Yayınevlerinin Dikkatine!

1.5 milyon insanın yaşadığı Trakyada bu güne kadar kitapla okuyucuyu buluşturacak bir etkinlik yapılmadı.

Birleşmiş Milletler İnsanı Gelişme raporuna göre Türkiye kitap okuma konusunda 173 ülke arasından 83. sırada.

İngiltere ve Fransada halkın %21 i düzenli kitap okurken Türkiye’de %0.01 sadece 40 bin kişi düzenli kitap okuyor.

Bir Japon yılda ortalama 25 kitap okurken Türkiye’de 6 kişi 1 kitap okuyor.

Norveçli kitaba yılda 137 $ harcarken Türkiye’de bu rakam sadece0,45 $.

Oysa rakamlar halkımızın, insanımızın kitapla tanışmasının ne kadar gerekli olduğunu ap açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Ramazan ayında bilhasa Trakyanın Selimiye, Sokullu, Hızırbey gibi camiilerinde kitap fuarlarının düzenlenmesi gibi etkinliklerin yapılması halkımızın kitap okumasına fayda sağlayacağını umuyorum.

Okuyucuyu kitapla yazarla buluşturmak toprağın yağmurla buluşması gibi birşey olsa gerek hele bu toprak yıllardan beri su görmediyse kuraklıktan çatlamışsa daha da bir özlemle kavuşurlar.

Bu duygu ve düşüncelerle yayın evlerinin bu konuya hassasiyetle özen göstereceklerini umuyorum.

Çetin Kılıç / Lüleburgaz

Risale-i Nur’da Sevgi Ve Tezahürleri

Kâinatın süslendirilmesi, tezyin edilmesi insanın bu tezyin ve süslemeye karşı tavrını muhabbetle belli etmesi gerekir. Muhabbet ancak sevmeye sevmekle mukabeleyle, karşılık vermekle, ibadetle olur. Sevmenin belirtisi ibadettir. Kâinatı insana hizmetkâr eden Allah’a karşı insanın, bir sembolik hareketle Rabb’ine karşı sevgisini göstermesi gerekir.

Bediüzzaman sevgi kavramının esrarını çözen büyük bir yorumcudur. Dünya edebiyatında, edebiyatımızda sevgi konusunda binlerce, on binlerce söz söylenmiştir. Ama bunlar sadece sevgi edebiyatıdır. Bediüzzaman sevginin de esrarını çözmüştür. Sevgi insana niçin verilmiştir, nerede ve nasıl sarf edilir? Sevgi nedir, tutarlı sevgi nedir? Bediüzzaman, tüm bu sorulara cevaplar verir.

Bediüzzaman sevgi ve muhabbeti tabiat okumalarıyla ortaya koyar, insanın bu tabiat okumalarında ortaya çıkan sevgiye karşı tutumu onun sevgisidir. On Birinci Söz’de olaylardan çıkarır sevgiyi ve insanda ona karşılık olacak sevginin nasıl olması lazım geldiğini anlatır, hatta gösterir. Bediüzzaman sevgiyi anlatan değil, gösterendir.

Bediüzzaman, sevginin nasıl olması gerektiğini eserlerinde şöyle anlatır:

Kâinatın yapılması, insanın Allah’ı tanımasını gerektirir. “Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi O’nu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.” (Sözler)

Bediüzzaman, imanı bir tasdik değil, evrenin insanın nazarına açılmasıyla bir desteğe bağlar. Evrenin insana açılması insanın da ona karşılık olarak bu açmayı gerçekleştireni tanıması gerekir. Bu yapılan işi şu güzel cümleyle ortaya koyar: “Siz dahi O’nu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.” Felsefe bu fiilden bu anlamı çıkaramamış, insanlık bunu binlerce yıl anlayamamış.

Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi O’nun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi O’na sevdiriniz.” (Sözler) Bediüzzaman burada kâinatın yaratılmasının arkasından insanın ilgisini çekecek şekilde süslenmesini tahlil eder. Süslenme sevgiyi harekete geçiren bir durumdur. İnsan süslenir ta ki başkası onu sevsin, sevimli görsün. Âlem süslenir ta ki insan bu süsün sahibini sevsin diye.

Nasıl bir sevgi?

Bediüzzaman, sevginin nasıl olacağını şöyle anlatır: “Sanatını takdir ve işlerini istihsan”. Evren bir ilahî güzel sanatlar galerisidir, bu galerinin sahibi Allah’tır. Takdir ve beğenme insana ait sevginin şeklidir. Bir küçük güzellik karşısında kendinden geçen insan, bu evrenin harika güzelliklerinin sahibini sevmek istemez mi?

Onuncu Söz’de sevginin ve muhabbetin gösterilmesi daha farklı şekilde anlatılır, hatta gösterilir: “Evet, şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki, en aciz, en zayıftan tut, ta en kaviye kadar her canlıya layık bir rızık veriliyor. En zayıf, en acize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedaheten gösteriyor. Mesela, bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslarla giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit en tatlı, en musanna meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.“ (Sözler)

İlahî sevgi

Bediüzzaman ilahî sevginin nasıl ortaya konduğunu göze hitap ederek gösterir. Daha sonra metni çözümlerken sevgiye nasıl karşılık verileceğini anlatır: “Hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese…” (Sözler) Sevgiye getirilen ölçü ibadettir. Nimetleriyle kendini sevdiren Allah, insan ise onlara karşı ibadetle karşılık verecektir. İşte Bediüzzaman’ın sevgiyi analiz etmesi budur. Edebiyat ve felsefe sevgiye böyle bir çözüm getirememiştir.

Sevgi edebiyatı, edebiyatın en geniş şubelerinden biridir. Sevgi ile ilgili binlerce mısra söylenmiş, yorumlar yapılmıştır. Bediüzzaman sanatın ve edebiyatın bu beylik ve klasik konusuna her konuda olduğu gibi farklılık getirmiştir.

Sevgi göstermek kişinin isterse yapacağı, isterse yapmayacağı bir davranış tarzı gibidir. Bediüzzaman ise sevginin iki başlı bir kavram olduğunu vurgulayarak insanı sevgi konusunda zorunlu bir tutuma getirir.

Şu ifadede tanıttırmak ve sevdirmek bağlantısı ile insanın lütfen sevmek değil zorunlu sevmek mecburiyetini anlatır, kurulan mantıki bağın gücü ne kadar sağlıklıdır. Bediüzzaman nasıl duygusal ve romantik bir hazırlayıcı fon ile insanın sevmek zorunda olduğunu, ama bu sevginin baskı ile değil olayların lisan-ı halinin iticiliğiyle olduğunu anlatır: “Evet hiç mümkün müdür ki insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile O‘nu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese…“ (Sözler, Onuncu Söz)

Sevgi ve süslemek

Tezyinat süslendirmek demektir. Psikolojik olarak bir şeyi süslemek ona ilgi duymayı sağlar, ilgi de sevgi şeklinde ortaya çıkar. İnsanların süslenmesi bundan ileri gelir. Bu kaideden hareketle On Birinci Söz’de âlem sarayının tarifçisi olan Zat (a.s.m.) ahaliye şu yolda konuşur: “Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi O’nun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi O’na sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile O’na muhabbet ediniz.

Süslü bir şeyi insanlar ya beğenir ya da beğenmezler. Beğenince takdir ederler. Basit bir süs karşısında tavır alan insanın evi olan koca kâinat insan için süslenmiştir. Bu süslerin sahibini takdir etmesi ihsanları karşısında ona muhabbet, sevgi göstermesi mantıki bir zorunluluktur.

Allah’ın yarattıklarını tezyin etmesi, onların mahiyetine göre onları süslemesi onlara dikkat ve önem verdiğini gösterir: “Hem o perde-i inayet içinde harika tezyinat bilbedahe bir inayet-i tammeyi gösterir. Ve o inayet-i tamme bizzarure inayetkar bir Halık-ı Kerim’i gösterir.“ (Sözler, Otuz Üçüncü Söz) İnsana dikkat ve önem veren Allah’a karşılık insanın da önemsemesi ve kendine düşen sorumluluklara dikkat etmesi gerekir. Bu dikkat ve itina ancak ibadettir.

Kâinatın süslendirilmesi, tezyin edilmesi insanın bu tezyin ve süslemeye karşı tavrını muhabbetle belli etmesi gerekir. Muhabbet ancak sevmeye sevmekle mukabeleyle, karşılık vermekle, ibadetle olur. Sevmenin belirtisi ibadettir. Kâinatı insana hizmetkâr eden Allah’a karşı insanın, bir sembolik hareketle Rabb’ine karşı sevgisini göstermesi gerekir. Göstermeye karşı göstermekle karşılık gerekir.

Daha sonra sevmenin biçimi ve modeli Hz. Peygamber’de (a.s.m.) şekillenmiştir. Yoksa herkesin sevme şekli kendine göre olurdu, bu yüzden sevmenin en ideal şekli Hz. Peygamber’in (a.s.m.) yaptığı ve sergilediği davranış modellerine uymaktır.

Bediüzzaman’ın nasıl mantıklı bir sevgi teması geliştirdiği ortadadır. Ayakları yere değmeyen sevgi edebiyatı değildir onun ki…

Prof. Dr. Himmet Uç

En Büyük Hasletlerden Biri; Cömertlik.

İslam inanışında cömertlik en büyük hasletlerden birisi olarak kabul edilir. Hem Kur’an ayetlerinde, hem de hadislerde cömert olmak tavsiye edilerek faziletinden bahsedilir..

Cömertlik, kişinin manevî temizliğine sebep olan, onu ateşten koruyan bir haslettir. “Temizlenmek için malını hayra veren en muttakî  (Allah’a karşı gelmekten en çok sakınan kişi) kimse o ateşten uzak tutulacaktır” (Leyl,s. 92/17-18).

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.m) cömert kimse hakkında şöyle buyurur:  “Cömert kişi, Allah’a yakın, Cennet’e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Cimri insan da, Allah’tan uzak Cennet’ten uzak, insanlardan uzak, Cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir” (Tirmizî, “Birr”, 40).

Sevgili Peygamberimiz (s.a.m) Hz. Ebubekir’in (r.a) kızı Esma’ya şu tavsiyede bulunmuştur. “Kesenin ağzını bağlama ki, Allah da sana kesenin ağzını bağlamasın. Saymadan ver ki Allah da sana saymadan versin” (Buharî, “Zekat”, 21).

Mallarını gece gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler varya, onların mükâfatı Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntüde çekmezler.“(Bakara,s.2/274)

Cömerliğin övüldüğü bir başka ayetAllah’ın verdiklerinden Allah yolunda harcanması emredilmiş, şeytanını insanı fakirlikle korkutacağı  belirtilmiştir.(Bakara s. 2/267-268)

Dinimiz tefritten (aşırılık) kaçınmayı her zaman teşvik etmiş,cömertlik yapıyorum diye ailesini başkalarına muhtaç hale getirecek  davranışlardan uzak durmayı emretmiştir.(İsrâ, s.17/29)

Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: “Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka veren ve salihlerden olsam” demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.”(Münâfikûn,s. 63/10).” Cömert insan verdikçe Allah’ta ona verir“. (Se’be,s. 34/39).

Hz. Ali (r.a) şöyle buyuruyor: “Güzel huyların en güzeli cömertliktir.

İnsan içtimai hayatta olduğu için, Allah’ın kendisine verdiği nimetleri ve imkanları diğer insanların ve canlıların istifadesine sunanması imanının bir çeşit tezahürüdür. Cömertlik te insana Allah’ın vermiş olduğu imkanları muhtaçlara  meşru  daire de kalmak şartı ile  Allah rızası için insanlara yardım ve ikramda bulunmasıdır.

Cömert insan kendisi ile de toplumla da barışıktır. Huzur içindedir. Zaten yapılan ikramın içinde manevi bir ücret vardır. O yüzden  Mümin, yaptığı bu fedakarlık karşısında başka bir şey beklemez.

Cömert kişi Allah’a yakın, insanlara yakın, Cennete yakındır. Cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzak, Cennetten uzaktır.Cehenneme yakındır.Cömert olan cahil Allah’a, kendini ibadete veren cimri kimseden daha sevimlidir.”(Camü’s Sağir, Hadis No:2412 , Tirmizi “Birr”,40)

Peygamberimiz (s.a.m.) elindeki malı cömertce hak yoluna harcayan kimsenin imrenilecek iki kişiden biridir.” buyuruyor.(Buhari.” İlim”,15) ve cömertliğin zıddı olan cimriliği Müslümana asla yakıştıramamıştır.”(Tirmizi,” Birr” 41)

Cimrilikten de sakınınız; zira,cimrirlik sizden önceki ümmetleri helak etmiş, onları haksız yere birbirlerinin dökmeye haramları helal saymaya sürüklemiştir.”(Müslim,”Birr” 56-2578)

Cimrilik, mal biriktirme hırsıyla, harcamaktan ve hayır yapmaktan kaçınmaktır. Cimrilik bir hastalıktır. Ve bu hastalıktan kurtulmanın yolu asgari ölçülerde Allah yoluda ve Allah’ın kullarına vermektir.

Allah Resulü (s.a.m) buyuruyor: “Mümin bir kimsede iki özellik bir arada bulunmaz. Bunlar, cimrilik vre kötü ahlaktır.“(Nesa-i “Cihad”,8- Tirmizi”,Zühd”,8)

Cimrilik, kişiye verilen nimetin ve varlığın , gelecek  korkusu ile biriktirmektir.Bu nimetlerin kendisine Allah tarafından verildiğinin unutulmasıdır.Cimriliğin zararı tüm toplumadır.

Rabbim şöyle buyuruyor: “Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği  nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar..Hayır! O,kendileri için şerdir.Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.“(Al-i İmran, s.3/180)

Mümin ihtiyac olduğunda  kendisi, çoluk- çocuğu ve toplum için harcar. Mesela: Osmanlı da herkes  devletten aldığını veya alın teri ile kazandığını Allah için harcamıştır.  Sadaka-i cariye olan ölmez eserler  bırakmışlardır. Rahmetli Ruşen Gümüş ağabaey, bana demişti: “Osmanlı paşaları ile şimdiki paşaların mal varlıklarını ve nerelere harcadıklarını bir araştır.

İstanbul Çarşamba’da ki, “Sanki Yedim Camii” bu fedakarlığa güzel bir  misaldir.

Cimri yedi dertten kurtulamaz.

1-Ya ölür,savurgan varislere kalır da Allah rızasının dışında kullanılır.
2-Yahut Allah onun üzerine zalim bir idare musallat eder de malını elinden kahren alırlar.
3- Veya bir gün şeytana uyup malını şehveti uğrunda istemeyerek  harcar.
4-Veya elindeki malı kimselere faydası olmayan bir yere  bir bina yaptırır.
5-Veya bir hırsıza rızık olur veya ateşte yanıp kül olur.
6-Veya şifa bulamıyacak bir hastalığa yakalanır da o malı o yolda harcar.
7- Veya gömdüğü yeri unutarak, ya da kimseye söylemediği için belirsiz hale gelerek unutulmaya mahkum olur.

Bunun örneği: karı-kocanın birbirlerinden gizli açtıkları hesaplarının  vefatlarından sonra devlete kalması gibi. Ya da yatağa yorgana, paltoya ceketlerin içine gizlenen paralarını eskiciye verilerek kaybolması veya elden çıkarak kimseye faydasının olmaması gibi durumlar malesef yaşanmış acı gerceklerdir..

Ahir kelam  Yaşasın çömertlik… Ne diyelim…

Erdoğan AKDEMİR
erdoganakdemir@mynet.com

Kaynak : Nurdergi.com

Hayvanın Gıybeti Yapılır mı?

Bediüzzaman Hz.leri Van Nurşin Camii’nin küçük odasında talebelerine ders veriyordu. Bir gün odanın kapısı açık kalmış ve içeri bir köpek girmişti.

İçeride küpte et kavurması vardı. Bir öğrenci için çok değerli bir yiyecekti kavurma… Kış boyu onu yiyeceklerdi. Bunun için küpü gözleri gibi koruyorlardı.

Köpek kavurmayı yemek için başını küpe sokmuş, kavurmayı yemiş, ancak kafasını çıkaramayınca küpü de kırıp kaçmıştı.

Buna talebelerin çok canı sıkılmıştı. Bir planla köpeğin tekrar odaya gelmesini sağlayacak ve onu bir güzel döveceklerdi.

Anlaştılar. Planlarını da Bediüzzaman’dan gizli tuttular.

Fakat Bediüzzaman durumu nasıl olduysa öğrendi. Ve onları bu davranışlarından vazgeçirmek istedi. Hepsini yanına çağırdı. Neler olup bittiğini sordu.

Talebelerin yaşça biraz büyüğü olan Molla Resul:

– Seyda, dedi. Biraz kavurmamız vardı. Yemeye kıyamıyorduk. Halbuki bu köpek gelmiş, hem kavurmayı yemiş, hem de küpü kırıp gitmiş. Şimdi biz bunu nasıl dövmeyelim?

Bediüzzaman:

– Molla Resul, senden soruyorum, vicdanen söyle: Sen aç kalsan, paran da olmasa, bir şey almaya gücün de yetmese, sonunda açık bir yerde bir et bulsan, yer misin yemez misin, dedi. Halbuki aklın var, biliyorsun ki, bu etin sahibi var.

Molla Resul bir süre sustu. Sonra cevaben:

– Evet, yerim Seyda, dedi.

Bediüzzaman tekrar:

Bu hayvandır, aklı yoktur. Haramı helali bilmez. Hayır ve şerri tanımaz. Sahibinin kendini döveceğini de düşünmez. Açık kapıdan girip kavurmanızı yemiş. Bundan dolayı dayağı hak etmiş midir? Elinizi vicdanınıza koyun ve öyle cevap verin.

Molla Resul ve arkadaşları verecek cevap bulamadılar ve:

– Köpekte kabahat yoktur, demek zorunda kaldılar.

Bunun üzerine Bediüzzaman:

Madem öyledir, artık bu hayvanın gıybetini yapmayın ve helal edin.

Molla Resul diğerlerine göre Bediüzzaman’la daha samimi konuşur, içinden geçeni olduğu gibi söylerdi. Gülerek şöyle dedi:

Seyda, içimizden gelmiyor ki, helal edelim. Fakat siz helalleşmemiz için bizi ikna ettiniz.

(Bediüzzaman’la Yaşayan Öyküler kitabından)

Dua ediyorum ediyorum..

Bir önceki yazımızda bize ihsan edilen nimetlerin bir “şükür ağacı” teşkil ettiğinden bahsetmiş ve “istediğimiz halde bize ihsan edilmeyen nimetler neden verilmiyor?” sorusuyla bitirmiştik.

İçimizden yükselen bir ses: “Dualarımda mükerrer defa istediğim bazı ihtiyaçlarım var, kimseye zararı olmayan bu isteklerim neden verilmiyor, neden dualarım kabul olmuyor?” sorusu ile kalb ve aklımızı meşgul eder.. Bir yanda “duaya devam et” diyen imanımız, diğer yanda hikmeti sorgulayan sabırsız nefsimiz, bizi iki arada bir derede bırakır.. Belki dua ile acizane fakirane Rabbimize dönen kırık gönlümüzün halet-i mahzunanesini rencide eder. Peki nedir duanın aynıyla, hemen kabul edilmeyişindeki hikmet?

İnsaniyetimize tercüman olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şöyle dile getirir:

İ’lem Eyyühel-Aziz! Bazı dualar icabete iktiran etmez, diye iddiada bulunma.

Duama icabet edilmiyor iddiası hakikat değildir.

Çünki dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksadlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Meselâ: Şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

Ey aziz kardeşim ve sabırsız nefsim! Duan, yani Halık-ı Zülcelal’inden bir matlubunun tahsilini arz etmen, başlı başına bir ibadettir; duan ile “kulluğunun özü olan” iman şuurunu ifade edersin. Yani dersin ki “benim en gizli hatırat-ı kalbimi işiten ve alemin tamamında tasarrufa muktedir bir Halık’ım var; her hacetimi ben dile getirmeden, farkında bile olmadan imdadıma gönderen o Halık’ım bu isteğimi de elbette görüyor, işitiyor, vakt-i münasipte gönderecek” demiş olursun.

Halık’ı ile böylesine yakın bir münasebeti tesis eden, kuvvetli bir ibadettir dua. İbadet olduğu için de neticesi hususen dar-ı bekada görülür; duanın neticesi mutlaka bu alemde görülmez; ancak bizim uhrevi tarafımızı yani imanımızı, Rabbimize olan intisabımızı kuvvetlendirir. Dünyevi anlamdaki ihtiyaçlarımız bazı hususi duaları yapabilmemiz için gerekli halet-i ruhiyeye girmemize birer zemindir; bizi bazı acizlik ve fakirlik hissiyatına götüren vesilelerdir. O acz ve fakr haletleri ile bir dayanak, bir meded noktası aramaya başlarız; işte o zaman vicdanımız her durumda kendisine imdad ve rahmet edecek İlah’ını bulur ve itminana erer. Eğer o vesileler olmasa idi, nisyandan geldiğimiz için acz ve fakrımızı unutmuş olarak Merci-i Hakikimiz olan Rabbimize nasıl dönecektik? Arayış olmayınca bulma da olmayacak, Rabbini bulamayan bizler de dünya çölünde yapayalnız kaldığımız halet-i vahşiyanesi içinde saadetimizi belki de –Allah muhafaza- iç muvazenemizi kaybedecektik. Bugün duadan uzak olan batı toplumlarındaki psikolojik rahatsızlıklar duanın ve dua vasıtasıyla Halık’ı ile intisab peyda etmenin insan için ne kadar büyük bir ihtiyaç ve nimet olduğuna en zahir bir delildir.

Duamızın aynıyla kabul edilmeyişindeki ilk hikmetin bizi dua ettiğimiz “merciye döndürmek” ve nazarımızı O’nun Kudret, Samediyet vasıflarına çevirmek olduğunu anladık.

Mesnevi’deki kısmın devamında Bediüzzaman Hz. diğer hikmetlere işaret ediyor:

Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksadlar hasıl olursa, zâten nurun alâ nur. Ve illâ, icabet duaya iktiran etmedi, diyemezsin. Ancak, henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır, diyebilirsin. Çünki o maksadlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakk’ın duaların icabetine va’detmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. Duaya her halde cevab verilir. Cevabsız bırakılmaz. Matluba olan is’af ise, Mücîbin hikmetine tâbidir. Meselâ: Doktoru çağırdığın zaman, herhalde: “Ne istersin” diye cevab verir. Fakat: “Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver” dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülayim olmadığından vermez.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

İcabet duaya iktiran etmedi, duama icabet edilmiyor diyemeyiz; çünkü “اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ ” ayet-i kerimesi ile sabittir ki her duaya cevap vermek vardır; ancak aynını vermek  Rabbimizin hikmetine tabidir. Burada fark etmemiz gereken en mühim nokta şu ki: bizim istek ve heveslerimiz umum kainatın kaderini çizen programın mühendisi değildir.. yani  aleme bizim isteklerimiz değil Rabbimizin hikmeti şekil verir. O zaman “isteklerimizin hayatımıza yön vermesini beklemek” yanlışından kurtulmamız gereklidir. İrademiz yani cüz’i ihtiyarımız kainatta hiçbir şeyi yaratamaz, ancak istemek ve seçmekle bir dua yapar ama neticeyi verip vermemek, yaratıp yaratmamak yine Halık-ı Alemin kudret ve hikmetine tabidir. Bize düşen güzel şeyler istemek, Rabbimizin istediğini istemeye halî, fiilî dua etmektir. Acizlik ve fakirlik içinde yuvarlanan bizlerden beklenen sadece duanın lisanıyla acz ve fakrımızı Rabbimize ilan etmek, rızası dairesinde fiilî duaları yapmaktır. Dualara en muvafık cevabı vermek, hastalığımıza şifa ise neticeyi vermek, şifa değilse vermemek, Halık’ımızın hikmetine bakar.

Hem dua ettiğimiz halde vaktinin ne zaman kaza olacağını yani alemin ne zaman bizim isteğimize uygun vaziyet alacağını bilemediğimizden duaya her halukarda devam etmek gerekir. Bazen dua ile alem değişmez ama biz değişiriz.. Bakarız ki verilmesini istediğimiz şey bizim için uygun değilmiş ya da verilmemesinin çok faydaları varmış. Matlubu istemekten vazgeçip işi Rabbimizin tedbirine bırakmakla tevekkül haleti alırız. Böylece istediğimiz şeyden çok daha yüksek bir iman şuuruna çıkarız ki duanın bir semeresi de bu manevi kemalata vesile olmasıdır.

Duamızın aynıyla kabul edilmeyişinde bir hikmet de:

Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kasdıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aks-ül amel olur. O dua ibadetinde ihlas kırılır, makbul olmaz.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

 Dua ederken nazarımızı neticeyi elde etmeye hasredip, Rabbimizle intisabımıza kıymet vermeyişimizdir. Böyle bir anlayış, dünyayı ahretten kıymetli; dünya menfaatini kulluğumuzdan ehemmiyetli zannetmek gibi halleri ihsas ettiği için imanımıza ve İslamımıza zıd haletlerdir. İhlası yani ibadetimizin Rabbimizle intisabımıza vesile olma keyfiyetini kırar, neticede o duamız batıl ve neticesiz olur. Eğer duamız makbul olsun istiyorsak en başta bu ihlas şartına riayet etmemiz, “Dünyanın hiçbir metaı Rabbimle olan intisabımdan kıymetli değildir” imani şuurunu kazanmamız gereklidir. Duaya devam ettikçe kalb ve aklımızın bu noktaya çıktığına şahit oluruz.

Çok boyutları olan dua ibadetinde şu noktaya da değinelim:

Mahlukat içinde en cami mahluk insan olduğu için, Rabbimiz bizden bütün dua nevleri ile dua etmemizi ister. Yani kal ile dua edip fiili duayı bir kenara bırakan tembelce bir bekleyiş makbul olmadığı gibi, sebeplere saldırıp neticeyi sebeplerden bekleyen bir fiili dua da makbul değildir. Rabbimizin bizden beklediği bazı çok yüksek dualar vardır ki kal ve fiil duaları da kafi gelmez; halimizle, ihtiyacımızla belki ızdırarla talep etmek gerekir.. Duamızın çeşitliliği, sürekliliği arttıkça Rabbimizle olan intisabımızın kıvamı da artar; imanımız inkişaf eder; neticenin elde edilmesinden ziyade Rabbimizle olan irtibatımız nazarımızda daha ehemmiyetli görünmeye başlar; böylece dua ibadeti bizi varmamız gereken noktaya çıkarmış olur.

Yazımızı makbul bir dua ile bitirelim:

“Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn”

Nabi

www.NurNet.Org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version