Kategori arşivi: Tarih

Selimname Nedir? Tarihteki Yeri ve Önemi

Selimname, I. Selim (Yavuz Sultan Selim) ile II. Selim’in hükümdarlık yıllarının anlatıldığı manzum, mensur veya manzum mensur karışık tarihî eserlere verilen addır. Bilinenler içerisinde yalnız Kazasker Vusulî Mehmed Çelebi’nin Selimnamesi II. Selim’i anlatmakta, geri kalanları I. Selim’i anlatmaktadır. Çoklukla Türkçe olmakla birlikte Arapça ve Farsça Selimnameler de yazılmıştır.

I. Selim’den itibaren Osmanlı hükümdarlarının tek tek devirlerini anlatan tarihî eserler yazılmaya başlanmış, bunlar Selimname, Süleymanname gibi adlarla anılmıştır.

Selimnameler Osmanlı tarihçiliği bakımından önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Çünkü bu eserleri yazanlar, çoklukla ya bu hükümdarların devrinde yaşamış, onunla sarayda veya seferlerde birlikte olmuş, ya da yakınlarında bulunmuş kişilerin anlattıklarına dayanmışlardır. Yavuz Sultan Selim’in sağlığında başlayan (Örn. Keşfî’nin eseri) Selimname yazarlığı Kanuni Sultan Süleyman zamanında doruğa ulaşmıştır.

I. Selim devri olaylarını anlatan eserlerin büyük bir kısmı bu büyük hükümdar zamanında yazılmıştır. Özellikle Osmanlı Devletinin sınırlarının ve gücünün doruğa çıktığı bu devirde sanat faaliyetleri de artmış, şair ve ediplere değer verilmiş, onlar korunmuş ve yazıp getirdikleri eserler hükümdar tarafından ödüllendirilmiştir. Bu sebeple de birçok tarihçi, kahramanlıklarla dolu fakat kısa bir hayat süren Sultan Selim’in ilgi çekici devrini farklı kaynaklara dayanarak defalarca yazmışlar ve oğlu Sultan Süleyman’a sunmuşlardır.

Bu yazarların bazıları sarayda önemli mevkilere getirilmiş, Şükrî-i Bitlisî gibi bazıları da yüklü miktarda para yanında tımarla da ödüllendirilmiştir. Selimnamelerin bazıları, daha Sultan Selim’in 1509 yılında Trabzon valisiyken Gürcülerle yaptığı savaşları anlatarak başlarlar.

Birçok eserde onun kardeşleri Korkut ve Ahmet ile yaptığı taht mücadelesi geniş bir yer tutar. Hatta kimi yazarların bu eseri Sultan Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman’a sunmaları ve Selim’in mücadeleyi kazanarak iktidara gelmiş olması sebebiyle bu taht mücadelesinde taraf olduğu ve Sultan Selim’i tuttukları görülür.

Selim’in tahta geçişi, babasının ölümü, İran ve Mısır seferleri bütün canlılığıyla ve teferruatıyla anlatılır. Eser genellikle Selim’in ölümü ve oğlu Sultan Süleyman’ın tahta geçmesiyle son bulur. Selimnamelerin hepsi Sultan Selim’in hayatının tamamını anlatmazlar.

Meselâ İshak Çelebi’nin Selimnamesi, II. Bayezid Türk Edebiyatında Selimnameler 33 Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4/8 Fall 2009 devrinin sonlarından başlayıp Selim’in cülusuna kadar getirip bırakmıştır. Eserlerin tarihî değerleri oldukça yüksektir. Bunlar, bizzat saray çevresinde bulunmuş, hükümdarla birlikte seferlere katılmış kişiler tarafından ya da birinci derecede kaynaklara dayanarak yazılmış oldukları için birer vesika durumundadırlar.

Bu yüzden de Yavuz Sultan Selim devri tarihi yazılırken başvurulan en önemli kaynaklar arasında yer alırlar. Selimnameler sayesindedir ki, Osmanlı hükümdarları arasında dönemi en iyi aydınlatılan ve kolay yazılabilen I. Selim olmuştur.

Selimnameler yalnız birer kuru tarih kitabı değildir. Bir yandan çoğu vesikalı tarihî bilgiler verirken, diğer yandan devrin bütün özelliklerinin bu eserlere yansıdığı görülür. Devlet yönetimi, saray, Osmanlı coğrafyası, ordunun durumu, gelenekler, kültürel yapı, kullanılan silâhlar, savaş taktikleri, hükümdarın ruh hâli, dil, edebiyat, folklor vb. konularda oldukça sağlam bilgiler de bu eserlerde yer almaktadır.

İstanbul ve Anadolu kütüphaneleriyle birlikte Avrupa kütüphanelerinde de çok sayıda Selimname nüshası vardır (Bunlar hakkında bkz. Babinger, Tekindağ, Uğur ve Kartal’ın çalışmaları). Bu eserler üzerinde kimi zaman toplu, kimi zaman da bağımsız çalışmalar yapılmış, özellikle son yıllarda Türkiye’de bazı Selimnamelerin metinleri yayımlanmıştır.

Selimnameler Türkçe, Arapça ve Farsça olarak yazılmıştır. Türkçe metinler çoğu zaman 16. yüzyılın Arapça ve Farsça kelime oranı oldukça yüksek ağdalı diliyle yazılmış olsalar da içlerinde Şükrî’nin Selimnamesi gibi dil bakımından oldukça önemli ve orijinal olanlar da vardır.(Makale Mustafa Argunşah’a aittir)

Süleyman Demirel Üniversitesinde  Yahya Kemal’i okuttuğumda Selimname’yi  ödev olarak verdim. Daha Sonra Mehmet Kırkıncı Hoca Hazretlerinin Yavuz Sultan Selim isimli eserini ödev yapan çocuklara karşılıksız dağıttım. Şimdi Yukarıda Mustafa Argunşah’ın  bu konudaki yazısı ile birlikte bu kısmı daha sonra da şiiri alıyorum. Himmet uç

 

Selimname Yahya Kemal Beyatlı

eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür
gûş-î cihâne velvele-î bâl ü per gelür

devr-î fütûhu sûr-ı sirâfil* müjdeler
hak’dan nizâm-ı âlemi te’mîne er gelür

ebvâb-ı ravza-î nebevî’den firiştegân
cibrîl’i gördüler nice demdir gider gelür

derk ettiler ki merkad-i pâk-î muhammed’e
rûhü’l-kudüs’le arş-ı hudâ’dan haber gelür

rûy-î zemîni tâbi-i fermânı kılmağa
sultan selîm han gibi şîr-i ner gelür

râyâtının alemleri üstünde uçmağa
sîmürg-i feth hem-çü nesîm-î seher gelür

hâkan ki at sürünce bir iklîm-i düşmene
pîş ü pesinde mahşer-i tîg ü teber gelür

ey gaasıb-ı diyâr-ı arab bekle vaktini
evvel cezâ-yı saltanat-ı sürh-ser gelür

kaç fâtih-î zaman gören iran-zemin bugün
görsün kiminle hangi cüyûş-î zafer gelür

tekbîrlerle halka ıyân oldu tûğlar
sahrâ-yı üsküdâr’e revân oldu tûğlar

···

SEFER

tebrîz’e doğru çıktı sefer şâhrâhına
ervâh peyrev oldu cihan pâdişâhına

at üzre geçtiğin göricek leşker-î guzât
râmoldu şîrler gibi yâvuz nigâhına

yekser gazâ kılıncı kuşanmış bir ümmetin
câlis budur erîke-i âlem-penâhına

münkaad edip serîrine maşrıkla mağribi
bir devlet ermegaan edecektir ilâhına

âhır ağardı tan yeri re’s-î cibâlden
serhad’de yol göründü acem tahtgâhına

fermân-ı bî-eman kalkan hümâ gibi
tuğrâlu nâme gitti kızılbâş şâhına

hâkan-ı rûm leşkeri yaklaştığın görüp
iran gerektir ağlasa baht-ı siyâhına

hengâm-ı remzi bildiren âvâz-ı hâtifî
aksetti her tarafta cibâlin cibâhına

sahrâ-yı çaldıran’da gazâ vardır erteye
ey berk müjde ver feleğin mihr-ü mâhına

meydân-ı cenge sâye-resân oldu tûğlar
rehyâb-ı milk-i nûşirevân oldu tûğlar
···
ÇALDIRAN

her tûğ-ı pür-fürûğ verirken hücûma şan
her tîg-i bî-dirîg parıldardı hun-feşan

meydân-ı haşr ü neşri karıştırdın ey kader
andırdı rûz-ı mahşeri hengâm-ı imtihan

saldırdı fart-ı gayz ile ifrît-i râfızî
tâli’ göründü bizlere sol kolda pek yaman

garkoldu hûna rûmeli beğlerbeği’yle ceyş
üç malkoçoğlu eyledi bir bir fedâ-yı can

uğrunda her gazâya atılmış mücâhidîn
lâyık mıdır felâkete ey rabb-ı müste’an

her yanda hûn içinde bu hengâmeden beri
hiç esmiyen nesîm-i fütûh esdi nâgehan

sağ kolda bozdu bozguna uğrattı düşmeni
şirâne bir taarruzu sevk eyliyen sinan*

şâh-ı adûya karşı kopan sarsar-ı zafer
indirdi yıldırım gibi bir darbe-î giran

pâmâl-i rahşı kıldı acem tâc ü tahtını
tâ arşa astı tîgıni sultan selîm han

sermest-i câm-ı vuslat-ı şân oldu tûğlar
tebrîz’e reh-nümâ-yı ‘inân oldu tûğlar
···
TOPLAYIŞ

tebrîz’e uçtu feth-i celîlin hümâları
bir böyle hâli görmedi iran semâları

tevhîd içün bu halkı döğüşmüş yiğitlerin
yüz şehre rekzedildi muzaffer livâları

bir kutba bağlı cümle gönüller bir olmalı
mâdâm kâinâtta bir hudâları

her kişverinde kırmağa zencir-i şîa’yı
azmetti askerin ulu kîşver-küşâları

mer’aşla kayserriye’yi fethetti bir dilîr
yükseldi rabb-ı izzet’e şükran duaları

zülkadr’i sildi tîg-i selîmî harîtadan
engin göründü mısr ü hicâz’ın fezâları

···

MERCİDABIK
seyreylesün felek kaderin şehsüvârını
fethetti bir seferde nebîler diyârı’nı

sahrâ-yı mercidâbık’a nakş eylemiş kader
islâm fikr-i vahdetinin kârzârını

memlûk pâdişâhı bu dâvâyı fasl içün
sarfetti azm ü cezm ile bilcümle vârını

bir kaahirâne hırs ile memlûk leşkeri
gavgaaya saldı esliha-î bî-şümârını

bâran misâli gülle yağıp kıldı hâksâr
hem gaasıbâne tâcını hem tâcdârını

eyne’l-meferr diyen çöle can attı sû-be-sû
bâkîsinin de tîg tamâm etini kârını

sahrâ-yı lâ’lgûne bakan şâhid-î zafer
görsün bahârının bu yaman lâlezârını

tevhîd-i milk ü millet içün cenk edenlere
sûriyye açtı cümle husûn ü hisârını

itmâm-ı gaalibiyyet içiün şanlı pâdişah
mısr içre kurmak istedi dârü’l-karârını

şevk-i seferle pür-heyecân oldu tûğlar
bâd-ı zaferle mısr’a vezân oldu tûğlar
···

RİDANİYYE

memlûkler bakıyyesi pür gayz edüp kıyâm
mısr içre kalmasun dedi bir tîg der-niyâm

vadî-i nîl-i tuttu anûdâne ser-te-ser
ordû-yı fethe karşı sürülmüş nefîr-i âm

pür-zûr saldıran kölemen fârisanını
saf saf guzât kıldı dilîrâne iktihâm

kat’î hücûma geçti nihâyet mücâhidîn
mutlak bu harbe vermek içün şanlı bir hitâm

birden serildi hâke ridâniyye cephesi
bed’etti feth-i kaahire’den izhizâm-ı tâm

gazî vezîr-i âzamı a’dâ şehîd edüp
gûyâ büyük zaferden o gün aldı intikam

on mısr’a bir sinan* bedel olmazdı ey kazâ
şevketlü pâdişâhı bu hâl etti telhkâm

fevkindedir zaferden alınmış ganâimin
mü’minler etti vahdet-i islâm-ı iğtinâm

hem şark’ı hem cenûb’u açan bir cihâddan
aksetti dehre nâ-mütenâhî bir ihtişâm

hakka ki ser-firâz-ı cihân oldu tûğlar
ferman-dih-î zamân ü mekan oldu tûğlar

···

RIHLET

bir gün çalındı nevbet-i takdir rıhlete
ukbâda yol göründü hudâ’dan bu dâvete

doldukça doldu gözleri eşk-î firâk ile
kudretlü pâdişâh veda etti millete

tevhîd maksadıyle geçirmişti ömrünü
ref’etti ermegaanını dergâh-ı vahdete

râyâtı gölgesinde fedâ-yı hayat hayât eyleyen
ervâha pîşdâr olarak girdi cennete

yekser riyâz-ı huld-i berîn oldu cilvegâh
her cenkten getirdiği binlerce râyete

dîdâr-ı fahr-ı âlem-i görmekti gayesi
gark-ı huşû çıktı huzûr-ı risâlete

alnından öptü fahrederek fahr-ı kâinât
şabâş sundu sarfedilen bunca himmete

divân-ı hak’da mağfiret-î kirdigâr’dan
şâyeste gördü cürm ü günâhın şefâate

dûr olmasıyle böyle büyük pâdişâhdan
garkoldu nâs mâtem-i bî-hadd ü gayete

yer yer misâl-i bîd-i hazân oldu tûğlar
sultan selîm’e girye-künân oldu tûğlar

···
râyâtının alemleri üstünde uçmağa
sîmürg-i feth hem-çü nesîm-î seher gelür

hâkan ki at sürünce bir iklîm-i düşmene
pîş ü pesinde mahşer-i tîg ü teber gelür

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Necip Fazıl Kısakürek’i Rahmetle Anıyoruz (1905 – 1983)

25 Mayıs 1983’de hakkın rahmetine kavuşan Necip Fazıl Kısakürek’i rahmetle anıyoruz…

Necip Fazıl Kısakürek’i Kimdir?

26 Mayıs 1905’da doğdu. Maraş’lı bir soydan gelen Necip Fazıl’ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş’ta ki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi’nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkı gibi isimler vardı.

İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa’da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris’te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye’ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde hocalık yaptı(1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.

Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua’da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü

Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii’nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazıl’ ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.

Necip Fazıl’ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Haftalık Ağaç dergisi(1936, 17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi, Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır.

Sık sık kapatılan ve toplatılan Büyük Doğu’nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu’da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla büyük ilgi topladı.

1980’de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü, ‘İman ve İslam Atlası’ adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı’nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü’nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı’nca 1980’de verilen beratla ‘Sultan-üş Şuara’ (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır.  kimkimdir.gen.tr

Necip Fazıl Kısakürek’in Bediüzzaman’ı Ziyareti

Bediüzzaman’ın İstanbul muhakemesi sırasında bende kendini yakından görmek ve İslâm yolunda çırpınan bu muhterem mücahidi göz ve kulak planında tanımak arzusu doğdu. Otel, kapısından itibaren Nur talebeleriyle doluydu. Kendimi haber verdim. Beni yukarı kata çıkardılar. O katta da hizmetine bakan talebeler… Bu gençlerin yüzlerinde ziyaretimden memnunluk duyduklarını ilan eden mânâlar… Beni, içinde, dar ve tek kişilik bir karyola bulunan bir odaya aldılar ve:

-İşte Necip Fazıl!;

Der gibi bir eda ile huzuruna çıkardılar. Derinlerden bakan hummalı gözlerin hâkim olduğu sakalsız bir çehrede, içine kapanık bir hâl… Heybet hissinden ziyade, davasına teslim olmuş çilekeş bir insan intibaını aldım.

Beni “Büyük Doğu” faaliyetimle tanıyorlar ve o tarihlerde henüz başlarında olduğum hapislerimi biliyorlardı. Bana iltifat ettiler ve aynen şu kelimeleri söylediler:

Seni Nur Risalesine 40 yıl hizmet etmiş kabul ediyorum!” (sene sayısını tam hatırlamıyorum; daha az veya daha çok olabilir)

Kendi kıymet hükümlerine göre bu gayet cömert iltifata teşekkürle mukabele edip huzurlarından ayrıldım ve ondan sonra kendilerini bir kere daha görmek fırsatına eremedim. İtiraf edeyim ki, beni 20 veya 40 yıl Nur Risalesine hizmet etmiş kabul etmelerindeki tevcih (sözle işaret etmesi) biraz garibime gitmişti. Ben Nur talebesi değildim ve olmama imkan yoktu. Benim kendisinde taktir ettiğim tek nokta küfre karşı mücadelesi ve düşman kutuplar üzerindeki iştirakimizdi. İslâmî kemâl davası ayrı mesele…

Necip Fazıl Kısakürek

Son Devrin Din Mazlumları

Bir Ümmetin Destanıdır Çanakkale

Yılar önce üniversite de okurken bir okul gezisinde Çanakkale’ye gitmiştim.Savaşın geçtiği yerleri görmek için çok sabırsızlanıyordum.Nihayet Çanakkale’ye vardık.Savaşın yaşandığı yerleri görünce  içimi büyük bir hüzün kapladı.O an kendimi savaşın yaşandığı anlarda hayal etmeye çalıştım. Çanakkale savaşı ölüm kalım savaşıydı.Bu savaş bir milletin değil bir ümmetin savaşıydı. Bu savaş kardeşliğin ve vefanın da en üst düzeyde yaşandığı bir destandı.

Evet bu savaş bir kardeşlik destanıydı.Bu cephede Türk, Arab, Kürt, Boşnak, Arnavut omuz omuza savaştı.Bir çoğu şehit düştü.Bunu şehitliğe vardığımızda daha net bir şekilde görmüştük.

Şehitlikte Urfa, Edirne, Diyarbakır, Şam, Belgrat, Sancak, Yemen ve Osmanlı Devletinin o dönem hakimiyetinde olan bütün memleketlerden şehitler vardı. Bu durum bu savaşın ne kadar önemli bir savaş olduğunu bir milletin değil bir ümmetin savaşı olduğunu gösteriyordu.

Savaşın vahametini anlatan çok ilginç şeylerle karılaştık.Mesela beni en çok etkileyen bir şey vardı. O da müzede gördüğüm  iç içe girmiş kurşunlardı. Bu kurşunların havada birbirine girmesi demek savaşın ne kadar şiddetli olduğunu göstermesi açısından çok önemli bir örnektir.Başka bir örnekte kanlı sırt denen tepeydi. Kanlı sırt denen bu yerde kitabede yazdığına göre o kadar kan akmıştır ki bu tepe de yıllarca ot bitmemiş.Bu örneklere  benzer bir çok değişik örnekler vardı.

Bu savaşın acı bir yönü de  Osmanlı Devleti bu savaşta yetişmiş(eğitimli) insan gücünün büyük bir kısmını kaybetmesidir. Öğretmeni, üniversite hocası, müderrisi, tekke dervişi ve talebesi ile “İrfan Ordusu”nun seçkin temsilcileri Çanakkale’de savaşmış ve vatana olan borçlarını ziyadesiyle ödemişlerdir.

Bunlardan bir örnek olarak Tarihçi İsmail Çolak’ın “Okuldan Çanakkale’ye: Mahşerin İrfan Ordusu” kitabında yer alan “Vefa’lı” Öğretmen Ahmet Rıfkı’yı aktaracağım:

İstanbul Vefa Lisesi’nde, Fransızca Öğretmeni olan Ahmet Rıfkı 30 yaşlarındaydı ve aynı semtte annesiyle beraber oturuyordu. 1915 Mayısında Ahmet Rıfkı, çantası elinde mektepten içeri girdi; fakat koridorlarda ağır bir sessizlik vardı. İlk saat lise birinci sınıflara dersi vardı. Sınıfa girdiğinde öğrenciler kendisini ölü sessizliğiyle karşılamıştı. Çocuklar başlarını öne eğmiş, heykelleşmiş bir vaziyette oturuyorlar; ağızlarını bıçak açmıyordu. Ahmet Rıfkı selam verdiğinde ise ayağa kalkıp cevap bile vermemişlerdi.

Rıfkı Bey, fena halde sarsılmıştı; sebebini öğrenmek için sınıfa yöneldi ve “Rica ediyorum; lütfen biriniz konuşunuz!” dedi. Arka sıralardaki Ömer ayağa kalkıp cevap verdi: “Muallim Bey, mektebimizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler. Siz ise, hâlâ buradasınız! Biz de gitmek isteriz ama, yaşımız tutmuyor!”

Muallim Rıfkı, şimdiye kadar hiç düşünmediği bir söze muhatap olmuştu ve ağzından boğuk da olsa şu sözler dökülebilmişti: “Sevgili yavrularım, eğitim ve öğretime daha fazla muhtaç olduğunuz bu devirde sizlere millî ve medenî terbiyeyi veremiyor muyum?” Bunun üzerine ön sırada oturan Avni ayağa kalkıp, hocasını can evinden vuran şöyle bir soru sordu: “Muallim Bey, sevgili İstanbul elden giderse, sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar, söyler misiniz?”

Artık, Ahmet Rıfkı’nın konuşacak hali kalmamıştı; bu soru dermanını kesmişti. Talebelerinden duyduğu sözler, içinde büyük fırtınalar kopartmış; sağanak sağanak ağlatmıştı. Öğrencilerinin sözlerini, kutsal bir muska gibi katlayıp koynuna soktu. Sonunda, mektep idaresine dilekçesini verdi ve öğrencileriyle vedalaşıp okuldan ayrıldı. Evine geldi, annesine durumu anlattı; helâllik dileyip elini öptü ve doğru Harbiye Mektebi ihtiyat zabit namzetleri talimgâhına koştu. Burada aldığı kısa bir eğitimin ardından hemen Çanakkale yollarına düştü.

Düşman 19 Aralık günü, Arı burnu ve Anafartalar’ı gizlice terk etmişti. Ancak düşmanın döşediği mayınlar, bir hayli zayiat verdirmişti. İşte, bunlardan biri de Ahmet Rıfkı’ya isabet etmiş ve şehitlik mertebesine ulaşmıştı. O şimdi, Sarı Bayır’da vatan borcunu ifa etmenin rahatlığıyla huzur içinde yatıyor.

Buna benzer bir çok hikayeyi Çanakkale Savaşını anlatan kitaplarda okuyabiliriz.Çok sayıda eğitimli insanın şehit olması daha sonra yeni Türkiye Cumhuriyetinde yetişmiş insan sıkıntısı yaşanmasına sebep olacaktı.Bu savaşta 250 bin insanımızı  kaybettik.Birkaç misli de sakat kaldı.

Evet Çanakkale bir ümmetin kardeşlik destanıdır.Ümmetin Osmanlı Devletine vefa  borcunu ödemek için sınandığı son imtihanıdır. Ve bu savaşta iman tekniğe meydan okumuştur.Öldü denilen bir Millet küllerinden doğarak sömürgecilere dur demiştir.Dünyanın en güçlü orduları karşısında milletimiz imanın vermiş olduğu ”Ölürsem şehidim kalırsam gaziyim’düşüncesi ile karşı koymuş ve muzaffer olmuştur.

Bedrin ve Çanakkale’nin Aslanları

Bu milletin nefs-i emmaresi olan talihsiz şairlerden biri şöyle demiş:

Din şehid ister, asuman kurban;

Her zaman, her taraf kan kan kan. (Tevfik Fikret)

Zavallı şair, bu iki mısrasıyla adetâ: “Din şehid olmamızı, Allah kurban kesmemizi istiyor. Her yerde, her zaman kan görüyoruz. Bıktık artık bu manzaralardan.” diyerek İslamiyet’e kinini kusmuş; İslamiyet’i gönderen Allah’a düşmanlığını ve inkârını ilan etmiştir.

Bu da şair, Mehmed Âkif Ersoy da şair. İkisi de bu ülkenin havasını teneffüs etmiş, suyunu içmiş, ama Âkif’ten nur, diğerinden kir akıyor. Birinden küfür ve cehennem çıkmış, birinden de iman ve cennet. Aynı suyu yılan içer zehir üretir, arı içer bal yapar.

Sormak lazım bu zavallılara Allah sizi yaratmakla, nimetlerle donatmakla, size akıl vermekle kötülük mü etti ki siz Onu ve Onun dinini Onun verdiği akılla inkâr ediyorsunuz?

Allah, cennetten ibaret bir dini göndermekle, din, namus ve vatan uğrunda ölenlerinize rütbelerin en büyüğü olan şehadet rütbesini vermekle, İsmaillerin kanı akmasın diye, kurban kesmeyi emretmekle, imkânı olanları, imkânı olmayanların yardımına koşturmakla size kötülük mü etti ki, siz Ona karşı bu küstahlığı yapıyor ve Onun dinine böyle düşman kesiliyorsunuz?

Sayısız iyiliklerde bulunan bir Allah’a sayısız şükür edilmesi gerekirken neden bize şehidlik ve cennet veriyorsun, diyerek hâşâ Allah’a başkaldırmak, hiçbir akıllı ve vicdanlı adamın işi olmasa gerek.

Allah’ın nimetlerini yeyip de Allah’ı inkâr eden böyle talihsizlere talihli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un bir cevabı var; der ki:

Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok,

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok,

Şimdi Allah’a söver… Sonra biraz bol para ver,

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

İslamiyet’in inkârcıları da dahil, herkes bilsin ki, İslamiyet yeryüzünde kan akıtmak için değil, akan kanı durdurmak, kabile savaşlarını, kan davalarını ve her türlü şiddeti bitirmek için gönderilmiş bir dindir.

Peygamberimiz, 13 yıl Mekke’de İslam’ı anlattı. Bunca yıl içerisinde gördüğü en ağır işkencelere rağmen acaba bir kimsenin bir damla kanını akıttı mı? Hayır. Buna izin verdi mi hayır?

Nihayet Mekke’den Peygamberimizi göç etmeye zorladılar. Peygamberimiz, Mekke’den 450 km uzaklıkta bulunan Medine’ye yerleşti. Orda da rahat bırakmadılar. Geldiler, Peygamberimizi ve sevenlerini Medine’nin biraz ötesindeki Bedirde, biraz yakınındaki Uhud’da ve çevresinde kazılan Hendek’te yok etmek istediler.

Peygamberimiz ve inananları, bu şer şebekelerin saldırılarına cevap vermeyecekler miydi? Verdiler. Kan aktı. Bu akan kanın sorumlusu kim? İslam’ın müminleri mi? Yoksa İslam’ın düşmanları mı?

ÇANAKKALE’DE DE BUNDAN BAŞKASI OLMADI.

1914 yıllarındaki Çanakkale, ülkemizin mütevazı şehirlerinden bir şehir idi.

Dünyanın en büyük devletleri Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturalya, Kanada ve daha bilmem kimler kalkmışlar, tâ uzak diyarlardan en güçlü orduları ve donanmalarıyla, tankları, topları ve tayyareleriyle toplanmışlar, gelmişler. Çanakkale boğazından geçecekler, Marmara’yı aşacaklar, Anadolu’yu istila ve işgal edeceklerdi.

Bunların Medine’yi basan, Peygamber’i ve inananlarını yok etmek isteyen müşriklerden farkı ne idi?

Bedir savaşında müşriklere geçit vermeyen kahraman Ashab, nasıl tarif edilmez büyük bir hizmet icra etmişlerse, Çanakkale’de düşmana geçit vermeyen kahraman Mehmetçik de, ona benzer bir hizmet icra etmiştir. Onun için Âkif, Mehmetçiği Bedr’in aslanlarına benzetmiş ve şöyle demiştir:

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi,

Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı idi” der.

Bedrin aslanlarını örnek alan ve düşmana geçit vermeyen aslan Mehmetçiğe, Bedr’in ve Çanakkale’nin aslanlarına minnet ve şükran borçluyuz. Şehadetiniz, zaferiniz ve gazanız size ve milletimize mübarek olsun.

ÇANAKKALE’DE MEHMETÇİĞİN KARŞISINDAKİ GÜÇLER

Çanakkale’de Mehmetçiğin karşısındaki güçleri Âkif’den dinleyelim:

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,

Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Hani, tâûna da züldür bu rezil istilâ!”

Saygıdeğer dostlar,

Biz, bu rezil istila ve işgale cevap verdik, karşı koyduk. Kan döküldü. Bu kanın sebebi kimlerdi? Irz, namus, hak-hukuk, din, medeniyet, mukaddesat düşmanları mı? Yoksa vatanını, milletini, namusunu, bayrağını, din ve mukaddesatını kahramanca ve aslanca savunan Müslüman Mehmetçik mi?

EĞER BİZ 300 BİN ŞEHİD VERMESEYDİK

Eğer biz, Çanakkale’de 250-300 bin şehid vermeseydik bu gün İstanbul, hatta Anadolu bile elimiz de olmayacaktı. Minareler yıkılacak, ezanlar susturulacak, camiler kiliseye döndürülecek ve her caminin boynuna çan asılacaktı. İffet, ahlak, namus ve mukaddesat diye bir şey kalmayacaktı.

YAŞLI BİR NİNE

Yaşlı bir ninemiz, yağan yağmurdan top mermisi etkilenmesin diye, yanındaki kız torununun üstündeki şalı alır, top mermisine sarar ve onu koruma altına alır. Bunu gören asker der:

-Anacığım, çocuğu üşüteceksin, hasta edeceksin, şalı çocuğun üzerine ört. Ninenin cevap enteresan:

-Kuzum, bu çocuk hastalansa bir şey olmaz, ölse de bir şey olmaz. Ama düşman için kullanılacak olan bu top mermisi patlamazsa, düşman Çanakkale’yi geçer, bu kızın anasının, bacısının ırzını kirletir, namusunu çiğner, bayraklar iner, ezanlar susar, koca bir vatan ölür.

İşte Çanakkale zaferini kazandıran ruh budur.

ÇAĞRILMADAN ÇANAKKALEYE KOŞTULAR

Bu sebepten dolayıdır ki o gün çağrılmadıkları halde okullardan öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz, doktorlarımız, müftülerimiz, camilerden imamlarımız, cemaatlerimiz, kınalı kuzularımız Çanakkale’ye koşmuştur. Günlerce boğazda nöbet tutmuşlar, vuruşmuşlar, şehit düşmüşler, gazi olmuşlar, “Çanakkale geçilmez” demişlerdir.

Mehmetçiğin bu fedakârlığı İslam ve istiklal şairi MehmedÂkif Ersoy’a:

Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.”

dedirtmiş ve Çanakkale şiirini yazdırtmıştır.

ÂSIMIN NESLİ İŞ BAŞINDA

Cenab-ı Hakk’a sonsuz ve sınırsız şükürler olsun, Âsım’ın nesli şimdi iş başında. Bütün dünyanın namusunu kurtarmaya hazırlanıyor. Çağın Büyük Düşünürü boşuna söylememiş: Ümitvar olunuz; şu gelecekteki değişiklikler içinde en yüksek gür ses İslam’ın sesi olacaktır.”

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Sahabelerden Bir Büyük Eğitimci; “Mus’ab Bin Umeyr”

Mekke’de zengin bir aile Mus’ab bin Umeyr (r.a.), bu ailenin evladı Şehrin en zarif, en narin ve en yakışıklı genci. Önüne en leziz yiyecekler konuluyor, sırtına en güzel elbiseler giydiriliyor, anne ve babası üzerine titriyor. Mekke’liler ona gıbta ile bakıyor. Bütün bunlara rağmen içinde büyük bir boşluk hissediyor.

Çocukluğundan beri putlardan nefret eden genç Mus’ab, tek yaratıcıya, Allah’a çağıran Rasul-ü Ekrem’i (a.s.v) duyuyor Annesinin, babasının ve akrabalarının hiç hoşlanmayacaklarını, dünyayı ona zindan edeceklerini bildiği halde Erkam’ın evine gidiyor Efendimizin saadetli huzuruna, rahmet soluklamak için diz çöküyor Evet Mus’ab müslüman oluyor. Dünya bütün çekiciliği ile önünde arz-ı endam ederken, herkes onun haline özenirken o, elinin tersi ile hepsini bir kenara iterek Allah ve Rasulü’nü seçiyor.

Mus’ab bin Umeyr’in (r.a.) müslüman olması ile çileli günleri başlıyordu. Ailesi tarafından günlerce mahzene kapatılıyor, yakıcı çöl sıcağında güneş altında işkence yapılıyor ve her türlü hakarete maruz bırakılıyordu Fakat o, imanından ve Efendimize (a.s.v) sadakatinden zerre kadar taviz vermiyordu Nihayet Habeşistan’a hicret edenlerle birlikte Mekke’den ayrıldı. Orada bir müddet kaldıktan sonra Mekke’ye, o eşsiz sevgiliye, Allah’ın Rasulü’ne döndü Hz. Ali (r.a.), onu şöyle anlattı: “Rasulullah ile oturuyordum Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi Üzerinde yamalı bir elbise vardı Rasulullah onun bu halini görünce, mübarek gözleri yaşla doldu Çünkü o müslüman olmadan önce servet içinde idi Dini uğruna bunların hepsini terketti.

Efendimiz (a.s.v) onun hakkında şöyle buyurdu: “Kalbini, Allahu Tealâ’nın nurlandırdığı şu kimseye bakın. Anne ve babasının onu en iyi yiyecek ve içeceklerle beslediklerini gördüm Allah ve Rasulü’nün sevgisi, onu gördüğünüz hale getirdi ”

Hayati bütün çilelerine ve sıkıntılarına rağmen geçiyordu. Diğer ashab gibi Mus’ab bin Umeyr (r.a.) de Efendimizin nazarında ve irfanında pişiyordu. Derken Medine’den gelen bir grup, Efendimiz (a.s.v.) ile Akabe’de buluştu. Birinci Akabe Bey’atı diye bilinen bu görüşmede Medineliler, kendilerine dini öğretecek bir eğitimci istediler. Hz Peygamber (a.s.v.) bu iş için Mus’ab bin Umeyr’i seçti ve onlarla birlikte Medine’ye gönderdi. Bu, çok büyük bir görev idi. Çünkü Medine, gelecekte bütün müslümanların hicret edecekleri bir yurt olacaktı; Hz. Peygamber’in (a.s.v.) şehri, son dinin bütün dünyayı kuşatacağı beşik olacaktı. Medine’de, İslam adına geleceğin temelleri atılacaktı. Mus’ab (r.a.), Allah Rasulü’nün elçisi olarak Medine’ye gidiyordu. O’nun adına konuşacaktı, O’nun adına tebliğde bulunacaktı, insanları O’nun adına eğitecekti. O’nun gibi sabırlı, O’nun gibi metin, O’nun gibi şefkatli olacaktı, hasılı O’nu temsil edecekti. Bu gerçekten ağır ve çok şerefli bir görev idi. Efendimiz (a.s.m.), Mus’ab’ı (r.a.) görevlendiğine göre o, bu kıvama gelmişti. Bu, Allah’ın bir fazlı idi ve onu dilediğine verirdi. Mus’ab’ın, zamanında iradesi ile yapmış olduğu tercih ve sadakatini, Allah böyle mükafatlandırmıştı.

Mus’ab (r.a.) artık, Medine’de ve Medinelilerin reisi Es’ad bin Zürare’nin (r.a.) evinde. Burada hem Kur’an okuyor ve hem de İslam’ı anlatıyordu. Böylece birçok kimse müslüman olmuştu. Medine’de bulunan kabile reislerinden Sa’d bin Muâz ve Useyd bin Hudayr henüz müslüman olmayanlardandı. Onların bu durumu diğer insanları da etkiliyor, İslam’ın hızla yayılmasını engelliyordu. Bir gün Mus’ab (r.a.), bir bahçede, etrafında bulunan müslümanlarla sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabilesinin reislerinden olan Useyd, elinde mızrağı ile çıkageldi. Sert bir şekilde konuşmaya başladı: “Siz bize niçin geldiniz? İnsanları aldatıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız hemen burasını terkedin!” dedi. Nice ağır hakarete ve işkenceye Allah ve Rasulü hatırına katlanmış ve Rasulullah’ın (A S ) özel terbiyesinde yetişmiş olan Mus’ab (r.a.) onun bu taşkın halini gayet sakin bir şekilde karşıladı ve şöyle dedi: “Hele biraz dur, buyur otur! Sözümüzü dinle Maksadımızı anla, beğenirsen kabul edersin. Beğenmezsen engel olursun.” Useyd, bu olgun teklif karşısında sakinleşip, “Doğru söyledin.” dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu. Mus’ab (r.a.) ona İslam’ı anlattı ve bir miktar Kur’an okudu. Allah’ın ayetlerinin eşsiz belagatı ve tatlı üslubu karşısında Useyd, kendini tutamayıp, “Bu ne güzel, ne iyi bir sözdür. Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu. Mus’ab (r.a.), ona kelime-i şehadeti öğretirken oradaki müslümanların gözlerinin içi gülüyordu.

Düşman olarak geldiği meclisten iman ederek kalkan Üseyd (r.a.) sevincinden yerinde duramıyordu. “Ben gidip size birini göndereyim. Eğer o da imana gelirse, bu beldede iman etmedik kimse kalmaz.” diyerek oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra Evs kabilesi reislerinden Sa’d bin Mu’az hiddetli bir şekilde geldi ve oldukça ağır ifadelerle hakarette bulundu. Mus’ab (r.a.), ona da gayet yumuşak konuştu ve oturup dinlemesini, beğenmediği taktirde kabul etmek zorunda olmadığını söyledi. Sa’d, bu nazik konuşma karşısında yumuşadı ve oturup dinledi. Mus’ab (r.a.) ona da İslam’ı anlattı ve bir miktar Kur’an-ı Kerim okudu Sa’d’ın yüzü birden değişiverdi ve orada müslüman oldu.

Sa’d b. Mu’az (r.a.), gönlünü dolduran imanın coşkusu ile kavminin yanına vardı ve onlara: “Ey kavmim! Beni nasıl biliyorsunuz?” diye seslendi “Sen bizim liderimiz ve büyüğümüzsün.” cevabını alınca, “Öyle ise Allah’a ve Rasulüne iman etmelisiniz… İman etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!” dedi. Onun bu sözü üzerine bütün kavmi o gün müslüman oldu. Peygamber şehri Medine’de İslam’ın hızla yayılıp her eve girmesine Allahu Tealâ, Mus’ab’ı (r.a.) sebep kıldı.

Günler, aylar geçti ve Allah’ın Rasulü (a.s.v.) Medine’ye hicret etti. Mus’ab (r.a.), gönüller sultanı, başların tacı Efendimiz ile tekrar birlikte olmanın, O’nunla birlikte secde etmenin, O’nunla birlikte ellerini Allah’a açmanın mutluluğunu yaşamaya başladı. Bedir harbine, O’nun önünde sancağı taşıyarak katıldı. Uhud harbinde de yine O’nunla birlikte idi. Sancak elinde savaşıyor ve her şeyini yoluna feda ettiği Alemlerin Efendisi’nin (a.s.v.) etrafından ayrılmıyordu. O’na yönelen saldırıları bertaraf ediyordu. O da Efendimiz gibi iki zırh giyinmişti. Efendimizin (a.s.v.) nazarları önünde İslam sancağını dalgalandırıyordu. Bir ara müşrik ordusundan İbn-i Kamia adında biri, Rasul-i Ekrem (a.s.v.) Efendimize saldırırken Mus’ab (r.a.) onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesi ile Mus’ab’ın sağ kolunu kesti. O da sancağı sol eline aldı İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. Bu haliyle bile kendisini, Efendimize (a.s.v.) siper yapan Mus’ab bin Umeyr (r.a.) düşmanın fırlattığı mızrak darbesi ile yere yıkıldı ve şehit oldu

Ashab-ı Kiram’dan Ubeyd bin Umeyr (r.a.) anlatır: Rasulullah (a.s.v.), şehadet şerbetini içen Mus’ab b. Umeyr’in (r.a.) başı ucunda dikilerek Ahzab suresinden “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları, şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair sözünü yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” Mealindeki Ahzab suresinin 23 ayetini okudu

Daha sonra şehitler defnedildi. Mus’ab bin Umeyr’e (r.a.) kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Vücudu, üzerindeki yırtık elbisesi ile, açıkta kalan tarafları da otlarla örtülerek defnedildi.
İşte eğitimci ve işte eğitim…

Allah (C C ), şefaatlarına nail etsin!…

Evet muhterem Din kardeşlerim! Biz ne yapıyoruz Bu mübarek sahabeden ders almayalım mı? Çevremizde günahlara dolu dizgin koşanlara karşı acaba bize düşen nedir. Bilhassa Nur Talebelerine sesleniyorum?… Üstadımız radıyallahu anh bizim elimize inkâr edilmez deliller vermişken; bir kendimize sormayalım mı, ben kaç kişinin imanli olması için sebep oldum kendi mize demeyelim mi? derse giderken manen sahipsiz kalan gençlerden kaç kişiyi derse gütürebildim? 30 kişilik dersaneye gelenler her gün den değil, her hafta değil, her ayda değil, o 30 kişi 3 ayda birer tane getirebilse? Bir sene sonar o dershanede 150 kişi olacagını kafamızdan atmayalım. Üç hadisi ferif: Tek birinin imanını kurtarmaya sebep olan, sahralar dolusu kırmızı koyun sadaka vermekten daha hayırlıdır. İkinci Hadis: Bir kimsenin imanını kurtarmaya selap olan dan daha hayırlı birini güneş ısıtmamiştir. Üşüncü Hadis bir kimsenin imanını kurtarmaya sebep olan, dünyadan ve dünyanın içindekilerinden o kimse daha hayırlıdır.

Derleyip hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org