Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Gazab ile Tanıttırmak

Bediüzzaman Allah’ın kendini tanıttırmak için âlemin inşası ve güzelleştirilmesi, insana hizmet eden şeylerin gösterişli ve cazip olması, insanın kendinin de en güzel surette olmasını değişik yerlerde anlatır. İnsanın gözlerine ve onun arkasında aklına bu tanıtıcı ve sevdirici fiiller imanı ve ibadeti ona zorunlu hale getirir. İnsan iman ile tanımalı ibadet ile de sevmeli. Şayet bu tanımamak ve sevmemek umumi bir hal alırsa o zaman Allah sevdirmenin aksine kendini tanıttırmak için felaketler ve zelzeleler verir. Bediüzzaman’ın zelzele konusunda yaptığı açıklamalar Allah ‘ın bu felaket dili ile kendini insanlara tanıttırmak istediğini gösterir. Bediüzzaman ulûhiyet canibinden bakar olaylara, beşer canibinden değil.

Meselâ, bu âhirde, beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümâtlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hàlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil hususi bir Rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmûasında ve Rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyânından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumi ve dehşetli âfâtı, nev-i insanın yüzüne çarparak onunla Hikmetini, Kudretini, Adâletini, Kayyûmiyetini, İrâdesini ve Hâkimiyetini pek zâhir bir sûrette gösterdiği halde; “(Sözler 160)

Beşerin isyanına karşı Allah daima insana dost yüzünü gösteren silahlarının düşman yüzlerine kullanır. Su, hava, elektrik, zelzele, fırtına, umumi harp onun insanlığa kendini tanıttırmak için yaptığı zorunlu tanıtma tavırları ve fiilleridir. Allah’ı tanıttırma işinden bir sürelik vazgeçen Hz. Yunus’a nasıl hava, deniz, gökyüzü ve balık düşmanken birden dost yüzlerini gösterir onu kurtarırlar.

Ebedi Hayatın Zelzelesi Çok Daha Ciddi

Aşağıdaki ifadede ise İkinci Dünya Savaşının insanlığa getirdiği zarardan çok Osmanlıdaki tahribatı zararlı görür. Osmanlıdaki bozulmayı baki saadetin ve ebedi hayatın zelzelesi olarak yorumlar. “İkinci Harb-i Umûmi, beşere ettiği tahribât-ı azîme, gerçi çok geniştir; fakat, hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribâta nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye, mânen o İkinci Harb-i Umûmiden daha dehşetlidir.“(Münazarat 148)

Osmanlı kurumları ile dine karşı her zaman saygılı bir yapı kazanmış ve İslam dininin mekânlarına, onun temsilcilerine Peygamberimizden itibaren sahip çıkmış, onların sözlerini, mekânlarını ve davalarını devam ettirmiştir.

Onun büyük bir şer grup tarafından dejenere edilmesi ikinci harbi umumiden daha büyük bir zelzeledir. Böyle anonim bir tanıma ve sevdirme faaliyetini kendine gaye eden, ilayı kelimetullah bekçisi olan Osmanlının bu özelliğinin yıkılması da yine büyük bir tahribat ve zelzeledir. Tanıtmadan vazgeçilmesi felaketleri getirmiştir.

Kur’an’ın Çok Ciddi İkazları

Bediüzzaman tanıtma ve sevdirme fiillerini kâinat ve arz gözlemlerinden hareketle ifade eder. Haşir, Ayet ül Kübra, Münacat risalelerinde gösterme ve tanıtma konusunda yoğunlaşır. Kur’an’dan hareketle tanıtma, gösterme, sevme sevdirmenin dışına çıkan bütün bu eylemleri görmezlikten gelen serkeşlik ve inatçılık yapan insanları korkutur ve tehdid eder. Çünkü olumlu görüntüler ve nimetler karşısında tanıma ve tapınmadan kaçan insanları zelzele ve kahredici olaylarla ikaz eder.

Ya maşerelcinni vel ins inistatatüm en tenfüzü min aktarissemavatıi vel ardi fenfüzü latenfüzüne illa bi sultan. Febieyyi alai rabbiküma tükezziban . Yürselü aleyküma şuvazün minnarin ve nühasün fela tentesiran. Febieyyi alai rabbiküma tükezziban. Velekad zeyyennessemaedünya bimesabiha vecealna ha rücumen lişşeyatin.“Ayetlerine dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki

Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannit olan ins ve cin

Emirlerime itaat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudud-ı mülkümden çıkınız” Nasıl cesaret edersiniz ki öyle bir Sultan’ın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki; öyle azametli muti askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.

Hem küfranınızla öyle bir Malik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki cünudundan öyleleri var; değil sizin gibi küçük aciz mahlûklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvvü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar.

Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki onunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler” (Sözler 405)

İşte tanıttırmaya güzelce iman etmeyip karşılık vermeyen, nimetleri ile sevdirmeye karşılık ibadetle sevip karşılık vermeyip isyan edenlere Allah zelzele ve felaketlerle ve Kur’an’ın dili ile ve nesneler ve olaylar askerleri ile cevap veriyor, tehdit ediyor. Beşer her halükarda iman ile tanımalı ve ibadetle sevmelidir, yoksa dünyada felaket ve tehditlere uğrar, olmazsa ahirette cennet ile tehiri mümkün olmayan ceza alır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Görsel İtikad ve İbadet Okulu: Risale-i Nur Dershanesi

GÖRSEL BİLİM VE İTİKAD OKULU

Romantizm olayları tasvir ederek insanları etkiledi, kahramanlar hayattan bir oranda kopmuş olağanüstü kişilerdi. Hugo ile bu akım doruğuna ulaştı, en olmaz anlarda büyük işler başaran bir kahraman ortaya koydu Hugo, Janvaljan tipi ile. İnsanlar bu kadar olağanüstü bir insanı bir süre sonra yadırgadılar, bilime paralel olarak Realizm doğdu.

Flaubert romanlarında görmediğim yeri anlatmadım dedi,

Madam Bovary büyük araştırmalar yaparak romanını yazdı, roman adeta görsel bir romandı. O kadar ayrıntılı olarak kaleme alınmıştı. İnsanları da gerçek hayatın içindeki insanlardı.

Bu akımdan sonra romancılar her şeyin aslına sadık kalarak özellikle görselliği ve dramatizasyonu öne alarak eserler yazdılar, Gongour Kardeşler,

Zola bu konuda daha ileri gittiler.

Romanın bu vadiye gelmesinde o dönemin bilimsel gelişmelerinin tesiri vardı.

Claud Bernard’ın görselliğe dayanan hekimlik kitabı Zola’yı tecrübî roman yazmaya itti.

Öyle ki Zola bir hekim gibi hem gördüğünü, hem de irsiyeti esas alan romanlar ile insanları bir laboratuar nesnesi gibi yorumladı ve görsel romanlar yazdı.

BEDİÜZZAMANIN ASRI VE GELECEĞİN İHTİYACINI TESBİTİ

Bediüzzaman çağın görsellik asrı olduğunu görüyordu, batıdaki ilmi araştırmalar insanın gözünü bütün değerlerin ölçüsü haline getirdi, insanlar görmedikleri şeylere inanmadılar. Özellikle Bediüzzaman’ın Tabiiyyun dediği Natüralistler insanı da tabiat gibi göz ile bağlantılı izah ettiler, Bolşeviklik ve onun manevi yönleri tamamen görsellik üzerine kuruldu.

Namık Kemal’in deyimi ile “lemsi ve müşahedesi nakabil olan şeyleri” insanlar inkâr ettiler.

İlim, anlatı yani roman, tamamen görsel bir dünyaya esir olunca Bediüzzaman her zaman her anlattığı şeyi görselleştirmek suretiyle dini, basarî bir din haline getirdi. İfadelerinde tasavvufi bahisleri izah etmek istememesi asrın görsel itikadı şablonuna aykırı olmasındandı. O meselelerin hakikatlerini realitelerini ortaya koydu.

HAŞİR RİSALESİNDEKİ ÖRNEKLER

Bediüzzaman’ın seçtiği anlatım tarzlarının anlatı tarihinde büyük bir zihnin dolaşıp en ideal anlatıları ve biçimleri seçtiği görülür.

Biz sadece doğan çocuğa bakıyoruz ama onun doğuş öncesinin, oluşum sürecinin ayrıntısından haberimiz yok.

Bir Haşir risalesi kaleme alınırken seçilen görsellik ve karakterolojik yapı ne kadar uzun bir seçme ve ayıklama ve ifade etmenin sonucudur.

Eserde anlatılan her şey görsel bir yapıda anlatılır.

Gösterdiği asar ile şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki
bedaheten gösteriyor
büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor
rububiyetinin saltanatını gösteren
görünüyor ki
görmüyor musun ki
gösteriyor ki
gösterir
mizan ile iş görüldüğüne
nihayetsiz bir adalet elini gösterir
adl ve hikmeti gösteriyor
aktar-ı alem sergilerine bak
işte bak
Haşir risalesinde böyle yüzlerce bakmaya ve görmeye endeksli ifadeler var. Bediüzzaman gözünü yanına alır aklı ile birlikte dolaşır sürekli bir konuyu bu ikili arasında tartışır ve sonuca varırlar.

BEDİÜZZAMANIN ANLATIM ARAÇLARI

Melekler, Allah, ibadet, haşir, namaz tamamen görsellik üzerine kurulmuş yorumlardan sonra varılan bahislerdir.

Ölüm ile ilgili örnekleri tiyatro sahnesi gibidir.

Asrın modern anlatım kalıpları olan tiyatro, sinema ve roman, hikâye Bediüzzaman’ın anlatılarını yüklediği ama onları bizim yapımıza uyarladığı anlatım araçlarıdır.

Münazara, muhakeme, musahabe, diyalog, monologlar tamamen görsellik üzerine kurulmuştur.

Bediüzzaman’ın görsellik üzerine kurulan itikadı, yorumları birkaç doktora tezi olabilir.

Namaz bahsinde celal, kemal ve cemal gibi tanrısal görünümleri, fiziksel durumlardan hareket ederek kişiyi hayalen, zihnen ve fikren namaza hazırlar.

Bu yüzden Bediüzzaman çoğunlukta görselliği esas alan bir din ve itikad ve yorum dershanesi açmıştır.

Ayet ve hadislerin zorunluluğu ile tabiat görüntülerinin zorunluluğu arasında paralellikler kurar ve bunu temin ettikten sonra sonuca varır.

ZEHİRLİ BÖCEK ELİYLE VERİLEN ŞİFALI BAL

Mesela ikinci hakikatte kerem ve rahmeti görsellikle ifade eder.

Mesela, Bahar mevsiminde Cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs misal libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip, hizmetkâr ederek, onların latif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musanna meyveleri bize takdim etmek,
hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek,
hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek,
hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak, ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır” (Sözler. 70)

Kerem ve rahmetini göze hitap eden bir realist tablo gibi anlatır.

Evet görsel ve akli itikad ve ibadet mektebi, Nur dershanesi.

Prof. Dr. Himmet Uç

Eğitim Çalıştayı 1. Sorusu

Dershane-i Nuriye (Medrese-i Nuriye) kavramları size neler çağrıştırmaktadır?

Risale-i Nur Dershanesi, başladığım günden bu güne kadar geçen zaman içinde, zihnimde sürekli gelişen bir yapı kazandı. Çok yönlerden bakılabilir bu mekana.

HAYATIN İÇİNDE VE DERSTE OLMA

Ben bir veya iki yönüne dikkat çekmek isterim.

Osmanlı medrese sistemi talebenin bir noktaya odaklanmasını sağlamak üzerine kurulmuştur. Bir öğrenci ne kadar dışarıdaki hayattan kopabilirse zihninin ve fikrinin ambarını doldurabilir. Şayet hem hayatın içinde, hem de dersin içinde olmak isterse, kişilikte parçalanma oluştuğu için kendini toparlayamadığı gibi bilgilerde de kopukluk olur.

Üniversite anlayışı, lise, rüştiye ve saire ise öğrenciyi gençlik ve zevklerin girdabından kurtaramadığı için yüzeysel bir bilim eğitimi almayı doğurur.

Biz zihnimizi ve fikrimizi korumak için pencereleri bile kâğıt ile kapatırdık. Çünkü insan kesretten zihnini vahdete döndürmesi için bir noktaya odaklanması gerekir.

Günlük hayatta bir noktaya odaklanıp yürümek ile medresede bir hedefe odaklanmak kişiyi toparlar, zihnin melekelerinin vahdetini korur, duygularını çağıran harici tesirlerden kurtarır ve zihninde tam bir vahdet oluşur. Böyle bir zihni yapı, kalite olarak düşük de olsa kendini dağıtmadığı için metne nüfuz eder, kendini toparlar, hafızayı dağılmaktan korur velhasıl her yönden bir yoğunluk kazanır.

BOŞBOĞAZLIKTAN KORUNMA

Bediüzzaman hayatın hay huyundan kurtarmak için kapalı ve kişiyi içine dönük imar etmek için hariç ile mümkün mertebe az uğraşan bir insan tipini ister. Siyasi, içtimai, gündelik konulara, “boğazlar meselesinde boşboğazlık” yapan bir insan tipine izin vermez.

Bir gün otomobil ile giderken, yolda bir kalabalık görür ve; “Zübeyir hele bir bak ne var orada?” o da gider bir bakar ve geri döner. “Üstadım bir şey yok.” “Zübeyir eğer bir dakika dursaydın seni kovardım” der. Zübeyir Ağabey, bir siyasi konuda çok bilgi verince “Seni kovacağım.“der. “Ben Risale-i Nur ile iktifa ettim, siz de iktifa etmelisiniz.” derken, zahiren bir yasaklama gibi görünürse de kişinin kişiliğini ve bilgi dağarcığını doldurması için böyle bir yasaklama zorunlu olur. Bu marksizmde de böyledir, teoriyi iyice belirleyene kadar kişi başka kitaplara yasaklanır, ama temel belirlendikten sonra ne okusa zarar vermez. Ama bu belli bir dönem için gereklidir.

Bana hocam, elimde velilerin hikmetleri ile ilgili bir kitabı görünce, “Himmet efendi sana nurlar yetmiyor mu demişti?” Ben sonradan bunu anladım. O yıllarda kazandığım direnci bütün ömür boyu kullandım ve kullanmaktayım.

Risale-i Nur dershanesi bir sünnet-i seniye zırhıdır, bir kaledir, kişi orada kendini, dinini, ilmini, kişiliğini, basiretini, hafızasını, hayatını daha birçok şeyi geliştirme çağında korur. Orada okunan derslerin ve kitapların getirdikleri ise, ayrı bir konu gerektirir.

Ben kişinin kendi ile yalnız kalması üzerine kurulan psikanalitik başarı konseptine uygun düşündüm.

BEDİÜZZAMANIN İNSANI KUTARMA METODU

Bediüzzaman anlatılmaz bir büyük inşacı. Bunun çok yönlü yorumu yapılmalıdır. Bediüzzaman’ın yaptığını anlamak için dünya eğitim ve bilgi tarihinin akışını iyi bilmek gerekir. Böyle bir dalalet asrı, bid’aların istilası, fesad-ı ümmet zamanında Bediüzzaman insanı kurtarmak için böyle bir metodu inşa etmiş.

Medrese modelinin ayrıntısı önemli. Bu bir araştırma konusu, daha sonra bazı nev jön gruplar yeni bir uygulama getirmişse de kemiyet olsa da keyfiyet yetersiz olmuştur.

BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR YAPILMALI

Bizim eğitim ve edebiyat tarihimizde okuma saati kavramını Mithat Efendi Hazretleri bir defa başarmış ve okuma saatleri getirmiştir evlere. Bediüzzaman ise çok daha farklı ve geniş bir kapsam getirmiştir. Bence bunun bir sempozyumu yapılmalıdır, Risale-i Nur Dershanesi bir eğitim modeli olarak.

Ama bunu, -hep aynı şeyleri söyleyen kusura bakmasın,- arkadaşlarımızla birlikte bu işi bilimsel, sosyolojik, psikolojik, eğitim tarihi sürecinde insanlarla yapmalıyız. Kendini yetersiz görmek güzel bir şeydir. İnsan öğrenir, konunun arkasını önünü karıştırır ve gelişir. Hep aynı metinlere karşılaştırmasız bakan zihin yeniliği göremez. Dolayısı ile başka ilimlerden imdat alarak bakmak zorunluluğu vardır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Tanımak Ve İbadetle Sevmek

Bediüzzaman tanıttırmak fiiline

Onuncu Sözde başka bir keyfiyet kazandırır. İnsana verilen kabiliyet Allah’ı tanımaya yeterli bir kabiliyettir, o kabiliyet kainat ve yeryüzündeki masnuat, sanatlı canlıları ve evrende her şeyin yerli yerine yerleştirilmesinden tanıttırmak isteyeni tanıyacak bir ağırlıktadır. Bunu anlatır Bediüzzaman.

Evet hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini t a n ı t t ı r s a , mukabilinde insan onu i m a n ile tanımazsa.” (sözler 71)

Demek tanımak iman demek.

Daha sonra tanıtmanın arkasından sevdirme geliyor. “ Hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse , mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese…”(sözler 72)

Rahmetin süslü meyveleri sevdirmeyi, ana karşılık da sevmenin şekli i b a d e t l e sevmek.

Tanıtmak—iman Sevdirmek –ibadet

Bediüzzaman görsel bir din ortaya koyuyor.

Her şey âlemden yapılan gözlemlerle ortaya konuyor. İbadetle sevmenin arkasından, muhabbet ve rahmet karşılığında, şükür ve hamd ve hürmet geliyor.

Hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın. O izzet ve gayret sahibi Zat-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın”(Sözler 72)

Tanıttırmak, sevdirmek, muhabbet ve rahmet, bu üç şey mukabillerini bulursa insan ebedi bir saadeti hak eder.

Tanıttırmaya karşı — iman

Sevdirmeye karşı– ibadet

Muhabbet ve rahmete karşı – şükür ve hamd

“Hem hiç mümkün müdür ki O Rahman-ı Rahimin kendini tanıttırmasına mukabil, i m a n ile t a n ı m a k l a ve sevdirmesine mukabil i b a d e t l e s e v m e k, ve sevdirmekle ve r a h m e t i n e mukabil şükür ve hürmet etmekle mukabele eden müminlere bir dar-ı mükafatı , bir saadet-i ebediyeyi vermesin . “(Sözler 72)

Tanıttırmak- iman, sevdirmek – ibadetle sevmek- muhabbet ve rahmet- şükür ve hamd

İnsan ne kadar ibadet ederse Allah’ı o kadar sever, ibadeti ile sevgisi doğru orantılı, ibadet ne kadar zayıf ise sevgi de o kadar zayıf. Demek Hz Muhammet ibadetten ayakları yara oluyorsa bu bir sevgi tezahürüdür, herkesin sevgisi ibadeti kadardır.

Allah kendi sanat eserlerine insana açıp ona kendisini tanımasını hissettiriyorsa o da iman ile tanımalı, imanı çok olan çok tanır, az olan az tanır. Ne kadar iman o kadar tanıma.

Allah seviyor sevdiğini nimetleri ile gösteriyor, kul da seviyorsa ibadetle göstermeli

On Birinci sözde tamamen görselliğe ve eylemlere dayanan bir okumalar ve sorumluluklar zinciri vardır.

Bediüzzaman kâinat kitabı ile Allah’ın kitabı arasında müşterek okumalar gerçekleştirir, natüralistlerin boğulduğu tabiatı Allah’ı anlatan kutsal bir metne dönüştürür.

“Ey ahali şu kasrın meliki olan Seyidiniz bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız.

(Demek gösterme , izhar , ve yapma tanıtmak için , insan da onu g ü z e l c e tanımalı. Çünkü yapılanlar güzeldir, karşılık da güzel olmalıdır. )

Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

(Süslemek sevdirmek içindir, süsü seyreden ve süsten anlayan estetik donanımlı insan bu güzellikleri takdir etmeli ve beğenmeli. Takdir ve istihsan sanat terimleridir., bir sanatçıyı takdir ve beğenmek , asıl sanatçı olan Allah’ın sanatlarını beğenmek, tanımak ve takdir etmek ve sevmek insanın ince bir zihinsel faaliyetidir.

Aynı sözün devamında görsel olarak yapılması gerekeni anlatır. Allah’ın sanatlarını kâinat galerisinde seyrederek ona karşı tavırlarını ortaya koyarlar. Sanatsal bir faaliyettir onu tanımak ve takdir etmek, bütün terimler sanatın terimleridir.

O Sani-i Zülcelâl’ın kendi sanatının latiflerini, harikalarını, antikalarını, sergilerde teşhirgah-ı enamda neşrine karşı “ Maşallah” diyerek takdir ederek, “ Ne güzel yapılmış” deyip istihsan ederek, “Barekallah “ deyip müşahede etmek, “Amenna “ deyip şehadet etmek geliniz bakınız hayran olarak “Hayyalelfelah “ deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler. “ (Sözler 138)

Prof. Dr. Himmet Uç

Haşir Manzaraları ve Hesap Günü

Hatıra gelmesin ki: Bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhâsebe-i a’mâli için kapansın, başka bir dâire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, câmiiyyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdât içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiyye ve bir ubûdiyet-i külliyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır…” şeklinde başlayan Haşir Risalesi Üçüncü İşâret, bu imtihan diyarının kapanacağını, çok değer verilen insanın yokluğa mahkûm edilmeyeceğini, hem ubûdiyeti, hem de küfrü/şirki nedeniyle hesâba çekileceğini izah etmektedir.

Her kim ki, İlâhî vahye uygun davranmışsa ödüle, her kim de muhâlefet etmişse cezaya mârûz kalacaktır.

Bir mîzân tecessüm edecek, hayır-şer tüm amellerimiz tartılacaktır. Bir ustabaşı, İlâhî saltanatın dellâlı, küllî ibâdetin mazharı olan insanın başıboş bırakılması hiç mümkün mü?

İşte bu âlemin harap olması ve âhretin icâdı, bir muhâsebe içindir. Haşir, amellerin arz ve takdim günüdür. Bir sayım/döküm/değerlendirme ve karar günüdür.

İmân ehli, erginlik çağından itibaren kusur ve günahlarının cezasını görmeye başlar. Dünyâda belâ, musîbet, hastalık gibi sıkıntılarla yüzleşir. Ayrıca da, sekeratta, kabirde, haşirde göreceği azaplar da günahlarının cezasına mahsup edilir. Sonuçta Cennet’e girecek olan mü’min, günahları sebebiyle Cennetteki derecesinden düşme/eksilme yaşar. Kâfir ise, yaptığı iyiliklerin karşılığını çoğunlukla dünyada görür. Âhirette ise, Cehennemde ebedî kalmak üzere, iyiliklerine karşılık diğer ehl-i Cehennem’e göre azabı hafif tutulur.

(Artık her kim) dünyada iken (bir zerre ağırlığında) olsun (bir hayır işlemiş ise, hem işlediği o hayrı, hem de onun sevâb ve mükâfâtını görecektir.) (Ve her kim de zerre miktar bir şer işlemiş ise, hem işlediği o şerri, hem de onun cezâsını âhirette veya daha dünyada iken görecektir.) Dünyada çektiği o belâ ve musîbet vasıtasıyla o günün geleceğinden haberdar edilmiş bulunacaktır.”(1)

Hesâbın görülmesi iki şekilde olur:

Allah’a ait olan hesabımızdır. Çok sur’atli olup bir anda tamamlanır. Tüm mevcûdâtın hesâbı bir anda ve çabukça görülür.

Diğeri ise; âlem huzurunda, melekler aracılığıyla görülen hesaptır. Melekler, birer görevli olarak Allah’ın izni ve sevkiyle insanların hesâba çekilmelerini gerçekleştirirler. Bu hesabın süresi ise, âhiret takvimine/zaman dilimine göredir. Bununla birlikte imân ehli, ameline göre az-çok Haşir meydanında bekletilir. O günün hesâbının çok çetin olacağı da Kur’ân ve Hadîsin ifadeleriyle sabittir.

Meselâ, Hz. İsâ (a.s) kıyâmet gününde “Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah’ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin dedin?”(2) suâli karşısında şaşırıp kalacaktır.

Haşir meydanı…Tüm varlıkların, özellikle insanlığın toplanma mekânı, hesap mahalli.

Haşir meydanı on dokuz melek tarafından kuşatılır, yani ablukaya alınır. Bu görevli meleklerin alınlarının genişliği 40 yıllık mesafeye denk düşmektedir. Çevresi öylesine kuşatılır ki, çıkış noktası bırakılmaz. Tek çıkış kapısı (mânevî gümrük noktası) sâdece Sırat Köprüsüdür.

Cenâb-ı Hak, kimin Cehennem’e atılacağını emrederse, görevli melekler tarafından bu emir derhal yerine getirilir.

O zâlimlerin azabı (öyle) müthiş bir güne te’hîr edilir (ki) o günde”zâlimler (başlarını yukarıya dikerek) gözlerini semâ tarafına çevirip birbirlerine bakamayarak (koşarlar.) Çağırıldıkları tarafa bir korku ve dehşet içinde, bir zillet ve meskenet içinde çabucak varmaya çalışırlar. (Gözleri kendilerine dönüp bakamaz.) Gözleri bir dehşetle yukarıya yönelik apaçık bir halde kalır, göz kapakları kendilerine bakabilmek için harekette bulunamaz. (ve kalplerinin içi ise hayr nâmına her şeyden bomboş olur.) Yani kalpleri pek ziyâde hayret ve dehşetten dolayı akıldan, anlayıştan uzak, âdeta bomboş bir hava gibi bir halde kalmış olur.”(3)

Peygamberler arasında en zengin konumda olan Süleyman (a.s), diğer peygamberlere göre hesabı uzayacaktır.

Sahâbeler içinde en zengin Abdurrahman İbn-i Avf (r.a)’dır. Cennetle müjdelenenlerden olduğu halde, mal varlığının hesâbının uzun ve çetin olacağına dâir rivâyetler vardır.

Tüm zamanlarda yaşamış servet/ikbal/şöhret sahiplerinin sorgusu da, hiç şüphesiz kolay olmayacaktır. Her fert, içinde bulunduğu yaşayış biçiminden sorguya çekilecektir. İlim erbâbının Hakk’ı teblîğ, ma’rûfu ilân/izah, münkerâtı nehiy gibi ağır mes’ûliyetini de unutmamak gerekir.
El an yaşadığımız âhir zamanın yoğun sınavları arasında kabre imânla girip Rahmânın huzuruna yüz akıyla çıkmanın önemini kavramak ve idrak etmek gibi bir misyonun şuurunda olmak/olmamak, kazanmak/kaybetmek durumuyla karşı karşıya bulunduğumuzu unutmamak, Kur’ân’a, Hadîse, onların nurlu hakîkatlerine, asfiyâ ve evliyânın nurlu yoluna baş koyabilmek ne kadar elzem/ehem ve âcil olduğnun farkında olabilmek…

İnsan; göz, kulak, el, ayak, hava, su, yemek, içmek, peygamberlik, kitapların indirilmesi ve onlara muhatabiyet gibi maddî/mânevî her tür ni’metten hesâba çekilecektir. Şekavet ehli için zor, saâdet ehli için kolay bir süreçtir. Gerçek mü’minler için utanç/mahcûbiyet söz konusu olmayacağı gibi; kâfirler için ise yüzlerinin kararması ve derin mahcûbiyetler söz konusu olacaktır.

Şehitler için hesap yoktur. Cenâb-ı Hak, şehitlik mertebelerinden biriyle bizleri taltîf eylesin inşâallah..

Talebe-i ulûm-i diniye olarak ruhumuzu teslim etmek ne büyük bir şeref! Duâmızı bu niyetlerle süsleyelim.

Kıyâmetin manzaralarını anlatan Kur’ân âyetlerini ve Hadîs-i şerîfleri burada kaydetmek, köşemizin sınırlarını aşar. Mânen onlara kulak veren bir mü’min Hakk’a ve hakîkata yüz çevirebilir mi? Oraya hazırlık yapmadan gitme cesâretini gösterebilir mi?

Kîl u kal, oyun/oyuncak, mal/mülk, şöhret/güzellik, servet/zenginlik, dünya/meşgûliyet, korku/makam gibi geçici, fânî engellere takılıp aslî görevini ihmal edebilir mi? Kur’âna hizmetten, Sünnete tebaiyetten, şerîat-ı garrâya ittibâdan geri durabilir mi?

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!…Belki insan ebede meb’ustur ve saâdet-i ebediyyeye ve şekâvet-i dâimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhâsebe görecek. Yâ taltîf veya tokat yiyecek.”(4)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Zilzâl Sûresi, 7-8
2- Mâide, 116
3- İbrâhîm, 43
4- Bedizzaman, Lem’alar, 17. Lem’a, 15. Nota