Anladığımı Zannediyorum – 2

Karınca, ateşe atılan İbrahim’i (as) kurtarmak için küçücük ağzıyla su taşırken ateşin azametini anlamaya kesinlikle minicik yapısı ile hiç müsait olmamakla beraber yardım etme vazifesine devam eder.

Ama ben, bütün duygularımın sultanı olan hayalimle karıncadan daha farklı bakabilirim, eşyaya. Hatta bana verilen ve sadece kıyas yapabilmem için emanet olarak verilen duyu organlarım ve hislerimle eşya ve hadiseler konusunda değerlendirmeler yapabiliyorum. Evimin bütün idaresini ailemle yapmaya, devletimin bütün işlerini idaredeki yardımcılarımla tanzim etmeye, nasıl muktedir olabiliyorsam bu koca âlemin bütün mahiyet ve keyfiyetiyle yardımcısız çekip çeviren var olmalı diye akıl âletimi kıyaslamalarla kullanıyorum.

Kırkayak kırk ayağı ile dengesini kurup hayatını devam ettirirken, sürüngenler sürünür, sudakiler yüzerken ben aklımla bunlardaki esma-i İlahiyenin tecellilerini tefekkür etmeye çalışıyorum.

Dünyanın içerisindeki dört yüz bin çeşit mahlûkatı sınıflara ayırıp her birisinin kendi içi ve dışındakilerle münasebetini idrak etme uğruna gökyüzü ve ötesi ile irtibat kurmaya çalışıyor ve oralarda yollar arıyoruz saha ötelere. Şişen bir balon gibi sınırsızca genişleyen kâinatın hala uzak köşelerini keşfetme azmimiz keşiflerle tahrik edilmekte.

Dışarılara, ötelerin ötesine giderken elim, kendimi kendime çekerek içime işaret etmekte. Alınan nefes ile vücuttaki bütün faaliyetler beslenirken verilen pis hava ile konuşma sağlandığını anlamaya yaklaştım.

Maddenin enerjiye dönüşümü, ruhun bedene hâkimiyetini, eşyanın devamındaki sır ve hikmeti, zaman hakikatini, rüyada gözsüz görebilmeyi, kulaksız duyabilmeyi, yaratılışın sırlarını anlamak için laboratuarlarda ne kadar deney yapılırsa yapılsın eşyanın esir denizinde nasıl yüzdüğünü, zerrenin hâlden hâle girerek esma-i İlâhiyenin cilvelerini tahakkuk ve tecelli ettirdiklerini anlamaya çalışırken karşılaştığım gerçeklerle itirafımı ifade ediyorum ki hâlâ anladığımı zannediyorum.

Zannediyorum, zira bu zan; bana bir takım kanaat verirken bir başkasına vermemekte. Zanların,  insandan insana farklı olduğunu, değişik tesir ve mahiyetlerde olduğunu müşahede ediyorum. Bu farklılıklarla ne kadar zengin ve engin zanların içerisinde bulunduğumu keşfediyorum. Etrafımdaki zanları da idrakime dâhil ederek anladığımı zannetmeye devam ediyorum. Ahirette,  zannettiğim hakikatler ile muhatap ve müşerref oluncaya kadar anladığımı zannetmeye devam ediyorum.

Zaten vazifem de bu değil midir?

Mehmet Çetin

www.mehmetcetin.de

15.07.2012.Doğanbey-Beyşehir-Konya

Ebu Süfyan (R.A.) Kimdir?

Ebû Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye

Hicretten elli yedi yıl önce (m. 565) Mekke’de doğdu. Annesi, Hz. Peygamber’in hanımı Meymûne’nin halası olan Safiyye bint Hazn el-Hilâliyye, babası Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Harb b. Ümeyye’dir. Peygamberimizin (asm) eşi Hz. Ümmü Habibe’nin babasıdır, Çocukluğu Mekke’de refah içinde geçti. Hz. Peygamber’in amcası Abbas onun en samimi çocukluk arkadaşıydı.

Ebû Süfyân babası gibi ticaretle meşgul oldu. Okuma yazma bilen çok az sayıdaki Mekkeli’den biriydi. Kısa sürede kendini kabul ettirerek görüşüne başvurulan, sözüne güvenilen, kabilesinin ticaret işlerini yöneten bir Kureyş büyüğü durumuna geldi.

Resûlullah(sav)’ın peygamberliğini ilân etmesinden sonra Kureyş ileri gelenleri gibi o da İslâm’a cephe aldı. Onun bu tavrında, Ümeyye ailesiyle Hz. Peygamber’(sav)in mensup olduğu Benî Hâşim arasında öteden beri devam edegelen rekabet ve düşmanlığın önemli rolü vardır.

İslâmiyet’in Mekke’de hızla yayılması ve Hz.Hamza(ra ile Hz. Ömer’(ra)in müslüman olmaları Kureyş kabilesini endişeye sevkedince, yeğenini davasından vazgeçirmek üzere Ebû Tâlib’e gönderilen heyetlerde ve Dârünnedve’de toplanıp Hz. Muhammed(sav)’in öldürülmesine karar veren müşrikler arasında Ebû Süfyân da yer aldı. Fakat hicret öncesinde Hz. Peygamber(sav)’e ve müslümanlara fiilî olarak eziyet edenler arasında bulunmadı.

Kızının Hz. Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) eş olmasını bir türlü hazmedemiyordu. Fakat fazla da bir şey yapamıyordu.

Hicretten iki yıl sonra Ebû Süfyân’ın riyâsetinde Suriye’den gelmekte olan bir ticaret kervanı Hz. Peygamber(sav)’in emriyle müslümanlar tarafından ele geçirilmek istendi. Bunu haber alan Ebû Süfyân kervanın yolunu değiştirerek müslümanların takibinden kurtuldu ve Mekke’ye ulaştı. Fakat bu olay, Kureyş’in lideri Ebû Cehil’in tahrikleriyle Bedir Savaşı’na sebep oldu. Ebû Cehil’in bu savaşta ödürülmesi üzerine Ebû Süfyân Mekke müşriklerinin reisi oldu. Kureyş, Bedir mağlûbiyetinin intikamını bir an önce alma görevini ona verdi ve bu savaşa sebep olan Suriye kervanındaki malları müslümanlara karşı yapılacak savaşın masraflarına tahsis etti.

Bedir’in intikamını almadıkça yıkanmayacağına yemin eden Ebû Süfyân, hicretin 3. yılı Şevval ayı ortalarında (Mart 625) cereyan eden Uhud Savaşı’na müşrik ordusunun kumandanı olarak katıldı. Karısı Hind bint Utbe de diğer Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalarak orduyu savaşa teşvik ediyordu. Bu savaşta müşrikler, parlak bir zafer elde edememekle beraber Hz. Peygamber(sav)’in amcası Hamza’nın Vahşî tarafından şehid edilmesi sebebiyle bir ölçüde intikam duygularını tatmin etmiş oluyorlardı. Hind de aynı intikam duygusuyla Hz. Hamza’nın ciğerini çıkarıp ağzında çiğnemişti. Ebû Süfyân Hendek Gazvesi’nde de Kureyş’in kumandanlığını yaptı. Onun bu liderlik görevinin Mekke’nin fethine kadar sürdüğü, müslümanlara karşı yapılan hareketlerde en üst seviyede rol aldığı görülmektedir.

Hz. Peygamber(sav)’in, Bizans İmparatoru Herakleios’u İslâm’a davet etmek üzere Dihye b. Halîfe el-Kelbî’yi Suriye’ye gönderdiği günlerde (Muharrem 7/Mayıs 628) Ebû Süfyân da otuz kişilik bir ticaret kafilesiyle birlikte Suriye’ye gitmişti. Herakleios Kudüs’te (bazı rivayetlere göre Humus’ta) iken Resûlullah(sav)’ın mektubunu alınca onun kavmine mensup biriyle görüşmek istediğini söyledi. O sırada Gazze’de bulunan Ebû Süfyân ve kafiledeki arkadaşları imparatorun isteği üzerine Kudüs’e getirildiler. Soyunun Resûl-i Ekrem(sav)’e yakınlığı sebebiyle Ebû Süfyân ile görüşmeyi tercih eden Herakleios ona

“Memleketinde peygamberlik davasıyla ortaya çıkan kimdir, bana anlat.”

“Genç birisi.”

“Soyu nesebi nasıldır?”

“İçimizde onun nesebi kadar şerefli bir sülale yoktur.”

Öyle ise bu, peygamberliğinin delilidir. Doğru birisi midir?

“Yalan söylediği duyulmamıştır.”

“İşte, bir peygamberlik âlameti daha… Onun dinine girdikten sonra ayrılanlar oldu mu?”

“Hayır.”

“Bu da peygamberliğinin bir delilidir. Ona tabi olanlar halkın zenginleri mi, yoksa fakirleri mi?”

“Bilhassa fakirler…”

“Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?”

“Devamlı artıyorlar.”

“İşte, bir peygamberlik delili daha… Savaşırken cepheyi terk ettiği oldu mu?”

“Hayır. Savaştan korkmaz. Bazen yener, bazen yenilir.”

“İşte, peygamberlik delillerinden biri daha… Sizi neye davet ediyor?”

“Bir olan Allah’a ibadet etmeye, putları terk etmeye ve iffetli olmaya…”

Bu sözler Herakliyus’un imanını bir kat daha takviye etmişti. Ebû Süfyân’a şöyle dedi:

Senin bu söylediklerine bakılırsa, bu zat bir peygamberdir. Ben bu sıralarda bir peygamberin çıkacağını biliyordum, ama sizden olacağını zannetmiyor­dum. İnanıyorum ki, ayağımın bastığı yerler onun olacaktır. Eğer ona ulaşabile­ceğimi bilseydim, kendisiyle karşılaşmak için bütün güçlüklere katlanırdım. Eğer yanında olabilseydim, ayaklarına su dökerdim…

Ebû Süfyân o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Fakat kayserin bütün soru­larını doğru olarak cevaplandırmıştı. Kendisi bu hususta şöyle der:

“Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyeceğim yalanımın arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım muhakkak yalan söylerdim!”

Diğer taraftan, kendilerinin yalanladıkları, savaştıkları birinin buralarda tas­dik edilmesi onu düşündürdü. O, bununla ilgili olarak da şu itirafta bulunur:

Dışarı çıkınca arkadaşlarıma, ‘Muhammed’in davası iyice büyümeye başladı. Baksanıza, Benî Asfarların hükümdarı bile ondan korkuyor!’ dedim. Allah kal­bime İslamiyet’i sokuncaya kadar, onun davasının zafer ve başarıyla sonuçlana­cağına kesin olarak inanmakta devam ettim.”

Ebû Süfyân başka bir gün de şöyle bir itirafta bulunmaktan kendini alamaz:

“Müşrikliğin boş ve batıl olduğunu anladım. Ne var ki biz akılları başlarında ol­duğuna inandığımız bir toplulukla birlikte bulunuyorduk. Onların tutup gittik­leri yolu tutuyorduk. Şerefli ve yaşlı kişiler, putlarından yardım dileyerek ayak­landıkları ve ataları yüzünden ona kızdıkları zaman onlara uyduk.

Mekkeliler, Peygamberimiz(sav)in müttefiki olan Huzaalılara saldıran Benî Bekirlere destek oldular, onlardan birçoğunun öldürülmesine yardımda bulundular. Bu hareketleriyle Hudeybiye Sulhü’nü ihlal etmiş, tek taraflı olarak bozmuş oluyorlardı. Bu hadise Ebû Süfyân’dan ha­bersiz olarak cereyan etmişti. O, sulhün bozulmasına değil, devam etmesine ta­raftardı. Çünkü Re­sû­lul­lah’ın Mekke’yi fethetmesinden korkuyordu. Bu sebep­le, Peygamberimiz(sav)le görüşmek üzere Medine’ye gitti. Peygamberimiz(sav)in huzu­runa çıktı. Şöyle dedi:

“Yâ Muhammed, ben Hudeybiye Barışı’nda bulunamamıştım. Bu anlaşmayı yenile ve anlaşma müddetimizi uzat. Gel, aramızdaki anlaşmayı bir yazıyla ye­nileyelim.”

Peygamberimiz(sav), “Biz aramızdaki ahit üzere duruyoruz. Yoksa siz bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” buyurdu.

Ebû Süfyân, Re­sû­lul­lah(sav)’ın hadiseyi duymadığını zannediyordu. “Allah koru­sun, öyle bir şey olmamıştır. Biz ahdimizin ve barışımızın üzerinde duruyoruz. Ona ne aykırı bir davranışta bulunuruz, ne de onu değiştiririz.” dedi.

Re­sû­lul­lah (sav), “Biz de o anlaşma üzerinde bulunuyoruz. Ne aykırı bir harekette bulunuruz, ne de değiştiririz.” buyurdu.

Ebû Süfyân muahedeyi yeni­lemek hususundaki isteğini tekrarladı, fakat Peygamberimiz ona cevap verme­di.

Bundan sonra Ebû Süfyân sırasıyla Hz. Ebû Bekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Os­man’a ve Hz. Ali’ye müracaat etti. Onlardan vasıta olmaları ricasında bulundu. Fakat hepsinden de, “Ben bunu yapamam; bu, Allah ve Resûlüne ait bir iştir.” karşılığını aldı. Her birine de teker teker, “Öyle ise beni himayenize alır, bunu açıklar mısınız?” diye sordu. Hepsi de ayrı ayrı, “Benim himayemde olanlar, Re­sû­lul­lah’ın himayesinde bulunanlardır.” dediler.

Ebû Süfyân daha birçok kimseye müracaat ettiyse de hepsinden birbirine ya­kın cevaplar aldı. Sonra da çaresizlik içerisinde Mekke’ye döndü. Olup biteni Mekkelilere anlattı. Müşrikler çok kızdılar:

“Demek sen hiçbir şey yapamadan döndün ha! Demek bize hiçbir şey getirmedin. Vallahi biz senin gibi eli boş dönen bir elçi hiç görmedik! Bize ne savaş haberi getirdin ki hazırlanalım, ne de barış haberi getirdin ki güvenlik içinde bulunalım…” Bu, müşriklerin çaresizliği­nin, kendi vatanlarında da artık emniyet içinde olmayışlarının bir göstergesiy­di.

Mekke’nin müşrik hâkimiyetinden, Kâbe’nin putlardan temizlenmesinin za­manı gelmişti. Peygamberimiz(sav) kısa zamanda büyük bir ordu hazırladı. Mek­ke’ye doğru yol aldı. Bu arada Ebû Süfyân bir yandan Müslümanlarla anlaşma­nın yollarını araştırıyor, bir yandan da İslam’a teslim olmayı içinden geçiriyor­du. Putların faydasızlığını artık iyice anlamıştı. “Ben kimlere arkadaş oluyo­rum, kimlerin yanında bulunuyorum? İslamiyet’in doğruluğu artık belli olmuş­tur.” diye derin derin düşünüyordu. Yine de müşrikler ondan ümitliydiler. Bir defa daha elçi olarak Re­sû­lul­lah’a gitmesini istediler. Başka çıkış yolu olmadığı için, kabul etmek zorunda kaldı ve Ebû Süfyân vakit geçirmeden yola koyuldu. Yanına bir-iki kişi daha almıştı.

Ebû Süfyân, İslamiyet’e ve Müslümanlara yaptığı sayısız düşmanlıklar sebe­biyle “yakalandığında öldürülecek olanlar”ın arasında bulunuyordu.

Peygambe­rimiz(sav), Mekke’ye yaklaştığında Ashâbına, “Göz kulak olunuz, muhakkak Ebû Süfyân’ı bulunuz!” buyurdu.

Öncü kuvvetler bir müddet sonra onu yolda yakaladılar. Öldürmek üzerey­ken Peygamberimiz(sav)in amcası Hz. Abbas yetişti. Terkisine alarak Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzuruna getirdi. Peygamberimiz(sav) onları Müslüman olmaya davet etti. Ebû Süfyan’ın yanında bulunan iki kişi hemen Müslüman oldukları hâlde Ebû Süfyân biraz mühlet istedi. Re­sû­lul­lah(sav)da kabul etti.

Ebû Süfyân o geceyi düşünerek geçirdi. Sabahleyin ezan sesiyle uyandı. Hz. Abbas’la birlikte Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzuruna çıktılar.[l]

Peygamberimiz abdest alıyor­du. Ebû Süfyân şaşırdı.

Hz. Abbas’a döndü ve “Ey Fadl’ın babası! Ben şimdiye kadar ne kisrada, ne de Rumların hükümdarında, kardeşinin oğlu kadar büyük saltanatlı­sını görmedim.” demekten kendisini alamadı.

Hz. Abbas ise şu cevabı verdi:

”Bu, saltanat değil, peygamberliktir. Zaten onun üzerine düşmelerinin sebebi budur. Yazıklar olsun sana! Ona iman et.” dedi.

Biraz sonra cemaatle namaz kılındı. Ebû Süfyân gördüklerinden bir hayli te­sir altında kalmıştı. Namazdan sonra Hz. Abbas’a sordu:

“Ey Abbas, Muhammed onlara bir şey emretse onlar o emri hemen yerine ge­tirirler mi?”

Hz. Abbas cevap verdi:

Evet. Vallahi onlara yemeyi içmeyi bırakmalarını da emretse bunu yapar­lar!” dedi.

Biraz sonra da tekrar Re­sû­lul­lah’(sav)ın huzuruna çıktılar.

Peygamberimiz, “Ya­zıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Allah’tan başka ilah bulunmadığını kabul etme zamanın hâlâ gelmedi mi? Yazıklar olsun sana! Ben size dünya ve ahiret saadeti getirecek bir din getirdim. Müslüman olun da selamete erin.” buyurdu.

Ebû Süfyân’ın kalbi İslamiyet’e iyice ısınmıştı. “Babam anam sana feda olsun! Yumuşak huylulukta, şerefte, akrabalık haklarını gözetmekte senden daha üs­tünü yoktur. Sanırım ki Allah’tan başka ilah olmasa gerek; çünkü Allah’tan baş­ka ilahlar olsaydı, elbette beni zararlardan korur ve bana faydası dokunurdu.” dedi.

Biraz sonra da Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Bu durum başta Peygamberimiz(sav) olmak üzere bütün Müslümanları çok sevindirdi.

Ebû Süfyân şair birisiydi. Güzel şiir söylerdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah’(sav)ı kötüleme bahtsızlığında bulunmuştu. Şimdi hem onu hatırlıyor, hem de yıllardır Müslümanlara yaptığı düşmanlıkları düşünüyor, mahcubiyetinden başını kal­dırıp Re­sû­lul­lah’(sav)a bakamıyordu. Söylediği bir şiirle, geçmişte yaptığı hataların affedilmesini rica etti. Şimdiye kadar dalalet içerisinde olduğunu, ancak şimdi doğru yolu bulabildiğini itiraf etti.

Fakat İslamiyet, önceden yapılan bütün hataları affettirirdi. Peygamberimiz(sav) de kendisini affettiğini bildirdi.

Ayrıca kendisine bir de imtiyaz verdi. “Karşı çıkmayıp kendisinin evine sığınanlara” dokunulmayacağını bildirdi.

Ebû Süfyân (r.a.) bunu az buldu. Pey­gamberimiz(sav), “Kim Kâbe’ye sığınırsa ona da eman verilmiştir.” buyurdu. Ebû Süf­yân (r.a.), “Kâbe’nin ne genişliği var ki?!” dedi.

Peygamberimiz(sav), Mescid-i Haram’ı da dâhil etti. Hz. Ebû Süfyân bunu da az bul­du.

Bunun üzerine Peygamberimiz (sav), “Kim evine girer, kapısını kapatır oturursa, ona eman verilmiştir. Kim silahını elinden bırakırsa ona da eman veril­miştir.” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.), “İşte bu geniştir.” diyerek sevincini izhar etti.

Bundan sonra da Peygamberimiz(sav), Hz. Abbas’tan, Ebû Süfyân’a İslam ordusunun geçişini seyrettirmesini istedi.

Mekke’ye iyice yaklaşılmıştı. Peygamberimiz(sav), Ebû Süfyân’ı önden göndere­rek Mekkelileri uyarmasını, kimlere eman verildiğini bildirmesini istedi.

Ebû Süfyân denileni yaptı. Hızla Mekke’ye girdi. Müşrikler telaş içindeydi­ler. Ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini bilemiyorlardı.

Ebû Süfyân’ın geldiğini görünce hemen etrafına toplandılar.

Ebû Süfyân, kan dökül­mesini istemiyordu. “Re­sû­lul­lah (sav), sizin karşı koyamayacağınız ve dayanama­yacağınız bir orduyla geliyor. Ben sizin görmediklerinizi ve hiç gör­meyeceğiniz şeyleri gördüm. Sayısız erler, atlar ve silahlar gördüm. Onlara kimsenin gücü yetmez.” dedi.

Sonra da kimlere eman verildiğini bildirdi. Ebû Süfyân’ın (r.a.) gayretleri sonunda Peygamberimiz (sav), Mekke’ye kan dök­meden girdi. Sadece Hz. Hâlid, karşı koydukları için birkaç kişiyi öldürmek zo­runda kalmıştı.

Birkaç gün sonrasıydı. Ebû Süfyân (r.a.), Mescid-i Haram’da oturuyordu. Peygamberimizin(sav) önde yürüdüğünü, Müslümanların onu takip ettiğini görünce içinden,

Yeniden asker toplayıp şununla çarpışsam mı, ne yapsam?!” diye ge­çirdi.

Peygamberimiz(sav) gelip baş ucuna dikildi ve omuzuna vurarak,

O zaman Allah seni yine hor ve hakir ederdi!” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.) başını kaldırdı. Re­sû­lul­lah’ı (sav) görünce, “Şehadet ederim ki sen Re­sû­lul­lah’sın. İçimden geçirdiklerim hakkında tövbe istiğfar ediyor, af diliyorum!” dedi.

Ebû Süfyân (r.a.) bundan sonra artık İslam’ın kahraman bir mücahidi oldu. “Allah’ın ve Resûlünün arslanı” olarak isimlendirildi.

Onun Müslüman olarak ka­tıldığı ilk savaş Huneyn oldu. Bu savaşta, daha önceki hatalarını affettirmek için canla başla mücadele etti.

Bir ara Müslümanların Re­sû­lul­lah’(sav)ın etrafından dağıl­dığını gördü. Etrafında onu koruyan birkaç kişi kalmıştı. Bunlardan birisi de Ebû Süfyân’dı (r.a.). Atından inmiş, kılıcının kınını kırmış, düşmana kılıç sallı­yordu. Bunun manası, “ölünceye kadar Re­sû­lul­lah’ı korumak” demekti. Sonrasını kendisi şöyle anlatır:

Allah biliyor ki, o gün ben Re­sû­lul­lah(sav)’ın önünde ölmek istiyordum! O sırada Abbas, Re­sû­lul­lah(sav)’ın bindiği hayvanın gemini tutuyordu. Yüzümde miğfer oldu­ğu için Re­sû­lul­lah(sav) beni tanımamıştı. ‘Kim bu?’ diye sordu. Miğferimi kaldırdım. Hz. Abbas, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, kardeşin ve amcanın oğlu Ebû Süfyân’dır. Ondan razı ol.’ dedi. Re­sû­lul­lah (sav), ‘Ondan razıyım. Allah onun bütün düşmanlık­larını bağışlasın.’ buyurdu. Ben hemen gittim, üzengideki ayağını öptüm. Bana döndü, ‘Evet, kardeşimdir.’ buyurdu.”

Başlangıçta dağılma alameti görüldüyse de sahabiler sonradan tekrar topar­landılar ve düşmanı bozguna uğrattılar. Böylece Huneyn Savaşı da Müslüman­ların zaferiyle neticelendi.

Ebû Süfyân (r.a.), Peygamberimiz(sav)le birlikte Tâif Seferi’ne de katıldı. Re­sû­lul­lah (sav), Mugîre bin Şu’be ile kendisini barış için Tâiflilere gönderdi. Fakat onlar barışa yanaşmadılar. Bunun üzerine bir müddet savaş oldu. Bu arada Ebû Süfyân (r.a.) gözünden vuruldu. Hemen Re­sû­lul­lah’a gitti ve “Yâ Re­sû­lal­lah, bu gözümü Allah yolunda kaybettim!” dedi. Peygamberimiz (sav), “İstersen dua edeyim, Cenâb-ı Hak gözü­nü sana iade etsin. İstersen karşılığında cenneti ver­sin.” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.) böyle bir fırsatı yakalamışken değerlendirmek istiyordu. “Cenneti isterim, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Ebû Süfyân (r.a.), Müslüman olduktan sonra Re­sû­lul­lah(sav)’ın sevgisini ve rızası­nı kazanmıştı. Re­sû­lul­lah(sav) onun önceki yaptıklarının tamamını affetmiş, birkaç defa kendisine duada bulunmuştu.

Bir gün de Hz. Ali’yi çağırarak, Allah ve Resûlünün Ebû Süfyân’dan razı oldu­ğunu Müslümanlara bildirmesini emretti.

Hz. Ebû Süfyân, çok olmamakla beraber zaman zaman Re­sû­lul­lah(sav)’a sual sorar­dı.

Bir defasında “İhlas nedir, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu.

Peygamberimiz(sav) şöy­le buyurdu:

Rabb’im Allah’tır, dedikten sonra, emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.

Ebû Süfyân (r.a.), Hicret’in 20. yılında hastalandı.Vefat edeceğini anla­mıştı. Aile efradına;

Benim için ağlamayın. Çünkü ben Müslüman olduktan sonra günah işlediği­mi hatırlamıyorum.” diye vasiyette bulundu. Onun cenaze namazını Hz. Ömer(ra) kıldırdı.

Allah onlardan razı olsun!

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

Kütübü Sitte

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Gıda Maddeleri ve Katkılarında, “Merak, Takva ve Vesvese”nin Çaresi!

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin ülkemizde öncesine göre daha yoğun olarak gündeme geldiği son yıllarda, bu konularla ilgili merak, takva veya vesvese halleri de öncesine göre daha fazla görülmekte ve bazı sorular sorulmaktadır.

Sadece merakı tatmin için sorulan sorulara muhatap olmaya nisbeten, takvâ veya vesvese halleriyle sorulan sorulara cevap vermenin o konuyu bilenlere daha fazla mes’uliyet yükleyebileceği inkâr edilemez. Çünkü bilenin; bildiğini, söylenmesi gereken yerde, söylenmesi gerekenlere, söylenmesi gereken şekilde söylemek mes’uliyeti vardır.

Kur’an ve Hadis’te takvânın önemine çok vurgu yapılmakta, insanların birbirlerine üstünlüğünün sadece takvâ derecelerine göre olduğu, takvâ derecelerinin yüksekliğine göre de âhirette mükafat alacakları bildirilmektedir.

Vesvese de geniş olarak işlenebilecek bir konu olmakla beraber, onun psikiyatrik bir hastalık olanının dışında, şeytanın telkiniyle ilgili olan şekline ve giderilmesinin yollarına bilhassa dikkat çekilmelidir.

İletişim teknolojilerinin çok gelişmiş olduğu çağımızda, bir dergideki yazı hacmi içerisinde her biri müstakil olarak başka yazıların mevzuu olacak şekilde, takvânın ve vesvesenin ne olduğunu kaynaklarından geniş şekilde nakletmek yerine, ilgilenenlerin bunlardan daha az önemli konularda bilgiye ulaşmak için bile sarfettikleri zaman, emek ve gayretleriyle kıyaslayarak, bu kelimelerin manâlarını bizzat kendilerinin araştırıp öğrenmesini tavsiye etmek daha mantıklı ve daha doğrudur.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin helalliği ile ilgili olarak, sadece merakların tatmini için sorulan bazı soruları cevaplandırmasak da, takvâ veya vesvese halleri ile sorulanların cevabını biliyorsak cevaplandırmamız gerektiğinden yukarıda bahsetmiştim.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin helalliği ile ilgili olarak, dost ve tanıdıklarım tarafından bana en çok yöneltilen ve en çok yadırgadığım sorulardan biri; ülkemizde gıda sektöründeki firmalar arasında Müslüman halkın daha fazla güven duyduğu bir firmanın bir gıda ürününün isminin verilerek, bunun helal olup olmadığının bana sorulmasıdır. Böyle bir soru, daha önce de bahsettiğim, “eşek sütünün helal olup olmadığı” şeklinde sorulmuş bir sorudaki gibi kolay cevaplandırılamaz (Bu mevzuda eşek sütünden bahsederek misâl verişim okuyucuya biraz kaba gibi gelse de maksadım, bana böyle soruların çok sorulması karşısındaki tepki birikimlerimin bir sonucu olarak, konuyu daha müşahhas ve kolay anlaşılır hale getirmek isteğim olarak değerlendirilmelidir).

Eşek sütünün helal olup olmadığı” şeklinde sorulabilecek bir soruya, İslâm İlmihali kitaplarındaki “Etini yemek helal olmayan hayvanların sütünü de içerek veya başka şekillerde vücuda almanın helal olmayacağı” şeklindeki hükme dayanılarak cevap verilebilir. Ve, “Eşek etini yemek helal olmadığından, eşek sütünü de içerek veya başka şekillerde (yoğurt, ayran, sütlü tatlılar vd halinde) vücuda almak helal değildir” denilir.

Fakat bir gıda firmasının kendisinin açıklamasıyla helal olmadığının delilleri verilmemiş ise, onun bir gıda ürününün helal olmadığına dair hüküm vermek, “eşek sütünün helal olmadığına dair hüküm vermek” kadar kolay değildir. Çünkü, o gıda ürününün satışa sunulmuş hale gelmesiyle ilgili olarak çok şeyin araştırılması gerekir; bu araştırmayı da 7/24 (Haftanın 7 günü ve her günün de 24 saati boyunca), imal edilen o ürünün kalite kontrolünü kendine görev edinip sürekli yapanlardan olmak, o ürün sadece bir fabrikanın bir üretim bandından çıkıyor değilse, ayrıca “tayy-ı mekan” (mekanı ortadan kaldırmak, bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görülmesi, mekanı atlarcasına geçmek) kabiliyetinde olmak ve o ürünün belki birden fazla fabrikada da bulunabilecek tüm üretim bantlarında ayni anda kalite kontrolünü bizzat sürekli olarak yapabilmek de gerekir!..

Ancak güvenilecek helal gıda sertifikası veren kurumlar, eğitilmiş elemanları vasıtası ile, kendi çalışma usullerine göre bu kontrolleri bir derecede yapabilir ve bir ürüne bir yıl süreli helal sertifikasını verdikten sonra, sertifika süresi içerisinde o ürünün üretildiği tesislerde önceden haber vermeden kontrollerde bulunur; verdiği sertifikaya aykırı durum tesbit ederse, daha önce vermiş olduğu helal gıda sertifikasını bir yıllık süresi dolmadan da iptal ile bunu ilan eder.

Tüm dünyadaki güvenilir helal gıda sertifikalandırma kurumları, bu usule uygun olarak faaliyet göstermektedir.

Bu yazı serisinde Coca Cola, Pepsi Cola gibi dünyanın en çok satış yapan küresel meşrubat firmalarının kendilerine yazılı olarak sorulanlara yazılı olarak verdikleri cevaplarda, imal ettikleri gazozların üretim şeklinde etil alkolü kullandıklarını, fakat bunun az miktarda olduğunu kendilerinin beyan etmiş olduklarından (Bkz. www.islamicity.com, A24) daha önceki bir yazımda da bahsetmiştim.

Bunu çekinmeden açıkça yazılı cevaplarında belirtmelerinin sebebi, gayri Müslim ülkelerdeki satışları yanında, bu açıklamalarının İslâm ülkelerindeki satışlarına bile olumsuz etki yapmayacağını düşünmelerinden olabilir.

Çünkü, bahsettiğimiz o küresel meşrubat firmalarının imal ettikleri gazozlarına dışarıdan ilave edilmiş alkol olduğuyla ilgili kendi yazılı açıklamalarını görseler de, insanların çoğu onları içmekten vazgeçmezler. Fakat bahsedilen küresel meşrubat firmalarının yaptığı o yazılı açıklama, takvâ ile hareket eden Müslümanları o gazozları içmekten alıkoyar.

Herhangi bir İslâm ülkesinde Müslümanlara da satışı hedefleyen yerli meşrubat firmaları kurulmuşsa ve faaliyet gösteriyorsa, onların da kendi ürettikleri meşrubatla ilgili helallik yönünden özelliğini kendilerinin tatminkâr şekilde açıklaması ve bu mevzuda takvâ ile hareket eden Müslümanlarda şüphelere, tereddütlere ve ayni soruların değişik zamanlarda ve yerlerde defalarca sorulmasına sebeb olmamaları gerekir.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin ülkemizde öncesine göre daha yoğun olarak gündeme geldiği son yıllarda, dost ve tanıdıklarımın bu konuda bana en fazla sordukları soru, “(Bir Türk gıda firmasının) sade, meyvalı, cola’lı vd imal ettiği gazozlarında; Coca Cola ve Pepsi Cola’nın kendi ürünleri için yaptıkları ve internette de yayınlanmış yazılı açıklamalarındaki gibi etil alkolü mü kullandığı, eğer az da olsa etil alkolü hiç kullanmıyorsa ürünlerinin etiketlerinde niçin açıkça bunu beyan etmediği”dir.

Bu konunun tartışmalarıyla ülkemizde çok sayıda Müslüman vatandaşlarımız maalesef zamanlarını ve enerjilerini israf etmekte; hattâ bazen Kur’an’da Hucurât Sûresinde açıkça yasaklanmış olan suizan (kötü zan), hallerini de gösterebilmektedirler.

Tüketiciler Birliği’nin piyasadaki 10 değişik markalı gazoz için TÜBİTAK laboratuarlarında etil alkol araştırması yaptırdığı ve tümünde değişik oranlarda etil alkole rastlandığının haberi, 2006 senesindeki Ramazan ayında basında yer almıştı. İmal ettiği gazozunda o analizde etil alkol bulunmuş olan, Müslümanların daha ziyade güvendiği bir gıda firması aleyhinde bazıları basındaki bu habere dayanarak -güya İslâm adına- yıllardır ileri-geri konuşmaktadır. Halbuki, bir Müslüman’ın yalan söylememesi gerektiği gibi, duyduğu her şeyi doğruluğunu iyi araştırmadan başkalarına söylemesinin yalan olarak ona yeteceği de, hadislerde bildirilmektedir. Hz. Hafs bin Âsım (r.a.) tarafından dan rivayet edilen bir hadise göre; “Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki, ‘Her işittiğini araştırmadan anlatmak, kişiye yalan olarak yeter” (Müslim).

Peki, böyle bir durumda konuyla ilgili “doğruluğunu iyi araştırma”yı sıradan bir vatandaşımız nasıl yapabilecektir?

Belki, bu konuda konuşmaması onun tedbire en uygun bir hareket tarzı olabilir.

İspat etmenin iddia edenin mükellefiyeti olduğu, Mecelle’de de yer alan bir temel hukuk kuralı olduğundan; bir firma, ürettiği gazozlarda dışarıdan kasdî bir işlemle ilave edilmiş veya kasdî bir fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunduğunu Coca Cola ve Pepsi Cola firmalarının internette de yer alan yazılı açıklamalarındaki gibi kendisi açıklamadığında, o firmanın ürünü olan gazozlarda daima bu şekilde bileşimine girmiş etil alkol bulunduğunu iddia edenler –bahsettiğimiz temel hukuk kuralına göre- bunu ispat etmek zorundadırlar; ispat edemedikleri bir iddiada da bulunmamalıdırlar.

2006 yılındaki Ramazan ayında Tüketiciler Birliği tarafından TÜBİTAK laboratuarlarında yaptırılan analizde Müslümanların daha ziyade güvendiği bir marka gazozda da etil alkol bulunmasının, münferid (başka bir şeyle bağlı bulunmayan) bir olay olarak düşünülmesi, suizanna ve dil âfetlerine girmek hatasından sakınabilmek için daha doğru olur. Çünkü, bu analiz doğru olsa da aslında münferid bir tesbittir; olayın istisnaî, kaza eseri olması gibi çeşitli sebebleri olabilir, o markada yapılan tüm üretim ürünleri için de geçerliliği tartışmalı bir konudur. İlgili firma, sürekli olarak dışarıdan etil alkol ilavesiyle gazoz imal etmiyorsa, o analiz neticesiyle ilgili sebebleri belki araştırıp tesbit etmiş; fakat bazı sebeblerle kamuoyu ile paylaşmağa lüzum görmemiştir. Sadece o analiz sonucu delili olarak gösterilerek, bir firmanın gazoz üretimine ilk başladığı tarihten şimdiye kadar ürettiği ve üretmekte devam ettiği tüm gazoz örneklerinde dışarıdan kasdî bir işlemle ilave edilmiş veya kasdî bir fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkolü ihtiva ettiği, kesin bir ifadeyle iddia edilemez. Çünkü Müslüman, öncelikle hüsnüzanla mükelleftir.

Helal Gıda Hatıraları” ana başlığı altındaki bu yazımda, konuyla ilgili bazı hatıralarımı nakletmekle açıklamalarımı genişletmemde de fayda olabilir:

Ülkemizde Müslüman halkın ayni sektördekilere nisbeten daha fazla güvendiği bir gıda firmasının gazoz imaline de gireceğini gazetelerde ilk defa okuduğumda, bu konuda üniversite öğrenciliğimden itibaren helal gıda hassasiyetimle ve daha sonra yıllarca Üniversitelerde verdiğim bazı dersler, bitirme ödevleri ve diğer yollarla edindiğim bilgilerle, bahsini ettiğim firmanın en yetkili kişisine, bildiklerimi özetle iletmemin vazifem olduğunu düşünmüştüm.

O gıda firmasının en yetkili kişisiyle şahsen tanışmıyor, sadece ismini biliyordum. Kendisine söylemek istediklerimi ulaştırabilmek için, sol üst köşesinde kişisel bilgilerimle antetli bir kağıda el yazımla, başına (KİŞİYE ÖZEL) yazarak ve kendisine ismiyle hitap ederek başlayan bir sayfalık özel mektup ve onun ekinde de, bir sayfalık meslekî özgeçmiş bilgilerimi ve gazoz imalatında helal gıda yönünden dikkat edilmesi gerekenlerden bahseden gene el yazımla “GAZOZ İÇELİM Mİ?” başlıklı iki sayfalık bir yazımı, mamullerinden birinin ambalajında okuduğum faks numarasına 13.07.2002 tarihinde göndermiştim.

O bir sayfalık mektubum şöyleydi:

“(KİŞİYE ÖZEL)

(Firmanın en yetkili kişisine adı, soyadı ile hitap)

Önce selam eder, işlerinizde hayırlı muvaffakiyetler temenni ederim.

Ülkemizde Müslümanların en güvenilir ve en kaliteli bulup tercih ettiği mamullerinize gazozları da dahil etmek üzere olduğunuzu öğrendiğim için, bu mektubu yazmayı vazifem telakki ediyorum.

Ben, EK’te sunduğum bir sayfalık özgeçmiş bilgimden görülebileceği gibi, otuz yılı bulan kimya öğretimi mesleğimde, çok sayıdaki kimya dersini lisans ve lisansüstü seviyede üniversitede verirken, dinimin bana kimya ilmini öğrenmek ve öğretmekle alâkalı yüklediği mükellefiyetleri de öğrenip yerine getirmeğe çalıştım.

Mâide Sûresinin 88. âyetindeki: “Allah’ın size verdiği rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin ve Allah’tan korkun” ikazına diğer insanlardan daha da fazla muhatap sayıldığımı düşünerek, yiyecek ve içeceklerin helal ve temiz olanlarını başkalarına da –daha ziyade dostlarıma- bildirmeğe gayret ettim.

Dehşetli bir âhirzamanda yaşadığımız ve Ömer Seyfettin’in meşhur ‘Herkesin İçtiği Su’ hikayesindeki gibi, dünyanın 200 ülkesinde saniyede 8 bin şişe olarak üretimi yapılan Coca Cola ve diğer gazozlara –Müslümanlar dahil- büyük bir müptelâlık husule geldiği için, medyada bu meselelerin açıklığıyla anlatılmasına medya mensupları izin vermiyorlar; ancak dinî hassasiyeti olanlara özel olarak bu bilgileri aktarabilmem mümkün oluyor.” şeklinde başlayıp devam eden yazdıklarımı, aşağıdaki şekilde tamamlamıştım:

Allah, bizi hakkı hak bilip ona tabi olan; bâtılı da bâtıl bilip ondan sakınanlardan eylesin.

Âmin. Selamlar.

NOT: Gazozlarda etil alkol yerine başka helal çözücü de kullanılabilir.

Prof.Dr. Mustafa Y.NUTKU

EK:

1- Özgeçmiş
2- ‘GAZOZ İÇELİM Mİ?’ yazım”

O gıda firmasının en yetkili kişisine “KİŞİYE ÖZEL” olarak gönderdiğim bu faks mektubumu göndermemden on yıl kadar sonra, benimle ayni soyadını taşıyan ve kimya ile ilgili özel sektörde faaliyet gösteren bir akrabamla iş görüşmesi yapan bir kişinin, o akrabamın benimkiyle aynı olan “NUTKU” soyadı dikkatini çekmiş; iş görüşmesine kısa bir ara vererek, o akrabama: “Sizin Prof. Dr. Mustafa NUTKU ile bir akrabalığınız var mı?” diye sormuş. “Var” cevabını alınca da, bunu niçin sorduğunu açıklamış: On yıl kadar önce, kendisi o firmada üst yöneticilerden biriyken, benim yazdığım ve faksla gönderdiğimden bahsettiğim mektup kendisinin de katıldığı firmanın üst yönetimi toplantısında gündeme alınarak, üzerinde önemle görüşülmüş.

O görüşmeler neticesinde, belki mektubuma cevap vermek konusu firmanın “Kalite ve AR-GE Koordinatörü”ne havale edilmiş olması sebebiyle, o mektubumu faksla göndermemden yaklaşık iki hafta sonra, o gıda firmasının antetli kağıdıyla ve konuyla ilgili koordinatörünün imzasıyla, 26.07.2002 tarihli, aşağıda metnini verdiğim mektup PTT ile bana gönderilmişti:

“(İsmim ve adresimle bana hitaptan sonra)

… faksladığınız samimî niyetlerle kaleme aldığınız yazınız dikkatle okunmuştur. Özellikle TS 4080 sayılı ‘gazlı alkolsüz içecek standardı’ndaki %5 (yazım hatası olmuş-M.N.) etil alkole rağmen ‘alkolsüz’ olarak ifade edilmesine yaptığınız haklı tepkinize aynen katılmaktayız. İfade ettiğiniz gibi (firmasının ismini veriyor) bütün kurum ve kuruluşlarıyla helal-haram değerlerine fevkalade duyarlıdır.

Biz su bazlı ürünlerin aromalandırma ameliyesinde propylen glykolde çözünmüş aroma komponentlerini veya yağ bazlı bir ürün söz konusu ise bunun içinde Triacetin adlı çözücü bir (yazım hatası olmuş: çözücü bir/bir çözücüde olarak yazılmalıydı-M.N.) çözünmüş aroma komponentlerini kullanmaktayız.

Yazınızda ‘etil alkol’ yerine ‘başka helal çözücü’ olarak bildiğiniz bunların dışında bir çözücü ise özellikle görüşmek istediğimizi bildirir, saygılar sunarım.

Saygılarımızla (İmza ve İsim)
Kalite ve AR-GE Koordinatörü”

Ben bu mektubu aldıktan sonra, bana verilen bilgiler için teşekkür etmiş ve mektupta bahsedilenlerin dışında teklif etmek istediğim bir çözücü olmadığını o koordinatöre bildirmiştim. O tarihten itibaren de, Tüketiciler Birliği’nin 12 Ekim 2006 tarihli gazetelerde haberi verilen basın toplantısında, piyasadaki 10 farklı gazoz markasına ait nümuneleri TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nde incelettiğini ve analiz sonucunda bütün gazozlarda litre başına 1,56 ile 0,20 gram arasında alkol tespit edildiğini, bu gazoz nümuneleri arasında o firmanın gazozunun da bulunduğunu öğrendiğim tarihe kadar, bana o firmanın gıda mamullerinde etil alkolle ilgili soru soranlara kendimden bir şeyler söyleyerek cevap vermeğe lüzum görmeden, “Kalite ve AR-GE Koordinatörü”nün bana göndermiş olduğu yukarıda bahsettiğim yazının fotokopisini vermiştim.

Yukarıda bahsettiğim 13.07.2002 tarihli mektubumda “medyada bu meselelerin açıklığıyla anlatılmasına medya mensupları izin vermiyorlar” cümlesini kullanmıştım. Fakat, Yeni Şafak gazetesinin 2003 yılındaki Genel Yayın Müdürü Selahaddin Sadıkoğlu ile daha önceden tanışıyorduk . O gazetenin 9. Sayfasında Hamit Can tarafından yönetilen “Beyin Fırtınası – Düşünce Günlüğü” başlıklı bir sayfası vardı ve orada değişik imzalı yazılar yayınlanıyordu. Belki benim gazozlar mevzuundaki yazımı da yetkisiyle yayınlatabilir düşüncesiyle, “Genel Yayın Müdürü Selahaddin Sadıkoğlu’nun dikkatine” notunu baş tarafına koyarak, el yazımla yazdığım “Cola Rekabeti” başlıklı ve faksla gönderdiğim yazım, ümid ettiğim gibi ertesi gün 28 Temmuz 2003’te yayınlanmıştı. Bu yazım medyada çok ilgi çekmiş; çok sayıdaki web sayfalarında ve bloglarda iktibas edilmiş, üzerinde tartışılmıştı. Şimdi GİMDES olarak faaliyet gösteren derneğin kurucularıyla tanışmamın da o yazım vesilesiyle olduğundan, daha önceki bir yazımda bahsetmiştim.

GİMDES tarafından tertiplenen ve 2008 yılında yapılan “1. Uluslararası Helal Gıda Konferansı”na sunduğum “Helal Gıda Konusu ile İlgili Belirtilmesi Gereken Bazı Hususlar” adlı tebliğimde, resmî ve dinî şahsiyetlerin, bilhassa meşrubatta sekîr verici ve necis maddeler ile ilgili olarak “kabil-i ihmal” saymak görüşlerinin daha derin tahlile tabi tutulmasının lüzumu üzerinde de durmuştum. Belki bunun da neticesi olarak, bu konu 3-4 Haziran 2009’da Bursa’da Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yapılan “ VI. İslâm Hukuku Anabilim Koordinasyon Toplantısı” ve “İslâm Fıkhı Açısından Helal Gıda ‘Gıdalardaki Katkı Maddeleri’ Sempozyumu”nun 1. Oturumu’nun ilk bildirisi içinde tartışılmıştı.

Yukarıda verdiğim bilgiler ve Müslüman olarak sakınılması gerekenlerle ilgili Kur’an ve hadislerin değerlendirilmesi ışığında -çeşitli manevî zararları önlemek için- Mevlanâ’nın “Ya olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol” tavsiyesine de uygun olarak, her gıda firmasının hakkında Müslümanların suizannına sebeb olmayacak tedbirleri gereği gibi alması iyi olur.

İslâm’da, suizan (kötü zan) âyetle yasaklanmış olmakla beraber, suizanna maruz kalanın da “Sebeb olan, yapan gibidir” (Tirmizî) hadisine göre, o suizannı kendi hakkında celbetmenin mesuliyetini yükleneceği söylenebilir.

Hadis kitaplarında orijinal ifadesiyle bahsedilen şu vak’a da bu mevzuda nazar-ı itibara alınmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) gece vakti zevcelerinden biriyle yürürken, karşıdan gelen bir sahabeyle geçişmişler. Peygamberimiz (s.a.v.) geriye dönüp o sahabeyi yanına çağırdıktan sonra, zevcesine yüzünü açmasını söylemiş; “Bu benim zevcemdir” demiş ve tekrar yollarına devam etmişler. Peygamberimizin (s.a.v.) bu yaptığı, “suizanna sebeb olmamak” gerektiği ile ilgili bize verdiği davranış misallerindendir.

Ürettiği meşrubatın etiketinde, “Meşrubat mamüllerimizde dışarıdan ilave edilmiş veya kasdî fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunmamaktadır” şeklindeki bir yazının üretici firmayı “yeşil sermaye”, “yobaz zihniyet” vb sözlerle ithamla, onun ürettiği meşrubatın satışlarını düşürmeğe sebeb olabileceği gibi bir endişe, firmanın bilhassa en çok tüketilen meşrubat ürünlerinin etiketlerinde bu açıklamayı yapmasını engellememelidir. Böyle bir yazının İslâmî hassasiyeti olmayan müşterilerin kaybına sebeb olacağı ticarî düşüncesinden daha mühim ve öncelikli olarak, hakkında Müslümanların suizannına sebeb olmamağa çalışmak gelmelidir.

Çeşitli gıda üreticisi firmalarının “Mamullerimizde domuz katkısı bulunmamaktadır” yazısını ürün etiketlerinde yaygın olarak kullandıkları gibi, bir meşrubat firması da ürettiği meşrubatın etiketinde “üretim şeklinin doğası” gibi muğlak, üstü kapalı ifadeler kullanmayarak, “dışarıdan ilave edilmiş veya kasdî fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunmadığını” açıkça bildirebilir.

Bu mevzuda bana sorulan takvâ ve vesvese ile ilgili sorulara cevap vermek mükellefiyetim gibi, benim de herkes gibi soru sormak hakkımın olduğunu düşünüyorum:

SORU: İslâm İlmihallerindeki sularla ilgili temizlik hükümleri, suların taharet, abdest ve namazda kullanılması lüzumu ile ilgili bir zaruretin neticesidir ve aslı bilinmeyen bir mevzuda mecburî olarak, doğruya yakın zanda bulunmak mahiyetindedir.

a) Taharet, abdest ve namazda kullanılması lüzumu ile ilgili çok mühim zaruretlerin neticesi ve aslı bilinmediği için doğruya yakın zanna dayanarak verilen “suların temizlik hükümleri”yle kıyas yoluyla; yapılış şeklinin aslı bilinen ve üreticisi tarafından inkâr edilmeyen gazozlara da, sekerat vericiliği sebebiyle necis olan “etil alkol”ü az ihtiva ettikleri için helallik fetvası verilebilir mi?

b) Ancak mahiyeti iyi bilinenler ve birbirleriyle benzerlikleri olanlar arasında doğru kıyas yapılabilir. Renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvı olan suyun bu mahiyetiyle benzerliği olmayan ve “suların temizlik hükümleri” verilmesindeki gibi bir zarurete dayanmayan kıyasla, “suların temizlik hükümleri”nin gazozlar için de aynen geçerli sayılmasına itibar edilebilir mi?

c) “Suların temizlik hükümleri”nden, “çok su” içine kasdî bir işlemle az bir necis maddeyi sürekli olarak katıp onu temiz su gibi kullanmak ruhsatı mı anlaşılıyor ki, bu kasdî işlem yapılarak üretilen gazozlar da “suların temizlik hükümleri”yle kıyaslanarak helal sayılıyor?

Gıda maddeleri ve gıda katkılarıyla ilgili merak, takvâ veya vesvese hallerinin çaresi” konusuyla ilgili olarak, helal gıda hatıralarımdan da bahseden ve sonunda üç şıklı bir sorumun yer aldığı böyle bir yazının faydalı olabileceğini düşündüm.

Bu konuda söylenebilecek başka şeyler ve sorular da, elbette olabilir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

İmam Şafi Kimdir? (767-820)

kardelenCennet ile müjdelenmiş olan Ehl-i sünnet vel-cemaatin dört büyük mezhebinden biri olan Şafii mezhebinin reisidir.

Adı, Muhammed bin İdris’tir. Dedesinin dedesi Şafi, Kureyş kabilesinden ve eshab-ı kiramdan olduğu için, Şafii adı ile meşhur olmuştur. Şafi’in dedesinin dedesi de Haşim bin Abdi Menaf’dır.

150 (m.767) senesinde Gazze’de doğdu. 204 (m.820)’de Mısır’da vefat etti. Kabri, Kurafe kabristanlığında büyük bir türbe içindedir.

Henüz beşikte iken babası vefat etmişti. Annesi onu iki yaşında, asıl memleketleri olan Mekke’ye getirdi. Orada büyüdü. Yedi yaşına gelince Kur’an-ı kerimi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.

Daha küçük yaşta iken Mekke’de bulunan zamanın meşhur âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devam etmeye başlamıştır. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir: “Kur’an-ı kerimi ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harama gidip, fıkıh ve hadis âlimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kağıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim.”

Mekke’deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, Huzeyl kabilesinin arasına gitti. Bu hususta da şöyle demiştir:

Ben Mekke’den çıktım. Çölde Huzeyl kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke’ye döndüğüm zaman, bir çok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip olmuştum.”

Daha on yaşında iken, o zamanın en meşhur âlimi imam-ı Malik’in “Muvatta” adlı hadis kitabını, dokuz günde ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke’deki Süfyan bin Uyeyne, Müslim bin Halid ez-Zenci gibi fakih ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.

Tahsilinde en önemli safha, imam-ı Malik hazretlerine talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke’den Medine’ye gidip, imam-ı Malik’den ders almasını şöyle anlatmıştır:
“İlk zamanlar Mekke’de, Müslim bin Halid’den fıkıh öğrendim. O sırada Medine’de bulunan Malik bin Enes’in büyüklüğünü ve müslümanların imamı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan “Muvatta”nın bir nüshasını, Mekke’de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz günde ezberledim. Mekke valisine gidip, birini Medine valisine birisini de Malik bin Enes’e vermek üzere iki mektup alıp Medine’ye gittim.

Medine’ye varınca, Medine valisine gidip ona ait olan mektubu verdim ve Medine valisi ile birlikte imam-ı Malik’in yanına gittik, imam-ı Malik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gayet heybetli bir görünüşü vardı. Medine valisi, Mekke valisinin gönderdiği mektubu imama takdim etti. Mektupta “Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir…” diye yazılı olan kısmı okuyunca “Sübhanallah! Resulullahın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur” dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed’dir dedim.

Ey Muhammed, dedi, ileride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvatta’yı okusun buyurdu. Ben de onu ezberledim, ezberden okurum dedim. Ertesi gün imam-ı Malik’e gelip okumaya başladım. Her ne zaman, imamı üzme korkusundan okumayı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvatta’yı bitirdim.”

İmam-ı Malik’in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmam-ı Malik onu himayesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye ulaşan imam-ı Şafii Mekke’ye dönünce, oraya gelen Yemen valisi, onu Yemen’e götürüp kadılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat’a giderek, ilmini ilerletmek için, imam-ı a’zamın talebesi olan imam-ı Muhammed’den ders almaya başladı. İmam-ı Muhammed onu kendi himayesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle, Irak’ta tedvin edilen fıkıh ilmini ve Irak’ta meşhur olan rivayetleri öğretti, imam-ı Muhammed ayrıca İmam-ı Şafii’nin üvey babası idi. İmam-ı Şafii onun ilminden ve kitaplarından çok istifade etmiştir.

Ebu Ubeyd şöyle demiştir:
İmam-ı Şafii’den duydum, buyurdu ki, “İmam-ı Muhammed’den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kufe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebu Hanife’nin çocuklarıdır.” Yani bir babanın çocukları için lazım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur.

İmam-ı Şafii, Bağdat’ta imam-ı Muhammed’den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke’ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslam beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke’deki bu ikameti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat’a gitti. Bu sırada Bağdat İslam âleminin önemli bir ilim merkezi idi. Burada bulunan âlimler, imam-ı Şafii’ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke’de imam-ı Şafii ile görüşen ve ondan hadis dinleyen Ahmed bin Hanbel talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine imam-ı Şafii ile emsal olan Ishak bin Raheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvalara hayran kalıyordu. Ders ve fetva vermekte uyguladığı usul, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) usulü olan, usul-i fıkıh ilmi idi.

İmam-ı Şafii hazretleri, ilim, zühd, marifet, zeka, hafıza ve nesep bakımlarından zamanındaki âlimlerin en üstünü idi. Onüç yaşında iken, Harem-i şerif de “Bana istediğinizi sorunuz” derdi. Onbeş yaşında iken fetva verirdi. Zamanının en büyük âlimi olan ve üçyüz bin hadis-i şerifi ezbere bilen imam-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almaya gelirdi.

Çok kimse imam-ı Ahmed’e, “Böyle büyük bir âlim iken, karşısında nasıl oturuyorsun?” dediklerinde, “Bizim ezberlediklerimizin manalarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyayı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdadır” derdi. Bir kere de, “Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına imam-ı Şafii ile tekrar açtı” dedi. Bir kere de, “İslamiyet’e, şimdi Şafii’den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum” dedi. İmam-ı Ahmed yine buyurdu ki: (Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dinimi, herkese onun ile öğretir) hadis-i şerifinde bildirilen âlim, imam-ı Şafii’dir. Hadis-i şerifte (Kureyş’e sövmeyiniz. Zira Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur) buyuruldu. İslam âlimleri bu hadis-i şerif, imam-ı Şafii’nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.

Vefatı
İmam-ı Şafii hazretleri, din-i İslama hizmet uğrunda tükettiği hayatının son anlarını, Kur’an-ı kerimi dinleyerek geçirmiştir, ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu. Ramazan-ı şerifte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu. Artık vefatının yaklaştığı sırada takatsiz düşmüştü, önceki gibi okuyacak durumda değildi. Fakat okuyan birinden dinlemek arzu ediyordu. O bu halde iken, talebesi Ebu Musa Yunus bin Abdül-a’la’ya okutup, huşu içinde dinliyordu. Son nefeslerini vermek üzere iken, halini sordular.

Dünyadan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kerim olan Rabbime gidiyorum” buyurdu. Vefatı İslam âlemi için büyük bir kayıp oldu. Duyulduğu her yerde, derin üzüntü ve gözyaşları ile karşılandı. Kabri kazılırken etrafa misk kokusu yayıldı. Orada bulunanlar bu kokunun tesirinde kalıp, kendilerinden geçtiler. Kahire’de el-Mukattam dağının eteğinde Kurafe kabristanına defnedildi. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır. Türbesi üzerindeki şimdiki muhteşem kubbe, Eyyubi sultanlarından el-Melikel-Kaim tarafından; 608 (m. 1211) yılında yapılmıştır. Selahaddin Eyyubi tarafından da, türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.

dinimizislam.com

 

Kendini Dinle!

Son dönem bedeni ve ruhi hastalıkların sebepleri üzerine merak sardım. Konu ile ilgili epeyce kitap okudum. Hastalıklara bakış açım değişti. Şunu gördüm ki hastalıkların pek çoğunun altında baş edemediğimiz duygularımız var.

Çoğumuz kendimizi doğru düzgün tanımıyoruz. Duygularımıza bakışımız çok yüzeysel. Genellikle ne hissettiğimizle ilgilenmiyoruz. Karşımızdakinin bize ne yaptığı ile ilgileniyoruz. İyi, tamam. O bunları yaptı da ben ne hissettim? Ona karşı tepkimin sebebi neydi? O bende neyi tetikledi? Hangi duygumu açığa çıkardı? Niye bu kadar kızdım ya da üzüldüm? Sormuyoruz bu soruları kendimize. Çaresizlik mi hissettim, suçluluk mu hissettim….

Kendimizden korkuyoruz galiba. İçimizden dökülecek şeyleri görmeye cesaretimiz yok gibi. Bu yüzden de kendimizle yüzleşemiyor olabiliriz. Aslında kendimizle yüzleşmeyi öğrendiğimizde, kendimizi aldatmaktan vazgeçtiğimizde, beden ve ruh sağlığımız daha iyi olacak gibi duruyor.

Ayrıca manevi yolculuğumuz için iyi bir ilerleme kaydederiz. Hayat imtihanında en büyük problemimiz yaşadıklarımızı kabul edememe değil mi? İyi-kötü yaşadıklarımızı kabullenmeliyiz ki kendimizle barışabilelim. Kendimizi görebilelim ki tövbe lazımsa tövbe, özür lazımsa özür, af lazımsa af, davranışı değiştirmek lazımsa onu yapalım.

Kendimizi görmekten korkuyoruz çünkü hepimiz feci halde kendimizi beğeniyoruz. Bu da bizi kendimize karşı kör ve sağır yapıyor. Zayıflıklarımızı görmek istemiyoruz, hele zayıflıklarımızı başkalarının görmesinden acayip çekiniyoruz.

Acziyet. Hepimizin en büyük korkusu değil mi? Oysa hepimiz aciziz, kuluz. Yaradan’ dan yardım istemek için bile kendimizde ne var ne yok onu bilmemiz lazım.” İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir.”  diyor Yunus Emre. Hepimiz çok güçlü görünüyoruz. Yaralarımız var; fakat yokmuş gibi davranıyoruz. Başkalarına yaralarımızı zaten gösteremiyoruz da bari kendimiz bakmaya cesaretimiz olsa.

Yaşadığımız sıkıntılardan dolayı kendimizi dış etkenlerin kurbanı gibi görüyoruz. Hele hastalık. Sanki Allah’ın bir cezası. Oysa ceza zannettiğimiz şey belki de bilinçaltından kendi tercihimizdir.

Hastalığı Allah’ın bir cezası gibi görme yanılgısından kurtulmalı. Hastalık bize ne söylemeye çalışıyor onun sesini duymalı. Sürekli konuşup bir şeylerden şikayet ediyoruz. Oysa biraz susup kendimizi dinlesek, bakalım bedenimiz bize ne söylüyor. Bedenimizin dilini okumak çok da zor değil.

Beden, sadece bizi taşıyan bir kalıp; fakat biz beden değiliz. Beden bilgisayar ekranı gibi bir gösterge. Bedende bir ağrı, sıkıntı, bir rahatsızlık varsa bunun bir nedeni var? O nedeni bulmaya çalışmalıyız. Ne var orada? Bastırılmış saldırganlık, kızgınlık, öfke, üzüntü, utanç…

Biz ne yapıyoruz? Hastalığın bize verdiği mesajları görmek yerine, hemen hastalık belirtilerini bastırmaya, yok etmeye çalışıyoruz. İlaçlarla bedeni bir süre susturuyoruz fakat duygu durumlarımız ile ilgili problem çözülmediği için bir süre sonra hastalık yeniden hortluyor.

Vücut rahatsızlık alarmı verdiğinde bu basit bir baş ağrısı da olabilir, ciddi bir hastalık da olabilir; kendimize sorular sorarak nedenini bulabiliriz.

Mesela: Eğer midenizde bir ağrı hissediyorsanız kendinize şu soruyu sorun.” Bu rahatsızlık ne zaman başladı ve ben o zamanlar ne yaşadım? Neye üzüldüm, neyi hazmedemedim?

Omzunuz ağrıyorsa “Hayatınızda neyi taşımak zor geliyor?” Yastığı yorganı suçlamaktan vazgeçin ve gerçek sebebi bulun ve yüzleşin .

Boğazınızdan sürekli rahatsızlık mı çekiyorsunuz? Kime neyi söylemek istediniz de söyleyemediniz, neyi yutmak zorunda kaldınız?

Ya da niye bu kadar yemek ve tatlı ihtiyacı hissediyorsunuz? Hayatınızın tadı mı yok? Bir eksikliği mi doldurmaya çalışıyorsunuz?

Çok ilginç şekilde rahatsızlık hissettiğimiz organın görevi ile baş edemediğimiz duygu arasında bir anlam ilişkisi var. Bu ilişkiyi çözmeye başladığımızda kendimizi de tanımaya başlıyoruz. Rahatsızlık sebepleri ile yüzleşerek, yaşadıklarımızı kabullendiğimizde kendimizle barış imzalamış oluyoruz. Problemlerimizin çözümü de kendiliğinden geliyor. Zaten kendimizle kavgamızı bitirdiğimizde başkaları ile geçinmemiz çok daha kolay oluyor.

Sema Maraşlı

Cocukaile.net

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version