Erzurum’lu Kahraman “Serdengeçti”ler

Müftü Efendi, emrindeki birkaç atlı postacıyı çağırdı, hemen mahalle muhtarlarına giderek, çok çabuk Ulu Cami’ye gelmelerini söyledi. Postacılardan biri “Efendim neden diye sorarlarsa ne diyelim, hiçbir şey söylemeyin, mazeret yok acele gelsinler” dedi. Sabah namazı henüz kılınmıştı, Erzurum’un ufkunda güneşin birazdan doğacağını müjdeleyen bir açık kırmızı bulutlar belirmişti. Şehir her günkü sessizliğini koruyor, bazı insanlar işyerlerini açmak için evlerinden ayrılıyordu.

Müftü Efendi yapacağı işin önemine inanıyor, Müftülükten yavaş yavaş Ulu Cami’ye doğru gidiyordu.

On yıldır bu kahraman şehrin müftülüğünü yapıyordu.

Şehir Rus istilasına uğrayabilirdi, buna karşı tedbir alınması gerekiyordu. Türk ordusu şehre çok yakın bir mesafedeydi, ama Ruslar daha yakındaydılar, şayet topları ve ateşli silahları mükemmel olan Ruslara karşı Türk ordusu karşı çıkarsa büyük bir yıkım olabilirdi, Türklerin bir anca önce şehre gelip mevzilenmesi gerekiyordu, ancak bu şekilde şehir büyük bir kıyımdan kurtulabilirdi.

Türk ordusu Deveboynu geçidine yirmi kilometre mesafede hareketsiz hale getirilmiştir, Erzurum’a çekilmeleri gerekiyordu, bu bir şekilde engellenmeli idi. Bu düşüncelerle bir yandan yardım ve başarı ayetleri okuyor, Erzurum çevresindeki şehit mezarlıklarına Fatihalar okuyor ve Allah’tan bu önemli iş için yardım istiyordu.

Muhtarlar geldiler, Camide Müftü Efendi’nin etrafına halkalandılar. Müftü Efendi, “Ey Muhammet Ümmeti‘ni temsil eden, mahalle muhtarları, bugün kahramanlık günüdür. Ordumuz Deveboynu geçidinde Ruslar tarafından şehre gelmesi engellenmiş eğer bir ön tedbir almazsak ordu imha edilecek ve biz çok kötü günler yaşayacağız.”

kurtuluş savaşından fotoNamık Kemal’in bir dörtlüğünü okudu.

Altıda bir üstü de birdir yerin arş yiğitler vatanın imdadına

Dünyada ne bulduk ki ölümden de korkulsun arş yiğitler vatanın imdadına…”

Muhtarlardan biri, “Efendim bizden ne istiyorsunuz?“ dedi.

Şimdi arkadaşlar, dindaşlar, herkes evinden onsekiz yaşın altında çocukları evde ne varsa silahlandırsın, biz Rus ordusuna onları saldırtalım, onları yoralım, Türk ordusu bu zaman süresince şehre gelebilsin, yani bu bizim çıkaracağımız kuvvet bir oyalama kuvveti olacak. Tıpkı Osmanlı ordusunun kalelere saldırmak için kullandığı Serdengeçtiler gibi bu serdengeçtiler çok genç güçlerden oluşur ve kalelere ilk defa onlar saldırırdı, yüzde doksan dokuzu ölen bu insanlar orduya nefeslenmek ve düşman ordusunu bozmak için bir ön kuvvettiler, tarih boyunca böyle binlerce insan vatanları için öldüler.

Binler kahraman başların feda olduğu bir hakikata bin başımız olsa feda olsun” diyelim, haydi mahallelere koşun ve evlerden insan yollayın, en kısa sürede Ulu Cami’ye gelin. Zaman çok az, haydi arkadaşlar, Cennet ile buluşma günüdür.

Muhtarlar güzel bir bahar sabahında mahallelerine koştular, evden eve haberler intikal etti, tarihinde çok kahramanlık örnekleri vermiş bu serhat şehri yeni bir kahramanlık günü bulmuştu. Ulu cami her yaştan gençle dolmuştu.

Hasan Ağa’nın oğlu Arif daha on üç yaşındaydı, anası arkasından gelmiş “Balam sen daha küçüksün gel eve gidelim“ dedi, o da Bedir’de ayaklarının ucuna basarak büyük görünmeye çalışan sahabeleri örnek vermişti, ana oğluna son bir defa sarıldı, vatana, millete Muhammed’e feda olsun dedi, göz yaşlarını içine akıtıp eve gitti.

Rüveyde’nin oğlu Ali daha iki gün sonra düğünü olacak bir çiçeği burnunda gençti, “Ana ben de gidecem, yavrum o kızı da ümitleri ile birlikte tüketme seni herkes mazur görür” dedi. İsyan etti Ali “benim dedelerim aptal mı idi kaç tane Osmanlı Rus harbinde öldüler, ahirette onlardan ayrı olmak istemem ana, bana engel olma.” kasaturasını beline sardı, hızla Cami’ye giderken, nişanlısı Hatice’ye uğradı, ağladılar.

Ama Hatice isminin büyük örneği Hatice Ana gibi ona ümit verdi, “Ali haydi git şehit ol, senden sonrasına bakmam, ahirette buluşuruz” dedi. Ali de onlara katıldı.

Müftü Efendi onlara hadisler ayetler okudu, teşci etti, haydi arkadaşlar, dedi Bedir ve Uhud’dan örnekler verdi, herkes pürdikkat ve kahraman bir dinleyişle başlarını öne eğdi dinlediler.

Biraz sonra üç bin kadar onsekiz yaş altı gençler ve ihtiyarlar, kimi atla kimi eşekle Deveboynu’na doğru hareket ettiler. Düşman karşıda bir karaltı halindeydi, bunlar “Allah Allah Ya Resûlallah” sadaları ile onların üzerine yürüdüler, top ateşi insafsızdı, bunların doğru dürüst silahları yoktu. Başlarındaki kumandanlar ise oyalama için hemen hedef olmamalarını telkin ediyordu. Yavaş yavaş düşmanın sayısız gücü karşısında eriyorlar, ama düşmanı oyalıyor ve güçlerini azaltıyorlardı. Bu arada Türk ordusu onları oyalaması ile Erzurum’a doğru hızla gidiyordu.

Bu bir avuç ordunun içinde Ali birden birisini gördü, tıpkı Hatice’ye benziyordu ama erkekti, bir de ne görsün Hatice kendini gizlemiş, bir erkek kılığında orduya katılmıştı, ağlamak istedi ama artık çok geçti hiçbir şey söylemeden kalabalık hırsla düşmana saldırıyor, öldürüyor, ölüyordu. Aradan dört saate yakın bir süre geçmişti, üç bin kişilik ordu binlerce Rusu öldürmüş ama kendilerini de şahadet rütbesini elde etmişlerdi.

Öğleye yakın her taraf şehit cesetleri ile dolu idi, cesetlerin üstünden mavi bir toz bulutu gökyüzüne yükseliyor, Cennet kapıları bu büyük kahramanlar için açılıyordu, sema tabakalarından yukarıya doğru büyük peygamberler ve büyük şehitler tarafından hoş âmedi ediliyorlardı.

Cesetler arasında laz Hüseyin ile Alo birbirine sarılmış şekilde ölmüşlerdi.

Cesetleri birbirine sarılmıştı, ruhları cennet kapısından içeri girdi, onları Hazret-i Hamza karşıladı. Bu büyük kahramanlara birer Yasin!

Saçlarım adedince başım olsa hergün birini kesseler yine bu davadan vazgeçmem diyen Bediüzzaman boşa mı demiş bu sözleri.

Bu hikâyenin kaynağı bu haberdi.

Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hakan Hadi Kadıoğlu, Erzurum’un Rus işgaline karşı 18 yaş altı çocuklar ile yaşlılardan oluşturulan 3 bin kişilik gönüllülerden oluşan silahlı grubun soğuk ve düşman topçu saldırısı ile şehit olduğunu açıkladı.

Sarıkamış Harekâtı’ndan sonra Erzurum’a ilerleyen Rus birliklerinin Türk Ordusu’nu Deveboynu Geçidi’nde 20 km menzilli top saldırısı ile hareketsiz hale getirerek Erzurum’a çekilmesine engellemesi nedeniyle çocuklar ile yaşlılardan oluşan 3 bin kişilik gönüllü gücün silahlandırılıp cephe gerisine sevk edildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Kadıoğlu,

Yoğun topçu saldırısı altında Erzurum’a çekilemeyen ordu birliklerini kurtarmak ve Rus bataryalarının dikkatini başka yöne çekebilmek amacıyla çocuk ve yaşlılardan oluşturulan 3 bin kişilik bir güç Ulucami’de silahlandırılıp 2 zabit komutasında Kargapazarı Dağı’na gönderildi. Bu gönüllüler 2 bin 700 rakımlı Kargapazarı Dağı’nda Rus birliklerinin ve topçu bataryasının Türk ordusu üzerindeki dikkatini dağıtarak, ordu güçlerinin Erzurum’a çekilmesini sağladı. Ancak bu sırada 3 bin gönüllü soğuk ve top ateşi altında şehit düştü. Kargapazarı Dağı’ndaki şehitlerimizin sembolik mezarları bulunuyor.

Bu nedenle bölgeye 3 bin gönüllü şehit anısına ‘Vefa‘ adına abide yaptırılmasını istiyoruz.” dedi.

Prof. Dr. Kadıoğlu, 3 bin gönüllünün şehit olmasının ardından Rus birliklerinin şehre girdiğini belirterek, ”Erzurum halkı 93 Harbi olarak bilinen 1877 Rus Harbi’nde de destan yazmıştı. Ordusuyla omuz omuza kenti savunmuştu. Bu defa da destan yazdı. Fakat bu tarihte örneğine rastlanılmayacak bir destandı.”

Dünya tarihinde orduların kurtardığı kentler var.

Ordusuyla omuz omuza savaşan halklar biliniyor ama ordusunu imhadan kurtarmak için kesinlikle şehit olacağını bilerek savaşa giden bir halk bilinmiyor. Bunu tarihe Erzurumlu yazdı.

Erzurumlu 3 bin kişi Kargapazarı’nda şehit düşerken sadece Türk Ordusu’nun kalıntısını kurtarmadı. Gelecekte cumhuriyetin kuruluşuyla taçlanacak Kurtuluş Savaşı’nın da tohumunu attı.

Bu şanlı şehitlerin mezarı ve hatta uzun süre makamları olmadığı gibi şimdilerde kendilerinden ve yaptıklarından haberdar olmayan nesillerinin olması düşündürücü ve üzüntü verici.” diye konuştu.

Prof. Dr. Himmet Uç / himmetuc@hotmail.com

Hollanda’da İmam Hatip Lisesi açılacak

İlk etapta iki tane açılması planlanan liseden mezun olacak gençler, Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinde eğitimlerini tamamladıktan sonra yeniden Hollanda’ya dönerek görevlerine başlayabilecek.

Projeyle yakından ilgilenen Lahey Din Hizmetleri Müşaviri ve Hollanda Diyanet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Ünver, birçok Türk sivil toplum kuruluşuyla görüştüklerini ve bu konuda destek aldıklarını belirterek, hedeflenen lisenin bir yıl içinde açılmasının planlandığını söyledi.

Okulun resmi değil tamamen sivil bir girişim neticesinde açılacağını vurgulayan Ünver, bu konuda bir komisyon oluşturulduğunu, İmam Hatip Lisesi Vakfı kurma çalışmalarının başlatıldığını bildirdi.

Hollandaca diline hakim imamlar yetiştirilecek

Türkiye dışında ilk kez bir Avrupa ülkesinde açılacak liseyi bitirenlerin daha sonra Türkiye’de ilahiyat eğitimi alacağını kaydeden Ünver, “Bu yolla Hollandaca diline ve kültürüne vakıf imamlar yetiştirilebilecek. Bunun çok faydalı olacağı düşüncesindeyim. Türkiye’de 4 yıllık ilahiyat fakültelerini bitiren bu gençlerimiz Hollanda’ya dönüp camilerde hizmet verebilecekler” dedi.

Hollanda devletinin de bu projeye sıcak bakacağını umduğunu vurgulayan Ünver, şöyle konuştu:

Çünkü yıllardır, ‘Hollanda’da görev yapacak imamlar bu ülke dili ve kültürüne hakim olmalı, burada eğitim alanlar arasından seçilmeli’ yönünde taleplerde bulunuluyor. Dolayısıyla bu proje bir anlamda Hollanda makamlarının talepleriyle de örtüşüyor. Doğrusunu söylemek gerekirse biz Hollanda makamlarının bu talebini yerine getirmek için yola çıkmadık ama, insanımızın ve gelecek nesillerimizin bu açılıma ihtiyaç duyduğunu gördüğümüz için bu çalışmaya başladık. Aklın yolu birdir fehvasınca böyle bir örtüşme de söz konusu olmuştur. Sonra İmam Hatip Lisesi projesi tamamen sivil bir inisiyatiftir. Resmi bir yönü yoktur.”

Bu okullardan mezun olacaklar Hollanda toplumuyla Müslümanlar arasında köprü görevi görecek

İlk etapta iki tane düşünülen lisenin sayısının çoğaltılmasına süreç içerisinde ve ihtiyaçlara bakılarak karar verileceğini anlatan Prof. Ünver, Hollanda’daki bu girişimin başta Almanya, Belçika ve Fransa olmak üzere Türk ve Müslümanların yoğun yaşadığı diğer ülkeler için örnek teşkil edebileceğini söyledi.

Türkiye’de İmam Hatip Liselerinden mezun olanların geçmişte ve şu anda toplum ve insanlığa önemli hizmetler verdiğini anımsatan Ünver, benzer bir sürecin Hollanda’da da yaşanmasını arzuladıklarını kaydetti.

Bu okullar Hollanda’nın yaranına olacak” diyen Prof. Mustafa Ünver, “Tamamen kendi dinamiklerimizden hareketle açılmasını kararlaştırdığımız bu okullardan mezun olacaklar Hollanda toplumuyla Müslümanlar arasında köprü görevi görecek, sağlıklı bir iletişim kanalı kuracaklar. Türkiye’den gelen imamlar dil eğitimi alıyorlar ama bu yeterli olmuyor. Ama buranın diline hakim imam ve hatipler, İslam’ın yüksek değerlerini ve Anadolumuzun insancıl örf ve adetlerini en iyi şekilde anlatabilecek. Bu yolla toplumun tüm kesimlerine ulaşmak mümkün olabilecek” değerlendirmesinde bulundu.

Radikal

Said Nursi’yi Bir Dünyalı Gibi Sevmek İstiyorum

Barla Platformu başkanı Said Yüce bugün Risale Ajans’ı ziyaret etti. Kendisine Risale Ajans hakkında bilgiler verdikten sonra, son günlerde gündemde olan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün yapmış olduğu “Bediüzzaman’ın Hz. Peygamber’e kadar uzanan soyağacı, seyyid ve şerif olduğuna dair arşiv belgelerini” açıklamasından sonra ortaya çıkan tartışmaları nasıl değerlendirdiğini sorduk aldığımız cevabı bilginize sunuyoruz.

Said Yüce’nin Cevabı ; Evet sizinde ifade ettiğiniz gibi Ahmet Akgündüz hocanın Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin seyyid ve şerif olduğu ile ilgili belgeleri açıklamasının ardından malum tartışmalar çıktı. Destekleyenler, takdir edenler, karşı çıkanlar, uslubunu beğenmeyenler oldu. Ama şunun bilinmesi gerekir ki;

Risale-i Nur bugün, Sibirya’da Severemonsk’te, Şili’de Santiago’da, Afrika Congo Cumhuriyetinde, Varşova’da, Papua Yeni Gine’de, Bitlis Ahlat’ta , İzmir Kuşadasında, Hatay Reyhanlı’da, Samsun Vezirköprü’de, Golan tepelerinin eteklerinde, Erbil’de, Kafkas dağları bitişiğinde Dağıstan sınırında, İsveç Stockholm’da, Mekke-i Mükerremede, Medine-i Münevverede, Paris’te, Londra’da, New York’ta. Sidney’de, Toronto’da, Berlin’de, Pekin’de, Moskova’da,Tokyo’da, Kuala Lumpur’da, Yenice Müslim Köyünde, Ümraniye’de ve daha nice dünya köşelerinde okunuyor ve her gün yeni yerlere, yeni insanlara ulaşıyor.

Ve her dünya köşesinde her gün ve her an yeni bir Nur parlıyor. Bütün bu köşelerde Risale-i Nur’a kavuşanlar, okudukları Risale-i Nur Külliyatının üzerinde müellif olarak Bediüzzaman Said Nursi ismini görüyor ve onu, kendisine ulaştırdığı ebedi hayatını kazandıracak hakikatlerden dolayı kalbinde müstesna bir yere koyuyor.

Onu okuyup hayran olanlar ne milliyetinden, ne de doğduğu topraklardan dolayı değil, yazdıklarından dolayı onu seviyor. Ve hatta namaz tesbihatlarında günde beş defa ona dua ediyor.

Kendi dillerinde onun için Allah’tan güzel şeyler diliyorlar. Ama bütün bunları yaparlarken hiçbirisinin aklına onun milliyeti gelmiyor.
Aslında bu konuya girmeyecektim, madem sordunuz bu tartışmalara nasıl baktığımı ifade edeyim.

Sürüp giden tartışmaların, bu konuda çıkan haberlerin, yazıların özellikle “yorumlar” bölümünde seviyenin ne kadar düştüğünü, haber sitesi okuyucularının da haberin aslı ve içeriğinden çok üzerinde yapılan yorumlara yoğunlaştıklarını görmekteyim. Burada da kantarın topuzu pek çok kez kaçmakta ve zarar verir boyutlara gelmekte maalesef.

Siyasi konularda mümkün olabilen atışma ve tartışmaların böylesine ulvi ve hassas bir konuda oluşturacağı girdabı, bu konuda belge açıklayan, haber veya köşe yazısı yazanların iyi hesaplaması gerektiğini düşünüyorum.

İletişim de bir san’attır. Bir şey açıklamak yahut yazmak için kamuoyu önüne çıkanlar Risale-i Nur gibi Kur’ani bir cevheri ve onun aziz müellifini sığ ve basit tartışmaların malzemesi yapacak şeylerden ve usluptan kaçınmalı, söz söylerken ve kalem oynatırken azami titizlik göstermelidirler. Tarafları, hiçbir tarafta olmayanları, hatta bu konuda hiç bilgi sahibi olmayanları veya başka düşüncelerde olanları da hesaba katmak durumundadırlar.

Bir şey daha söylemek gerekirse…
Milliyeti, ırkı, cinsiyeti, hatta dini bile farklı nice Dünyalılar artık Bediüzzaman’ı seviyor ve her geçen gün daha da sevecek. Onun tarif ettiği Kur’an’a sarılacak, onun sevdirdiği Peygambere uyacak ve onun inşa ettiği iman kal’asına sığınacak insanlar, yerkürede bahar çiçeklerinin süslediği neşeli bayramları yaşayacak. Kim bilir, Üstad belki de Hüsnü ağabeyin o günleri göreceğini müjdelemişti.

Birçok dünyalı daha onu tanımadan eserlerini tanıdılar, yazdıklarını sevdiler. Eserlerinden ve vasıflarından dolayı onu da sevdiler. Bediüzzaman’ın başka vasıfları ve özelliklerinin öğrenilmesi de elbette ona olan sevgiyi pekiştirdi.

Ben de onu bir dünyalı gibi sevmek istiyorum. Çünkü o Alaska buzullarında yaşayanların da üstadı. Ve yazdıkları Eskimo çadırlarında da okunuyor ve seviliyor: bizim içine daldığımız tartışmalardan çok uzak bir şekilde…

02.01.2013
Risale Ajans

Nurun Kahramanları Elbistan’da Yad Edildi

KAHRAMANMARAŞ Yeni Asya temsilciliğinden eğitimci yazar Atilla Yılmaz, Yeni Asya Vakfı Elbistan temsilciliğinde ‘Nurun Kahramanları’ konulu seminer verdi.

Seminer öncesi, katılımcılar akşam yemeğinde bir araya geldi. Atilla Yılmaz, konuşmasında Bediüzzaman Said Nursî’nin başlattığı iman mücadelesinde sebatkâr olan talebelerinin hayatlarından kesitler sundu. Yılmaz, Üstadın hizmetinde bulunan Nur kahramanlarının yaşadığı zorlukları anlatırken salonda bulunan dinleyiciler oldukça duygulandı, bazıları ise gözyaşlarını tutamadı.

BÜTÜN ZORLUKLARA RAĞMEN HİZMET ETTİLER


Yılmaz, konuşmasında “Bunların içerisinde öyleleri vardı ki; asırlar öncesinden, sekiz yüz yıl evvelinden, Gavs-ı Azam Abdulkadir-i Geylani tarafından, Mehdi-i Azam Bediüzzaman Said Nursî’nin etrafında hizmet edecekleri müjdelenmişti. Kimisi gizli gizli Bediüzzaman’ın dilinden dökülen Kur’ân Nurları’nı yazar; kimisi bu yazılanları köyden köye, şehirden şehire ulaştırır. Kara kışa, kara güne aldırış etmeden; zorbalığa, zorba idarecilere boyun eğmeden; tehditleri, takipleri umursamadan, Bediüzzaman’ın mektuplarını, Risalelerini kardaşlarına ulaştırırlardı” ifadelerini kullandı.

Yılmaz, talebeleri hiçbir Süfyani oyunun Bediüzzaman ve eserlerinden koparamadığını belirtti. Bediüzzaman’ın

“Ezcümle, arkadaşlarımızdan -Allah rahmet etsin- iki genç vardı: Biri İlâmalı Sabri, diğeri İslâmköylü Vezirzâde Mustafa. Bu iki zât, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim”

sözleriyle Üstadın övgülerine mazhar olan talebeleri düzenlediği seminer ile dinleyicilere anlatan Atilla Yılmaz, konuşmasında ibretli hayat hikâyelerinden de kesitler sundu. Dinleyiciler, 90 dakika süren semineri büyük bir dikkat ve heyecan ile takip etti.

Mustafa Sezer /Elbistan

Yeni Asya

Hep Birlikte “Kardeşliğimizi Koruma” Görevimiz…

İslam tarihi boyunca maneviyat büyüklerinin üzerinde en çok titredikleri konu, “Kardeşliğimizin korunması” olmuştur.

Birlik beraberliğimizin özünü teşkil eden bu kardeşliğimizin korunması konusu, halen hepimizin bir numaralı meselemiz olma özelliğini devam ettirmektedir.

Nitekim Hocaefendi de sohbetlerinde hep bu kardeşliğimizi koruma konusuna vurgu yapmış, özellikle Uhuvvet Risalesi’nden verdiği bir misalinde de “bir nizaa değmeyen!” dünyevi konuların ayrılık sebebi olmaması gerektiğine işaret ederek şu tespitleri dikkatimize sunmuştur:

Uhuvvet Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Hâfız-ı Şirazî’den “Dünya öyle bir metâ değil ki bir nizâa değsin!.” ifadesini naklediyor. Zannediyorum hiçbirimiz “Hafız-ı Şirazi bu sözüyle mübalağa yapıyor.” diye içimizden geçirmemişizdir. Demek Hafız-ı Şirazi doğruyu söylüyor, hakikati ifade ediyor. Gerçekten de dünya öyle bir meta değil ki bir nizaa değsin de birlik beraberliğimizi bozsun!..

Öyle ise biz, bu doğruyu hayatımıza ne kadar yansıtıyor, fiilen ne kadar benimsiyoruz? Burası cayi dikkattir!..

Bunları düşününce “O hâlde ne güne okuyoruz bu kitapları, ne diye Kur’ân ve sünnetle meşgul oluyor, ne diye Nurlarla iştigal ediyoruz ki?” diye sormadan edemiyorum kendi kendime.. Şayet bu uyarılar bize bir şeyler ifade etmeyecekse, kemalat-ı insaniye adına elimizden tutup bizi Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a ulaştırmayacaksa, niçin zamanımızı israf ediyoruz bu türlü meşguliyetlerle?..

Doğrusu, bîzarım bir nizaa değmeyen konularda bile birbirini affetmeyen kardeşlerden, bağışlamayan dostlardan. Dedi-koduya meyleden çevrelerden..

Demek bir yerde bir rehabilitasyona, davranışlarımızı yeniden gözden geçirmemize ihtiyacımız var. Kanaatimce hepimiz için geçerli bir husus bu..

Zira çok küçük şeyleri büyütüyor, dil ucuyla dahi olsa hemen gıybetlere giriveriyoruz. Böylece zihinler gıybet mülâhazasıyla kirletiliyor; gönüllerin aydınlık çehresine gıybet ziftleri akıtılıyor.

Halbuki gıybet büyük bir günahtır. Gıybet eden kimse, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe yaptığı gıybet günahı bağışlanmaz!..

Gıybet eden, önce gıybetini yaptığı kimseye sevaplarını verecek, yetmezse onun günahlarını yüklenecek, helalleşme ancak böyle gıybetçinin iflasıyla mümkün olacaktır!. Demek ki gıybetin, gıybet yapanı iflasa sürükleyen kısımları da söz konusudur…

Mesela, insanların hüsnüzan besleyip arkasından gittiği büyük zatlar hakkında gıybetle konuşmak büyük bir günahtır. Çünkü böyle bir zatın gıybeti, arkasında olan bütün insanların hakkına girme gibi altından kalkılamayacak bir günahı netice verebilir. Demek bazı gıybetlerde sonuç bu kadar büyüktür..

Eğer temelde biz, Allah Teala’nın büyük gördüklerini büyük görüp büyük kabul etmiyorsak, neticede nice küçük mevzular gelip bu büyük meselelerin yerini alacaktır/almaktadır da!..

Hâsılı, dertliyim, üzgünüm, bîzarım mü’minlere yakışmayan tavır ve davranışlardan, ortaya konulan birlik beraberliği bozacak zaaf ve boşluklardan!..

Evet, bîzarım birbirini affetmeyen kardeşlerden, bîzarım hep kusur gören arkadaşlardan, bîzarım kardeşinin hata ve kusurlarını kaydedip, sevaplarını hiç görmezden gelenlerden!..

Şunu da ifade edeyim ki; bütün bunları, kendi heva-ü hevesime göre değil, sizin de saygı duyduğunuz kaynaklara bağlı olarak dile getirmeye çalıştım. Bu sebeple diyebilirim ki; eğer bu söylenenlere gerçekten inanıyorsak, o zaman gelin, kardeşliği zedeleyecek her türlü duygu ve düşüncenin rüyalarımıza dahi girmesine hep birlikte fırsat vermeyelim!.

Gelin bize sırtını dönenleri dahi kucaklama ahlakımıza devam edelim, Mevlânâ gibi hareket ederek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olma düsturunu hayatımıza hayat kılma azmimizden geri kalmayalım!.”

Çünkü bugün ülke çapında birlik beraberliğe, dünden daha çok muhtacız!

Ahmed Şahin / a.sahin@zaman.com.tr

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version