Gözümün Nuru Namaz (Şiir)

Rabbimizin emridir

Namaz kılan diridir

Cennet onun yeridir

Gözümün nuru NAMAZ

 

Namaz bizim başımız

Olmazsa olmazımız

Allah’a niyazımız

Gözümün nuru NAMAZ

 

Mü’minlerin miracı

Gönüllerin ilacı

Amellerin sertacı

Gözümün nuru NAMAZ

 

İbadetlerin başı

Mü’minlerin gözyaşı

İnletir dağı taşı

Gözümün nuru NAMAZ

 

Namaz kılan pak olur

Yüz siması ak olur

Kılmayan helak olur

Gözümün nuru NAMAZ

 

Namaz gözün nurudur

Mü’minin gururudur

Kalplerin huzurudur

Gözümün nuru NAMAZ

 

Namaz ruhun gıdası

Mü’minlerin nidası

Müslümanın duası

Gözümün nuru NAMAZ

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Risale-i Nur Talebeleri Sabırlı Olur

İnsan olmak hasabiyle hemen hemen imtihansız günümüz geçmiyor. İslami hizmette bulunanların, özelliklede bizim gibi Risale-i Nur okuyanların ne zaman neyle imtihan olacağımız belli değil.

Her an bir musibetli ve sıkıntılı hal ile karşılaşabiliriz.

Aldığımız dersler gereği sabır ve şükürle yolumuza devam etmeliyiz.

Avea İletişimin avukatı başka bir dosya ile beni karıştırıp, icraya vermiş. Bu sıkıntıyı atlatmak isterken, Rotterdam’da başörtüsü yasağı sebebiyle okumak zorunda kalan kızımın okulu, öğrenci belgesini Adalet Bakanlığına göndermeyi unutmuş. Bir yarı yıl kaybetmesine sebep oldu. Bilmiyoruz bu islamafobiden mi kaynaklanıyor.

Sizin anlayacağınız, hizmeti Kuran’iyede olanlar sürekli imtihan içindeler. Ama ben biliyorum ki nur talebeleri sabırlıdır. Yılmadan, vazgeçmeden vazifelerine devam ederler.

Ben bu haldeyken gittiğim bir mahalli derste şu satırları okudu kardeşin birisi:

Hulusi’nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin; Risale-i Nur’un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarıma ve kazançlarımda benimle berabersiniz.” (Kastamonu Lahikası. s.12) cümleleri ile kendime geldim.

Sabah namazı Ulucami’de kılıp dershaneye gittim. Orada da şu satırlarla beynimden vurulmuşa döndüm.

“Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan ettiği ezeli lûtfana karşı secde-i şükrandan başınızı kaldırmayınız! Gecenin soğuğuna aldırmayınız! Sizlere lûtfunu hiçbir hususda esirgemeyen Rabb-ı Rahime, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz.Ve bazıların düştüğü, istkbali düşünmek derdiyle maişeti sarsan hadiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız! Nur’un kutsi kerâmât ve imdadını müşahede ediniz! Dünya fanidir. Binler sene yaşamak olsa, bâki olan hayat-ı uhreviyenin yanında hiç ender hiç mesabesindedir. Fakat fani olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini ve verimli ve bereketli olan nur tohumlarını ekiniz! Zira”Eken biçer.”Atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.”(Tarihçe-i Hayat s. 432)

Uyarıcı ikazlar ardarda geliyordu. Gevşemeye fırsat vermiyordu. Çünki Nur talebelerinin vazifesi kudsidir. İstihdam ediliyorlar.

M.Ali Birand kanser ameliyatı olunca bir yazı kale almıştı.”Neden Ben” başlığını taşıyan yazıda sanki kadere teslim olmuş gibiydi. Bir tenis şampiyonunu örnek veriyordu.

İnsanlar başarılı olduklarında ve nimetler içinde yüzdüklerinde çok azı şükredebiliyor. Aslında menfi ibadet olan hastalık veya musibetlerle imtihan olduğumuzda da Allah’ı daha çok çok anmalı , O’na sığınmalı değil miyiz?

Üstad Hazretleri, yaşadıklarını mutlaka ahiret ile ilişkilendirir. Gerek hapiste gerek hapsin dışında uğradığı haksızlıkların mutlaka bize veya başkalarına bir fayda sağladığını düşünür. Ebedi hayat olan ahireti kazanmak için çekilecek acılara razıdır. Bunun için fani dünyada çekilen sıkıntı, eza ve cefaların adı ve lafı mı olur?

Bu haksızlıkları yapan adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete layık değiller. Bilerek kin ve garazla, inkârcılık adına incitiyorlar ve ve işkence yapıyorlarsa yine Allah’a havale eder. Onların, ölümün idamı ebedisiyle kabrin hapsi münferidiyle daimi sıkıntı ve azap çekeceklerini biliyor ve rahatlıyordu.

Aynen onun gibi bizde zulüm ve haksızlığa uğradığımızda da “Elhamdülillah” diyebilmeliyiz.

Ahireti dikkate almaz isek, dünya çekilmez hale geliyor. Uğradığımız haksızlıkların şiddeti ve öfkesi ancak ahiret inancıyla yatışıyor.

Ayrıca insan birilerini affedebildiği ölçüde stresten kurtuluyor, rahata eriyor. Zaten haksızlığı yapan tövbe edip helalleşmezse cezasını Cehennemde ebediyyen çekecek.

Soğuğa hiç aldırış etmeden; hem namaz için cemaate (özellikle sabah namazına) hem de Nur Sohbetlerine Bismillah”Ya Rabbi tesirini sen halk et” diyeyek evden çıkmalıyız.

Göreceksiniz, maddi bazı sıkıntılarınız olsada ahiret için çok büyük kazançlar elde edeceksiniz, İnşaallah..

Erdoğan AKDEMİR

nurdergi.com

Yemek Yemek, Hayatın Gayesi Haline Gelmemeli

Peygamberimiz (sas), ümmeti hakkında korktuğu durumları göbek bağlamak, çok uyku, tembellik ve iman zayıflığı olarak zikrediyor. Yeme içmeyi hayatta amaç haline getirmeyi ve şişmanlamayı endişe verici bir hal olarak görüyor.

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinin zayıf noktalarını çok iyi bildiğinden, zaman zaman çeşitli ikaz ve tembihlerde bulunmuşlardır. Bu hususta dikkat çeken ikazlardan biri de şu hadis-i şeriftir: “Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu (tehlikelisi) şunlardır: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, (maddi ve manevî) tembellik ve yakîn (iman) zayıflığıdır.” (Suyuti, Fethu’l-Kebir, I, 58.)

Yeni Ümit dergisinin son sayısında Dr. M. Selim Arık imzasıyla yayımlanan ‘Mü’mindeki zaaf’ makalesinde bu hadisle Müslümanların, gaflete, tembelliğe ve iman zayıflığına karşı devamlı uyanık tutulmaya çalışıldığı belirtiliyor. Peygamber Efendimiz’in (sas) ifade ettiği ‘Karın büyüklüğü’nün şişmanlık değil, “göbek bağlamak” anlamındaki oburluk olduğunu ifade eden Selim Arık, “Dolayısıyla karın büyüklüğü ile, kendini gaflete salıp çok yiyen, yeme ve içmeyi hayatın gayesi edinen belki böylece şişman olan insanlar kastedilmektedir. Zira Peygamberimiz böyle yaşayan kimseler için dünya ve ahiret hayatları adına endişe duymuşlardır.” deniliyor.

Bir insanın hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa, onda ahiret hayatı adına bir hazırlık beklemek de zordur. Nitekim Peygamberimiz “Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysaki Ademoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın.” (Tirmizi, Zühd, 47) buyurmuşlardır. Hz. Ali (ra) de “Eğer karnın doymuyor ve obur isen, kendini müzmin hastalardan say.” (Mâverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din, s. 533) demiştir.

Peygamberimiz “İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhari, Etıme, 11) buyurarak, Müslümanların obur olmaması gerektiğine işaret etmişlerdir. Görüldüğü gibi çok yemek ve içmek, kâmil bir mü’minin sıfatı değildir. O halde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline edebilen bir irade insanı olmalıdır. Zira Peygamberimiz “Kişinin her iştahını çekeni yemesi israf olarak yeter.” (İbn Mace, Et’ime, 51) buyurmuşlardır. AİLE-SAĞLIK

Çok uyumak

Cenâb-ı Hak, “Uykunuzu bir dinlenme vesilesi kıldık.” (Nebe 78/9) buyurarak, uykunun istirahat olarak nimet olduğuna işaret etmekte. Hadiste “müdâvemetü’n-nevm” kelimesiyle uykuyu seven ve uykudaki sınırı aşanlar uyarılmıştır.

Tembellik

“İki günü eşit olan zarardadır.” (Aclunî, Keşfü’l-Hafa, II, 323) buyrulmuştur. İslâm, insanları üretime ve dağıtıma teşvik etmiştir. Köşeye çekilip miskin bir şekilde oturmak veya başkalarına yük olmak, İslam’da hoş karşılanmamaktadır.

Yakîn zayıflığı

İnsan Allah’a, peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın sair unsurlarına olan inancını ilimle besleyememiş ise yakîni zayıftır. Çünkü yakînin başlangıcı ilimdir.

zaman

Küçük Zeynep’in Hatırlattıkları

Yaşanmış Bir Hatıra

Sekizinci sınıf talebesi olan Zeynep yaz tatilinde Risale-i Nur okuma programında bulunuyordu. Tatilin sonuna yaklaşılmıştı. Telefonda Zeyneb’in babası o hafta sonu dedesini ve nenesini de alarak ziyaretine geleceğini söyler. Ne yazık ki bu ziyaret gününden bir gün önce babası bir trafik kazası geçirir ve vefat eder. Vefat haberi bize ulaşır ulaşmaz biz Zeyneb’i alıp yola çıktık. Fakat oldukça zor bir soruyla karşı karşıya kalacağımızı biliyorduk. Zeynep sormaya başladı; “Yarın babamlar bizi ziyarete geleceklerdi, biz niçin gidiyoruz? Yoksa bir şey mi var?” Biz bu soruları duymamazlıktan geliyor konuyu değiştirmeye çalışıyorduk.

Nihayet, gece köye vardığımızda saat 02.00’ yi gösteriyordu. Zeynep evin önündeki kalabalığı görünce ilk sözü; “Acaba bizim evde sohbet mi var?” oldu. Arabadan indiğinde insanların hüzünlü bakışlarından cenaze havasını sezmişti. “Acaba dedem mi vefat etti?” diye sordu. Sonra dedesini görünce ninesini sordu, onu da görünce annesinin tavırlarından babasının vefat ettiğini anlamıştı. Annesinin boynuna sarılarak bir taraftan ağlıyor bir taraftan da ilk söz olarak ; “Ya baki entel baki, ya baki entel baki” diyerek; “Anneciğim biz kadere inanmışız. Bir gün babamın gittiği yere biz de gideceğiz. Biz Ahirete, öldükten sonra dirileceğimize inanmışız sabırlı olmalıyız.” Gibi sözlerle annesini teselli etmeye çalışıyordu.

Daha sonraki günlerde: “Ben Risale-i Nurları okuyup Allah’a,  Ahirete ve kadere inanç gibi kuvvetli iman derslerini almamış olsaydım bu acıya dayanmam çok zor olacaktı. Beni o dersler teselli etti.” diyordu.

Zeynep ve annesini bundan başka ne teselli edebilirdi ki!..

Özetlenecek olursa, çocuklar Allah’ın ve ahiretin varlığına inanmakla, yok olmanın ve sevdiklerinden ebedî ayrı kalmanın verdiği endişelerden kurtulabilirler. Kalp ve ruhlarındaki yakıcı elem ve ümitsizlikler yerini sevince bırakarak dünyalarını da Cennet hayatına çevirebilirler.

İdris Görmez / NurNet.Org

Hz. Ömer’den, kardeş katiliyle barışma örneği…

Hz. Ömer Efendimiz’in, üvey annesi Esma’dan doğan Zeyd adında bir kardeşi vardı. Üvey kardeşi olmasına rağmen Zeyd’i çok seviyordu. Çünkü Zeyd hem İslam’a kendisinden önce girmiş, hem kendisinden önce hicret etmiş hem de tüm gazalarda Peygamberimiz’in yanında hazır bulunmuştu.

Bedir’de ise bir başka fedakârlık göstermişti. Savaş öncesinde kendisine verdiği zırhı giymeyerek, ‘Ben senden yaşlıyım önce ben şehit olarak gitmeliyim, zırhı sen giymelisin.’ diyerek zırhsız cepheye yürümüş, böylece zırh ortada kaldığından ikisi de savaşa zırhsız olarak gitmişlerdi!..

Ancak Zeyd’e çok arzu ettiği şehidlik, Hazreti Ebu Bekir’in (ra) zamanında Yemame’de sahte peygamberlere karşı girşilen savaşta nasip olmuştu. Gösterdiği büyük fedakârlık sonunda zafer kazanılmış, nihayet çok arzu ettiği şehitlik rütbesine de Yemame’de erişmişti.

Üvey kardeşi Zeyd’in ölüm haberini duyunca çok üzülmüş, takdirlerini de şöyle dile getirmişti:

– Rabb’imiz Zeyd’e rahmet eylesin, iki güzel konuda beni geçmiştir. Biri benden önce İslam’a girmiş olması, diğeri de yine çok arzu ettiği şehitlik makamına benden önce kavuşmuş bulunmasıdır.

Üvey kardeşi olmasına rağmen Zeyd’in ölümüne çok üzülen Hz. Ömer (ra), bir gün Medine’de Mütemmim’le karşılaşır. Mütemmim de, aynı şekilde Yemame Savaşı’nda öldürülen kardeşi Malik için söylediği içli şiirlerle gözyaşı dökmektedir.

– Eğer ben de senin gibi güzel şiir söyleyebilseydim kardeşim Zeyd için içli şiirler söyler, kendimi birazcık olsun rahatlatırdım, der. Mütemmim’in buna cevabı çok etkili olur:

– Ey Ömer der, şayet benim kardeşim de senin kardeşin Zeyd gibi Müslümanlar safında müşriklere karşı savaşırken ölseydi ben üzüntülü şiirler söylemez, aksine sevinçli mersiyeler dizerdim. Ne yazık ki benim kardeşim müşriklerle birlikte Müslümanlara karşı savaşırken öldürüldü. Üzüntümün şiddeti, müşriklerin safında iken gitmesindendir. Bu değerlendirmeyi etkilenerek dinleyen Hz. Ömer:

– Ey Mütemmim der, beni şimdiye kadar böylesine gerçekçi sözle kimse teselli etmedi, Zeyd’in üzüntüsünü azaltmış oldun bu hatırlatmanla…

Böylece Zeyd’in acısını azaltmaya çalışan Hazreti Ömer, bir süre sonra kendisi halife seçilir, Medine’de çarşıyı kontrol ederken Zeyd’in savaştaki katiliyle barışta yüz yüze geliverir.

Bu sırada can yakıcı sorusunu sorar:

– Yemame’de Zeyd’i sen mi öldürdün? Zeyd’in katili önce biraz şaşırır gibi olursa da toparlanarak beklenmedik cevaplar verir.

– Ya Ömer, önce beni bir dinle, sonra yapacağını yap, senin adaletine karşı güvenim tamdır, diyerek açıklamasını şöyle yapar:

– O savaşta ben müşrikler arasında imandan mahrum biriydim, Zeyd de müminler arasında imanla şereflenmiş biriydi. Zeyd o sırada beni küfür üzere iken öldürse de şu anda kavuştuğum imandan beni mahrum bıraksaydı, Zeyd ne kazanırdı beni imansız olarak cehenneme göndermekle? Lütfen bunu bir düşünün!.. Ama Rabb’imin takdirine bak ki, Zeyd’in eliyle beni cehenneme göndermedi, yaşatıp bana Müslüman olma şerefi nasip etti. Benim elimle de Zeyd’e şehitlik takdir edip ona da cennetin en yüksek makamını münasip gördü… Sen bu iki İlahi takdirin hangi yanından üzüntü duyuyorsun? Benim Zeyd’in eliyle küfür üzere ölmeyip bana iman nasip etmesinden mi, yoksa Zeyd’in benim elimle şehit olup da cennetteki şehitlik makamına yükselmesinden mi? Bu iki İlahi takdirin hangisinde üzülecek sonuç var?

Bu yaklaşımı dikkatle dinleyen Hazreti Ömer’in bir vasfı da ‘vakkaf’lıktı. Yani doğruyu bulunca anında fren yapıp durmak. Yine öyle oldu. Aynı vasfını burada da gösterdi. Söylenenleri tam değerlendirerek dedi ki:

– Şükrederim Rabb’ime ki, savaşta kardeşime şehitlik takdir etmiş, karşı safta yer almış katiline de iman nasip eyleyip bize din kardeşi yapmış!..

Bundan sonra Müslümanlar Zeyd’in katiline intikam duygusuyla bakılmaması için halk içinde kol kola birlikte yürümüşler, artık savaşın bitip barışın başladığını, toplumun geçmişi unutarak geleceğe barış içinde bakmasını, kan davasına yer olmadığını fiilen ifade etmiş, topluma mesajı böyle vermişler!

Ne dersiniz, bu tarihî kol kola yürüyüşten günümüze de mesajlar çıkar mı?

Ahmed Şahin / Zaman

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version