Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Güz Vakti, Mevsim-i Sonbahar, Bediüzzaman

Bediüzzaman mevsim kelimesine genişlik getiriyor, dört mevsimden bahsederken bir coğrafya terimi olarak yorumlar. Ama onu bazen her düşüncenin zamanı olarak ifade eder. Biz mevsim kelimesinin çok anlamlı olarak kullanılmasını değil, güz mevsiminin Bediüzzaman’ın eserlerinde kazanmış olduğu farklı anlamları yazacağız.

Bediüzzaman bir bakış noktası ile eşyaya ve olaylara, insanlara bakmıyor. Onun eserlerinin etkileyiciliği, her şeye çok değişik noktalardan bakarak farklı anlamlar ve anlam tabakaları çıkarmasıdır. Bir tefsir alimi veya bir yorumcunun çok zaman realist bir tavrı vardır, bir bahsi açıklar, bahse sıcaklık katmak gibi bir tutumu yoktur. Bu müfessirlerin eserlerinde görülebilir. Bediüzzaman ise uluhiyet ve hakikat bahislerinde, bir düşünceyi açıklarken onu bir atmosfer içinde anlatır. Ondan önceki yorumcularda böyle bir atmosfer fikri yoktur, bu Bediüzzaman’ın bakış ve yorum farklılığından ileri gelir.

Haşir Risalesi’nde Bediüzzaman atmosferlerin, ortamın ayrıntısını verdikten sonra hakikatı o atmosferin içinde verir. Bediüzzaman’da hakikat ve atmosfer fikri bir doktora tezi olabilir. Felsefe tarih boyunca hakikatleri duyguların ve tabiatın içine yetiştiremediği için hep soğuk karşılanmış ve ilgi duyulmamıştır. Bergson zamanı anlatırken o kadar ağır bir dil kullanır ki, ondan zaman hakkındaki görüşlerini çıkarmak zordur. Bediüzzaman’ın zaman hakkındaki görüşleri her seviyeden insanın anlayabileceği bir genişliktedir. Necip Fazıl ve Tanpınar, Zaman’ı anlatırken daha müşahhas konuşurlar, şiirle anlatarak daha etkileyicidirler. Onlar Bergson’dan etkilenmişlerdir ama ondan daha net ifade etmişler, çünkü onlar zamanı bir tabiat ve insan atmosferi içine eşya ve nesneler ve insanlarla münasebet kurarak anlatmışlardır.

Bediüzzaman zamanı anlatır, ama zamandan önce zamanın okunduğu tabiat akışına, mevsimlerin seyrine zamanı yerleştirir, insana, tabiata, günün saatlerine, dine, namaza, daha birçok şeye zamanı sokarak tesirlerinden hareketle onu anlatır. Onun bakış açılarına hakim ruh halleri farklılık gösterir, bulutlara bakar onlardaki hikmeti okur, camid ve şuursuzlukları ile bareber insanlar için yaptıkları büyük hizmetleri gösterir. Bütün tabiat unsurlarına bakarken gözleri ayrıntıyı görür ve tevhide sayısız empatilerle yollar açar. Onun çağrışımları o kadar harikadır.

O ikindi vakitlerini çağrıştırdıkları ruh halleri ile izah eder, ikindi vakti ile parelellik kurduğu bir insan ömrünün devresi ihtiyarlıktır: “İhtiyarlığa girdiğim zaman, bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazin ve bir cihette karanlıklı bir halet bana geldi. Gördüm ki ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamanı yakınlaştığından ihtiyarlık beni ziyade sarstı.” (Lemalar 234) İhtiyarlık gibi bir fiziki durumu ve ruh halini nasıl tabiata yaymış, etkilemek için nasıl ihtiyarlığı metnin her tarafına yedirmiş, giydirmiş. Bütün bahsin anahtar kelimesi; ihtiyar. Eseri yazdığında kırkbeş yaşında olduğunu söylüyor, insanların hiçbir sınıfını görmezlikten gelmemiş, ne makam sevdası, ne saltanat hevesi, sadece insanlarda Rabbani duygular uyandırmak için çırpınmış durmuş. Kendime bakıyorum neden insanlarda uhrevi ve rabbani ve sanatsal hisler uyandıramıyoruz, çünkü nefsimizde madde bağımlılığı, bir gösteriş, bir azamet, bir başkalarını dünyevi görüntülerle etkileme isteği var.

Nerdesin Bediüzzaman nerde
Şu madde ile başımız dertte
Bize himmet et diye söylesek
Daha ne himmet edeyim
Bütün bir evreni dünyanıza katmışım
Sanki sizin gibi yan gelip yatmışım
Keçeli peçeli zevat-ı alişan

Çamlıca’da bir köşkte alayiş içindeki hayatını eleştirir, onda kendini eleştirmek ruhunun asansörüdür. Kendine söyler: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak halimize pek çok insanlar gıpta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum.” (Lemalar 250) Gösteriş ve alayiş içindeki durumunu divanelik, kendini hayran hayran seyredenleri de divane görüyor. Kendini suçlamak bir basamak yukarı tırmanmak.

Bediüzzaman’ın güz mevsimi ile ruhsal ve görsel imtizacının Everest’i Dokuzuncu Söz’dedir. İkindi namazını anlatır ama, onun mevsimlerle, zamanla, insan ömrü ile, dörtlü bir bağlantı ile ifade eder. “Asr zamanı ise güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem Ahirzaman Peygamberi Aleyhissselatü Vesselam Asr-ı Saadetine benzer ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ve inamat-ı Rabbaniyeyi ihtar eder.” (Sözler 38) İkindi vaktinde namaza duran adamın hayali ve ruh gözü bir sinematografın bir yerde sabit durup çevreyi içine alması gibidir.

Nerelere bakar?

Güz mevsimine,
İhtiyarlık vaktine,
Asr-ı Saadet’e,
Bir de içinde bulunduğu namaz anına,

Neleri düşünecek?

Güz mevsimini, sararmış ağaç yapraklarının rüzgarın tahriki ile yere doğru akışları. Bize gözleri veren sonbaharı ve ondaki şuunatı seyretmek için vermiş, ben caddede yürürken büyük bir ağaçtan düşen yaprakları görünce aklıma üstadın güz mevsimi imajları geldi, Bediüzzaman ve Güz yazısını o an yazmaya karar verdim. Tarlaları seyrederken “Temaşası benim olsun, mal kimin olursa olsun.” diyen adam. Temaşa derken bu kelimeyi davacı etmeyecek bir insan Bediüzzaman. Bediüzzaman demek seyir demek, temaşa demek, bakmak demek, görmek demek, tefekkür demek. O ne kadar içi zengin muhtevalı ve her an bir değişik camdan dünyaya bakan bir azametli göz. İkindi vaktindeki şuunat ve in’amat, say say bitmez, sonra onunla kalsa ihtiyarlık vaktinin şuunat ve in’amatı, sonra Cenab-ı Fevka’l-Beşer, Nebiy-yi Zişan’ın yaşadığı kutlu asır, onlardaki in’amat ve şuunat. Bütün bu in’amat ve şuunat bir kitap olur. Sanırım Bediüzzaman bunları düşünürken zaman açılmış ve bizim zamanımızdan kopmuş, yoksa bizim zamanımız böyle öğeleri çok bir namaza nerden sığsın, hocalar beden eğitim öğretmeni gibi, ola ki abdestin olmaya, alana kadar bittiğini görürsün, hocamızın işi vardır, geri kalmasın diye koşar Allah deyü deyü.

Kur’an’da beş duyunun, hangi beş duyu? Bütün duyuların istimali vardır. Kur’an ve insan duyguları, diye bir araştırma yapılabilir. Göze, kulağa, akla, hafızaya, hitap eden ayetler ve cümleler vardır.

İkindi vaktini anlatırken, güz, ihtiyarlık ve ahirzaman ile bağlantılar kurar. “Asr vaktindeki, o vakit hem güz mevsim-i hazinanesini ve ihtiyarlık halet-i mahzunanesini ve ahirzaman mevsim-i elimanesini andırır ve hatırlattırır.” (Sözler 40) Güz, ihtiyarlık, ahirzaman ve ikindi vakti, birlikte eşzamanlı bir düşünceye çağrılır bu namaz vaktinde. İkindi vaktinin benzeri vakitler ile arasında hüzün ortaklığını Allah ile mülakatın güçleri ile tedavi ederek, hüznü, manevi neşelere inkılap ettirir. “Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh–ı insan, kalkıp abdest alıp şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadim-i Baki, Kayyum-ı Sermedi’nin Dergah-ı Samedaniyesine arz-ı münacat ederek zevalsiz ve nihayetsiz Rahmetinin iltifatına iltica edip hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, İzzet-ı Rububiyetine karşı zelilane rükua gidip Sermediyet-i uluhiyetine karşı mahviyetkarane secde ederek hakiki bir teselli bir rahat-ı ruh bulup huzur-ı kibriyasında kemerbeste-i ubudiyet olmak demek olan asr namazını kılmak ne kadar ulvi bir vazife, ne kadar münasip bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-ı fıtrat eda etmek, belki gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu insan olan anlar.” (Sözler 40) İkindi vaktinin, güz zamanının, ahirzamanın, ihtiyarlığın ruhu ezen elemlerini namaz ile tedavi eder. Namazın her biri insan ruhunun sığınağıdır, onu hayatın ve zamanın olumsuzluklarından kurtarır. İltifata iltica, şükür ve hamd, hakiki bir teselli, ruh rahatlığı, ulvi vazife, münasib hizmet, borc-u fıtrat, hoş bir saadet hepsi namazın yüce makamından insana yansır, vaktin çağrıştırdığı ruhsal buruklukları giderir.

İkindi vaktinin başka çağrıştırdığı vakitler de vardır: “Hem yevmi işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selamet ve hayırlı hizmet gibi Niam-ı ilahiyenin bir yekün–ı azim teşkil ettiği zamanı, hem o koca güneşin ufule meyletmesi işaretiyle, insan bir misafir memur ve her şey geçici bikarar olduğunu ilan etmek zamanıdır.” (Sözler 40) “Namaz’a titizlenin” diyor. Allah, ne kadar ağır bir sorumluluk. Kişi namazda ayetlerin iklimine gitmenin yanında bir de zamanın çok yönlü iklimine gidiyor. Her ikisinde cevelan eden melekat-ı insaniye, insanın melekeleri büyük zihni ve fikri, basari seyir gerçekleştirir. Bu kadar geniş bir zaman ve Kur’an iklimini o namaz vaktinde yaşamak Allah açısından mühim ki Bediüzzaman namazın vakit olarak değerine işaret eder, özellikle vakit kelimesini vurgular: “Her bir namazın vakti mühim bir inkılap başı olduğu gibi, azim bir tasarruf–ı ilahiyenin ayinesi ve o tasarruf içinde ihsanat–ı külliye–i İlahiyenin bir makesi olduğundan Kadir-i Zülcelale o vakitlerde daha ziyade tesbihin ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekununa karşı şükür ve hamd demek olan namaz emredilmiştir.” (Sözler 37)

Bir günün değişik zamanlarına yüklenen namaz, o vakitlerin bir gün içinde önemli değişim anları olduğu içindir. Sabah önemli bir vakit hem de Allah’ın saltanatının tezahür anı, öğlen, ikindi, özellikle akşam bir günün kapanış anı, saltanatın karanlık ile gizlenmesi, bütün bu seçilmiş vakitlerde Allah’ın saltanatının ilan memuru olan insan bu saltanat ve değişim anlarını ilan etmek için yerine gidip, el bağlayıp saltanatı dile getirmek zorundadır. Çünkü işi odur. “Bediüzzaman kardeşim ben bunlar için yaratılmışım.” der. Değişim anlarında tecelli farklılaşır, göze hitap eden tabiat levhaları değişir ve ona yüklenen ihsan büyür, bütün insan o vakitte bunlara mahal ve mekan ve makes olur. Ezik ve çözük ruh, namazdan bir kral azametinde güç almış olarak döner. Her vakit bir çeşme olan rahmet namaz vakitlerinde bir nehire dönüşür, koşup yıkanan kazanır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Çifte Miraç

Bediüzzaman namazın bütün duraklarını ve o duraklara yüklenmiş mana katmanlarını zenginleştirerek müminin namazını bir mana ve tefekkür okyanusuna çevirir. Demek büyük zat namazın klasik yorumundan ve icrasından edindiği izlenimlere göre kendisine ülfet edilmiş olan bu büyük buluşmayı müminin dünyasını genişleterek büyütmek istemiştir. Eserlerindeki bütün namaz bahislerinde bu yoğunluk hissedilir, her bahis kendi içinde ibadete yüklenen anlamlar sağanağıdır.

AZAMET – KORKU – VE ÜMİT

Hz Peygamber ASM ezan vakti girince, Hz Aişe’nin naklettiklerine göre “bizimle ilişkileri biterdi, sanki iki yabancı gibi olurduk, o gireceği huzurun heybet ve azametine girmiştir” Bu yüzden Bediüzzaman böyle düşünülmeden, etkilenmeden kılınan namaza “suhrevari” der. Bediüzzaman da namaza başlayacağı an birkaç defa iftitah tekbirini almak için gayret eder, sanki bir kapıyı açmaktan ve oradaki şahıstan ürperen kişiliği ile birden hayret ve azamet, korku ve ümit ile Allahu ekber diyerek namaza girer. Bediüzzaman altıncı Şua’da Hazreti Allah ile Nebiyi Zişan’ın buluşmasının şahidi, seyircisi olan Cebrail’in “Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedüennemuhammeden Resulullah” diyerek dünya ve mafihanın en büyük buluşmasını kaydediyor ve müminlere bu kelam-ı azimi zikrederek bu büyük buluşmaya şehadet ediyor ve onu namazın bir rüknüne taşıyordu.

Namazı Cebrail AS Peygamberimize öğrettiğine göre namazın bu rükünlerine yüklenen ve seçilen ayetleri ve diğer mübarek kelimeleri seçen namazın binasını inşa eden sahib-i Kâinat namaz mülakatının büyük tarafı Allah’tır.

Bediüzzaman altıncı Şua isimli eserinde namazın tahiyyat kısmına anlam yoğunluğu kazandırır. Bu büyük buluşma esnasında iki kavis gibi birbirine yakın olan mülakat taraflarına bir de Cebrail’i katarak bu üçlü büyük sahneyi tahattur ettirip üzerinde düşünmeye çağırır.

Bediüzzaman mülakat esnasında her iki tarafın da kullanmış oldukları kelimatı tahlil eder. “Her müminin namazı onun bir nevi miracı hükmündedir. Ve o huzur alayık olan kelimeler ise Mirac-ı Ekber-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’da söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kutsi sohbet TAHATTUR edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüziyetten külliyete çıkar ve kudsi ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teali edip genişlenir.”(Şualar 79)

Bu cümlede özellikle anahtar kelime tahattur kelimesidir.

Tahattur hatırlamak, bir şeyi maziden hale intikal ettirerek o şeyden etkilenmek için insan zihninin medeniyetin çok sonradan tespit ettiği geriye dönmek geriye bakmak tarzının inşasıdır.

Kişi namaza durunca Peygamber ile Allah arasındaki “kudsi sohbet”i hatırlar ve ona göre davranır. İnsan Allah’ın en sevdiği mahlûkudur, Peygamberimiz de insanlar içinde en çok sevilen insan ve peygamberdir. Allah iki sevdiğini iki değişik miraç ve mülakatla yanına çağırıyor. Baksana, düşünsene Allah kulunu günde beş kez yanına çağırıyor ve iki taraf birbirine mülaki oluyor. Namaz en harika sanatını günde beş defa yanına çağırmak ve onunla mülakat etmektir, hiç mülakata gitmeyen hiç Rabbi ile buluşmayan bir insanı ne yapsınlar.

Ne bana yaradı cismim ne yara yar oldu
İlahi bu bir avuç türabı neyleyelim
Diyor , Akif biz ne diyelim
Elvarlı Efe,
Herkes yahşi müselman
Herkes buğday
Bense saman
Nasıl kendilerini küçük görmüşler, anlaşılır gibi değil,

Bediüzzaman da kendisine ey şikemperver nefsim, ey namazdan hoşlanmayan nefsin, her yerde kendini küçültür, kendini küçük görme ama samimi herhalde büyük insanların sıçrama tahtası.

ASIL YALANCILAR

Şarkılarda insanlar hep birbirlerini suçlar yalancısın yalancı derler. Asıl yalancılar Allah’ın davetine evet deyip de onu hatırlamayanlar değil mi?
Yalancısın ezan sesini duyar yerinden kıpırdamaz, daveti hafife alır yerinde sayarsın, eskimiş bir saman torbası gibi zamanın en köhne yanını kullanırsın mülakatta.

Yalancısın en sevdiği şeyini Rabbine veren eazım yerine en eskimiş anını en kullanılmaz eşyanı fakire verir hayır yaptım diye böbürlenirsin.

Bu din bize gelinceye kadar at sırtında Allah’a koşan şüheda yerine bir hizmet-i imaniye için yerinden kalkmaz, o esnada televizyonda siyasi mülahazatta vatan kurtarırsın.

Zamanın en güzelini seçip Rabbine vereceğine arabanın ve eşarbın en cafcaflısını seçer, hamiyet dersi verirsin yeri gelince. Bu adam benim, kimse değil muhatab… ben koskoca bir yalancıyım…. Ama kendime yalancı deyince rahatlıyorum, utancım azalıyor.

Mülakatın kelimelerinin derinliğini ölçer Bediüzzaman.

Mesela Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, O gecede Cenâb-ı Hakk’a karşı selam yerinde ettahiyyatülillah demiş. Yani “Bütün zihayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sani’lerine takdim ettikleri fıtri hediyeler Ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla sana takdim ediyorum.”(Şualar 79)

Milletvekili nasıl binlerce insanın mecliste temsilcisidir. İnsan da bütün evrendeki canlıların temsilcisidir Allah’ın huzurunda. Çünkü mahlûkat kendi ibadet ve tesbihatlarını temsil edecek yeterlilikte değillerdir. Ne akılları, ne de Allah ile konuşacak dilleri, ne de huzura hazırlanacak bir yapıları vardır. Onları onlar içindeki en yetenekli canlı olan insan temsil edebilir, temsil yeri de Allah ile mülakat anı olan namazdır. Demek namaz kılmayan insan bütün mahlûkatın temsil hakkını hafife almıştır.

Bütün canlıların tesbihatını temsil etmeyen insan bütün canlılara karşı suçlu olur, çünkü onlar hayatları ile insanın yaşamasını sağlıyorlar, insanın da karşılığında onların fiillerini şuurlu bir şekilde ettahiyyatülillah diyerek temsil etmesi gerekir, bu yüzden namazını kılmayan insan bütün mahlûkatın nefretini kazanıyor, bu nefret uzun yıllar devam ederse Cehennem’e dönüşür

HEDİYEYE KARŞI NAMAZ

İyi yüzünü gösteren canlılar insana kötü yüzünü gösterir ve derler, ey insan namaz kılmayarak bizim senin için yaptığımız gayreti görmezlikten geliyorsun, bunun cezası ağırdır. Bütün canlılar hediyelerini Allah’a Allah da onları misafiri olan kuluna veriyor ve insan da bu hediyeler karşısında namazını takdim ediyor Allah’a. Hediyeye karşı namaz, bunu anlamayan insan nasıl insan olabilir. Namaz bir yerde evrenin muhasebesi demek evren çalışıyor, Allah çağırıyor ve insana bütün çalışan evrenin yaptıklarını Rabbine sun diyor. Her namaz bir muhasebe hülasasıdır Allah’a. İki vakit arasında kulun evrenin kazancını Rabbine hülasa etmesidir.

EN MÜKEMMEL CANLI

Temsil etme bununla kalmaz hayatın ve zihayatın hülasası olan mahlûklar, hususan tohumlar ve çekirdekler, daneler, yumurtaların da kendilerine verilen görevi yerine getirmenin değerlendirmesini insan Allah’ın huzurunda elmübarekat diyerek ona takdim eder. Bu dört şey
tohum,
çekirdek,
dane,
sair hülasalar
hepsi birden kendilerini ifade edemezler, hâlbuki karınlarında büyük sırlar ve rahmetler taşırlar. Onları da yine en mükemmel canlı insan Allah’a takdim eder.

Demek namaz kılmayan bu dört sınıf birbirine benzeyen şeylerin de ibadetlerini temsil eder eğer kılmazsa onların da nefretini kazanır. İşte buradan Cehennem görünür, cehennem Allah ve ona ibadete lakayt veya inkâr içindeki insanlara karşı canlıların beyninde oluşan nefretin birleşip cehennemi doğurmasıdır. Cehennem eşittir inkâr ve gaflet.

Daha sonra temsil devam eder,
tahiyyat,
tayyibat,
salâvat
kelimeleri büyük anlamlara kapı açar büyük sahneleri hatırlatırlar. Bütün hayat sahipleri ve ruh sahiplerinin de özel ibadetlerini insan Allah’a takdim eder, devam eder Tanrısal mülakat.

Tayyibat kelimesi ile kâmil insanların büyük meleklerin, nurani ve yüksek ibadetleri de temsil edilir.

Dört büyük meleğin tesbihatı ihata edilmez bir büyüklük ve azamet, bütün büyük insanlar evliyalar, asfiyalar, bunların da ibadetini temsil eder insan bu üç kelimeyi tekrarlayarak.

Bir tahiyyatın bir kelimesine yüklenen anlam dağları. Böyle namaz kılmaya Allah bizi muvaffak etsin.

Ayşegül Rüveyda

Kerem ve Rahmet Kapıları

Haşir Risalesi İkinci Hakîkat, “Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir” (1) şeklinde başlamaktadır.

Kerem ve Rahmet; sarf (Arapça’da kelime yapılarını ve kelimelerde oluşan harf değişikliklerini inceleyen, dili meydana getiren kelimelerin çekimlerinden bahseden ilim dalıdır) ve nahiv (kelimelerin cümle içindeki görevlerini ve cümle yapılarını inceleyen, cümle içinde kullanılmasından bahseden ilimdir) ıstılahınca masdardır.

Kerem lûgat olarak; istemeden vermektir. İhtiyaçlarını peşinen karşılamaktır. Rahmet ise; şefkat ve merhamet demektir. Asıl anlamı, kalp şefkatidir.

Kerem ve Rahmet fiilleri ise; Kerîm ve Rahîm isimlerini gösterir.

Şu kâinatta zerreden Arş’a kadar her bir varlık birer eserdir. Her bir eserde birer kapı hükmünde olan İlâhî fiiller gözükmektedir. Kerem ve Rahmet fiilleri de birer kapı durumundadır. Bu kapılardan iki şey görünmektedir:

Biri: Kerîm ve Rahîm isimleriyle isimlendirilen bir Zât-ı Akdes’in vücûbunun vücûdu ve vahdeti,

Diğeri ise; Haşir gerçeği.

Madem âlemde kerem ve rahmet fiilleri görünüyor. Başka bir âlemde devam etmez, geçici kalırsa, yapılan ikram ve şefkatler boşa gider. O rahmet ve iyilik sahibine düşmanlık ederler.

Bu dünyada o kerem sahibini imân ile tanıyarak ibâdetle hizmetine girenlerle, o rahmeti inkâr edenler mükâfat ve ceza almadan buradan göçüp giderler, ölümle eşit hâle gelmiş olurlar.

Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihâyetsiz bir kerem ve nihâyetsiz bir rahmet ve nihâyetsiz bir izzet ve nihâyetsiz bir gayret sâhibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfât, izzet ve gayretine şâyeste mücâzatta bulunmasın? “(2)

Üstad Bediüzzaman (r.a), Haşir Risalesinin bu ikinci hakîkatinde, öncelikle rahmet ve kerem fiilinin eserlerini nazara veriyor, ardından kerem fiilini dört misâlle açıklıyor, sonra da izzet ve celâl fiillerinin yansımalarını gösteriyor. Rahmet fiili üzerinde üç misalle duruyor ve bu fiilerin arkasında esmâyı isbât ediyor, haşri de bu isimler üzerine binâ ediyor.

Ramet ve kerem fiilleri, mü’minleri kuşatır. İzzet ve celâl fiilleri ise kâfirler hakkında tecelli eder. İlâhî ahlâk bunu gerektirir. Mü’minin görevi Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmaktır. Yani mü’minlere karşı şefkat ve merhâmetli, kâfirlere karşı ise, izzetli (azîz) ve celâlli (celîl) olmalıdır.(3)

Yer küre, bir gemi gibi şu fezâ denizinde Allah’ın izniyle dönüyor. Gaybî bir Zât, o geminin temsilcileri olmak üzere Sevr (öküz), Hût (balık), Esed (aslan) ve İnsan adlarında dört melek görevlendirmiş. Bu muhteşem gemiye dört yüz bin çeşit varlıkları doldurmuş…Her birinin isteği ayrı, rızkı, silahı, elbisesi, ömrü, silahı, yiyeceği,görev pusulası ve terhis zamanı ayrı olduğu halde; karıştırmadan, şaşırmadan, unutmadan yardımına koşar ve koşturur kerîm bir Zâtın vücûb-u vücûdunu akıl sahiplerine göstererek ispat eder.(4)

Bu varlıkları karanlıkta bırakmamak için damlarına bir lamba, ısıtmak için bir soba koymuştur.

Böyle bir ikram, kerîm bir Zâtı gösterir. Ancak ömürlerinin kısa olması sebebiyle burada tam doyuma ulaşmadan göçüp gidiyorlar. Demek bir başka diyarda kalıcı ve devamlı nimetlerle buluşmak üzere bir başka memlekete sevk ediliyorlar.

Rızka muhtaç ve ebed diye haykıran tüm mevcûdât; “Yâ Kerîmu yâ Allah” sesleriyle koro oluşturmuş, O cömert Zât-ı kerîme teşekkür ve minnetdarlıklarını sunuyorlar.

Hiç mümkün müdür ki, bin bir çeşit nimetlerini ve eserlerini üzerlerinde gösteren bu kerîm Zâtın varlığına imân edip O’na itaatle boyun eğenlere ebedî ikramlarda bulunmasın? Burada arının eliyle sofrasına koyduğu gıdayı, bal nehirleri halinde onların hizmetine sunmasın?(5)

Takvâ elbisesine bürünenleri en güzel giysilerle sevindirmesin, en güzel koltuklarda ve tefriş edilmiş salonlarda ağırlamasın, en gösterişli sofralara dâvet edilmesin, ziyafetlerde karşılanmasın?(6) Hâşa ve kellâ.

İşte Rahîm ismi ebedî bir Cenneti ve saâdeti, Azîz ismi ise ebedî bir Cehennemi ve mutsuzluğu gerektirir.

Yâ Rab! Bize küllî bir nazarla bakarak bu hakîkatleri hakkıyla idrak etmeyi müyesser kıl.

Senden başka Kerîm yoktur. Kerîm yalnız sensin Allah’ım!

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
2. a.g.y, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
3. bkz. Mâide, 54,Fetih, 29
4. Şuâlar, 15. Bkz. Şuâ, 2. Makam; Sözler, 32. Söz, 2.mevkıf, 3. Maksad, 4. Remiz
5. bkz. Muhammed Sûresi, 15
6. bkz.Hac, 23; Kehf, 31; Rahman, 54;Nahl, 80

Kâinatın Sırrını Çözmek

Kâinatın sırları üzerine nice araştırmalar, bilimsel çalışmalar yapıldı, ama yine de Kur’ânın tanımlaması ve ta’rifine denk düşecek bir açıklama ve izah getirilemedi.

Şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın tercüme-i ezeliyyesi olan Kur’ân-ı Hakîm ve O’nun muhteşem ve şanlı bir tercümân-ı zîşânı olan Hz. Muhammed (asm), Kitap ve Sünnetten sonra bu helâket ve felâket asrında imânî hüccetlerin parlak delillerini insanın istifadesine sunan Risale-i Nur, bu büyük kânat kitabının ma’nasını gayet net ve açık bir biçimde ve akıcı bir üslûpla cin ve inse Kur’ânî bir ders olarak vermektedir.

Nebevî verâsetin asrımızdaki en güçlü temsilcisi, tesirli nefesi Üstad Bedîzzaman (r.a), Kur’ânın dersi ve Resûl- Ekremin (a.s.m) ta’limiyle kevn âleminin hakîkatini çözmüş, “Tılsım-ı kâinat olan âlem ve insan nedir, nereden geliyorlar, niçin gelmişler ve nereye gidiyorlar?” gibi sorulara ikna edici cevaplar vermiştir. Özellikle Haşir Risalesi, Ene ve Zerre Risalesi gibi Risaleler, bu tılsımı/muammayı çözen eselerin başında gelmektedir.

Hemen aklımıza ‘tılsım’ nedir sorusu gelmektedir. “Tılsım, muamma, hikmet” kelimeleri, Nur külliyatında çok tekrar edilen kelimelerdir.

Tılsım’ın lûgat anlamı; “sırr-ı mektûm, yani gizli sır” demektir.

Avâm dilinde ‘tılsım’ kelimesine yüklenen anlam, hurâfeciliği çağrıştırmaktadır. Yer altında saklı definelere yaklaşmak isteyenlere iyi bir görüntü vermesi ve açığa çıkması amacıyla, gizlenen altın ve hazineler üzerine yapılan muska, okuma, üfleme gibi şeylerle çözülmesi anlamı taşımaktadır. Halbuki gerçekte böyle bir durum söz konusu değildir.

Gökteki faal kuvvelerin yerdeki münfail kuvvelerle birleşmesinden meydana gelen garip eserler, acîb fillerdir.

Âdetâ gökyüzü erkek, yeryüzü dişi konumunda yaratılmıştır. Gökteki ‘faal kuvve’ (etken, tesir eden) kabul edilen su, hava, ziya, hararet gibi unsurların, Ay ve yıldızların, yerdeki ‘münfail kuvve’ (edilgen, etkilenen) kabul edilen toprak unsuruyla birleşmesinden (izdivaç) mâdenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar vücûda gelir. Her iki kuvvenin mezcinden, birleşmesinden, etkileşim ve karışımından varlıklarda meydana gelen hârika heler için ‘tılsım’ tabiri kullanılmıştır.

Bu mesele ayrı bir konu başlığıdır. Yedinci sözde bahsi geçen; “Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun? Bir tılsım…” şeklindeki temsilde ‘hikmet’ anlamında kullanılmıştır.

İnsanın görevi, bu tılsımı çözmektir. Bütün akıllar bir araya gelerek tek bir akıl olsa, yine bu tılsımı çözemez. Başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere bütün peygamberler İlâhî vahye dayanarak bu tılsımı çözmüşlerdir. Yani Cenâb-ı Hak, irsâl-i rusül (peygamber göndermek) ve inzâl-i kütüb (kitap göndermek) yoluyla bu tılsımı çözerek beşerin eline vermiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v), mi’râc gecesinde mebde’ (başlangıç, evvel) ile müntehâyı (son, bitiş, âhir) birleştirerek âlemin tılsımını bilmüşâhede çözmüş, şifrelerini/kordinatlarını insanlığa göstermiştir.

Bu sırlar, insan aklını sürekli meşgul etmiş, filozofları âciz bırakmıştır.

Bu sebepledir ki, Molla Cizirî şöyle demiştir: “Bu âlemin muammâsı okumakla, hocalıkla çözülmez. Bu meseleyi ne icâzetli ve ne de icâzete yakınlaşmış yüz hoca çözer. Ancak bunu mevhibe-i İlâhiyye ile hakîkat ilmine vâsıl olanlar çözer.

Bedîüzzaman Hazretleri bu fıkrayı okurken; “Said gibi yüz tane molla bu muammâyı bilir ve çözer” demiştir.

Mâdem Üstad Nursî kâinatın bu tılsımını çözmüş ve eserlerinde ayrıntısına kadar ikna edici izahlarda bulunmuştur. Zihinlerdeki soruları cevaplandırmış, aklın takıldığı noktaları çözmüştür. Bizler de birer kur’ân talebesi olarak bu asırda en tesirli mânevî bir tefsir olan Risale-i Nurları müdekkikane ve mütefekkirâne okuyarak pek çok muammanın ve esrârın detaylarını yakalayabiliriz.

Yeter ki, şartlarına riâyet edelim. Kur’ân, Sünnet, müçtehid imamların ve ( Hulûsî ağabey, Mehmet Feyzi, Hafız Ali, Hasan Feyzî gibi) Saffı evvel nur şakirdlerinin/taliplerinin akîde, bakış ve nazarları istikametinde, bozmadan/tahrîf etmeden/ta’vîz vermeden murad-ı Üstadânelerine muvafık bir tarzda okumaya, anlamaya, anlatmaya ve hayata geçirmeye gayret gösterelim.

Ve minallahittevfîk…

İsmail Aksoy

Kur’an ve Güzellik Felsefesi

Hepimizin bildiği Akif’in dörtlüğü vardır, toplumun Kur’an anlayışını eleştiren , ironik ötesi bir cümle:

Ya açar bakarız Nazm-ı celilin yaprağına
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için

Koca bir kitabı mezarla özdeşleştirince bizim içimiz mezarlığa döndü, o mezarlıkta hatırlanan kitap olunca biz mezarlık olduk. Kur’an’a onun bütün dini ve sanatsal öğeleri ile bakan adam kimdir , kim olsun Bediüzzaman. Bu bir melankolik cümle değil, ben hergün bir iki cüz okurum, bugün yine bir cüz okudum yürüyerek, Kur’an-ı Azimüşşan’daki estetik kaynaklı yorumlar ve ayetlere ve kelimelere bakıyorum ve işaretliyorum.

Kur’an’ın Sanat ve Estetik Düzeni diye bir kitap düşünüyorum, Bediüzzaman ve Kur’an ve estetik ve sanat felsefesi kitaplarından edindiğim bilgi ile. Bizim hocalarımız, Kur’an’ı bir ibadet kitabı olarak anlattılar. Onun sanat düzeni üzerinde bir vaaz dinlemedim hayat boyu, ne zaman Estetik ve Sanat okudum, Bediüzzaman’a baktım, bir okyanusa düşmüş küçük bir uçan canlı gibi, garkoldum, sonra Kur’an okurken Bediüzzaman’ın Kur’an daki bütün estetik ve güzellik ve sanat kaynaklı kelimeleri kullandığını gördüm. Şimdi onları işaretliyorum, Allah nasip ederse bu yapılmayan şeyi düşünüyorum değil yapmaya başladım.

Kur’an da hüsün, Ahsen, Tahsin, Muhsin, Hüsna ve bu kelimenin iştikakı olan çok sayıda ayet var. Estetik tarihinde olmadık bir şekilde Allah’ı Zülcelal davranışlardan eylemlerden, durumlardan, yaratıklardan, kozmik görüntülerden daha çok şeyden bahsederken bahsi güzellikle bağlantılı anlatıyor. “Ve hüvellezi halekessemavatı vel ardi fi sitteti eyyam ve kane arşühü alel mai liyeblüveküm ahsene amele ve lein kulte inneküm mebusüne minbadilmevti leyekulünellezine keferu in haza illa sihrün mübin” 221/7 Meali “Hem O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi . Bu kainatı yaratması sizden hanginizin daha güzel iş yapacağını ortaya koymak içindir.” Ayetin içinden bir kısmını aldık. Koca kainat bizim “ahsene amelen” güzel değil daha güzel işler yapmamız için. Kelime iş üzerinde odaklanmış, iş içine ibadet de girer bütün diğer dünyevi faaliyetler de, en güzel camii şerifi kim kapmış Sinan, o güzel camii yapmakla Allah’ın kainatı yaratma nedenine en güzel mukabele etmiş olur. Şimdi biz ulemamız ve hocalarımız buradaki ahsene amelen sözünü sınırlamışız hayata açmamışız Kur’an diyince de özellikle ulemamız hep cami, mescid, ibadet ve cennet cehennem akla gelmiş. Müslümanı ve Kur’an dini camiye hapsetmişiz, o da bizi dünyaya hapsetmiş.

Bir başka ayet de güzel kelimesi değişik bir perspektiften kullanılmış. “Nahnü nekussü aleyke ahsenel el kasasi bima evheyna ileyke Hazal Kur’an’a ve in künte min kablihi leminelgafiline” (234/3) “Biz Kur’an’ı sana vahyetmekle geçmiş ümmetlerin bir takım haberlerini en güzel şekilde beyan ediyoruz. Şu bir gerçek ki daha önce senin bundan hiç haberin yoktu” Kur’an bir tarih kitabı değildir, ama Kur’an geçmiş ümmetlerin olaylarını insanlara ders olsun diye anlatır, onlara bakıp o hareketleri tekrar etmesinden diye. İnsanlık tarihi tarihi bir şehamet ve azamet göstergesi olarak göstermiş, ne kadar çok insan öldürüp, ne kadar çok coğrafyaya hükmetmiş ise garetkir hükümdarları tarihin üst başına asmış beşer tarihi, Attila, Timur, Cengiz ve başkaları gibi. Bediüzzaman Kur’an’ın bahsettiği olaylar için bir kelime kullanır, modern eleştiri de bunu kullanır, nukleos occurance, yani çekirdek vaka. Allah Yusuf ve Yunus ve diğer peygamberlerin hayatının çekirdeği yani onun üstüne kurduğu hayatının temel vakasını almış ve onu açarak bir ağaca çevirmiş. Bir balık yutma olayı, bir kadının Hz Yusuf’a musallat olması. Şimdi Allah Yunus ve Yusuf (a.s) hayatlarının en güzel kısmını yani en faydalı ve etkili mesaj olan yönlerini almış, burada Allah en ideal yeri ve noktayı bulması noktasında “en güzel şekilde” sıfatını kullanmış, burada güzelden doğan kelimeye daha değişik bir alan koymuş, sadece Peygamber olayları içinde anlatılması için seçilen olaylar Allah’ın bizim için olayları nasıl seçip ayıkladığını gösteriyor, bakıyor ve bize en gerekli yeri anlatıyor. Ne kadar her konuda ideali bulan bir anlatıcı Allah ı Zülcelal. Kur’an da anlatılan olayların idealliği bir harika çalışma olur.

Ve caüala kamisihi bidemin kezibin kalebelsevveletleküm engüsüküm ermen ve sabrün cemilün vallahül müstaeanu ala matesifun”(236/18) “Onlar Yusuf’un gömleğine sahte kan bulaştırarak getirmişlerdi. Babaları Yakup “hayır dedi nefisleriniz sizi aldatmış, bu işe sevketmiş. Artık bana düşen ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim sizin bu anlattıklarınız karşısında Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz.” Burada güzel kelimesi yerine cemil kelimesini kullanmış, Cemil, cemal, kemal ve azamet Kur’an’ın da estetiğin de temel üç çekirdek kelimesidir. Onların ayrıntısı uzun sürer. Allah burada feryatsız, şikayetsiz, soğukkanlı ve mütevekkil bir şekilde belayı karşılamayı güzel sabır olarak ifade ediyor. Burada Kur’an’daki kelimelerin başka bir güzel kelimesine geçtiğini görüyoruz.

Kur’an’ın davranışlara dönük yorum düzeni hep güzel kelimesinin iştikaklarından, benzerlerinden doğan kelimelerle ifade edilmiş. “Kalu inneke la ente Yusuf’u kale ene Yusuf’u ve haza ehi kadmennellahu aleyna innehu men yetteki ve yesbir feinnellaha layüziu ecrel muhsinin”(245/90) Bir kısmı, “Allah da böyle güzel hareket edenlerin mükafatını asla zayi etmez” Burada hüsn kelimesinden doğan ve Kur’an’da çok tekrar edilen hatta Muhsinler diye bir taifenin tavsif edildiği kelime . Muhsin, “Sözlükte iyilik eden, iyi davranan, iyi ameller işleyen ve yaptığını iyi yapan kimse” demektir. Kur’an’a göre bir insanın Muhsin niteliği kazanabilmesi için mümin Müslüman (Maide) Müttaki (Ali İmran, Zariyat, Mürselat) Salih ameller işleyen (Tevbe) Hayar ve hasenat sahibi (ahyar)(Hud) İnancında , özünde , sözünde ahlakında,söz, fiil ve davranışlarında dosdoğru, müstakim, sabırlı(Hud , Yusuf) ve İhlaslı olması gerektir. Kur’an da Muhsinler şöyle tanıtılmıştır. “Bunlar hikmetli kitabın ayetleridir. Muhsinler için yol gösterici ve tahmettir. Muhsinler namazlarını dosdoğru kılan, zekatlarını veren ve ahirete yakinen iman eden kimselerdir. Onlar Rableri tarafından gösterilen doğru yol üzerindedirler ve onlar kurtuluşa eren kimselerdir.” (Lokman 31/2-5)

Kur’an’da Muhsin insan çok övülmüştür. Allah Muhsinleri sever (Bakara) Kim Muhsin olarak yüzünü, özünü Allah’a teslim eden ve Allah’ı birleyen olarak İbrahim’in dinine uyan insandan daha güzel kim olabilir (Nisa) Kim Muhsin olarak yüzünü özünü Allah’a teslim ederse onun mükafatı Rabbi’nin yanındadır. (Kur’an Kavramları Sözlüğü , 176) Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara) Ayetleri bu gerçeğin ifadesidir. Şimdi Allah’ın kitabında sanat ve estetik ve dini , dünyevi nitelikli işlerin tamamını güzel yapan insanın Allah yanında itibarı ne kadar büyük. Demek Allah da güzellik üzerine kurmuş yorum dünyasını, insanlar da . Batı sadece sanat eserinin güzel nitelikleri üzerin sanat felsefesini kurmuş ama bizim doğu yorumcuları Kur’an gibi çok yüce bir estetik ve güzel talebe olan kitabın estetik yorumlarını yapmamış bu kadar güzel kelimesinden doğan yorumları görememezlik etmiş, Kur’an dan sanata açılan Kur’an ve Güzellik ve Sanat felsefesi yapmamış, hem Romaya Atina’ya kıblelimizi çevirmiş onların kuru sanat ve güzellik felsefelerine kaselisliğini yapmışız. Fethi Benislama Kur’an’ın çağın mantığına uygun yorumu olmadığı için geri kaldığımızı söyler. Bediüzzaman bunu hisseden tek adamdır, bugün hala ülkemizde bu büyük kitap klasik maziden gelen bir yorum düzeni ile anlatılır .

Muhsin yaptığı her işi güzelce yapan demek, bunlar din içinde bir özel taife. Ve Allah işlerini böyle en güzel şekilde yapan insanların ücretini zayi etmez, yeter ki o işini güzel şekilde yapsın, demek çirkin işler ücretsiz işlerdir, ayrıca azab verici işlerdir. Burada güzel kelimesi daha değişik bir şekilde kullanıldı.

Ahsene külle şeyin haleke, (Secde 32/7) Allah her şeyi en güzel şekilde yarattı. Kur’an’ın estetik düzeni üzerine en can alıcı kelimeyi seçmiş Bediüzzaman. Benim gibi bir gariban gibi bakmaz elbette O. İzahını alıyorum buraya.

“İkinci Nokta:
âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:

Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:

Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.

Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gàyeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder. Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gàyât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez.

İşte, menba-ı edeb olan Kur’ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir(18 Söz)

Bediüzzaman her şeyin güzel olduğuna bir yol bulmuş, kimi dolaylı kimi direk güzellikler diyerek güzeliği bütün kainata, kozmik ve insani faaliyetlere ulaşan bir derinlikte izah etmiştir. Estetik tarihinde Bediüzzaman’ın bu güzel tasnifi yok, onlar, yüzyıllarca çirkini nereye koyacağını düşünmüş durmuşlardır. Şeytana hep çirkin diyen batı düşüncesi ve ilahıyatı ve bizim tasavvuf düşüncemize karşı Bediüzzaman “Şeytanın icadında cüzi şerler ile beraber pek çok makasıd-ı Hayriye–i külliye vardır” demiş demonik güzelliği saf güzellikten daha mükemmel göstermiştir. Çünkü saf güzellik Allah’a hastır, bir çiçek ve bir kelebek, ama insanın güzelliği çirkinle mücadeleden sonra olduğu için bir iradi tutum vardır. Bu büyük bütün okyanusların birleştiği bir mana ummanından bir nebze. Bediüzzaman bir talebesine “Siz kime hizmet ettiğinizi biliyorsunuz” demiş. Evet öyle ….

Prof. Dr. Himmet Uç