Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Eşler Birbirlerine Olan Muhabbetlerini Neye Bina Etmeli?

“Meselâ der: “Bu haremim(eşim), ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.

Yoksa, kısacık bir-iki saat surî(yüzeysel) bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.” Sözler ( 97 )

Evlilikte ilk anlaşılması gereken konulardan biri eşlerin birbirine ebedi refika-i hayat olduklarıdır. Arkadaşlıkları bu alem ile sınırlı değil, gayesi de sadece bu alemdeki rahat ve ünsiyeti temin etmek değildir. Aslolan bir baki aleme en tekemmül etmiş bir surette çıkabilmektir. Bu manada aile içi irtibatlara bakıldığında, birbirini affetmek, en ufak olumsuzlukta eşini nazarından sukut ettirmemek, tersine kusurlarına yapıcı çözümlerle yaklaşmak, kendi de daimi hatalarından kurtulmaya çalışmak gibi çabalar göze çarpar. Anlamsız bir şekilde birbiriyle uğraşmak, sen-ben münakaşalarına girmek, kusurlu olduğunu kabullenememek gibi dünya hayatına hasr-ı nazar etmekten kaynaklanan yıpratıcı, neticesiz, sinir bozucu davranışlardan uzaklaşılmış olur. 

Etrafımızda görüyoruz, bazen evlilikte öyle durumlar yaşanıyor ki insan ancak çok kudsi bir şeyin hatırına o olumsuzluğa sabredebilir.  Peki neyin hatırına eşini hoş görecek ve sabredecek, o olumsuzluğu hazm ve hamledecek? Eğer iman-ı ahretin tasdikiyle “daimi arkadaşlığın” hatırı olmazsa insanın sabrı kafi gelir mi? Mesela eşin biri kaza geçirip yatağa mahkum olabiliyor. Diğer eş ona ahret imanının ve ebedi arkadaşlığın hatırı dışında hangi sebeple sahabet eder, ihtiyaçlarına eskisi gibi muavenet eder? Vicdanında Allah’ın rızasını kazanacağı itminanını taşımazsa eşinin o haline tahammülü mümkün olmaz, onu hayat yolculuğunda yarı yolda bıraktığı gibi, kendi ahretini de bu vefasızlığı yüzünden tehlikeye atmış olur.

Geçenlerde bir arkadaşı izdivacından ötürü tebrik ettim, memnun olmakla beraber “Şimdi güzel görünüyor ama ya huyumuz değişir de ilerde olumsuzluklarla karşılaşırsak” diye endişesini ifade etti. Düşününce hak verdim. Ama İslamın getirdiği evlilik kavramında “ebedi arkadaşlık” kaydı olduğundan her türlü olumsuzluğa karşı eşler ve evlilik koruma altına alınmış, denilmiş ki: her ne olursa olsun sizin berabersiniz, basit dünyevi sebeplerle bu semavi akdi bozamazsınız ve huzurunda söz verdiğiniz Halıkınız da akd-i semavi olan nikahı, dünyevi arızalarla fesh etmez, eşleri daim muhabbetli, şefkatli olarak birbirine ünsiyet ettirir. Yani eşler evlendikten sonra Allah’ın teminatıyla birbirine refika-i hayat olurlar, bu sadece kendi iradeleriyle ortaya çıkan bir keyfiyet değildir, Allah’ın kasd ve iradesi ile yaratılan bir akiddir. Bu hakikate binaen büyükler “Nikahta keramet vardır” demişler, yani Cenab-ı Hak nikah ile eşlere ikram eder. Neyi? Muhabbet, şefkat, hürmet gibi eşleri birbirine bağlayan rabıtaları. Sui ihtiyar ile bu rabıtalara karşı hürmetsizlik etmemek, ebedi arkadaşının uhrevi güzelliğini düşünerek layık olmaya çalışmak çabası her ehli vicdanın hissettiği yüksek bir ahlaktır.

Rabbimiz umum ehl-i imanı bu yüksek ahlaka mazhar, yuvalarını da saadet-i ebediye mahsulatı yetiştiren fabrikalar eylesin. amin.

Nabi

www.NurNet.Org

Hep din din din… Sizin hiç dünya görüşünüz yok mu?

Uzun mailinden anlaşıldığına göre ırkçılık hastalığına yakalanmışlardan biri öfke ile soruyor:

Yazılarınızı okuyorum. Gördüğüm kadarıyla siz, her şeyi dine veya Bediüzzaman’a bağlıyorsunuz. Sizin hiç dünya görüşünüz yok mu?

Cevap:

1- Yazılarımı okuduğunuz için önce size teşekkür ediyorum. Eğer siz okumaya devam ederseniz ve biraz daha dikkatli okursanız inşallah okuduklarınız sizi güzel bir noktaya, eleştirilerinizde daha insaflı bir çizgiye getirecektir.

2- Mailinizden anlaşıldığına göre siz, ırkçılık hastalığına yakalanmışsınız ve öfke ateşiyle yanıyorsunuz. Allah, sizi her şeyden önce bu iki beladan kurtarsın. Çünkü ırkçılık hastalığı ve öfke, insanın basiretini kapatır, hakkı ve hakikati göstermez, insana çok şey kaybettirir. Hatta cennetini bile.

Hele öfkeli insanın öfkesi eğer inkârından kaynaklanıyorsa, artık o hiçbir güzelliği göremez; hidayete eremez. Böyleleri, Peygamber gibi bir güneşin yanında yıllarca oturdular, kin, nefret, haset ve öfkelerinden dolayı o hidayet güneşinden bir ateş böceğinin ışıkçığı kadar da olsa bir ışık alamadılar. Allah, bizi okuyan ve tanıyan kardeşlerimizi bu akıbetten ve bu ateşten korusun.

3- Diyorsunuz ki:

– “Siz her şeyi dine bağlıyorsunuz. Sizin hiç dünya görüşünüz yok mu?

– Var. Bizim dünya görüşümüz de dinimizin dünyaya baktırdığı tarzdadır. Biz, dinsiz dünyada hayır olmadığına inananlardanız. Sonra bizim dinimiz olan İslamiyet, ahiret dini olduğu kadar dünya dinidir. O sadece ahireti kurtarmak için gönderilmemiştir. O, ahiretten önce dünyayı, cehennem olmaktan kurtarmak için gönderilmiştir. Şu dünyada onun kapsam alanına girmeyen hiçbir şey yoktur. Bu özelliğinden dolayıdır ki her şeye onun penceresinden bakıyorum. Neyin eğri, neyin doğru, neyin iyi, neyin kötü, neyin helal ve neyin haram olduğunu ondan soruyorum, ondan öğreniyorum. Bu bakış ve bu tutum, beni Yaratanın emri, Peygamber’inin de sünnetidir. Bir Müslüman, Allah’ın farzını, Peygamber’in sünnetini yerine getirmeyecek de başka ne yapacaktır?

Ben size soruyorum:

– İçinde yaşamış olduğunuz şu dünyanın halini ve gidişatını beğeniyor musunuz? Her yerden helaket ve felaket çığlıkları yükseliyor. Her yerden savaş sesleri geliyor. Çocukların, kadınların ırzları, namusları kirletiliyor, taciz ve tecavüz, hırsızlık ve gasb olayları kol geziyor. Kadınlar kocalarını, kocalar karılarını öldürüyor. Yuvalar dağılıyor, çocuklar anasız, babasız, sevgisiz, şefkatsiz büyümeye mecbur kalıyor. Hiddete ve şiddete maruz kalan çocuklar, kalkıp hiddet ve şiddet gösteriyor, terör estiriyor. Eğitimde, siyasette, ticarette ahlakî kurallar alt-üst olmuş. Kadınlar, kendilerini beğendirmek için müstehcenlik ve şıklık yarışında. İmanı, hayayı ve ahlakı kökünden söküyorlar. Dinden, imandan ve maneviyattan beslenemeyen erkeğin, şehvetini tatmin etmek için yapmadığı ahlaksızlık yok. Hiç kimse çocuğunu güven içinde sokağa salamıyor, bakkala gönderemiyor. Acaba Kayseri’de çocukların başına gelen benim çocuğumun da başına gelir mi diye.

BÖYLE BİR DÜNYAYI SİZ, NE İLE ISLAH EDECEKSİNİZ?

Böyle bir dünyayı siz, ne ile ıslah edeceksiniz? Hangi hukuk sistemiyle, hangi siyaset düsturuyla ve hangi anayasa maddesiyle? Hapishaneler tıklım tıklım dolu. Keza hastahaneler öyle, kabristanlar öyle. Neden? Çünkü insanın ruhuna ve kalbine merhem olacak hakikatleri söyleyenler yok denecek kadar az. Herkes dünyevileşmiş, herkes dedikodu ile zaman öldürüyor. Herkes fitneyi körükleme, suları bulandırma ve bulanık sularda balık avlama sevdasında. Ve su testisi su yolunda kırılıyor. Onun için hastaneler, hapishaneler ve kabristanlar hayatı ve gençliği su-i istimal edenlerle dolup dolup taşıyor.

Bunun içindir ki şair bir zamanlar:

Vatanımda sular akar başıboş, / Herkes birbirini kakar başıboş,

Allahım sen acı şu saf millete, / Akşam yatar, sabah kalkar başıboş! demiş.

Ben artık böyle değil de şöyle diyeceğim:

Vatanımda sular akmaz başıboş, / Herkes birbirini kakmaz başıboş

Allahım Sen rahmet ver şu saf millete, / Akşam yatmaz, sabah kalkmaz başıboş!

Herkes ne yaparsa yapsın, ben herkesin inadına vatanımda artık suların başıboş akmaması, herkesin birbirini kakmaması ve milletimin başıboş yaşamaması, Allah’ın dinine bağlı, Allah’ın sadık bir kulu olarak yaşaması için mücadele vereceğim. Verdim ve veriyorum. Elhamdulillah. Bu mücadeleyi veren herkese de yardım edeceğim.

Müsaade edin de hiç olmazsa birileri, bu işi yapsın, hep dinden, imandan bahsetsin. Her yazısını dine, Kur’an’a, Peygamber’e ayırsın. Bu işi yapanlara yardım etmiyorsanız hiç olmazsa bu işi yapanların morallerini bozmayın. Peygamberin tebliğ görevi omzunda olanların, bu memleketin maddî ve manevî imarına çalışanların kolunu kanadını kırmayın. Merek yanarsa, fareler de beraber yanar.

BEN HAKİKAT AŞIĞIYIM

Ben hakikat aşığıyım. Bu hakikati değil Bediüzzaman’da, Aynştayn’da, Auqust Comt’da da görsem alırım. Çünkü benim Peygamberim, “Hikmet müminin kaybolmuş malıdır. Nerde görürse alsın. Çünkü mümin ona çok layıktır!” buyurmuş. Bu hakikati ben Şah-ı Geylanî’de, Şah-ı Nakşibend’de, Mevlana’da, Yunus’da, Bediüzzaman’da, Hocaefendi’de, Süleyman Efendi’de, Mahmud, Zahid, Raşid ve Esad… Efendilerde görmüşsem niye almayayım?

Müsamahası, affı, şefkati, merhameti, hilmi, sabrı ve tevazuu geniş bir Peygamberin ümmeti olan ben neden benim gurubumda ve cemaatimde değil diye affetmeyeyim, hoş görmeyeyim, bağrıma basmayayım? Affetmez, hoş görmez ve bağrıma basmazsam; üstelik benim hemşerim olmayan ve benim kategorimde bulunmayan Müslüman kardeşlerime savaş açarsam kimi memnun etmiş olurum? Şeytanı ve yardımcılarını mı, yoksa Allah’ı ve Rasulünü mü? Belliki şeytanı ve yardımcılarını memnun etmiş olurum. Buna hakkım var mı? Yok. Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim. Kendi ayıplarımızı görmeyip, kardeşlerimizin ayıplarıyla uğraşmaktan artık vazgeçelim.

BİZİM PEYGAMBERİMİZ SADECE AHİRET PEYGAMBERİ DEĞİL

4- Bizim Peygamberimiz, sadece ahiret ve ahlak peygamberi değildir. Aynı zamanda o dünya ve hukuk peygamberidir. Dünyayı da cennetleştirmek için gönderilmiştir. Bunu başarmıştır da. Buna en güzel örnek asr-ı saadet denilen kendi asrıdır. O, 23 sene gibi kısa zamanda öylesine dini, imanı, ahlâkı ve hukuku hâkim kıldı ki, onun asrında kolay kolay kimse günah işleyemiyor, kimse kimsenin canını yakamıyordu. Birisi bir suç ve günah işledi mi, gidip kendisini şikâyet ediyor, en ağır cezaya çarpılmayı göze alıyor, kendisini temizlemeye çalışıyor, dünyam yansa da hiç olmazsa ahiretim yanmasın diye düşünüyordu. Onun asrında günah işleyen yoktu. Milletin canını yakan, ırzına hor bakan yoktu.

Onun için biz, onun ve onun asrının hasretini çekiyoruz. Adam olmak ve adam gibi yaşamak isteyen herkesin özlemi budur. Çünkü Allah, adam olmak ve adam gibi yaşamak isteyenlerin önüne onu örnek koydu. Beni seviyorsanız ona uyun, o, ne getirdiyse alın, neden yasakladıysa ondan da uzak durun, buyurdu.

AKIL YARATAN ALLAH’A KARŞI BU UKALALIĞI NASIL YAPARIM?

Gerek Kur’an’da ve gerekse Peygamberimizin hayatında, dünyamızı tanzim edecek ve her konuda bize rehber olacak en ince detaylara bile yer verilmiş ve bunlara uymak benden istenilmişken; ben nasıl olur da, bunları bir tarafa koyarım, kendimden bir yaşama biçimi ortaya çıkarırım? Bu da benim dünya görüşüm, derim? Beni yaratan Allah’tan utanmam mı? Akıl yaratan ve herkese akıl dağıtan Allah’a karşı bu ukalalığı nasıl yaparım? Ruz-i mahşerde bunun hesabını ben Allah’a nasıl veririm?

Bunu yapanlar oldu ne kazandılar? Dünyayı kazanalım diye dini rüşvet verdiler, dünyayı da kaybettiler. Hem dünyalarını ve hem de ahiretlerini yıktılar, berbat ettiler. İşte seküler dünyanın hali ortada. Göz yaşı ve kandan, anarşi ve terörden, acı ve sancıdan, savaş ve kargaşadan, hile ve aldatmadan, yağma ve yalandan başka bir şey var mı?

BENİM DİNİMİN DÜNYA GÖRÜŞÜ YOK DEĞİL Kİ!

5- Benim dinimin dünya görüşü yok değil ki, ben onu bırakayım da ayrıca bir dünya görüşü ortaya koyayım. Evlenmeyi yasaklamamış, yemeyi, içmeyi, güneşlenmeyi, denizi, kumu, eğlenmeği, siyaseti, ticareti, eğitimi, okumayı, hukuku, adaleti, hürriyeti yasaklamamış. Bunların hepsini yap, ama meşru bir şekilde yap, dine ve peygamberin örnek ahlakına uygun yap, demiş. Helal olanı, helal yerde, helal bir şekilde yap, demiş. Namuslu ol, adam gibi yaşa, demiş. Kendi ırzını, namusunu, kanını ve canını dokunulmaz bildiğin gibi, başkalarınınkini de öyle mukaddes ve dokunulmaz bil, demiş.

Mesela güneşlen, denizden, kumdan istifade et. Ama terbiyeli ol, ya kimselerin olmadığı yerde bunu yap, ya da dinde ölçüleri tarif edilen avret yerlerini örterek yap, demiş. Spor yap, ama avret yerlerini açarak yapma. Ye, iç. Ama haram yeme, haram olanları ve zarar veren şeyleri içme, demiş. Eğlen, evlen, ama bunu helalin ve nikâhlınla yap, demiş. Bu misalleri çoğaltabilirsiniz.

6- Benim dinim dünyayı terk et, demiyor. Dünyayı ahiretin tarlası gör, burada çalış, ibadet et, hayır ve hasenat yap ki ahirette rahat edesin, diyor. Dünya bir zikirhanedir. Her varlık Allah’ı zikrediyor, sen de onlara katıl, diyor. Her şeyin Allah’ı zikrettiği bir âlemde senin gaflet ve dalalet içinde olman ayıptır ve büyük kayıptır, diyor.

7- Sözün özü: Din olmadan dünyaya bakarsam ne dünyam kalır, ne de ahiretim. Dünyaya din çerçevesinden bakarsam hem dünyayı ve hem de ahireti kazanmış olurum. Her iki dünyam da cennet olur. Öyleyse neden dünyaya dinsiz bakayım? Neden şu fani dünyada dinsiz kalayım? Bazılarını kızdırma pahasına da olsa Bediüzzaman’ın hakikatten ibaret bir sözüyle yazımı noktalayayım:

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası; ihyay-ı dinle olur, bu milletin ihyası!

Yani, hayatın hayatı dindir, hayatın ışığı ve temeli dindir. Bu milleti kalkındırmak ve huzura kavuşturmak, ancak dini yaşamak ve yaşatmakla mümkün olacaktır. Vesselam.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Sevginin Kaynağı

Bir hadis-i kudsîde, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlukatı yarattım” buyrulur. Nur Müellifi, “Muhabbet bu kâinatın bir sebeb-i vücududur” buyurmakla bu hakikate işaret eder. Yani, Cenâb-ı Hak, isimlerinin tecelli etmesini murat etmiş ve bu âlemi yaratmıştır.

Muhyiddin Arabî Hazretleri, “Rahmetim gazabımı geçti” hadis-i kutsîsini şöyle tefsir ve tevil eder:

Allah, dileseydi bütün isimlerini tecellisiz bırakırdı. Zâtı, bütün bu tecellilerden ganidir, yani O’nun o mukaddes zâtı, hiçbir ismin tecellisine muhtaç değildir. Ama o isimler tecelli etmek ve eserlerini göstermek isterler. İşte Cenâb-ı Hak, esmâ-yı hüsnasına rahmetle nazar etmiş, onları tecellisiz bırakmamak için bu âlemi yaratmıştır.

Kendi isimlerini, idrakinden aciz olduğumuz mukaddes bir muhabbetle seven Allah, onların tecellisine hizmet eden şu mahlukatını da sever.

İşte bu sevgi, bu merhamet Vedûd isminden gelmektedir.

Allah her bir eserini sevmekle birlikte, bu sevgi ve merhametin odak noktası, en mükemmel eser olan insandır. Çünkü, bütün ilâhî isimlerin aynası, tecelligâhı odur.

Allah’a inanan, ilâhî isimleri okuyan, onların tecellilerinden azamî ölçüde istifade etmeye çalışan mü’minler, ârif ve âlim zâtlar, Allah’ın muhabbetine daha fazla mazhar olurlar. Onların, en mümtaz vasıfları, kalplerinde Allah sevgisinin hâkim olmasıdır.

Bir kulun kalbi, ilâhî muhabbetle ne ölçüde dolup taşarsa, Allah da o kulunu diğer kullarına nisbetle o kadar fazla sever. O bahtiyar kul, böylece Vedûd ismine parlak bir ayna olur.

Nur Külliyatından, harika bir tespit:

İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.” Sözler

Bu ism-i şerif için kaydettiğimiz mânâlardan birisi, ‘mahlukatını seven ve onların hayrını isteyen,’ şeklinde idi. Bu mânâya göre, bir kul diğer insanlara ve hatta hayvanlara ve bitkilere, rahmet nazarıyla baktığı, onları Allah namına sevdiği ve onlara yardım ettiği ölçüde Vedûd isminden ayrı bir feyiz alır.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Saadet Çiçekleri

* İnsan kendi acz ve fakrı dışında, şuur ve kalbi vasıtası ile diğer mahlukata bağlı olduğu için, bir açıdan her şeyin acz ve fakrı onun acz ve fakrı gibidir. Ve bunu mahlukatın hallerine üzülmesi ve sevinmesi ile de gösteriyor. İnsanın, şuurunda olarak diğer insanların acz ve fakrlarının giderilmesini görmesi ve şefkatle onlar adına sevinmesi kudsi, nezih bir haldir. Buna “ Ferâh-ı Münezzeh ” ve “ Sürûr-u Mukaddes” denilir. Bunlar “ Allah’ın Ahlakıdır. ( 2. Söz )

* Bahtiyar ve tali’siz: Bahtiyar, Farsça bir kelimedir. Baht yani felek lehine dönen demektir. Arapça’da buna “ tâli’ ” denilir. Yani dünyasında güneşi doğan… İnsan, kendi şuuruna ( hod, ene ve ben’ine ) güvenirse, ezelden ebede uzanan bir vücud aleminde zifirî karanlıkta parıldayan bir yıldızböceği gibi olur. Eğer Allah’a ve Onun güneş-misali Zâtına, şuuruna ve ilmine güvenir, iltica eder, sığınır, dayanır ve onunla boyanırsa, sermedî bir ışık ve nur bulur. Geçmiş-gelecek ve hâzır zaman ile, bütün mekanlar o Nur-u İlâhî ile aydınlanır. Allah’ın emirleri, böyle sermedî bir şuur ve nurdan geldiği ve böyle nurlar verdiği için, Ona uyanın dünyası aydınlıktır. Hakikat Güneşi ona doğar. O da, O Güneş’in ışığı ve ısısı altında huzur, emniyet, sürur, ferah içinde ebediyete yürür, saadete koşar. İşte Üstad bu bahtiyar ve tali’siz ( bedbaht ) kelimelerini Küçük Sözler’de sıklıkla kullanır. “ Sağ ” yolun yolcusu olanları “ bahtiyar ”, “ sol ” yolun yolcusunu ise “ tali’siz ” olarak ifade eder. Bu iki ifade de Kur’an-ı Kerim’in tabirleridir. ( Beled Sûresi, 18-19; Vâkıa Sûresi, 8-9 ) Evet yol, ikidir. Başka yol yoktur: Ya ân için, lezzet için, bencilce bir yaşam için, varlık için, madde için, mülk için yaşarsın; veya sermediyet için, saadet için, kudsî ruhanî bir yaşam için, ebedî bir varoluş için, mana için, melekût için yaşarsın. (3. Söz )

* Namaz, insanı ilm-i İlâhî ile ve gayb ile irtibattar kılar. Kâinata dair sindirilmeyen veriler birer felsefî kusmuktur; mide bulandırır. J. P. Sartre gibilerin yazdıkları “ Bulantı ” lar insanların âlemini karartan “ aklî ”[1] bir mâlûmât yığınıdırlar. Oysa Bediüzzaman gibiler, namaz ve kullukla sindirilen bilgileri, bir biliş ve ilim kılıp kendi dünyalarını aydınlattıkları gibi kaleme aldıkları “ Lemeat ” ( Parıltılar ), “ Şualar ” ( Işınlar ), ve “ Tuluat ” ( Doğuşlar ) gibi nurlu eserlerle insanları da aydınlatmışlar. Hem de onların akıl, kalp ve ruhlarını ilim ile doyurmuş, beslemişler. Yavrusuna kusmuklu yem yediren kuş gibi olmayıp ( Sartre ve Albert Camus gibi ), hazmettiği gıdalardan oluşan süt ile kuzusunu besleyen koyun gibi olmuşlar. Evet, müellif ve yazar insan, bir mürşid âlimdir. O, insanı Hakikat’e çağıran bir âlim ve Hakk’a götüren bir mürşiddir. ( 5. Söz )

[1] Hakiki ilim, akılda “ sûret ” i, kalpte “ hakikat ” i bulunan ve akılla, suretine nazar edilen; kalple, hakikati müşahede edilen ilimdir. Kalpsiz bir akıl, karanlık fotoğraf arşivi temin eder. Oysa hakiki ilim, Güneş gibi bir ışık ve hararet verir. ( Lemeat )

Kaynak: Eymen ve Belkıs Akça / Saadet Çiçekleri Kitabı

Risale-i Nur Cemaati Neden Farklı Gruplara Ayrılmış?

Üstad vefat ettikten sonra neden cemaat farklı gruplara ayrıldı? Her grup Risale-i Nur okumasına rağmen sohbet yerleri farklı; başka ortamlarda neden toplanılıyor?

Bediüzzaman Hazretlerinin ilerde cemaatin farklı kollara ayrılacağıyla alakalı söylemiş olduğu herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Yanında kalan talebelerin gerek Üstad’tan almış oldukları dersler gerekse Üstad’ın hal ve etvarını üzerlerinde göstermiş olmaları noktasından yapı itibariyle farklılık arzetmekteler.

Bazı ayrılmalar fıtri bir şekilde gelişmekte; bazıları ise meşveret kararları sonucunda ortaya çıkmaktadır.

İhtilaf beşeri bir realitedir. İnsanoğlu tarih boyunca ihtilaftan kurtulamamıştır. Hemen her din mensuplarında farklı mezhep ve meşreplerin çıkması bunu açıkça gösterir. İslamiyete mensup olan zatlarda da bu durumu görürüz. Dinin iki temel kaynağı olan Kitap ve Sünnet farklı yorumlara tabi tutularak mezhepler ortaya çıkmış, keza muhtelif cemaatler teşekkül etmiştir.

Risale-i Nur Kur’anın ve bazı hadislerin çok harika tefsiridir. Ama bu mübarek tefsiri okuyanlar anlama noktasında veya hizmet ölçüleri hususunda farklı düşününce farklı hizmet grupları ortaya çıkmıştır. Özde bir olduktan sonra bu tarz farklılığı bir renklilik olarak görmek mümkün. Çünkü bu şekilde çok farklı mizaç sahipleri bu hizmet bünyesinde yer alabilmektedir. Herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket edip diğerlerine ilişmezse bunda bir problem olmadığı gibi rahmet olduğunu bile söyleyebiliriz.

Nasıl ki bir ağaç tek kökü var ve bir çok dala ayrılıyor. Bu dallar da umumiyetle meyveli oluyorsa… Bir babanın beş evladı olsa ve bunların ilerde (evlenip çocuk sahibi olunca) birlikte yaşamaları sıkıntı; ayrı durmaları rahmet oluyorsa… Yine bir savaşa gidildiği vakit; tank, top, uçak, gemi vs ile gitmek gerekiyorsa… Çünkü savaşı kazanmak için topyekün saldırmakla mümkün. Aynen öyle de nur talebelerinden teşekkül eden herbir cemaat bir misyonu üzeine almış. Kimisi okuyor, kimisi yazıyor, kimisi radyo ile kimisi de tv. ve internetle hizmet etmeye çalışıyor. Bunların tümü bir vücudun azaları gibi büyük, cesim bir gücü meydana getiriyor. Bu şekilde hayatın her safhasında gerek sefahet ve ahlaksızlıkla; gerekse de dinsizlik vesaireyle mücadele ediliyor.

Evet görünüşte nur cemaatlerinde bir ayrılık var. Ama bu ayrılıkta gayrılık yok. Çünkü hedef bir maksad aynı. Ama hizmet metodunda küçük bazı farklılklar olabilir. Bunu da insanların mizacının farklılığına yorumlamak gerek. Çünkü bu şekilde farklı mizaçlar farklı cemaatlerde istihdam edilebilmektedir. Bu meyanda şu hususlara dikkat lazımdır;

1. Müsbet hareket,

2. Gıybet ve dedikodudan kaçınmak,

3. En güzel benim mesleğimdir demek. Yalnız hak benim dediğimdir dememek ve sâire..

Risale-i Nur eserlerini okuyan, dinleyen ve yazanlara nur talebesi denmesi yönünden bu cemaatlerin tüm mensupları inşaallah bu çatının altındadırlar.

KONUYU ŞU ŞEKİLDE DEĞERLENDİRMEK DE MÜMKÜNDÜR:

Hiç bir insan kusursuz değildir. Kusursuz olmayan insanlarda meydana gelen bir cemaatında kusursuz olması beklenmemeli.

İslamiyet kusursuz bir dindir. Fakat Müslüman kusurlu olabilmektedir. Hatta sahabeler döneminde ortaya çıkan fitne ve fesatlara nazar edildiğinde görülmektedir ki, kusursuz bir dinin en samimi takipçileri arasında bile çok kusurlar ortaya çıkabilmektedir. Değil ayrı düşünüp ayrı hareket etmek, birbirleriyle savaşmışlar ve Peygamber torunlarını bile katletmişler. Ve bunu da din namına yapmışlar. Hz Osman’ı ve Hz. Ali’yi katleden insanlar bile kendilerini daha iyi Müslüman görüyor ve yaptıkları bu elim cinayetleri din namına yaptıklarını düşünüyorlardı. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, kusurun İslamiyet’te değil bazı arızalarla İslamiyet’e ait kusursuzluğu temsil edemeyen Müslümanlarda olduğudur.

Buradan hareketle Nur talebeleri, Nur Risalelerinde sık sık vurgulanan birlik ve beraberlik, uhuvvet ve muhabbet vurgularına rağmen ve müsbet hareket düsturuna rağmen beşeriyet muktezası olarak, Nur Risalelerinin ruhuna taban tabana zıt menfî, hissî ve rekabetkerane davranışlarda bulunabiliyorlar. Bu da farklı hizmet gruplarına ayrılmaya neden olabilmektedir. Fakat şurası da şükre medar bir durumdur ki, Nur talebeleri arasında böyle bir farklılık var ve gereken uhuvvet ve ittihatta yoksa da önemli bir sürtüşme ve didişme yoktur. Bu bir anlamda Peygamberimiz buyurduğu gibi “ümmetimin ihtilafı rahmettir” vurgusu içinde değerlendirilebilecek bir durumdur.

Çünkü her grup kendi yolunda gitmekte ve birbiriyle uğraşmamaktadır. Bütün Nur talebelerinin kendilerini görevli saydıkları iman hizmeti için farklı hizmet tarzları geliştirmekte ve her insan farklı fıtratta olduğundan herkes kendi yapısına uygun bir hizmet modeli için de yer alıp ortak gayeye hizmet etmektedir. Bunu şöyle bir benzetme ile anlatacak olursak. Nur talebeleri birbirleri ile yeterli iletişimi olmayan birbirinden bağımsız birlikler gibi, fakat hepsi aynı düşman cephesine ateş etmekte olduğundan bir çeşit vahdete de sahipler. Tüm Nur talebeleri imansızlık cephesine top yekün hücum halindedir.

Üstadın ifadesi ile: “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilm(ektedir)iştir.

Fakat Risale-i Nur şiddetle uhuvvet ve muhabbete vurgu yaptığından Nurlar okundukça gerçek anlamda birlik ve bir beraberlik de tahakkuk edecektir inşallah. Bunun da çok yerlerde emareleri görünmektedir.

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur