Eski Said ve Eski Said Dönemi Sergisi Ardından

Eski Said veya Birinci Said sergisi, terminolojik olarak eski ile yeni Said veya Birinci ve İkinci Said dönemi tartışılabilir. Eski gündemini kaybetmiş olarak mı algılanmalı, yoksa birtakım zaruretler mi böyle bir sınıflandırmayı veya ayırımı zorunlu kıldı?

Eski Said dönemi ile Yeni Said dönemini gerekli kılan sosyal, tarihi ve siyasi şartlar olduğu kadar Bediüzzaman’ın mücadele takvimi içinde zorunlu yapan nedenler de var. İki dönem arasında bir büyük kırılma var; bu bir tarihi kırılma olarak yorumlandığında Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişin arasındaki kırılma dönemini hatıra getirir.

Bu iki devrin Bediüzzaman’a bakışı arasında büyük bir tezad olduğu görülür.

Birinci Said dönemindeki mücadele tarzı, Cumhuriyet devrinin şartları içinde imkânsızdır. Birinci dönemde büyük itibar gören bir misyon adamı, ikinci dönemde hayatına bile sürekli kastedilen bir insandır. İki dönem o kadar birbirine kıyaslanamayacak kadar unsurlarla doludur.

İkinci dönemde sahnede kalan kimse yoktur, tiyatro tek kişilik bir tiyatrodur, bir monolog tiyatrosudur, sadece sahnede bir şahıs kendi iç monologları ile konuşmakta, seyirciler ise  oyuncunun el kol hareketlerini görmekte ama bir şey anlamamaktadırlar.

OSMANLI VE ÇAĞDAŞLAŞMA

Osmanlının değişim tarihi içinde her ne kadar farklı bir dönem orta yerde varsa da asıl hedef imparatorlukları yönetmiş, dünya tarihinde en büyük değişimleri gerçekleştirmiş bir mantık ve misyonun, tamamen yok edilmesi için yapılan manevralar vardır. Ortaya çıkarılan kültür politikaları ve aydın portresi bazı hakikat olmayan, hak gibi görünen iddialara çağdaşlaşma adı altında inandırılmıştır. Hâlbuki çağdaşlaşma modeli Osmanlının yıkımını doğurduğu gibi Cumhuriyetin de bir süre sonra tehlike çanlarını çaldıracak bir yapıdadır. İmparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, zihinlerde kalan Osmanlı zihniyetinin de silinmesi  yüz yıla yakın bir süreyi içine almıştır.

Çağdaşlaşma adı altında yapılanların hepsi ;

bir medeniyetin,

bir dünya görüşünün,

bir kültürün, bir dinin,

bir insan portresinin,

bir ilişkiler ağının,

bir coğrafyanın tamamen silinmesi üzerine inşa edilmiştir.

Ama çok yüksek düşünceli aydınlar bunu çağdaşlık olarak algılamışlar,  sonucun nereye varacağını bilememişlerdir.

ŞARKI AYAĞA KALDIRACAK DİN VE KALBDİR

Eski Said döneminin son siyasi büyük olayı olan Reisi cumhur ve Meclise gönderilen  tavsiye mektubu, o dönemin bütün yöneticilerinin göremediği geleceğe dönük tehlikeli sinyaller barındırır. O sinyaller çok kısa bir süre sonunda realite olmuştur. Mesela şu cümleler, bugünü gören bir insanın basiret ihtarıdır:

Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi  garpta gelmesi  kader-i ezelinin  bir remzidir ki, şarkı ayağı kaldıracak  din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil.  Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat sathi kalır.” (M., 100)

Savaşları kazanmış bir yeni toplum, eğer toplumun fıtratına yaratılışına uygun bir cereyan veremezse çalışma yüzeysel/sathi kalır. Nitekim öyle olmuştur.

HÜRRİYET VE İSTİKLAL

Bediüzzaman hangi tür olayın nerede noktalanacağını bilecek kadar çok büyük  bir projeksiyon ve basiret adamıdır. Bediüzzaman bütün Cumhuriyetçilerden yüzlerce defa büyük bir cumhuriyetçidir, binanın adından çok devamlılığını düşünür. Ama o binaya o ismi verenler, devamlılığın bir yerde inkıtaa dönüşeceğini görecek kadar basiret sahibi değillerdir. Çünkü birlikte savaştıkları halkı, onların dini ve manevi önderlerini, onların kültür ve din kaynaklarını, bütün bir yaşam biçimini bir tarafa itmekle kalmamış, aşağılamanın en büyüğünü yapmışlardır. Hürriyet ve istiklali için savaş meydanlarında ölmüş olan fakir bir milletin en büyük değeri olan kültür ve din muzır telakki edilmiştir.

Millet biz bunları beklemiyorduk demişler, birçok aydın yeni topluma ayak uyduramamış ülkesini terk etmiştir.

Bütün bu olanlardan rahatsız olan birkaç aydın hapishaneyi mesken etmişlerdir.

Necip Fazıl daha sonraki dönemlerde oğluna yazdığı şiirde;

Zindan iki hece Mehmed’im lafta,

baba katili ile baban bir safta

Bir de geri adam boynumda yafta

Fouche, Fransız değişim tarihinde dahi hain olarak bilinir. Kilisenin değerlerini at ve eşeklere yükler, sokaklarda dolandırır. Ama bir gün sürgün edildiğinde o muzır telakki ettiği kiliseye sığınır. Elli yıl üç nesli savaş meydanlarında hürriyeti uğruna vermiş bir büyük milletin, imanını yüreğinde fazla gören bu garabetler bir gün keser ve hesabın döneceğini bilememişlerdir. Bunların medeniyet tarihi ve kültür tarihi diye bir baktıkları kitap yoktur, baksalar bu tür sorumsuz ve sistemsiz olmazlar, sistematik düşüncelerin sonunun hüsran olduğunu görürlerdi.

Bediüzzaman’ın ikinci tehlike sinyali

Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkarane  sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslam  içinde mühim  ve inkılabvari bir iş görmek, İslamiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk  ölüp sönmüş.” (M., 100)

Cümlenin sonunda dört fiil var, bu büyük bir medeniyet tarihçisi basiretidir. O dönemde kimsede yoktur, olsa belirtisi olur.

Halide Edip boşuna Amerika’ya gitmemiştir. Yahya Kemal de elçiliklere boşuna gönderilmemiştir.

Olabilir, başka olamaz, hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.

İnsanlar ne ile yaşar?

Devletler ne ile devamlı olur?

Bunu bilmeyen nerden yeni bir ev inşa etsin?

Olamaz derken bir kesinlik öne sürüyor, olmamış derken insanlık tarihinde olmadığını söylüyor, bütün bir tarihi şahit gösteriyor, olmuşsa da çabuk ölmüş sönmüş diyor. Yapılmış değil, yapılacak olanın akıbetini görmüş son cümleleri ile. Sistemi inşa edecek olanların kafasındakileri gördüğü için.

MİLLETİ, NESLİ VE DİNİ KURTARMAK

Eski Said Osmanlıyı kurtarmak, daha sonra Cumhuriyeti milletin ve dinin mizacına uygun ve sürekli hale getirmek, dini kurtarmak, hepsinden önemli milleti ve nesli kurtarmak  gibi birbiri içinde gayeleri olan bir büyük insandır.

Ama İstanbul siyaseti ona İstanbul’u terk ettirdiği gibi Ankara siyaseti de Ankara’yı ve  batı tarzı siyaseti terk ettirir. Çünkü onun bahadır mizacı, gücü, yalan ve manevra ile tahdit etmek üzerine kurulmuş olan Batı tarzı siyaset ile imtizaç edemedi. Ona kala kala milleti ve nesli, dini kurtarmak görevi kalmıştı. İşte Yeni  Said mücadele takviminin gereğini yapmış, şartların kendisini ittiği, yönelttiği bir görevi inşa ettirmiştir. Bu büyük tarihi ve kişisel misyon kırılmalarından sonra Van, İstanbul, Barla hattından sonra Yeni  Said doğmuştur.

İNSAN-OLAY-NESNE GÖZLEMLERİ

Eski Said’in hayatında kitaplar, insanlar, olaylar vardır. Kitapları tanır, insanları tanır, olayları tanır. Dönem hasta adam dönemidir, Bediüzzaman hasta adamı kurtarmaya bir büyük gayret gösterir, muhtelif coğrafyalar ve değişik olaylar ve çok çeşitli insanlarla karşılaşır ve bir büyük tedavi edici olan yapısı ile hastasının nasıl kurtulacağına dair gözlemlerde bulur, sonra onlar üzerine eserlerini kurar. Risale-i Nur Eski Said’in gözlemleri üzerine inşa edilmiştir; insan gözlemleri, tabiat gözlemleri, olay gözlemleri, nesne gözlemleri. Bediüzzaman olay-insan-gözlem-nesne dörtlüsü üzerine eserlerini kurmuştur. Eserlerinin canlılığı da buradan ileri gelir.

HASTALIKLAR VE TEDAVİ ÇARELERİ

Eski Said hastasını, muhtelif hastalıkları görmüş, onların tedavi çarelerini daha sonra üretmiştir.

Hastalıklar;

ümitsizlik hastalığı,

varlık ve evren, insan ilişlilerinde tatmin edici yeni yorumlar yapamama hastalığı,

Allah’ı bilmeme ve tanıyamama hastalığı,

ahireti düşünememe, anlayamama hastalığı,

Allah ile olan münasebetlerin iyi inşa edememe hastalığı,

dua ile evreni ve nesneleri birleştirip Allah’a takdim edememe hastalığı,

insanlar arası ilişkileri tanzim edememe hastalığı,

tabiatı yorumlayamama hastalığı,

felsefe karşısında mağlup ve suskun durma hastalığı,

dinin toplumdaki yerini belirleyememe hastalığı,

sevgisizlik, iletişimsizlik hastalığı ve daha  birçok hastalık.

Bütün bu hastalıkları taşıyan insanların izlerini onun eserlerinde görmek mümkün. Ortada bir Eski Said var veya yok, ama Bir Said var. Birbirini tamamlayan bir Said. Bediüzzaman geleneksel kitap müellifleri gibi hayatla ilgisini bırakıp bir itikâf odasında eserlerini yazabilirdi. Ama öyle bir eser ne kadar tatmin edici olabilirdi. O eserlerini sürekli ve hareketli mizacının gereği olarak hayat üzerine kurmuş, hayatın eserlerini, hayatının eserlerini yazmış.

BU GÜNLER BENİM BAYRAMIM

Eski Said dönemi onun hayatının çok yönlü gereği olarak yaşanmış ve yaşanması mutlak zorunluluk olan bir hayattır. Yeni Said dönemi üretim için dünyasına kapanan bir adamın gereğidir. O kadar uzun bir Eski Said döneminden sonra dehasının ambarında yığılmış olan bilginin tabiat gözlemleri ile yeryüzüne dünyanın en büyük tefekkür sistemi olarak çıkması zorunludur.

Eski Said dönemi bir psikolojik ve psikanalitik, dini ve felsefi dönemdir. Çok ciddi araştırmalarla arkeolojisi yapılması gereken bir dönemdir. Eski Said döneminin şahitleri yok, Yeni Said döneminin şahitleri son demlerinde ve bayramlarını kutluyorlar, ikinci bayramı. Birinci bayramı Bediüzzaman eserleri telif ettikten ve matbaalarda basıldıktan sonra “Benim bu günler bayramım” der. İkinci bayramı ilk talebeleri ömürlerinin meyvesini görerek kutluyor. Yeni bir nesil doğmalı bayramı bütün dünyanın sanat, edebiyat, fikir ve ilim mahfillerine taşıyan büyük kapasiteli insanlar. Haydi, arkadaşlar, koşalım, satırlar arasında, insanlar arasında ebede kadar, daha çok güzel günlerimiz olacak. Haydi, yeni nesil…

Prof. Dr. Himmet Uç

http://www.risaleakademi.com

Risale-i Nur’da Mehdiyet

1. Risalelerde Mehdilik hakikati ve mehdinin geleceğine dair genel anlamda bir bilgi var mıdır ve nasıl ifade edilmiştir?

Evet vardır ve özet olarak şöyle ifade edilmiştir:

“Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.”(1)

“her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır.”(2)

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş.”(3)

2. Peki Risalelerde ahir zaman Mehdisinin varlığı ve geleceği hakkında bir bilgi var mıdır ve bu nasıl ifade edilmiştir?

Evet vardır ve şöyle ifade edilmiştir:

“Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır…”(4)

“Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha var.( 5)

“Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.(6)

3. Ahir zaman Mehdisinin diğer Mehdilerden bir farkı olup olmadığı Risalelerde ifade edilmiş midir?

Ahir zaman Mehdisinin diğer Mehdilerden farkı risalelerde şöyle ifade edilmektedir:

“Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi…”(7)

“Mehdî-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu…”(8)

“Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhir zamanın Büyük Mehdî unvanını almamışlar.”(9)

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılan odur ki, ümmetin beklediği ahir zaman Mehdisinin daha evvel gelen mehdilerden farkı, her açıdan önderlik etmesidir. İman, ilim, siyaset, diyanet gibi temel konuların hepsinde rehber olacaktır.

Mesela, Ömer bin Abdulaziz gibi bir zat daha çok siyasi alanda ümmete liderlik ederken, Abdulkadir Geylani ve İmam Gazali Hazretleri gibi zatlar ilmi alanda rehberlik etmişlerdir. Ancak ahir zaman Mehdisinde bunların hepsi bir arada bulunacaktır. Temsilde hata olmasın, nasıl ki, Ahir Zaman Peygamberi Hz. Muhammed (asv) diğer peygamberlere göre her alanda rehber bir peygamberdir. Hem alim, hem komutan, hem devlet reisi olmuş, içtimai ve iktisadi alanlarda rehberlik etmiştir. Aynen öyle de Ahir Zaman Peygamberi (asv)’in talebesi olan Ahir Zaman Mehdisi de ona bir derece benzeyecektir ve onun misyonunu ahir zamanda temsil edecektir denilebilir. Yani kendisinden önce gelen mehdilerin tüm vazifelerini, temellerini atacağı Mehdiyet kurumu ile gerçekleştirecektir.

4. Ahir zamanda gelecek olan Mehdi bir şahıs mıdır, şahsı manevi midir? Risalelerdeki ifadeleri gösterebilir misiniz?

Öncelikle Risalelerde geçen ilgili birkaç ifadeyi buraya alalım ve sonra kısa bir değerlendirme yapalım:

“Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair1müteaddit rivâyât-ı sahiha var. Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur”( 10)

“Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var…” (11)

“Hazret-i Mehdînin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek…”(12)

“Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir.”(13)

ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.(14)

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Mehdi, bir cemaati, cemiyeti temsilen ortaya çıkacak ve fikri alt yapısını oluşturacağı ve tesis edeceği bir cemaatle, bir cemiyetle hizmet edecektir. Şahsından kaynaklanan harikalar veya olağanüstü meziyetlerden ziyade, cemaatin şahsı manevisi ile başarı elde edecektir. Zira Deccal ve süfyan da birer şahıs değil, şahsı manevi olan birer cemiyet olarak tahribat yapacaklardır.

Yukarıdak geçen:“ o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkane” cümlesinde Deccalizm şahsı manevi olarak ifade edilirken, ona karşı mücadele edecek olan Mehdi de bir cemaatin başına geçerek mücadele edeceği: “ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî” cümlesi ile ifade edilmiştir. Başka türlü de beklenemez, Bir cemaate karşı bir şahsın tek başına mücadele etmesini beklemek ne kadar doğru olabilir? Küfür cephesini; “Süfyanın şahs-ı mânevîsi” temsil ediyorsa, bununla mücadele edecek iman cephesini de “Mehdilik şahsı manevisi” temsil etmeli değil mi? Kastamonu Lahikasında geçen şu tespite sizlerde hak vereceksinizdir:

“Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mânevî ve bir ruh u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor.”(15)

Ehli imana saldıranlar komitecilik ve cemiyet ruhuyla bir şahsı manevi oluşturup saldırırsa, buna karşı nasıl bir cephe oluşturmak gerekiyor acaba? Düşmanın silahı ile silahlanınız emri Nebevisini en muhtaç olduğumuz bir zamanda kulak ardı etmek, mağlubiyeti peşinen kabul etmek demektir.

Nitekim Müslümanların şimdiki mağlubiyetinin nedenini, Bediüzzaman da bu zaviyeden bakarak:

“Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı mâneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir.” (16) Tespiti ile cevaplamaktadır. Ayrıca diyor ki:

“Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz şahsiyetlere bina edilmez.”(17)

Şahsı maneviden maksat, tüzel kişiliktir, cemaatir. Nitekim Nur risalelerinde sık sık şahsı manevi olan cemaat nazara verilmektedir, şöyle ki:

“Zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur…”(18)

“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.”(19)

“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”(20)

İşte bütün bu ifadeler bize mehdinin tek başına değil, bir cemaatin başına geçerek, cemaatle hizmet edeceği, cemaati yönlendireceği ve dolayısı ile mehdiliğin cemaate yansıyacağı gerçeği, mehdiyetin bir şahsı manevi olduğu sonucuna götürmektedir.

Cephede savaşan bir ordunun başında bir komutan vardır, ama başarı bütün ordunundur ve ancak ordu ile sağlanabilir. Cephede savaşan yalnızca komutan değildir, şahsı manevi olan ordudur. Nitekim eski zamanlarda şahıs ön plana çıkmasına bedel, asrımızda şahsı manevi ön plana çıkmıştır.

Bir kral veya padişaha bedel, meclislerin ve parlamentoların devletleri idare etmesi, iş sahiplerinin değil, şirket isimlerinin ön plana çıkması ve “izm” le biten akımların ortaya çıkması gösteriyor ki, asrımız şahsı manevi asrı, kurum ve tüzel kişiliğin öncülük ettiği bir asırdır. Ateizm, komünizm, sosyaliz gibi şahsı manevi olan düşmanlara karşı bir şahıs ne kadar harika ve dahi de olursa olsun, karşı koyamayacağı ortadadır. Şahsı maneviye karşı ancak şahsı manevi ile mukabele edileceği gerçeği, mehdiyetin de bir şahıs mı, yoksa şahsı manevi mi sorusun net cevap vermektedir.

5. Ahir zaman Mehdisinin üç vazifesinden bahsettiniz; bu vazifeler Risalelerde açıklanmış mıdır, nasıl?

Ahir zaman Mehdisini üç vazifesi risalelerde şöyle açıklanmaktadır:

“Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır…”

“İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır…”

“Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zât, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır…”(21)

6. Ahir zaman Mehdisinin bu üç vazifesini birer cümle ile açıklar mısınız?

Birinci vazife, imanın esaslarını inkar eden zararlı akımlara, deccalizme karşı asrın idrakine uygun bir tarzda mücadele etmek ve iman hakikatlerini ispat etmektir.

İkincisi vazife, imanını sağlamlaştıran müminler, imanlarının gereğini hayatlarında ve yaşamlarında temsil etmek isteyeceklerdir. Bu imkan temin edilerek şeairi İslamiye bir bir ihya edilecektir.

Üçüncü vazife olarak da, ahkamı Kur’aniye, Şeriatı Muhammediye tesis edilecektir ve hükümferma olacaktır.

Özetle; “iman, hayat, şeriat” olarak isimlendirilen üç ayrı dönemin ihyası ve icrası söz konusudur.

7. Öyle anlaşılıyor ki, bu üç vazife bir anda olmayacak ve muhtemelen uzun bir zaman alacaktır. Mehdiyet şahsı manevisinin mümessili ve öncüsü olan Zatın ömrü bu üç vazifeyi yapmaya yeter mi?

Mehdiyeti sadece bir şahsa indirgeyip ve sadece bir kişiye tahsis ettiğimizde, bu soru haklı olarak kafamızı kurcalayacaktır. Ama yukarıdaki ifadelerden ve Risalelerdeki alıntılardan da anlaşıldı ki, Mehdi şahsı manevi olan bir kurumu, yani Mehdiyeti temsil etmektedir.

Mümessil olan Mehdinin ömrü yetmeyebilir, ancak Mehdinin oluşturduğu ve temelini attığı bir tüzel kişilik olan şahsı manevinin ömrü, yani mehdiyetin ömrü devletlerin ömrü gibi uzun olacağından dolayı bir çelişki söz konusu olamaz. Mehdi ile Mehdiyeti iç içe düşünmek durumundayız.

Orduyu temsil eden bir komutan, ordunun dışında değildir. Ordu denildiğinde, içinde en küçük er ile başındaki komutan birlikte akla gelir. Komutanın icraatı ordunun icraatı sayıldığı için ordu hesabına geçer. Aynı şekilde ordunun başarıları ve icraatları da komutanın başarısı ve icraatı sayılır. Hele o komutan ordunun alt yapısını, temelini kendisi oluşturmuşsa, sıradan bir komutandan öte, orduya bir isim bir alem olmuşsa, vefat etse bile ordunun başarıları onun hesabına geçeceği için kendisi yapmış gibi kabul edilir.

Risalelerde geçen şu ifadeleri okuyalım, konumuz daha netleşmiş olur:

“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz…”(22)

“Hem bu üç vezâif… Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir…”(23)

8. Ahir zaman Mehdisinin bu üç vazifesinden en önemlisinin hangisi olduğu Risalelerde ifade edilmiş midir?

Aşağıda yer alan alıntılardan da anlaşılacağı gibi, en önemli ve öncelikli vazife, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek olan birinci vazifedir. Hem kaldı ki, asıl ve esas olan da bu birinci vazifedir. Zira diğer iki vazife bu plan ve proje üzerinde tesis edilecektir. Mehdinin tesis ettiği cemaat olan şahsı manevinin rehberi olacak fikirler birinci vazife ile ortaya çıkacaktır.

“Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için… ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir.”(24)

“Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak…”(25)

“Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar…”(26)

9. Mehdinin şahsı manevi olacağı veya olması gerektiği zarureti anlaşıldı. Ancak her şahsı manevinin bir mümessili ve rehberi vardır; bu noktada Mehdiliğin yeri nedir?

Şahsı manevinin temsilcisi olan bir şahıs elbette vardır ve bu şahıs Mehdi unvanını taşıyacaktır. Ancak o her şeyi bizzat kendisi yapmayacaktır; yapması da imkansızdır. Rivayetlerde Mehdi hakkında gelen olağanüstü tarifler onun şahsına değil, cemaatinedir. Bu konuda Risalelerde geçen şu ifadelere kulak verdiğimizde mesele daha iyi anlaşılacaktır:

“Hem de o eşhasın (Mehdi ve Deccal) şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanınabilir.”(27)

Bu ifadeler de gösteriyor ki, Mehdi hakkında gelen olağanüstü rivayetler bir şahsa dönük değildir. Eğer öyle olmuş olsaydı, herkes (iman eden, etmeyen) onu fark edecek ve tanıyacaktı. Halbuki, herkesin Mehdiyi tanıyamayacağı, ona çok yakın olanların ancak tanıyabileceği rivayet edilmektedir. Aynı durum Deccal için de geçerlidir.

Ancak bu rivayetler bir cemaat için kullanılsa, gayet makul ve yerinde olduğu anlaşılacaktır. Bütün dünyayı etkisi altına alan komünizmin başarısı tek bir kişiye verilse elbette ki olağanüstü olur. Ancak komünizm bir fikir akımı olarak, bir şahsı manevi olan bir cemaatle gerçekleşince, olağan bir gelişme olarak karşılanmıştır. Bu demektir ki, bir cemaatin başarısı bir şahsa verilse, olağanüstü görünebilir, ama cemaate verilse olağan karşılanır. İşte Mehdi hakkında gelen rivayetlerin bizim açımızdan olağanüstü gelmesinin nedeni de, onu sadece bir şahsa vermemizdir. Bir cemaat ve şahsı maneviye verildiği zaman olağan olur ve âdettullah kanunlarına ters düşmez. Olağan olunca da aşırı dikkat çekmez, dikkat çekmeyince de fark edilmez ve kolay kolay tanınamaz.

10. Şahsı maneviyi temsil eden Mehdinin en büyü rolü ne olacaktır ve niçin rivayetler onun şahsında gelmiştir?

Mümessil olan zat, şahsı manevi olan cemaatin fikri alt yapısını oluşturacak ve hizmet tarzını belirleyecektir. Risalelerden anladığımız kadarı ile bunu, yazacağı eserler ve bizzat hayat tarzı ile ortaya koyacaktır. En büyük başarısı, asrı iyi okuması ve asrın gereği olarak sistemini bir cemaat üzerine kurması ve hizmeti omuzlayacak bir şahsı maneviyi ortaya çıkarmasıdır.

Özet bir ifade ile Mehdi, Mehdiyet şahsı manevisini, Mehdiyet kurumunu kuracaktır. Böylece tesis edilecek donanımlı ve fedakar bir cemaat onun gösterdiği istikamette yürüyerek her açıdan başarı sağlayacaktır. Sağlanan bütün başarılarda elbetteki, mümessil olan şahsın en büyük katkısı olduğu için, rivayetler onun şahsında gelmiştir; Mehdi olarak da bir kişi nazara verilmiştir.

Bir çok risalede dikkatlerin çekildiği bu konu hakkındaki bir pasajı buraya alalım:

“Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor.

Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.” ”( 28)

11. Ahir Zaman Mehdisinin üç ayrı vazifeden bahsettiniz. Mümessil olan şahıs, bu üç ayrı vazifede hayatta olup bizzat kendisi mi liderlik yapacak, yoksa cemaatinde bazı şahıslar mı öncülük edecektir?

Risalelerde geçen bu konudaki ifadeler birleştirildiğinde, mümessil olan ve cemaatin fikri alt yapısını ve stratejisini, eserleri ve hayat tarzı ile ortaya koyan zatın, her üç dönemin icrasına ve tahakkukuna ömrü yetmeyecektir. Ancak onun cemaati ve cemaatinden ortaya çıkacak lider zatlar, diğer iki dönemin ihyası ve icrasında rol alacaklardır. Fakat cemaatin ve öne çıkan şahısların hizmetleri yine mümessil olan Zatın hesabına geçeceği için, kendisi yapmış gibi rivayetlerde yer almıştır ve doğrusu da öyle olmak iktiza eder.

Mesela bu konuda şu ifadelere bakalım:

“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak…”(29)

Yukarıda: “… o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını…” ifadesi ile bir cemaat nazara verilirken, hemen ardından, “Ve onun üç büyük vazifesi olacak…” ifadesi ile de bir şahsı nazara vermesi, zahiri bir çelişkiyi çağrıştırabilir. Zira hem bu üç vazifeyi onun cemaati yapacak deniyor hem de ardından, tek bir şahsi ima eden ifadeler yer alıyor. Bu zahiri tezadı ancak şu açıklama ile çözebiliriz:

Mümessil olarak bilinen Mehdi ile cemaati arasında hiçbir fark gözetilmemiştir. İkisi birbirinden ayrı düşünülmediği zaman sorun kalmaz. Kısacası; şahıs olan Mehdiyi tüzel kişilik olan Mehdiyet olarak, yani mümessil olan şahıs ile cemaatinin bütünlüğü içinde düşünmemiz lazımdır. Dolayısı ile “O zat” ifadesi, mümessil olan şahıs olarak değil, temsil ettiği cemaat, yani şahsı manevi ile birlikte bize görünecektir. Zira o bir mümessildir. Komutan unvanı orduyu çağrıştırdığı ve onu temsil ettiği gibi, Mehdi unvanı da Mehdiyeti temsil etmektedir.

12. Öyle ise şunu sormak durumundayım; ikinci ve üçüncü vazifeleri temsil eden lider zatlar olursa, onlara da “Mehdi” denebilir mi?

Yukarıdaki alıntılarda da belirtildiği üzere Mehdiyet üç ayrı dönem ve üç ayrı vazifeden oluşmaktadır. Bu üç ayrı vazifede her birinin başında bulunacak üç ayrı mümessil lider olacaktır.

Mehdiyetin fikri alt yapısını hazırlayan zat, birinci vazifeyi bizzat kendisi, ancak diğer iki vazife ise onun hazırladığı eserleri kendine program ve rehber yapacak diğer iki zatın temsil edeceği anlaşılmaktadır. Dolayısı ile karşımıza üç ayrı isim çıkabilir. Ancak sonra gelecek iki zat, önce gelen ve Mehdiyetin temelini atan birinci zatın yardımcıları sayılırlar.

Şu var ki, Mehdiyet üç ayrı dönemde ele alınsa bile tek bir kurumdur. Başında bulunlar ise kurumun temsilcileridir. Dolayısı ile Mehdiyet kurumunu temsil ettikleri için Mehdi unvanını alabilirler. Tıpkı ordunun başında olan kişi komutan unvanını aldığı gibi.

Ama unutmayalım ki, ordu sadece komutandan ibaret olmadığı gibi, Mehdiyet de, Mehdi unvanı kendisine verilen baştaki zattan ibaret değildir. Mehdiyeti temsilen kendisine verilen bir unvandır.

Yine unutmayalım ki, sonra gelen iki zat birinci zatın talebeleri veya yardımcıları olacaklar ve onun çizdiği daireyi genişleterek hizmet edeceklerdir.

Diğer bir husus ta şudur ki, sondaki iki vazife geniş olduğu idare ve siyasete baktığı için, onları temsil edecek iki zat daha çok dikkat çekecektir. Dolayısı ile o iki vazifeyi temsil edecek zatlar, birinci zatın yardımcıları olduğu halde kendilerine Mehdi unvanını vereceklerdir.

Bu konuya dikkata çeken Bediüzzaman şunları söylemektedir:

Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset mânâsını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk mânâsını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdî olacağım diye dâvâ ederler.(30)

Bu sorunun cevabını bir az daha açmak için risalelerden aldığımız aşağıdaki pasajlara bakalım. Yukarıda ifade edilen üç vazifeden birinci vazifenin nasıl ve kim tarafından yapılacağı konusu risalelerde izah edilirken şu cümleler kullanılmaktadır:

“Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.”

“Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem her şeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.”(31)

“Hilafeti Muhammediye cihetindeki saltanatı…” ifadesinden anlaşılıyor ki, üçüncü vazifeden, yani en geniş daireden bahsediliyor. Ondan önce bir ekip gelip fikri alt yapıyı oluşturacak ve Mehdi ise yazılacak bu eserleri kendine hazır bir program yapacak deniyor. Halbuki, asıl mesele fikri alt yapıdır, bir ekip ve cemaat oluşturmaktır. İlla birine Mehdi denecekse, programı hazırlayanın Mehdi olması gerekmez mi?

Peki neden üçüncü vazifede olan kişi Mehdi olarak nazara veriliyor? Çünkü orada da zaten ilk zatın rehberliğinde iş görüleceği için, iş yapanlar Mehdiyet namı hesabına iş gördükleri ve rivayet tek zatın şahsında geldiği için Mehdi denmiştir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ikinci veya üçüncü vazifeyi temsil eden bir lider olabilir ve ona mehdi de denebilir. Ama bu nam, Mehdiyetin tüzel kişiliğini temsil etmesinden kaynaklandığı içindir, yoksa fikri alt yapıyı temsil eden kişi olduğu için değildir.

Altta yer alan pasaj konumuzu daha da netleştirecektir.

“…Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir…”(32)

Bu pasajı daha iyi anlamak için üç noktayı dikkatlere sunmak gerekiyor.

1. “Geniş daire” ifadesi kullanılıyor.

Geniş daire ifadesi, var olan veya temelleri atılan ve oluşan bir dairenin genişletilmesi anlamını ifade etmektedir. Bu mana ise ikinci veya üçüncü vazifeye işaret etmektir. Zira yukarıdaki tespitlerde de geçtiği üzere üç aşamadan oluşan üç tane vazife vardı. En son ve en geniş vazife olarak üçüncü vazife, yani siyaset manası nazara verilmişti.

2. Sadece “Mehdi” denmiyor, “Mehdi ve şakirtleri” deniyor.

Sadece “Mehdi” denmemesi, şakirtlerini nazara vermesi, üçüncü vazifeyi yapacak olanın, şahsı manevi olan cemaat, yani işin başında gelen ve fikri alt yapıyı oluşturan mümessilin talebeleri veya cemaati olduğu ifade edilmiş oluyor. Cemaatin yapacağı üçüncü vazife, ilk başta gelen ve mümessil olan zatın hesabına geçtiği için, burada “Mehdi” ifadesi kullanılmıştır. Ancak yine de bu üçüncü vazifeyi yapan cemaatin başında bir lider olacaktır. Siyasi dairede bu lider halk tarafından “Mehdi” olarak da kabullenilebilir. “Mehdiyet” kurumunun başına kim geçerse geçsin, o kurumu temsil edecektir. Bu kişi, asıl programı hazırlayan ve fikri zemini temin eden asıl mümessil olan zatın programını gerçekleştirdiği için, kendisine “Mehdi” denmesinde bir sakınca yoktur. Ancak geniş daireyi temsil eden bu zat için, “Mehdinin talebesi” veya “komutanı” unvanı daha uygundur, diye düşünüyoruz.

3. Var olan, yani başkası tarafından daha önce temelleri atılan bir daire genişletiliyor ve keza daha önce başkası tarafından ekilen tohumlar sümbülleniyor.

Yukarıda yer alan: “Ancak geniş daireyi temsil eden bu zat için, Mehdinin talebesi unvanı daha uygundur diye düşünüyoruz.” ifadesinin en güzel delili; “…o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir.” cümlesidir. Zira daha önce temeli atılan ve var olan bir daire genişletiliyor. Dolayısı ile bu dairenin illa bir mümessili olacaksa, daireyi genişleten değil, temelini atan ve esaslarını oluşturandır. Temsilde hata olmasın, nitekim Hz. Ömer (ra) döneminde İslam dairesi alabildiğine geniş bir alana yayılmış, yani genişletilmiştir, ama bu dairenin mümessili yine de Hz. Muhammed (asv)’dir. Zira bu dairenin her açıdan temelini Efendimiz (asv) atmıştı.

Bir diğer ifade olan, “tohumların sümbüllenmesi” de bu iddiamıza bir başka delildir. Zira başta gelen mümessil zatın ektiği tohumlar, yani attığı temeller doğrultusunda Mehdiyet hizmeti büyüyor ve sümbülleniyor. Kim temsil ederse etsin, asıl temsiliyet, o tohumları ekene aittir. Sonra geniş daireler olan hayat ve siyaset dairesinde gelen temsilciler, baştaki mümessilin yardımcıları olabilir. Ancak, orduyu kim temsil ederse etsin, ona “komutan” denildiği gibi, “Mehdiyet” kurumunu da kim temsil ederse, ona “Mehdi” denmesinde bir sakınca olmamalıdır.

13. Ahir zaman Mehdisinin üç tane vazifesi varsa ve onları gerçekleştirmeye de ömrü yetmeyecekse, bu onun üç vazifeyi gerçekleştiremeyeceği, belki ancak ilk vazifeyi gerçekleştireceği anlamına gelmiyor mu?

“Ahir zaman Mehdisi bir şahıs değildir, bir şahsı manevidir, bir cemaatir…” vurgusunu sık sık yapmamızın nedeni bu yüzdendir. Mehdiyi tek bir şahıs olarak kabul edersek sorunuzda haklısınız, ama Mehdiyi, Mehdiyet olarak, yani bir kişinin rehberliğinde, fikri önderliğinde kurulan bir cemaat, bir misyon olarak kabul ederseniz, sorunuzdaki endişeye mahal kalmaz. Çünkü Mehdiyetin, yani cemaatin fikri alt yapısını oluşturan zat birinci vazifeyi bizzat idare etse, diğer ikinci ve üçüncü vazifeye ömrü yetmeyip vefat etse de, onun cemaati onun fikri ve ilmi önderliğinde başlayan misyonu tamamlayacak ve kalan iki vazifeyi de gerçekleştirecektir. Bizzat önderlik edemese de fikri ve ilmi önderliğinde gerçekleşeceği için kendisi gerçekleştirmiş nazarı ile bakılabilir. Bakıldığı içindir ki, “o zatın ikinci ve üçüncü vazifesi” denilmiştir. Yani “cemaat” değil de “zat” ismi nazara verilmiştir; çünkü rivayetler bir şahıs üzerinden gelmiştir.

14. Yukarıda verdiğiniz alıntılarda, açıkça, şahsı manevi ifadesi geçmektedir. Fakat bu şahsı manevi kavramına itiraz edenler oluyor; soyut bir şeye mehdi denemez, diyorlar. Buna ne diyeceksiniz?

Sizin de belirttiğiniz gibi bu ifadeleri birileri uydurmuş ve biz de tekrar ediyor değiliz. Bu ifadeler, hiçbir itiraza yer vermeyecek netlikte Risalelerde geçiyor. Yukarıda bunun örneklerini vermiştik.

Şahsı manevi ifadesine neden itiraz edildiğini anlamak çok zor. Eski asırlarda olsaydı bu itiraza bir anlam verilebilirdi. Asrımızdaki parlamentoları, tüzel kişilikleri olan kurumları, şirketleri, sonu “izm”le biten fikir akımlarını görenlerin itirazını anlamak gerçekten çok zor.

Öyle anlaşılıyor ki, bu itirazı yapanlar şahsı manevi kavramının ne anlama geldiğini tam bilmiyorlar. Bilmedikleri, “Soyut bir şey Mehdi mi olurmuş?” demelerinden anlaşılıyor. Bir kere, şahsı manevi kavramı her isim ve kavram gibi kendisi soyut olsa da, soyut bir şeyi ifade etmiyor. Mesela “ordu” bir şahsı manevidir. Ordu kelimesi soyuttur, ama temsil ettiği mana olan askerler ve silahlar soyut değildir. Meclis bir şahsı manevidir, komünizm bir şahsı manevidir, ateizm bir şahsı manevidir.

Ancak, ordu askerlerden oluşur, hayallerden oluşmuyor. Meclis vekillerden oluşur. Komünizm, bu düşünceyi benimseyen insanlardan oluşur. Nitekim Lenin öldükten sonra komünizm en parlak dönemini yaşamıştır. Bütün bunları gördükten sonra, bir şahsın rehberliğinde temelleri atılan “Mehdiyet misyonuna” neden bir cemaatten oluşan bir tüzel kişi, yani şahsı manevi olmasın ve şahsı manevi denilmesin?

Asrımız bize göstermiştir ki, bir çok şirketin marka olan ismini herkes, hatta çocuklar da bildiği halde, şirketin kurucusunu ve patronunu kimse tanımıyor ve bilmiyor.

Mehdiyet bir markadır, bir müessesedir. Onun da bir kurucusu ve mümessili vardır. Ama asrın fıtratı gereği, kendisini arka plana iterek, tüzel kişilik olan müessesenin ismini öne çıkarmıştır.

Hem yine asrımızın bir gerçeğidir ki, Bir müessese bazen bir kişi veya birkaç kişi tarafından kurulur, tüzüğü, yönetmeliği hazırlanır ve müessese asırlarca işlemeye devam ederek meyvesini verir. Tüzüğünü hazırlayan kişi veya kişiler öldüğü halde, müessese işlemeye ve kazanmaya devam eder.

Mehdiyet de, bir kişi tarafından, ilahi inayetle, hizmet tarzı, kuralları olan bir nevi tüzüğü hazırlanır ve uygulanmaya başlanır. Bu müessese büyür, gelişir ve asırlarca başarılı bir şekilde devam eder ve edecektir. Tüzüğü hazırlayan zat vefat etse bile kurduğu müessese devam edecektir. İşte bu müesseseye “Mehdiyet” onun temellerini atan kişiye de “Mehdi” denebilir.

Dipnotlar:

1. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
2. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz
3. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup
4. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
5. a.g.e
6. Mektubat, On Beşinci Mektup
7. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup
8. Şualar, On Dördüncü Şua
9. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
10. a.g.e
11. a.g.e
12. a.g.e
13. Kastamonu Lahikası
14. Mektubat, On Beşinci Mektup
15. Kastamonu Lahikası
16. a.g.e
17. Sikkei Tasdiki Gaybi
18. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
19. Emirdağ Lahikası I.
20. Kastamonu Lahikası
21. Emirdağ Lahikası I.
22. a.g.e
23. Kastamonu Lahikası
24. Emirdağ Lahikası I.
25. Sikkei Tasdiki Gaybi
26. a.g.e
27. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz
28. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
29. Emirdağ Lahikası I.
30. Sikkei Tasdiki Gaybi
31. Emirdağ Lahikası I.
32. Kastamonu Lahikası

Ferhat Aslan / Sorularla İslamiyet

Risale-i Nur’ları Okurken Şu Hususlara Dikkat!

1. “Risale-i Nurları” okurken, “niyetimiz yalnız ve yalnız rıza-i İlahi olmalıdır.”

2. “Risale-i Nurları” okurken, “ihlâsı ve samimiyeti asla elden bırakmamalıyız.”

3. “Risale-i Nurları” “Kur’an’ı anlamak ve hayatına aktarmak” yani yaşamak için okumalıyız.

4. “Risale-i Nurları” “hakkını vererek okuyan” ve “okuduğunu elinden geldiği kadar yaşamaya çalışanlar” “imanla kabre girecekler” ve “kurtuluşa erecekler” inşallah.

5. “Risale-i Nurların” bu zamanın “bütün dertlerine” ve “yaralarına” “en etkili bir ilaç”, “en mükemmel bir çare” ve “en hızlı bir tedavi yöntemi” olduğunun farkında olmalıyız.

6. “Risale-i Nurun” “Kur’an’ın” bu zamandaki “en güzel tefsiri ve açıklaması” olduğunun idrakinde olmalıyız.

7. “Risale-i Nurları” “ibadet şuuruyla” okumalıyız.

8. “Risale-i Nurları” okumanın bizi her daim “Allah’a yönlendirdiğinin” farkında olmalıyız.

9. “Risale-i Nurları” okurken “tefekküre” özen göstermeliyiz. “Risale-i Nurlardaki tefekkürün” “bir sene nafile ibadete bedel olduğunun” farkında olmalıyız.

10. “Risale-i Nurları” okumanın “bela ve musibetlere karşı kalkan” olduğunu ve insanı koruduğunun farkında olmalıyız.

11. “Risale-i Nurları” okumanın aynı zamanda “Bediüzzaman Said Nursi” ile “manen görüşme olduğunun” farkında olmalıyız.

12. “Risale-i Nurları” okurken “bütün Müslümanlara” ve “hasseten nur talebelerine duada bulunmalıyız.” Bu şekilde onlarında yaptığı duaların içine “biz de dâhil oluruz.” “Bu kadar muazzam dua da inşallah makbul olur.”

13. “Risale-i Nurların” “Kur’an’i dille yazıldığının” farkında olmalıyız.

14. “Risale-i Nurlarda” kullanılan “kelimelere dikkat” etmeliyiz. Her bir kelimenin en “uygun yerde ve en uygun anlamda” kullanılmış olduğunu bilmeliyiz.

Bahattin DOĞAN

www.NurNet.org

Namaz Kılmayan Çocuk Dövülür Mü?

Kur’ân-ı Kerîm’de en ziyâde üzerinde durulan ailevî sorumluluk aile halkının dinî terbiyesidir. İkamet edip yaşamak üzere yer seçiminden, namaz, oruç gibi ibâdetlerin öğretilip tatbikatına nezâret etmeye, dinî yaşayışa elverişsiz hâle gelen mekândan hicret etmeye ve ettirmeye varıncaya kadar, dinî hassasiyet gösterilmesi gereken pek çok mesele Kur’ân-ı Kerîm’de yer eder. Bunları birer birer belirtmeye çalışacağız.

Dikkatlerin öncelikle dine çekilmesi: Hemen şunu kaydedelim ki, ailenin sorumlusu, idaresi altındaki her ferde, öncelikle, bir bütün olarak “din”i tavsiye etmeli, nazar-ı dikkatine “din”i arz etmeli, hayatını ona göre, onun esaslarına uygun olarak, onu tatbik edip yaşamasına imkân verecek şekilde tanzim etmesini duyurmalıdır. Kur’ân’da bu hususa örnek olarak Hz. İbrahim ve Hz. Ya’kûb zikredilir:

Rabbi ona; ‘(Kendini Hakk’a) teslîm et’ dediği zaman o; ‘Âlemlerin Rabbine teslîm oldum’ demişti. İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. (Torunu) Ya’kûb da (öyle yaptı): ‘Ey oğullarım, Allah sizin için (İslâm) dinini beğenip seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak can verin’ dedi.“(1)

Kur’ân-ı Kerîmde çocuk kaydı olmaksızın, dini tavsiye eden, “dine karşı müminlerin dikkatini çeken, en mühim meselelerinin “din” olmasını emreden âyetler pek çoktur. (2) Mevzuumuzu tamamlayacağı için burada onlardan birkaçını kaydedeceğiz.

Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur’ân ve hak din ile gönderen O’dur. Şâhid olarak Allah yeter.“(3)

Puta tapanlar hoşlanmasa da dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah’tır.“(4)

Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki, Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. Eğer yüz çevirirlerse, Allah’ın sizin dostunuz olduğunu bilin. O ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır!”(5)

Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet’tir… Allah’ın âyetlerini kim inkâr ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.”(6)

Kim İslâmiyetten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, âhirette de kaybedenlerdendir. İnandıktan, Peygamberin hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zâlimleri doğru yola eriştirmez.“(7)

Hz. Peygamber de şöyle buyurur:

Üzerinize, Habeşli burnu kesik bir köle de emir tâyin edilse onu dinleyin ve itaat edin. Sizden biri dinini terk ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. İslâmı terk ile boynu vurulması arasında muhayyer bırakılacak olursa boynunu uzatsın. Anasız kalasıcalar, din gittikten sonra ne dünyanız, ne de âhiretiniz kalır.“(8)

Yaşanacak muhitin seçimi: Muhîtin insan üzerindeki -müsbet veya menfî te’sîri- eski devirlerden beri bilinen bir husustur. İbnu Haldun bu keyfiyeti “İnsan, tabiatının ve mizacının değil, kendisini saran muhitin ve bu muhitten kazandığı alışkanlıkların çocuğudur” diye ifâde etmiştir. Şu halde, ailesinin terbiyesinden sorumlu bir aile reisinin, yaşanacak yer olarak, dini tatbik edebileceği bir muhit seçmesi gerekecektir. Bunun Kur’ânî örneğini Hz. İbrahim verir: Hz. İbrahim, Kabe’nin inşasını tamamladıktan sonra, oğlu İsmail’i “ziraate elverişsiz” olmasına rağmen, dinî mülâhazalarla Mekke’ye yerleştirdiğini ifâde eder:

Ey Rabbimiz! Ben evlâtlarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için Senin mukaddes olan evinin yanında ziraate elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık, Sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Şükretmeleri için bâzı meyvelerle rızıklandır.”(9)

Hz. Peygamber (a. s. m) bâzı hadîslerinde, çocuğun babası üzerindeki haklarını beyan ederken “ismini, ahlâkını güzel yapması“, “temiz rızıkla beslemesi“, “okuma-yazma“, “yüzme” ve “atma” öğretmesi, “bulûğa erince evlendirmesi” gibi hususlarla birlikte “yerini güzel yapması“nı da sayar.(10).

Âlimler haklı olarak bundan, ikamet edeceği yerin kurrâ ve âlimlerinin çokluğuyla, Kur’ân ve ilim tahsiline imkân verecek bir yer olmasını anlarlar.(11)

Bu noktada tahlili daha da ileri götüren fakîhler, şehirde doğan bir çocuğu, ölüm veya boşanma hâlinde annenin, terbiyevî muhît yönüyle şehirden dûn (uzak) olması sebebiyle köye götüremeyeceği hükmünü verirler.(12)

Akidenin öğretilmesi: Aile halkına, hususan yeni yetişen çocuklara her şeyden önce öğretilmesi gereken şey, iman esasları ve bilhassa “tevhid” inancıdır. Yâni Allah’ın bir olduğu, hiçbir surette ortağı, yardımcısı bulunmadığı inancıdır. Yaş ve idrâk yönüyle bir şeyler öğrenme durumuna gelen her çocuğa öncelikle bu inanç kazandırılmalıdır. Nitekim bir kısım rivayetler Hz. Peygamber’in (a.s.m), kendi yakınlarından bir çocuk konuşmaya başlar başlamaz, çocuğa tevhîd öğrettiğini, bu maksadla:

Elhamdulillahillezi lem yetteğiz veleden velem yekun lehu şerikun fil mulki.” âyetini yedi sefer okutarak ezberlettiğini haber vermektedir.(13)

Tevhîdle birlikte bunun zıddı olan şirkin kötülüğü, bâtıllığı, şirke düşmenin ne büyük bir zulüm ve cinayet olduğu da öncelikle öğretilmesi gereken dinî bilgiler olmaktadır. Bu mes’elede Kur’ân’ın kaydettiği en güzel örnek Hz. Lokmân’dır:
Ve iz kale lokmanu ibnihi ve huve yeizuhu ya büneyye la tuşrik billahi inneşşirke le zumlun azim.”(14)

Meâlen: “Hani Lokman oğluna -ona öğüt verirken- şöyle demişti: ‘Oğulcuğum, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk mutlaka büyük bir zulümdür.“(15)

Çocuğa akidenin öğretilmesi deyince bundan, sâdece Allah’ın varlığını ve birliğini öğretmek anlaşılmamalıdır. Kâmil mânâda Allah inancı, kalblerde Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımakla teşekkül eder. Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın “güzel isimleri” (el-esmâu’l-hüsnâ) olduğunu mükerrer âyetlerde haber verir.(16)

Hz. Peygamber el-esmâul -hüsnâ’nın doksan dokuz adet olduğunu söyler ve bunların neler olduğunu sayar.(17)

Şu halde, Allah’ı en azından sübûtî ve zatî sıfatlarıyla (18) tanıtarak çocuklara öğretmek gerekecektir. İslâm akidesine uygun Allah inancı bu şekilde ortaya çıkar. Bu hususa riâyet edilmeden verilecek Allah inancı nakıs, hattâ gayr-i İslâmî bile olabilir. Nitekim Hıristiyanlar, Yahudiler ve hattâ müşrikler de ulûhiyete inanırlar. Son araştırmalar, yeryüzünde inançsız insanın olmadığını göstermiştir. Her insan kendine has bir ulûhiyet tasavvur etmektedir. Şu halde bunları birbirinden ayıran husus, ulûhiyete izafe edilen isim ve sıfatlardır. İslâmî Allah inancının çocuklara tam olarak verilebilmesi Kur’ân ve hadîslerde gelen isim ve sıfatlar çerçevesinde öğretilmeye bağlıdır.

Diğer taraftan, yine Kur’ân-ı Kerîm, peygamber inancı olmadan Allah’a inanmanın hiçbir kıymet ifâde etmediğini, Allah’a inananların behemahal peygamberlere de inanmaları gerektiğini bildirir: “Allah’ı ve peygamberini inkâr eden, Allah’la peygamberleri arasını ayırmak isteyen, ‘Bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz’ diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere ağır bir azâb hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine inanıp, onlardan hiçbirini ayırmayanlara, işte onlara Allah ecrini verecektir. O, bağışlar ve merhamet eder.“(19)

Peygamber inancı, kaçınılmaz bir şekilde kitap ve melek inancını da beraberinde getirecektir. Şu halde, bir olan Allah inancını, çocuklara öğretmeyi mükerrer âyetlerde ele alan Kur’ân-ı Kerîm, dolayısıyla imanın bütün rükünlerinin çocuklara öğretilmesini emretmiş olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in ehemmiyetine ısrarla dikkkatlerimizi çekerek her gün okunmasını tavsiye ettiği ve Arş’ın altındaki bir hazîneden alınmış olarak, sâdece bu ümmete verilmiş olduğunu belirttiği Kur’ânî bir pasajda mü’minin inanması gereken bütün esaslar tâdâd edilir: “Peygamber, Rabbinden ne indirildi ise ona iman getirdi, mü’minler de. Her biri: Allah ve melâikesine ve kitaplarına ve peygamberlerine, peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız diye iman getirdiler ve şöyle dediler: İşittik, itaat ettik, Rabbimiz affını dileriz, dönüş Sanadır.“(20)

İbâdetlerin öğretilmesi: Yukarıdaki âyet-i kerîme, katlanılacak bir kısım maddî fedâkârlıklar pahasına dini yaşayabildiğimiz bir yer seçimini ifâde etmekle kalmaz, Hz. İbrahim’in duası suretinde mü’minlere namaz mes’elesinin dinî terbiyede alması gereken ehemmiyeti de vurgular.

Namaz mevzuunda Hz. ibrahim’in bir diğer duasını da burada kaydetmemiz münâsibtir: “Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamızı kabul buyur.“(21)

Namaz mes’elesi, çocuklarla alâkalı olarak, daha başka âyetlerde de ele alınmakta, ehemmiyeti zihinlerde, bu açıdan da tesbit edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, âdeta hadîslerde “dinin direği”(22) olarak ifâde edilmiş bulunan namazın din terbiyesinde de direk yâni ana mes’elelerden biri yapılmasını istemektedir. Öyle ki, hiçbir şey hattâ maddî ihtiyaçların karşılanması mes’elesi bile namaza ve namazla ilgili öğretim ve tatbikata bahane ve engel teşkil etmemelidir:

Ve’mur ehleke bisselevati vesdebir aleyha la nes’elüke rizken nehnu nerzukuke velakibetu littekva.

Meâlen: “Ehline namazı emret. Kendin de ona sebat ile devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız.“(23)

Aile halkına namazın emredilmesivle ilgili örnekler meyâmnda Hz. Lokman da karşımıza çıkar. Zira, o da çocuğuna diğer emirleri meyâmnda “Oğulcuğum namazını kıl” diye emretmiştir.(24)

Kur’ân’da, Allah’ın rızasını kazanmış bulunduğu belirtilen Hz. İsmail’in de “ailesine namaz ve zekatı emrettiği” ifade edilir(25).

Hz. Peygember’in de (a.s.m) çocuklara yedi yaşında namazın emredilmesin!, kılmadıkları takdirde on yaşında namaz için dövülmesini tebliğ ettiğini daha önce başka vesileyle kaydetmiştik. Hz. Peygamber’in çocuklar hakkında dayağa ruhsatı namazla ilgili olarak vermesi, namazla alâkalı ta’lim ve tatbikatın ehemmiyetini te’yîd eder. Bâzı âlimler, bu hadîse dayanarak, farz olmayan umur dışında çocuğun tekâsül ve ihmali sebebiyle dövülüp dövülmeyeceğim münâkaşa etmiştir.(26)

Ayrıca çocukların küçük yaşta namaza başlatılması hususunda ise yedi yaşından sonra vefat edenler büyük insanlar gibi hesaba çekileceklerinden “vildanun muhalledun” ayetinin ifadesine dahil olmadıklarını bu yüzden şeriatın “zamanında namaza başlamayan çocukların hafifçe dövülebilecekleri” ni söylemesinin hikmetlerini ifade etmektedir.

Âlimler, yedi yaşından itibaren “çocuğa namaz emredilmesi” hadîsinden, namazla ilgili her çeşit bilginin öğretilmesi gereğini anlamışlardır: Namaz vakitleri, farzları, vâcibleri, sünnetleri, namazda okunacak sûreler, dualar, tesbihât, abdest ve temizlikle ilgili teferruat vs.

Kaynaklar:
1- Bakara 2: 130- 132.
2- Bakara 2:193, 217; Âl-i imrân 3:19, 85; ErVâm 6:161; A’raf 7:29; Enfâl 8:39; Tevbe 9:33, 122; Yûnus 10:105: Nur 24:2; Rum 30:30, 43; Zümer 39:3, 11; Feth 48:28; Mümtehine 60:8, Beyyine 98:5.
3- Feth 48:28.
4- Tevbe 9:33.
5- Enfal 8:39.
6- Âl-i imrân 3:19.
7- Âl-i imrân 3:85.
8- Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr 1, 152.
9- İbnu Haldun. Abdurrahman (v.808), el-Mukaddime. Beyrut, tarihsiz, s. 125.
10- İbrahim 14:37.
11- Bak. Câmi’u’s.Sağîr 3, 393-394.
12- Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 3. 394.
13- Üsrûşenî. Ahkâmu s-Sığâr 1, 102-103.
14- İbnu Ebî Şeybe. Ebû Bekr Abdullah ibnu Muhammed (v.253), Musannafu ibn-i Ebî Şeybe, Haydârâbâd, 1966, 1, 348; Abdurrezzâk, ibnu Muhammed es-San’ânî (v.211) Musannafu Abdirrezzâk, Beyrut, 1970. 4. 334.
15- Lokman 31:13176
16- A’râf 7:180; isrâ 17:110; Tâ-Hâ 20:8; Haşr 59:24..
17- Buhârî, Da ava! 69; Müslim, Zikr 5, 6.
18- Allah’ın sübûtî sıfatları: Hayat, ilim, semi’ (her şeyi işitmesi), basar (her şeyi görmesi), irâde (dilemesi, dilediğini yapması), kudret (her dilediğine gücü yetmesi), kelâm (konuşma, vahyetme), tekvin (yaratma sahibi olma). Allah’ın zatî sıfatları: Vücut (varolmak), kıdem (varlığının evveli olmama), beka (varlığının sonu olmama), vahdaniyet (bir olması), muhalefetün lil-havâdis (hiçbir mahlûka benzememesi) kıyam binefsihî (hiçbir varlığa muhtaç olmaması).
(Bak. Dikmen. Tasavvuf ve Hikmet Işığında islâm ilmihali, Cihan Yayınları, 1983, İst.)
19- Nisa 4:150-152
20- Bakara 2: 285-286.
21- İbrahim 14:40.
22- Aclûnî, İsmail İbnu Muhammed (1162), Keşfu’l-Hafâ, Beyrut, 1351, 2,31.
23- Tâ-Hâ20:132
24- Lokman 31:17.
25- Meryem 19:55.
26- İbnu Hacer, Şihâbü’d-Dîn Ebû’l-Fadl Ahmed el-Askalânî (v.B52), Fethu’l-Bârî, Mısır, 1959, 2, 489-90: Zebîdî, Zeynü’d-Dîn Ahmed ibnu Ahmed (v.893), Tecrîd-Sarîh, tercüme: Ahmed Naim, Ankara, 1972, 2, 941; Şevkânî, Muhammed ibnu Ali (1250), Neylü’l-Evtâr. Kahire. 1971, 1,349,

Prof. Dr. İbrahim CANAN (Çocuk Terbiyesi) / Sorularla İslamiyet

Hayat Ağacının Hazan Mevsimi!

İhtiyarlık, dünya hayatından ahiret hayatına geçmenin, dünyalılardan sıyrılıp nurani varlılara yakınlaşmanın, hatalardan kurtulup tecrübelerle bezenmenin, masivadan soğuyup Rahmana yönelmenin işaretlerini taşıyan bir sonun ve bir başlangıcın en görkemli anıdır. Bir meyvenin ağaçta piştiği halde, ondan asıl istifade etmenin koparıldıktan sonra olduğu bir vakıadır. Aynı şekilde bir insan da gençlikte pişer, ama asıl tecrübe meyvesinden yaşlılıkta istifade eder. Görünüm itibariyle ihtiyarlık, hazan mevsimi gibi yaprak yaprak dökülüşün, çiçek çiçek soluşun işareti, hakikat itibariyle ise haşmetli bir varoluşun ve dirilişin göstergesidir.

İhtiyarlık ile yaşlılık terimlerinin birbirini tam olarak karşılayamadığı kanaatindeyiz. Çünkü yaşlılık sadece yaşlanma ve ölümü beklemeyi ihtar ederken, ihtiyarlık ise tecrübe, şuurlanma, ibadette ciddiyet, ahirete hazırlık manalarını içermektedir. Hadis-i Şerifte “aile içerisinde ihtiyarların hali, ümmeti içerisinde Nebiler gibidir” buyurulmakla, ihtiyarların aile efradına doğruyu, hakkı, istikameti ve tüm güzel duyguları bildiren kudsi bir rehber konumunda olduğu hatırlatılmaktadır.

Bu bakımdan, başına beyaz kıllar düşen iki ayrı insanın iki ayrı his dünyası vardır:

1- Mü’min ve dünyayı misafirhaneden ibaret bilen insanlar için beyaz kıllar, ikaz edici ve ölüme ciddi hazırlanmanın gerekliliğini ihtar eden beyaz bir nur ve şaşırtmaz bir rehberdir. Ayrıca saçların beyazlaması, zindandan çıkma vaktini ısrarla bekleyenlere zindan kapısının aralanıp dışarıda bulunan nurların en evvel tepesinde belirmesi gibi, dünya zindanında bulunan ihtiyarların başlarında da ebedi saadet nurlarının parlamasıyla, bu zindandan çıkacağının müjdelerini taşıyan bir dost ışığı gibidir.

Allah’ın dostu lakabıyla meşhur ve en büyük peygamberlerden sayılan Hazret-i İbrahim ( a.s ) başındaki beyaz kılların Melekler katında hürmet, ciddiyet, değerlilik ve olgunluk nişanı olduğunu öğrendiği zaman “Allah’ım vakarımı arttır” niyazında bulunmuştur.

2- Dalalet ve Gaflet ehli için beyaz kıllar, kezzap gibi yakıcı ve acı bir görünüm arz etmektedir. Çünkü her beyaz kıl, bu gibi insanlara sevgilileri olan dünyadan gideceklerini ve azap yurduna doğru bir adım daha yaklaştıklarını alaylı bir şekilde fısıldamaktadır. Bu nedenle bazı kişiler için başında beyaz kıl görmek, en tehlikeli düşmanını en yakınında fark etmek gibi korkutucu bir haldir.

İhtiyarların bir cemiyet içerisinde, üç temel faydaları vardır:

1-Bereket direği olmaları:

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, İhtiyarlaşmış ve kendi kuvvetiyle maişetini tedarik edemeyen insanların yüzünden, hem kendilerine ve hem de çevrelerine ilahi bereketin bol bol indiğini şu çarpıcı tespitlerle ortaya koymaktadır:

“Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Rabbimiz, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tamahkar ve cimri insanlara yükletmez.

“Allah’tır gerçek rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan” ( Zariyat Suresi, 58 ) ve “ Rızkını taşıyamayan nice canlılar vardır. Sizi de onları da rızıklandıran Allah’tır” (Ankebut suresi,60 ) âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, çeşitli özellikteki tüm canlılar lisan-ı hal ile bağırıp, o gerçeği söylüyorlar. Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu ispat eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki – üç sene evvel hergün yarım ekmek, – o köyün ekmeği küçük idi – belirli bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete sebep oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete layık olan hasta ihtiyarlar ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık sevgili olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket olduklarını sen kıyas eyle. ( Mektubat, s: 262)

2-Rahmet-i İlahiye’ye vasıta olmaları:

Cenab-ı Hakkın engin ve zengin rahmeti kainatın tamamını kuşatmıştır. Özellikle bu latif rahmet, rahmete daha layık ve müstahak olanlara, daha kolay ve çabuk ulaşır. Rahmete mazhar olanların başında ise yavrular, acizler, garipler ve masumlar gelmektedir. İşte yavrular hükmüne geçmiş, kendi ihtiyacını göremeyecek kadar çok aciz duruma gelmiş, bütün sevdiklerinin ahirete göçmesiyle yalnızlaşıp fevkalade garipleşmiş ve masumiyet kesb etmiş ihtiyarlar, elbette ilahi rahmete herkesten ve her şeyden daha ziyade layıktırlar. Rahmete ermek isteyenlerin bu ihtiyarlara daha çok merhamet etmesi icap eder. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şu tespitlerini kaydeder:

“Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.” ( Mektubat, s: 262)

3-Musibetlerin def’ edilmesinde şefaatçi olmaları:

Hadis-i Şerifte: “Aranızda beli bükülmüş ihtiyarlarınız, otlayan hayvanlarınız ve emzirilen çocuklarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” ( Keşfü-l Hafa, 2/163) buyurulmakla, bir eve, millete, devlete veya mevkie inecek olan musibeti def’edecek sebeplerin başında, ihtiyarların varlığı gelmektedir.

Bu nedenle ihtiyarları sevmeli, saymalı, onlara kötü söz söylememeli, azarlamamalı, hatta “öf” bile denilmemelidir. Çünkü, onlar Allah’ın bir hediyesi ve emanetidir. Allah’ın emanetine hürmet edenler, rahmete mazhar olacaklardır. O emanete gereken ihtimamı ve merhameti gösteremeyenler ise, hem bu dünyada hem de ahirette rahmetten mahrum kalacaklardır.

Kur’an-ı Kerimin muhtelif Ayet-i Kerimelerinde ve bazı Hadis-i Şeriflerde anne ve babalara hürmetin Allah’a ve Resulüne ( a.s.m ) hürmet anlamında olduğu ve onları kırmamak lazım geldiği ifade edilmektedir.

Bunlardan birkaçı şöyle:

“Yüce Rabb ‘in şöyle emretti; Yalnız Allah’a ibadet edeceksiniz, ana – babalarınıza iyilik yapacaksınız. Şayet bunlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa sakın onlara “öf ” dahi deme, yüzlerine bağırma, onlara tatlı söz söyle. Onlara, merhamet belirtisi olarak tevazu kanadını aç da, “Ya Rab, küçüklüğümde bana şefkat gösterdikleri gibi, sen de onlara merhamet et” de “(İsra suresi, 23-24)

Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle de anasını tavsiye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür. Binaenaleyh; bana ve ana – babana şükret. “ ( Lokman suresi, 14 ).

Peygamber Efendimiz de (a.s.m) “kime iyilik yapayım?” diye üç defa soran bir sahabeye, üç defasında da, “annene” cevabını verir. Sonra sorduğunda ise, babasına iyilik yapması gerektiğini söylemiştir. (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1).

Sahabelerden Ebu’d-Derdâ (r.a) bildiriyor: “Hz. Peygamber (a.s.m) bana dokuz önemli şey tavsiye etti. Bunlardan biri de; ana – baba da dahil olmak üzere aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktır. (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 9)

Yine Peygamberimiz (a.s.m), cihada katılmak isteyen bir sahabeyi, ihtiyaçlarından dolayı, ana – babasının yanına göndermiştir. (Buhârî, Edebu’l – Müfred, 9).

Bir gün Peygamberimiz (a.s.m) ashabına; “Size, büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?” diye üç defa sordu. Üç defasında da sahabeler “evet bildir, ey Allah’ın Resulü” dediler. Peygamber efendimiz ( a.s.m) ; “bunlar sırasıyla Allah’a ortak koşmak, ana – babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek” olduğunu belirtmiştir. (Buhârî, Edeb, 6).

“Ana – babamı ağlar hâlde terk ederek, hicret etmek üzere senin emrini almaya geldim” diyen bir sahabeye Peygamberimiz (a.s.m): “Onlara dön, nasıl ağlattınsa onları öylece güldür, sevindir” der ve henüz Müslüman dahî olmayan ana – babasının yanına gönderir.

Peygamberimiz (a.s.m) çok öfkeli bir şekilde üç defa, “Yazıklar olsun o kimseye ” dediğinde Ashab-ı Kiram; “Kimdir o? Ey Allah’ın Resulü! ” diye sorunca; “Ana – babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı hâlde, Cennet’e giremeyip Cehennem’i boylayan kimse” der. (Müslim, Birr, 9).

Amr ibn ül-Âs’ın oğlu Hz. Abdullah (r.a) anlatıyor: Bir adam peygamberimiz (a.s.m)’a gelerek cihada gitmek için izin istedi. Peygamberimiz de ona; “Annen baban sağ mıdır?” diye sordu. Adam: “Evet”, deyince Resulüllah (a.s.m): “O hâlde sen önce onların rızasını almaya çalış, ” buyurarak ona bu görevini hatırlattı. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 377).

Hz. Peygamber (a.s.m) çocukların ebeveynlerine karşı sorumluluklarının ne kadar büyük olduğunu şöyle dile getirmektedir: “Çocuk, hiç bir iyilikle babanın hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olmuş bir vaziyette bulur da satın alarak hürriyetine kavuşturursa hakkını öder.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 6)

Hz. Büreyt (r.a)’dan rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifte; adamın biri Kâ’be’yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş. Resulüllah (a.s.m)’ın yanına gelerek: ” Annemin hakkını ödedim mi?” diye sormuş. Resulüllah ( a.s.m) ” Hayır, bu yaptığın sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil.” diyerek cevap vermişlerdir.

Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak kendisine ibadetten hemen sonra ebeveyne iyiliği emretmiş, Peygamberimiz de (a.s.m): “Allah’ın rızası, babanın rızasında, gazabı da gazabındadır” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 1; Tirmizî, Birr, 3) buyurmuştur. İyilik yapmada babadan önce gelen annenin durumu da, tabii ki böyledir.

Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır. Bu gibi ifadelerden de anlaşıldığı gibi, eşyanın ve varlıkların hakiki makamını ve mertebesini Kur’an ortaya koyduğu gibi, anne ve babalara nasıl davranılması gerektiğini de en iyi İslam dini tasvir etmektedir.

Burhan Sabaz / Sorularla İslamiyet

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version