyle Allah’ı tanıttıklarını’ ifade etmesi çok orijinal bir düşüncedir.

Osmanlı Devletinin son zamanlarındaki Mektep-Medrese-Tekke üçlüsünün geçimsizliği ve kavgalarını bilgi eksikliğine bağlayan Bediüzzaman, bu üçlüyü barıştırmak için çareler üretmiştir. Bunun için “Medreset-üz Zehra” (Büyük İslâm Dâr-ül- fünûnu) projesine çok önem vermektedir.

Medrese ehli, mekteplileri dış görünüşlerinden dolayı, iman zaafı ile suçluyor. Mektepliler ise, onları yeni fenleri bilmediklerinden noksan ve cahil sayıyorlar. Bu fikirlerdeki ayrılık ve metotlardaki farklar, İslâm ahlâkını sarsmış ve medeni terakkiden (çağdaş medeniyetten) geri bırakmıştır.

Bunun yegâne çaresi, mekteplerde dini ilimleri hakkıyle okutmak, medreselerde ise artık lüzumsuz kalan eski Yunan felsefesine bedel, yeni müsbet ilimleri okutmak, tekkelerde de mütebahhirin uleması (çok geniş ilim sahipleri) bulundurmaktır. Böyle olunca, bu üç şûbe, âhenk içinde yükselecek ve yüksek mertebelere çıkacaktır.

Bu tekliflerde görüldüğü gibi Üstad Nursî, eğitimde birliği sağlamak ve cehaletten doğan taassubu yok etmek istemiştir. Bu sağlanabilirse,”Eflatunları, İbn-i Sinaları, Bismarkları, Dekartları ve Taftazanileri geride bırakacak” olan genç bir neslin teşekkülü gerçekleşecektir. İşte bu düşüncelerini Padişaha iletmek üzere ilk defa İstanbul’a gelmiş ve II. Meşrutiyetin ilanından az evvel(1908) dilekçesini sunmuştur. Fakat ne hazindir ki, II. Abdülhamid Han’la görüştürülmemiş, ona, Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa muhatap olmuştur. Bediüzzaman bu görüşme ile yetinmemiş, o günün gazetelerinde makaleler yazmış ve nutuklarıyla da dile getirmiştir. Padişahın, Hamidiye Alayları kurmak yerine, maarife önem vermesini ve milletten alınan vergilerin, milletin hastalığı olan cehaletin tedavisinde kullanılmasını istemiştir. “İslâmiyete uygun maârif-i cedideye millet nihayet derecede mutlak susamış olduğu” (7) içindir ki, toplumun eğitime olan şiddetli ihtiyacını önemle nazara vermiştir.

İstibdadın her çeşidine karşı olan Said Nursi, Medrese hocalarının ilmî istibdadına razı olmadığı gibi, ilim adamlarının da “Sevk-i fıtrîsiyle hareket edebilmesi için tahdit edilmemesi(serbest olmaları) lâzım”(8) geldiği görüşünden de ihtisaslaşma ve konusunda derinleşmeye önem verdiği söylenebilir.

Kur’an, “ilimde râsih olma” yı öngörmektedir. Yani meşgul olduğu ilim dalında mükemmelen ihtisaslaşma ve derin bilgi ve tecrübe sahibi olmak demektir.

Bediüzzaman’ın Doğu Anadolu’yu cehaletten kurtarıp kalkındıracak bir Dâr-ül-fünûn İslâm Üniversitesi teklifinde ısrarlı olduğunu, Cumhuriyet yönetimine geçerken T.B.Millet Meclisi’nden de istediğini ve 200 mebustan 163’ünün imzasıyla 150 bin banknotluk bir tahsisat ayrıldığını ve fakat devrin hükümetince benimsenmemesi yüzünden yine akim kaldığını görmekteyiz. Ne var ki, 1950 sonrası halkın sesine kulak veren ve Said Nursî Hazretlerine saygı gösteren Demokrat Parti iktidarı, Erzurum Üniversitesi’ni bu niyetle açmıştır. Bu üniversiteyi memnunlukla karşılayan Bediüzzaman Said Nursi, “Benim üniversitem” diyerek zamanla arzuladığı şekle gireceğini söylemiştir…

Kurulması istenen bu yüksek eğitim müessesesi, Van-Diyarbakır-Bitlis üçgeninde yer alacak ve başta Anadolu olmak üzere, İran, Arabistan, Mısır, Pakistan, Türkistan ve Afganistan gibi tüm Ortadoğu’ya hizmet verip, barış ve kardeşliği sağlamada önemli bir hizmet ifa edeceğini öngörmüştür.

TERAKKİ

Gerçek medeniyete ulaşmada, sırf maddî gelişmenin yetmediği, manevî gelişmenin de aynı paralelde olması gerektiği biliniyor. Hattâ Bediüzzaman psiko-sosyal bir tespit yaparak, Asya ülkelerinde din ve kalbin öne geçtiğini vurgular: “Hem ekser Enbiyanın Asya’da zuhûru, ağleb-i hükemanın(filozofların) Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.” der.

Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?”sorusunu sorduktan sonra Bediüzzaman; İslâma sımsıkı sarıldığımız zamanlarda terakki , elimizi gevşettiğimiz dönemlerde ise gerilediğimizi şöyle anlatır:

Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne te’sis edilmediğinden; belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i îman ve islâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saâdetine yol açıldığı halde, nasıl me’yus olup ye’se düşüyorsunuz ve Âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve ye’s ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır; fakat, yalnız bîçâre ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu!” diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz. Mâdem tekâmül meyli kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş; elbette beşerin zulüm ve hatasiyle başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, Âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatiatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviye de gösterecek İnşaallah…

Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde’ ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i Arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak İnşaallah.

Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umûmî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz.” Bu cümlesinde Üstad Bediüzzaman gelecekten müjdeler vermektedir; yani, bir dünya barışının ve yaygın bir medeniyetin gerçekleşeceğini haber vermektedir.

TALEBE EĞİTİMİ

Talebelerin psikolojik şartları dikkate alınarak eğitilmesi önemli bir husustur. Bediüzzaman bir eserinde şunları söyler:

Yüksek bir insan bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun Fehmi (anlama kapasitesi) Onun çat-pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder. Söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insan ile çocuk arasında bir mâlûmat alışverişi olamaz. (9)

Bu ifadelerden anlaşılan mânâ; talebeye verilen dersin, sırf ilmî lisanla değil, onun anlayabileceği dilde ve basit cümlelerle anlatılması lazımdır. Gerektiğinde, misallerle meseleyi akla yaklaştırma yolları aranmalıdır. Çünkü, müşahhas misaller, anlamayı kolaylaştırıcı sebeplerdendir. (10)

İlmin şanından olan teşvik ve irşad, nasihat ve lütufla talebeye muamele edilmesini isteyen Said Nursi, merakın uyandırılmasını da eğitimde başarı sağlamanın şartlarından sayar. Bu merak hissinin uyandırılması için ise, baskı ile hareket etmeyip(11) anlayışla davranılması icab ettiği tabiîdir.

O, medreselerin eski tarz (ezbere dayalı) çalışma şeklinden çıkıp yeni bir usül ve muhteva kazanması gerektiği üzerinde ısrarla durmuştur. Öğretimde talebenin imtihana tabi tutulması ve alınan neticeye göre talebeye yeni bir yön vermek lüzumuna işaret etmiştir.(12) Talebelikte, iş bölümüne dayalı veya ihtisaslaşmayı esas alan bir tarz ile çalışmak gerektiğini belirterek grup ve ünite çalışmalarını tavsiye etmiştir. Yine ayrıca, karşılıklı münazara tarzında ders işlenmesini, talebenin yapıcı, terkipçi (sentezci) ve keşifçi bir zekâya kavuşması bakımından lüzumlu görmüştür. Bu görüşü ile Bediüzzaman, soru-cevap şeklindeki ders işleme metoduna da işaret etmektedir.

Talebeye verilen dersin sırf nazariyatta kalmaması asıldır. Bu bakımdan işlenen konunun müsbet bir netice verebilmesi için kalbe ve göze hitap edilmelidir. Ders işlemede bu noktadan hareketle, sadece fikir çerçevesinde kalmayıp, bunun yanında his ve heyecanlara da yer vermek gerektiğini ifade eder.

Bediüzzaman, âlimlerin münhasıran kitap sayfaları arasında kalışını ve nazariyattan öteye geçemeyişlerini tenkit etmiş ve tatbikat ile tecrübeye eğitimde gereken önemin verilmesini istemiştir. Bu yüzden ezber esasına dayalı bir eğitim anlayışını reddetmekte ve talebeye mes’ûliyet yükleyen bir eğitim anlayışını getirmek istemektedir.

Bediüzzaman, tekrarın önemine dikkat çekerken; Kur’an’ın telkin metoduna uygun olarak, öğrenilmesi gereken bir hususun zihinde sabitleştirilmesi, yani unutulmaması için ‘tekrar’ yapılmalıdır. İşlenen konunun can alıcı ve önemli noktalarını tekrarlamak, eğitimin öğretici vasfı bakımından şarttır.

O, bir eserinde şu görüşlerini ortaya koyar: “İntizam ile iş görmek ilim ile olur. Ölçü ile, tartı ile sanatkârane yapan elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.”(13)

Eğitici Hoca, anlattığı konuyu hayata adapte etmeli, câzip misallerle dersi canlı tutmasını bilmeli ve bu bilgilerin hayatta lâzım olacağına talebeyi inandırmalıdır. Talebeden müsbet bir netice alabilmek için, evvela talebede, tahsilin lüzumuna inanan bir teslimiyet ve mes’ûliyet duygusu gelişmelidir. Yine buna bağlı olarak, başarılı bir tahsil hayatı için ahlâkî bir istikametin de verilmesi lazımdır. Manevî yönü ihmal edilen çocuğun eğitimi ve kontrolü, her yönden imkânsız bir hale gelir. (14)

Bediüzzaman, bugün insanlığın içine düştüğü fasit çemberden veya ahlâkî bunalımdan, iman terbiyesi ile kurtulabileceği inancındadır. Şu veciz cümle O’nundur :

Milletin kalb hastalığı za’f-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Keza, o Hazret’in yakın dostu, dâvâ arkadaşı ve gönüldaşı, büyük şâir Mehmed Âkif Ersoy da :

İmandır o cevher ki, ilâhi ne büyüktür,

İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.” derken ‘iman cevheri’nin önemine dikkat çekmektedir.

Nursî Hazretleri, hiçbir zaman malumatını kendi dünyasında hapsetmemiş, yeri ve zamanını dikkate alarak gerek topluma ve gerekse devrin yöneticilerine, o Kur’ânî düşüncelerini aktarmaktan geri durmamıştır. Her türlü zorluk ve çilelere rağmen…

Evvelki ‘Dinsizlik’ dönemini ezerek iktidara gelen Merhum A. Menderes iktidarları döneminde kısmen rahatlayan Bediüzzaman’ın eserleri Beraat etmiş ve matbaalarda basılmaya başlamıştır. Bu durum büyük fütuhatların başlangıcı olmuştur. Bu cümleden olarak; 1957 yılında Demokrat İktidar’dan üç kişilik bir heyet kendisinden tavsiyeler almak için ziyaret ettiklerinde; “bütün gâyesinin imanlı ve ahlâklı bir gençlik yetiştirmek olduğunu söylemiş, iktidarın da bu yolda çalışmasını temenni ettiğini” belirtmiştir.

Ülkenin kalkınmasına yardımcı olacak eğitim görüşünün; din ve fen ilimlerinin birlikte ve homojen (kaynaşmış) bir biçimde verilmesi, yani okutulması ile mümkün olacağı yönündedir. (15)

Hazret, bir başka veciz ifadesinde :

Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı, sanat, mârifet ve ittifak silahiyle cihad edeceğiz.” buyurmaktadır.(16)

Cehaleti baş düşman ilan edip, bu düşmanı yok etme çaresinin yapıcı bir maarif, yani eğitim ile mümkün olacağını düşünmek, Bediüzzaman’ın, kültürlü bir cemiyet modelini ortaya koyduğunu gösterir.

Mehmed Gürler

*********************************

Dipnotlar:

(1) Hutbe-i Şâmiye, s. 23.

(2) Öğretmenlerinin Allah’tan bahsetmeyişini şikâyet ederek, Allah’ı tanımak inanmak istediklerini söyleyen Lise talebelerine 1936 Kastamonu sürgün yıllarında Bediüzzaman; “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip, Hâlık’ı tanıtıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” Diyerek karşılık vermiştir.(bkz. Sözler,s.162-163.) Öğretmenler Allah’tan bahsetmese bile her ilmin Allah’ı tanıtıcı özelliklerine dikkatleri çekerek, aynı eserinde geniş izahlarla iktisat, astronomi, felsefe, fizik ve kimya gibi ilim dallarında gerçekleşen hâdiseleri Allah’ın varlığına delil göstermektedir. Onun sadece bu görüşü bile; inanç ile ilmi ve bu ilimlerin eğitimini birbiri içinde gören bir felsefenin sahibi olduğunu gösterir…

(3) Sözler, s. 275

(4) Tarihçe-i Hayat, s. 127.

(5) İşârât-ül İ’caz, s.88-89

(6) Sözler, s. 571

(7) Divan-ı Harb-i Örfi, s. 27.

(8) Muhakemat, s. 47.

(9) İşarât-ül İ’caz, s.164.

(10) Sözler, s.50.

(11) Muhakemat, s. 47.

(12) Münazarat, s. 79.

(13) Mektubat, s. 248.

(14) Emirdağ Lâhikası, C. I, s.40

(15) Münazarat, s. 77.

(16) Divan-ı Harb-i Örfi, s. 14.

Risale-i Nur Kur’an’a bağlıdır

Bir ilmin şer’î olabilmesi için Kur’ân ve Hadise dayanması gerekir. Eğer bir ilim, Kur’ân ve Hadis’in anlamını, mahiyetini, derinliğini açıklayıp izah ediyorsa, onların bir çeşit tefsiri olması yönüyle O ilim şer’î bir ilim dalı sayılır.

Söz gelimi; amelî cihetten mezhep imamlarının görüşleri, Kur’an ve Hadis’i tefsir ve izah ettikleri cihetle şer’îdir.

İtikadî ve imanî yönüyle de, Din usûlü, müsbet Kelam ve Tasavvuf, Kur’ân ve Hadis’in bu yönünü açıklamaktadır.

Bu ilimlerin şer’î olabilmeleri; Kur’ana ve Hadise muhalif olmamalarına bağlıdır. Onlara gölge ve perde olmamalıdırlar.

Tasavvuf ilmi, Kur’ân ve Hadis’in beyan ettiği imanî hakikatlerin gelişip kök salması gibi temel görevi kendisine gaye edinmesi ve tarikatı, şeriata hizmetkâr görmesi gerekir.

Bu noktada Risale-i Nur’a bakacak olursak; doğrudan doğruya Kur’ân-ı Azimüşşa’nın mânevî icazından gelen bir Kur’ân tefsiridir.

Kur’ânı kendisine Üstad olarak kabul etmiş ve bütün gayretini Kur’âna, O’nun ve Hadis’in imanî hakikatlerinin şerh, izah, ispat ve anlaşılmasına teksif etmiştir. Bu yönüyle müspet olan Kelam ve Tasavvuf ilminde bir tecdit ve yenilenmeye öncülük etmiştir.

Felsefeyi asla bir meslek olarak görmemiş, aksine menfi felsefeyi Kur’ân karşısında bir düşman olarak görmüştür. Bundandır ki, Kur’ân hazinesinden aldığı mânevî delil ve ilaçlarla, felsefeden gelen şüphe, tereddüt ve olumsuz yönlendirmelere karşı durarak mücadele etmiştir.

Bediüzzaman, eserlerinin hiçbir yerinde ehl-i sünnetin muhakkik âlimleri tarafından tespit edilen düsturlara muhalefet etmemiştir. Kendi mesleğini nazara verirken bu hakikati Bediüzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

“Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu.”(1)

Bir başka ifadesi de şöyledir:

“Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor. “ (2)

Üstad Hazretlerinin; “Kur’ân’dan başka mercii yoktur” ve “Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünûnundan alınmamıştır.”gibi ifadeleri ne anlama gelmektedir?

Risale-i Nur, şarkın ulûmundan, yani kelam ve tasavvuftan alınmadığı gibi; garbın fünûnundan , yani felsefeden de alınmamıştır. Doğrudan doğruya Kur’ânın mânevî i’câzından gelen ve ilham eseri olan bir Kur’ân tefsiridir.

Kelam ve Tasavvuf’ta tecdit yapmış, felsefeyi de çürüterek Kur’ânî bir tarz ve metotla ilim içinde hakikate bir yol açmıştır. Yüksek ve mânevî bir tefsirdir.

Risale-i Nur, bu asrın ihtiyacına göre yazılmış, yeni ve bağımsız bir üslupla kaleme alınmış, zâhir ve bâtın ilimlerini içinde yoğurmuş bir tefsirdir.

Tasavvuftaki imkân âleminin keşfinden sonra vücut âlemini keşfetmeye karşılık; Risale-i Nur, imkân ve vücut âlemini birlikte ders vermektedir. Yani, her bir eserde bütün eserleri, her bir fiilde bütün fiilleri, her bir isimde bütün isimleri gösterir. Böylece tasavvufun en son mertebesinde elde edilmesi mümkün olan keşfiyat ve hakikatleri, ilk derste vererek akıl ile kalbi birleştirir.

Tasavvuf ve Kelamı, asrın anlayışına göre açıklamış ve Kur’âna bağlamıştır. Asrın müceddidi olması sebebiyle, tecdit yaparak Kur’ânın rotasına oturtmuştur. Böylece, imanî ve İslâmî hakikatler noktasında kelam ilmine, keşfiyat noktasında da tasavvuf ilmine ihtiyaç bırakmamıştır.

Risale-i Nur, batıl fikirlerini nazara vermeden felsefeyi de çürütmüştür.

Öyle ise; Risale-i Nurdaki hakikat ilmi, Kur’âna dayandığı ve Kur’anın bir tefsiri olduğu cihetle bir şer’î ilimdir. Bu ilmi okuyup gerçek anlamda elde edenler de, Kur’ân ve Hadisi anlamaya muvaffak olması cihetiyle büyük bir hazinenin anahtarını elde etmiş sayılırlar.

Ancak şu hususa dikkat etmek gerekir. O da, Risale-i Nurların bir tefsir niyetiyle okunması ve okurken de, “Bediüzzaman ne diyor?”diye değil, “Kur’ân ne diyor?”diye bakması ve anlatılanları Kur’ân ve Hadisin içinde görmesidir. Aksi takdirde, ayrı bir tasnif ve telif hükmüne geçer ki, bu da kudsî malumat olma özelliğini kaybettirir.

Üstad Bediüzzaman da şeriat kitaplarını okuyanların, Kur’ânın ne dediğini anlamak gayesiyle okunması gerektiğini, yoksa o âlimin ne dediğini anlamak niyetiyle okunmaması gerektiğini belirtir:

“şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.”(3)

Bir örnekle tezini pekiştirmektedir:

“Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”(4)

Müellifin ortaya koyduğu bu kural, elbette Risale-i Nur için de geçerlidir.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1. Şualar, Birinci Şua, Yirmi birinci âyet.
2. Şualar, Birinci Şuâ, Yirmi dördüncü âyet, 612
3. Sünuhat, Kur´an´ın Hakimiyet-i Mutlakası, 45
4. Sünuhat, Kur´an´ın Hakimiyet-i Mutlakası,45

Gençlik Rehberi Mahkemesinden İslamafobi Sempozyumuna

Bediüzzaman‘ın hayatında İstanbul farklı zamanlarda farklı hayat levhaları ve görüntüleri ile görünmüştür.

İkinci Meşrutiyet öncesi geldiği İstanbul’da farklı faaliyetleri olmuştur. Bu geliş kendini kamusal alana, ilim muhitlerine kabul ettirme yönünden önemli bir geliştir.

İmparatorluğun hasta adam olduğu bir dönemde Bediüzzaman siyasi hayatı, dini ve kültürel hayatı projektör gözleri ile denetler, eserlerinde daha sonra görülecek sayısız tahlillerin hammaddeleri ve saf vakaları bu dönemde görülmüştür.

Toplumu çok yönlü olarak revize edecek bir insanın o toplumu çok yönlü olarak görmesi ve değerlendirmesi gerekir.

Dostoyevski Sibirya sürgününde romanlarının bütün hammaddelerini bulduğunu söyler.

Hüseyin Rahmi İstanbul’da günlük hayatın bütün vechelerini görmüş ve romanlarına yansıtmıştır.

Çünkü asrın en büyük olayı gözlem,

Bediüzzaman’da bütün eserlerinin yapısal görüntüsü ile ileri düzeyde bir gözlemcidir. Onun gözlemleri hem tabiatı, hem insanları, hem olayları, hem demonik vakaları, dini ilişkileri daha nice görsel levhaları içine alır.

Avrupa Osmanlının hasta adam olduğunu görmüş, hastayı bir an önce öldürüp mirasına konmanın hesabını yaparken, Bediüzzaman da hasta adamı çok yönlü olarak görmüştür, Avrupa hasta adamı pasta yapmayı düşünürken, Bediüzzaman ise bu büyük hastayı diriltmek için her çabayı göstermiştir.

Bediüzzaman siyasi hayatın hasta olduğunu görür kurallar vazeder.

Dini hayatın ve akaidi hayatın hasta olduğunu görür, risalelerinde hasta akaidi sağlıklı hale getirmeye gayret eder.

Haşir’deki adam hasta,

Miraç’ daki adam da hastadır, anlayış ve kavrayış hastasıdırlar.

Hastalar risalesindeki hastalık bedensel hastalıktan çok hastalığı tanrısal göremeyen anlayışın hastalığıdır.

Bediüzzaman dinin bütün akaidi ve ameli alanlarını hastalıktan kurtarmak için eserler kaleme almıştır.

Meşrutiyet öncesi geldiği İstanbul’da bu hasta adamı çok yönlü olarak görmüştür.

Daha sonra bu gözlemlere göre eserlerinin yapısını kurmuştur. Bu ilk geliş mahiyet olarak tam işlenmemiştir, çok önemli bir geliş ve hazırlanış dönemidir.

Bundan sonraki gelişi Rusya’da sürgün yıllarından sonra döndüğü İstanbul’da yaşadıklarıdır. İşgal İstanbul’unda o kadar farklı fikirler vardır ki bir piyanonun tuşlarının her birinin bir yere düşmesi gibi ahenksiz bir ortamdır.

Ankara hükümeti tarafından çağırılan Bediüzzaman

Bediüzzaman yüzlerce gazetenin çıktığı bu dönemde ülkenin birliği için herkesi örgütlemeye çalışmış, milli birliği sabote edenlere cevaplar vermiştir. Buna rağmen otuz bir martta yakalanmış ama mahkemeden kurtulmuştur.

Bediüzzaman bir kahramandır. Bu belirsiz ortamda, binlerce insanın ve aydının bulunduğu ortamda bu garip adam İngiliz siyasetini perişan etmiş ve Ankara hükümeti tarafından çağrılmıştır. O dönemde çağrılan bir başkası var mı?

Ne gariptir ki İngiliz işgali altındaki İstanbul’da İngiliz politikasını sarsan adam Van’dan alınıp bir suçlu mücrim gibi İstanbul’a getirilmiştir.

Bizim son yüzyılımız hamiyetli adamların harcanması ile doludur. Kim ülkeyi kurtarmak için çalışmışsa ya kaçmış, ya kaçmak zorunda kalmış, ya da başı yenmiştir.

Eleştiri üzerine kurulmamış sistem, enkaz üzerine kireç döküp beyazlatıp onun üzerine sanatlı resimler çizmiştir.

Bu adam harcama bugün de devam eder, Demirel altı defa gitmiş yedi defa gelmiştir, her gelişi bu adamlara karşıdır, son gelişinde artık korkusundan tavrını kaybetmiştir.

Özal da öldürülmüş, Menderes, Sultan Hamid, Sultan Aziz, Enver paşa hep bu yolun yolcularıdır.

İstanbul’a dört defa değişik sebeplerle gelen büyük ıslahatçı

Bediüzzaman cumhuriyetin ilanı sonrası Van’dan alınıp İstanbul’a getirilmiş, yaşadıkları o günün çarpık politikaları gereği tatsız şeylerdir, ama o başka bir dünyanın adamıdır.

Milli mücadelede mücadeleciler ile savaş meydanlarında büyük kahramanlık gösterilmiş insanlar siyah beyaz kavgası yüzünden zayi edilmiş ve bugünün bütün siyasi ve etnik kırgınlıklarının çekirdekleri bilinçsizce o dönemlerde atılmıştır.

Bu hareketleri yapanlar büyük devlet adamı edalı aslında kafaları cüce mantıkların mahkûmu insanlardır, eğer o politikalar doğru olsaydı bu günkü yanlışlar ve mayınlı bölgeler oluşmamış olurdu. Eynessera minessüreyya.

İstanbul’dan Barla’ya sürgün edilen Bediüzzaman daha sonraki yıllarda İstanbul’a bir kere de Gençlik Rehberi mahkemesi dolayısı ile gelmiştir.

Siyasi tarihimiz o kadar kuraldan mahkûmdur ki asrın başından ortasına kadar dört defa İstanbul’a gelen büyük ıslahatçı dört gelişte de farklı muameleler görmüştür. Öldükten sonra da yüzyılın bitişine kadar da talebeleri çekmiştir. Gençlik rehberi mahkemesinde davasını kemale erdirmiş büyük ıslahatçı ahirete göçtükten sonra da Avrupa’nın üflediği ifsad ıslıkları ile rahatsız edilmiştir.

Ama Bediüzzaman bütün bu yüzyıllık mücadele sonrası İstanbul’a bir üniversite kürsüsünde eserlerinin tartışıldığı bir toplantı ile geri dönmüştür. Yahya Kemal İstanbul’un fethini gören Üsküdar’a gazel yazmıştır, Risale Akademi de aynı şekilde İstanbul’un fethinin kapısını açmıştır. Otuz beş bildiri İslamafobyanın arkeolojisini yapmış, meseleyi tahlil etmiş, bu büyük kavram ve uygulamanın ülkenin fikir ve din arenasında dikkat çekmesini sağlamıştır.

İttihad imtizac-ı efkârdır, bilginin ışığında vücut bulur

Garip olan Türkiye’de İslamcıların, cemaatlerin artık rüzgârını kaybetmek üzere olduğudur, şimdi insanlar artık rüzgârlarını menfaatlerine göre ayarlamaktadırlar.

Baskı, zulüm ve tarassut olduğu dönemlerde heyecanlı ve hizmet aşkı ile dolu insanlar, İstanbul gibi yerde hangi yelpazede olursa olsun kalkıp da bir sempozyuma gelme zahmetine katlanamamaktadırlar, ittihadı İslamı savunanlar kendi aralarında ittihadı gerçekleştirmek için ortaya konan içtimaları görmezlikten gelmektedirler.

İslamafobyanın teorisi çok önemli, Bediüzzaman bu din korkusunun dine ne tür zararlar verdiğini bildiği için en uygun karşı mücadeleyi gerçekleştirmiştir. Risale Akademi, Akademik Araştırmalar Vakfı ve Üsküdar üniversitesinin birlikte gerçekleştirdiği bu hayırlı içtima aydınlarımızın gözünü bir nebze de olsa Bediüzzaman’ın klasik görüntüsünün dışında görmelerine neden olmuşsa herkes mutlu olmuştur.

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Artık ey kahpe rüzgar nerden esersen es

Prof. Dr. Himmet Uç

Okumak ve Bilmenin Ehemmiyeti!

Pek muhterem ve Aziz Kardeşlerim!

İnsan için ilim kadar kıymetli bir meziyet yoktur. Bu insan kulağından ve gözünden ne alabildıysa odur, başka olamaz. Yani: Nasıl kimselerden söz işitmişse ne okudu ise o renkle renklenir. Dinimizde Namaz çok mühimdir, fakat Namazı kılmadan evvel , o namaz nasıl kılınır öğrenilmesi lazım.

Kur’an-ı Kerim nazil olurken Allah bize ilk Ayeti Kerimeyle “Oku” diyerek okumayı emrediyor. Oku derken, Allahın adıyla oku. Yoksa Allahın adı anılmamadan, besmele çekilmeden yapılan her hangi iş ebter dir(bereketsizdir). Evet Allah ilk ayetle bize ilmi emrederken ilmin kıymet ve ehemmiyeti ortaya çıkmış oluyor.

İslâm kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur’an-ı Kerim’de sadece ilim kelimesi yüzbeş defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüzellidokuzu bulur. Ayrıca “akıl, fikir, zikr” gibi kelimeler Kur’an-ı Kerim’de çok zikredilir.

Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de “Sakın ha cahillerden olma” (el-En’âm, 5/35) buyurulmuştur. Kur’an-ı Kerîm’in açıkça ifade ettiğine göre “Kulları içerisinde Allah’tan ancak âlimler korkar” (el-Fâtır, 35/28).

Kur’an-ı Kerîm’de ilmin her çeşidi övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı açıkça belirtilmiştir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? ” (ez-Zümer, 39/9). Mehmet Akif Bu ayeti kerimeyi açıklarken: Olmaz ya tabii biri insan biri hayvan diyor.

Yine Kur’an-ı Kerîm’de “Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir” (el-Mücadele, 58/15) buyurulur

Peygamberimiz a.s.m. biz ümmetine bir çok Hadisi şeriflerle ilmin kadru kıymetini önümüze seriyor:

1- “Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir” (Keşfü’l Hafâ, H. No: 751).

2- Peygamber efendimiz (s.a.s), dualarında; “Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır” [Tirmizî, Daavât, 128);] “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” [Tirmizî, Daavât, 68)] buyurururdu.

Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâmiyet’le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir.

3- “İlim öğrenmek için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allahın yolundadır.” [ Tirmizi İlim 2,(2696) İbni Mace)17, (227)]

4- “Kim ilim talep ederse, onun bu işi, geçmişteki günahlarına kefaret olur” [ Tirmizi İlim 2, (2650)]

5- ” Hikmetli söz Müminin yitiğidir. onu nerede bulursa hemen alsın.” [Tirmizi ilim 19 (2688)]

6- ” Alimin ibadet edene üstünlüğü, benim sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir” [Tirmizi İlim 19,(2686)]

7- “İlim Çinde dahi olsa gidin alın” [ Binbir Hadis 126]

8- ” Sağlam imanın dayanağı, onun tahsili ve elde ettiği ilimdir.”[ Kütübü Sitte]

9- “Allah indinde ilim kadar faziletli biri şey yoktur” [Kütübü Sitte (4104)]

10- “İlim taleb etmek üzere yola çıkan hiç kimse yoktur ki, melekler onun bu yaptıklarından memnun olmasınlar. Onu üzere kanatlarını germemiş olsunlar.” [ Kütübü Sitte (6051)]

11- “Kim ilim öğrenmek için bir yola suluk ederse, Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir…” [Ebu Davud ilim 7, (4108)]

12- “Kime ilimden sorulur, oda bunu ketmedip söylemezse (kıyamet günü) ateşten bir gem ile gemlenir.” [Ebu Davud ilim 9, (3658) Tirmizi ilim 3,(2651)]

13- “İlimden faydalanmak maksadı ile geçen bir saat. İbadet ve taatla geçirilen bir gün, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır.” [Binbir Hadis (535)]

14- “İlmi beşikten mezara kadar talep edin” [Kütüb-ü Sitte]

Hazreti Ali Kerremasllahu vecheh nin ilim hakkında şöyle güzel bir sözü var: “Bana bir harf öğretenin ben Kölesi olurum” demiş.

İlimlerin Şahı ve padişahı İman ilmi” olduğunu Üstadımız Bediüzzaman hazretleri: Mübarek sözü ile, bu zamanda iman, ilimsiz ayakta duramayacağını tasdik etmiş.

Evet! Şüphe yok ki İslam dininde İmandan sonra ilim gelir. Bununla beraber, bu zaman öyle bir zamandır ki, o İman cevheri mevcut düşmanlar karşısında ilimsiz dayanamıyor. Çünkü Karşımızdakiler bize ilimle saldırıyorlar. Bu sebepten Peygamberimiz a.s.m. “Euzu bil-lahi min lisanil alim” yani: (Bilgili dinsizlerin şerrinden Allaha sığınırım) buyurmuşlardır. Bu düstur: Bildiğini kötüye kullanan kimseler çok şerli olduğunu bize gösteriyor. Bundan dır ki Bediüzzaman Hazretleri: “Risale-i Nurlardan eğer yeteri kadar kuvvet alamadı iseniz onlarla tartışmayın” diyor. Çünkü Allah korusun, sizi imansız brakmaya o sebep olabilir.

Bu se Biz Nur Talebeleri İlimlerin Şahı ve padişahı olan İman ilmini ihtiva eden Risale-i Nurları çok okuyacağız. Her kes zamanına göre kendine: Ben günde ne kadar okuyabilirim sayfa sayısını kendine tayın ettikten sonra. Yani: en az 5 sahife olmak şartı ile onu okumadan yatıp uyumayacak demeli. Bu hususta okumanın sayfa numarasını ve insana sağladığı faydaları Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dilinden sağdaki panoda göreceksiniz.

Bakın İlim hususunda İstiklak Marşı Şairimiz Mehmet Akif şiiri ile ne diyor:

İslamda ilim herkese iman gibi farzken,

Uğrunda ümürler boyu tahsil çağı azken,

Her yükselişin yolu imanla ilimken,

Har sahada hâkim yaşamak hakkı bizimken,

Cehlin niye biz kapkara kâbusuna daldık,

Öz cevherimizden nice yüz yıl geri kaldık.

Evet! Asrı karanlıktan kurtaran

Rabbin eli Üstad Bediüzzaman,

İman kurtarıcısıdır bu kahraman.

O çok ızdırap çekti sabretti durdu,

Mucize vâri birçok mefkûre kurdu.

Küfre karşı bize elmas kılıç sundu,

Nurlara dünyalar oldu kendi yurdu.

Rabbim, bu halkı Sen ilimsiz bırakma,

Rahman İsminle kuru onları yakma.

Ey insan! Fırsat sendeyken, çıkmadan can,

Nedamet et kardeşim, eldeyken imkân.

Tevbe et gelmeden o “İrciî” emri,

Unutma ki gelecek hesabın devri.

KADİRİN abdi

*************************************************

RİSALE-İ NUR OKUYUN DERSE GİDİN

Okuyun, kıymetli kardeşler, insan olduğunuzdan,

Okuyun, kızlar ve erkekler, çok düşman olduğundan,

Okuyun, bu kitaplar, çok faydalı olduğundan,

Okuyun, Rabbimizin ilk emri “Oku!” olduğundan.

Okuyun, etrafımızı fitne, fesat sardığından,

Okuyun, onlarla çok müşkül hallolduğundan,

Okuyun, bütün ehl-i tahkikin malı olduğundan,

Okuyun, ilerde sayısız pusu kurulduğundan.

Okuyun, âteist felsefeye cevap olduğundan,

Okuyun, o sizi cehaletten kurtaracağından,

Okuyun, kâinat kitabını net okuttuğundan,

Okuyun, bu zat bildiklerini hep yaşadığından.

Okuyun, fikri siyasetten uzaklaştırdığından,

Okuyun, zamanın yarasına iyi geldiğinden,

Okuyun, bizlere ihlas-ı kazandıracağından,

Okuyun, her şey onlarla iyice görüldüğünden.

Okuyun, bu zamanda geçerli ilim olduğundan,

Okuyun, iki hayata faydası çok olduğundan,

Okuyun, bir gün bizi buradan kovacaklarından,

Okuyun, önümüzde ebedi hayat olduğundan.

Okuyun, kâinat bizim için yaratıldığından,

Okuyun, biz kâinata hülâsa olduğumuzdan,

Okuyun, ücreti fazlasıyla verileceğinden,

Okuyun, mezardaki cevapları öğrettiğinden.

Allahım bu mübarek aylar ve geceler hürmetine, Peygamberimiz a.s.m ve diğer Peygamberler a.s. hürmetine Üstadımızın Ruhaniyeti ve Nur talebeleri hatrına, bizleri Kur’anı ahkamına uyanlardan eyle Kur’anın tefsirlerinden bu zamanın ihtiyaçlarına cevap veren Risale-i Nurları çok okumak iyi anlamak ihlasla amel etmek nasip ve müyesser eyle Amin Velhamdülil-lahi Rabbil’alemin.

Nurların Kemter Talebesi

Abdülkadir Haktanır

Rabbin eli Üstad  Bediüzzaman,

Sicim Teorisi ve Esir Maddesi

Öteden beri hem maddenin hem de uzayın dokusu ve esasının “Esir Maddesi” olduğuna dair -daha ziyade dinî kaynaklara dayanan bir kanaat ve inanç- insanlığın gündeminde yer etmiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bilim dünyasında da “Esir” in yapı ve özellikleri ile ilgili yoğun bir tartışma yaşanmıştı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında esir maddesinin nasıl anlaşıldığını yansıtması açısından, 1883 yılında ünlü Nature dergisinde yer alan ifadeler hayli ilginçtir:

Esir genelde bir akışkan, ya da bir mayi olarak adlandırılmaktadır ve yine katılığı itibariyle bir jele benzetilmektedir. Oysa bu adların hiçbiri uygun değildir. Bunların hepsi moleküler gruplardır, dolayısıyla esir gibi değildir. Eylemsizlik özelliği olan sürekli sürtünmesiz bir ortamı basit olarak ve tek başına düşünelim, mefhumun muğlâklığı, bilgimizin şu anki durumunda münasip olduğundan daha fazla bir şey olmayacaktır.

Kusursuz devamlılığı olan, ince, sıkıştırılamayan, tüm uzaya yayılan ve içinde yerleşik sıradan maddenin molekülleri arasında sızan ve kendi imkânları ile birini diğerine bağlayan bir özdek fikrini idrak etmeye çalışmalıyız. Ve onu cisimler arasındaki tüm hareketlerin sürüp gittiği evrensel bir ortam olarak kabul etmeliyiz. O halde bu onun -hareket ile enerjinin ileticisi olarak- fonksiyonudur (1).”

Uzayın dokusu gibi, madde (örneğin elektron ve kuark gibi atom altı tanecikler) ve hatta ışın ve elektrik gibi şeyler esir maddesinden mi meydana geliyor? Hatta insan ve canlıların aura denen ikinci bedenleri (misali bedenleri) esirden yapılmış olabilir mi? Bediüzzaman’a göre “evet”. O, Kuran’ın yaratılışa ait sırlarına dair açıklamalarda bulunan Hud Suresi yedinci ayetinde ki “Arş su üzerindeyken…” ifadesini Esîr maddesiyle yorumlar. Esîr maddesinin yaratılış silsilesinin ilk adımını teşkil ettiğini ve sonra atom altı taneciklerin (cevahir-i ferd) yaratıldığını ifade eder. Bu yoruma göre, Cenab-ı Hakk’ın arşı, su hükmünde olan Esîr maddesi üzerinde yer almaktadır. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sani’in ilk icatlarının tecellisine merkez olmuştur (2).

Esîr maddesinin varlığı ve mahiyetiyle ilgili bir başka bilgiye de, Yasin sûresi 36. ayetten elde ediyoruz. Bu ayette geçen “Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir” ayetindeki “yüzme” bir boşlukta değil, ancak bir madde içinde olabileceğine göre, ayette uzay boşluğu bir denize benzetilmektedir.

Elmalılı Hamdi Yazır “Arş, su üzerindeyken…” ayetinin tefsirinin bir manasını, “Bunlar arşın her şeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir” şeklinde açıklar. Bu yorumda da Esîr ve Esîrin özelliklerine dolaylı yoldan bir açıklama getirildiğini söyleyebiliriz.

Bediüzzaman, fezanın esir ile dolu olduğunu ifade ettikten sonra; “Meyveler ağacını; çiçekler çimenlerini; sümbüller tarlalarını; balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe’lerinin tarlasını, denizini, çimengâhını vücudun, aklın gözüne sokuyorlar (3)” ifadeleriyle de esirin varlıkların hem teşekkül, hem de faaliyet alanı olduğunu belirtir. Devamla, ulvî âlemde, yani fizik ötesi kanunlara göre çalışan metafizik âlemlerin muhtelif tabakalara ayrıldığını, her birinin kendine has kanunları bulunduğunu, böylece yedi farklı uzay-mekânın farklı işleyiş mekanizmaları olduğunu, esir’in bu âlemlerin ortamı ve alanı olduğunu ifade eder:

Madem Âlem-i Ulvide muhtelif teşkilat var, muhtelif vaziyetlerde görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semavat, muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar var… Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyattan başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması vardır.

Esîrin her bir âlemin dokusunu teşkil etmesi ve yedi âlemin ayrı ayrı hüküm ve kaidelerine göre yapılanmasını ise şu şekilde anlatır:

Esîr kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet, nasıl ki; buhar, su, buz, gibi havaî, maî, camid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i Esîriyye’den dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz (4).”

O, esîr ile ilgili bu açıklamalarını yaparken, bu izah ve yorumlara dayanak olan hadis ve ayetleri de belirtir. “Gök ve yer ve içindekiler O’nu tesbih eder”, “Sonra iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti; O her şeyi bilir”(5) ayetleri ile “Semâ emvacı karardide olmuş bir denizdir” hadisi bunlardan bazılarıdır.

Ruha yakın bir yapıda ve vücudun en zayıf mertebesi olan esiri anlaşılır kılmak kolay bir mesele olmamaktadır. Esir, ışınlarla, manyetik ve nükleer kuvvetlerle ve çekim ile fizikî ve kimyevî bildiğimiz anlamda bir etkileşim içinde değilse, ya da var olan etkileşimleri, spektroskopik cihazların ölçüm alanının dışında kalıyorsa, müşahhas ve ayrıntılı neticelere ulaşılması kolay olmayacaktır. Bu izahlara göre, hem Sicimlerin hem de Esirin çok farklı ve üzerinde çalışılması zor bir konu olması bir yana; asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, birinin diğerinin yerine geçebileceğini irdelemektir.

Sicimler Esir Maddesi Olabilir mi?

Bilim dünyasının sicimler üzerindeki gayretini adı konulmamış bir “esir” maddesi arayışı ve çabası olduğunu söyleyebilir miyiz? Esir kavramının bilim tarihi içerisinde geçirdiği dönüşümler bilimin insanî boyutları hakkında fikir vermekle beraber, zamanla değişen teorilerden bağımsız bir gerçeklik anlayışına ulaşma ihtiyacı da vardır. Dolayısıyla ilahî vahyin doğru anlaşılması ve yorumlanması önem taşımaktadır.

Kâinattaki tüm parçacıkları ve etkileşimleri bir çatı altında toplayacak “Her Şeyin Teorisi”, Einstein’dan beri tüm fizikçilerin en büyük hayali olmuştur. Maddeyi, vakumu ve evrenin başlangıcını daha iyi anlayabilmemiz, bu problemin çözülmesine bağlı görünmektedir. Bu dev problemin çözülmesi yolunda en büyük umut vadeden yaklaşımın ne olduğunu söyleyelim şimdi: Süpersicim Teorisi! Eğer esir maddesi, sicimlerden başkası değilse; esir maddesinin ne denli büyük bir kozmik gerçeği ifade ettiği; keşfinin tıkanan fizik biliminin önünün açılması için ne kadar önemli olduğu anlaşılmış olur.

Süpersicim Teorisi’ne göre bütün parçacıklar ve kuvvet taşıyıcıları (elektronlar, kuarklar, fotonlar, gravitonlar vs.) Planck uzunluğu 10-33 (on üzeri eksi otuz üç) cm mertebesinde boyutlara sahip sicimlerden oluşmaktadır. Uçları açık veya kapalı (halka şeklinde) olabilen bu sicimler, titreşim şekilleri farklı olan parçacıklara tekabül etmektedir. Bu teorinin en cazip yönü, hem “dört temel kuvveti” ve hem de onlarca temel parçacığı basit bir sicimin titreşimleri ve hareketleri cinsinden ifade edebilme kolaylığıdır.

On boyutlu âlem

Süpersicim Teorisi’nin en sıra dışı özelliği, sicimlerin titreşim ve salınımlarını ifade edebilmek için tam on boyuta ihtiyaç duyulmasıdır. Biri “zaman” ve dokuz uzay boyutunda hareket eden sicimler, dört boyutlu uzay zamanımızda noktasal parçacıklar ve bu parçacıklar arasındaki etkileşimleri oluşturmaktadır. Gözlemleyebildiğimiz dört boyutun dışında kalan boyutların, kendi üzerine kıvrıldığı ve çok ufak kaldıkları için fark edilmedikleri düşünülür.

Genel İzafiyet Teorisine göre, çekim alanları, uzay zamanın temelidir. Hâlbuki çekim de dâhil olmak üzere tüm kuvvet alanlarını içine alan sicimler, aynı zamanda “uzay zaman“ı da teşkil eder. Sicimlerin gerçek teorisi bulunabilirse, hem uzay zamanın ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı anlaşılacak, hem de dolayısıyla uzayın dokusu, esirin yapı ve mahiyeti hakkında da daha doyurucu ve sağlam bilgilere ulaşabilecektir.

Esir maddesi anlayışına gelince, o varlığın sınırını, maddenin nihai küçük noktasını teşkil eder. Varlığın en küçük birimidir ve her şey –boşluk bile- esirden yapılmıştır. Sicim Teorisi aynı şeyleri söylemektedir. Sadece maddi küçük taneciklerin değil, ışık ve enerjinin elektrik ve kuvvetleri de sicimlerden yapılmıştır. Hatta yıldızlar arasındaki “boşluk” da dâhil, her şey onlardan oluşuyor. Onlardan daha küçük bir cisim yok. “Onlar olmasaydı hiçbir şey olamazdı. Ne zaman, ne uzay, ne de madde olurdu. Yıldızlar ve gezegenler de olmazdı. Evren diye bir şey olmazdı.” diyor konu uzmanlarından olan Brain Gren (6).

Âlemin sırlarına Kur’an’ın bakış açısı ve ışığı altında açıklamalarda bulunan Bediüzzaman, esirin anlam ve fonksiyonlarını anlatır ve “esir maddesine” mevcut sicim anlayışına paralel, hatta çok daha ötesinde ve ilerisinde anlam ve vazife yükler. “Esir” maddesinin sadece varlığın beliriş ortamı ve faaliyet alanı ile sınırlı kalmadığını, onun “nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle techiz” edildiğini, ilâhî arşlardan biri olduğunu söyler. “Arş” ile “alan” ya da “ortam”, vazife ve fonksiyon itibariyle benzerliğe dikkat edelim. Su ve toprak da birer arş olarak yaratılmışlardır. Onun ifadesi ile esir maddesi, Cenab-ı Hakk’ın en nazenin bir hulle-i icraatıdır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin, ruhanî ve manevî varlıkların yaşama ortamı ve faaliyet alanıdır.

Bediüzzaman, esiri; “Ecram-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının râbıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde” olarak ifade eder; “en ziyade mekâna dağılmış hadsiz kesretli bir maddî madde” şeklinde değerlendirir. O, bu ifadeleri ile esir maddesinin işlevini ve görevini fizik ötesi kanunların yürürlükte olduğu “gaybî âlemlerle ilişkilendirmektedir. Ona göre, evren katlarının (semavat) her birinin kendine has kanunları vardır ve o kanunlar sayesinde yedi farklı uzay-mekânın birbirinden farklı işleyiş mekanizmaları yürürlüktedir. Bu evren katlarının hepsinin de ortamı ve aslî yapısı “esir maddesi”dir. O, varlığın şehadet âlemi denilen fizik dünyaya inhisar etmediğini, farklı uzay-zamanların bulunduğunu şöyle anlatır:

Mâdem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var, muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor; öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semâvât muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var; elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismâniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer semâsı vardır.

Yedi tabaka, her bir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i Berzaha, âlem-i misâle; tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder (7).”

Bilimin nazarı henüz daha fizik dünyadan (şehadet âlemi) iken, “sicim”lerin öteki âlemleri de içine alan görev ve işlevlerinden söz etmesini bekleyemeyiz. Öyle anlaşılıyor ki, bilimin esir maddesinin (ya da esir maddesi olarak düşündüğümüz sicimleri) keşfi şimdiye kadar yapılan en büyük bir buluş olacak ve bilimde ve teknolojide büyük değişim yaşanacaktır. Gerçek anlamda uzay-zamanda teknolojik olarak seyahatin anahtarlarının ancak o zaman ele geçirileceğini söyleyebiliriz.

Uzay Boşluğu Esîr ile Mi Doludur?

Uzay boşluğu “boş” olmayıp, esir maddesi ile dolu ise, o zaman tüm ışın ve elektomanyetik dalgalar gibi gök cisimleri de bu “esir denizinde” yol almaktadır. Sicim teorisine göre uzay, sicim denen özelliği sayesinde sayısız kuanttan oluşmuş ve “yaylanabilen, esnek” bir örümcek ağı biçiminde “yüzey” oluşturmaktadır. Karadelikler, sonsuz ağırlıkları ile “” şeklindeki uzayın “delinmesine” yol açmakta; “uzay denizinde” bir girdap oluşturmaktadır. Elbetteki “boş” olan bir uzayın “bükülmesi” ve “delinmesi” söz konusu olamayacağına göre, uzayı dolduran bir “dolgu malzemesi” bulunmalıdır.

Çevir de gözünü semaya bak, bir çatlak, kusur görecek misin?”(8) âyetine göre uzay-zaman ağının son derece sağlam örüldüğü, çatlaksız olduğunu anlamak mümkün. Ağ, üzerine konan ağır cisimlerce eğip bükülüyorsa, adına sema dediğimiz esir, ya da sicim ilmikleri ile örülü uzay-zaman ağı da üzerine “oturmuş” büyük kütleli gök cisimlerince öylesine eğilip bükülmektedir. Karadelik sonsuz bir ağırlık anlamına geldiğinden, o bölgede uzay-zaman ağı “eğilip bükülmekle” kalmaz, adeta yırtılıp çatlamakta, daha uygun bir tabirle “delinmektedir”.

Delinmenin anlamını nasıl değerlendirmeliyiz? Elbetteki orada fizik kanunlarının geçerliliğinin kaybedilmesi ve o yörede fizik ötesi âleme kapı açılması şeklinde.

Çekim gücü ile uzayın asıl dolgu nesnesi bir alaka içinde bulunuyorsa, bu alakanın şekli ve mahiyetinin açıklığa kavuşturulması, uzayın dolgu maddesinin (esir ya da sicim) keşfedilmesi ve tâbi olduğu kanunların keşfine bağlı görünmektedir. Herkesin merakla beklediği “uzay ağı” içinde açılabilecek, “tünel”ler vasıtası ile uzay-zamanda yolculuk ne zaman mümkün olabilir? Bu soruya olumlu cevap verebilmek, her şeyden önce, uzayın dolgu maddesinin keşfine ve ona hükmeden kanunların keşfine bağlı görünüyor.

Bütün bunların, her şeyi maddeye indirgeyen ve tek boyutlu düşüncenin dışına çıkamayan materyalist inanç ve pozitivist felsefeyle anlaşılması ve çözülmesi mümkün değildir.

Prof. Dr. Osman Çakmak

(1) O. Lodge, “The ether and its functions”, Nature, XXVII, 1883; 304.
(2) Nursi, B. S. İşaret-ül İcaz. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
(3) Nursi, B. S. Sözler. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.
(4) Nursi, B. S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996. s. 67.
(5) Bakara, 29.
(6) MB Green and D. Gross, eds., Unified String Theories, World Scientific, Singapore, 1986. J. Scherk and JH Schwarz, Nucl. Phys. B81, 1 18.
(7) Nursi, B. S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996.s. 62-69.
(8) Mülk, 67/3.