Etiket arşivi: anne baba

Duyarlılık ve Mahcubiyet Hissi

Önceki gün bir arkadaş telefon etti: “Hocam, biliyorsunuz bizim kız 3 yaşında. Kızımızın araç koltuğuna oturması yasal bir mecburiyet. Ancak koltuğa oturtacağımız sırada ciyak ciyak bağırıyor, tepiniyor… Baş edemiyoruz… Bize bir yol gösterin.”

Sordum: “Araca bindiğinizde siz emniyet kemeri takıyor musunuz?”

Arkadaş biraz mahcup vaziyette cevap verdi: “Öyle bir alışkanlık edinemedim hocam.”

Tebessüm ederek çocuk dünyasını anlatmaya başladım: “Bu yaşlardaki bir çocuğun davranış kazanması, anlatarak, ikna ederek değil, görerek olur… Çocuk neyi görüyorsa öyle biri olur… Yetişkinlerin yapmadığı bir davranış çocuktan istenirse çocuk korkar, kaygılanır ve güvensizlik hissetmeye başlar… O yüzden siz emniyet kemerini takmadan çocuğunuzdan emniyet kemerini takmasını istemek pedagojik olarak oldukça yanlış bir ebeveyn tutumudur.”

Biz yetişkinler nedense yapmadığımız şeyleri çocuklardan istemekten çekinmiyoruz… Çocuğun karşısında mahcubiyet hissetmiyoruz…

Çok yakın bir arkadaşımla çay içip sohbet ediyoruz… Bir ara arkadaşım günümüz çocuklarının ders yapma konusundaki eksikliklerinden bahseder oldu… Ve kendi çocuğundan örnek verdi: “Hocam, bizim oğlanı oturtup bir saat ders yaptıramıyoruz. Bıraksak akşama kadar televizyon izleyecek, sabaha kadar internette oyun oynayacak. Bir kenara oturup şöyle sakin sakin bir kitap okumuyor.”

Merak edip sordum: “Evinizin içinde belirli bir kitap okuma saati var mı? Koltuğun bir kenarına siz, diğer kenarına da eşiniz oturup belli saatlerde kitap okuyor musunuz?”

Arkadaş ne demek istediğimi anladı ve sustu. Sonra kafasını kaldırıp “İyi de hocam, biz akşama kadar çalışıp çabalıyoruz, kafamız beynimiz bir kelime dahi götürmüyor artık eve vardığımızda.” dedi.

Azıcık dikkat etse, kendi çocuğunun da sabah erkenden evden çıktığını düşünür, akşama kadar okulda zihnen yorulmuş olabileceğini çok rahatlıkla kavrayabilirdi…

Çocuk eğitimi böyle bir şey değil…

Galiba biz, çocuğa karşı “mahcup olma” hissini kaybettik…

Sadece yapmadığımız bir şeyi çocuktan istemek değil, örneğin çocuğa psikolojik şiddet uygulamak da utanç verici bir şey… Ama birçok yetişkin, hâlâ, sokak ortasında çocuğunun kulağından tutup eve doğru götürüyor olmayı bir marifet zannediyor…

Ne garip değil mi?

Birçok anne babaya bakıyorum, hiç mahcup olmadan çocuklarına bağırabiliyor, hakaret edebiliyor… Hâlbuki bu, çok kötü bir çocuk yetiştirme yöntemi… İnsan çocuğuna şiddet uygularken utanmalı…

Utanma ne zaman biter? Kişinin duygu dünyasını hissetme yeteneğini kaybettiğinde…

Eğer bir yetişkinin duyarlılığı yok olursa oturup hep beraber ağlamak gerekir…

Zira duyarlılığı kaybolmuş olan yetişkinin yanında yetişen çocuk da duyarlılığını kaybeder… Duyarlılığını kaybeden kişi, mahcubiyet hissini de kaybeder…

Ve böylesi biri, acınacak kişi olur…

Pedagog Dr. Adem Güneş

Rekabetçi Bir Dünyada Çocuk Yetiştirmek

1971 yılında ilk okul karnemi eve getirdiğimde, her ne kadar annemin “Kızınız yaşına göre iyi okuyor” yorumundan hoşnut olduğundan emin olsam da, bunu asla üzerine alınmadığından da eminim.
Peki ama 35 yıl sonra, kızım Lily’nin ilk karnesini, titreyen ellerimle açarken neden bu kadar gergin hissediyorum?
Milyonlarca ebeveyn gibi nasıl oluyor da çocuğumun başarılı olup olmadığı konusunda kendimi tamamen sorumlu hissedebiliyorum?
Bugün, spermin yumurta ile karşılaştığı ilk andan itibaren ana rahmi, çocuklarımızın ilk sınıfı haline geliyor. Doğmamış çocuklar daha kulakları bile oluşmadan ana rahminde klasik müziğe mahkum birer dinleyiciye dönüştürülüyorlar. Doğduklarından sonra da onlara uygun bir müfredat devreye giriyor: Tam olarak görmemelerine rağmen önlerine resimli kartlar koyuluyor, henüz konuşamamalarına rağmen dil derslerine kayıtları yaptırılıyor ve henüz yürümeye başlamadan yüzme dersleri başlıyor.
Bir zamanlar bir çocuğun herhangi bir konuda yeteneği olduğunda, buna “Tanrı vergisi” denirdi. Ama sonra Sigmund Freud, anne babaların çocuklarının nasıl insanlara dönüştüğünden – en azından psikolojik olarak – neredeyse tamamen sorumlu olduğunu ileri sürdü. Bunun üzerine İsviçreli psikolog Jean Piaget, çocukların, gelişimin tanımlanan aşamalarından geçtiğini ve “küçük bilim insanları” olarak görülebilecekleri fikrini geliştirdi.
cocuk egitim“Çocuğumu nasıl daha zeki yapabilirim?” sorusu anne babalar üzerinde gittikçe baskı yaratmaya başladı ve ilk cevaplar minnetle karşılandı. Bu cevaplar adını muhtemelen hiç duymadığınız bir adamdan geldi, ama fikirleri yine de çocuklarınızı nasıl yetiştirmeniz gerektiği konusunda üzerinizde derin bir etki yarattı.
1963 yılında, Amerikalı fizik terapisti Glenn Doman, Teach Your Baby to Read / Bebeğinize Okumayı Öğretin kitabını yazdı. Beyni hasarlı bebeklerin rehabilitasyonuna dayanan Doman’ın teorileri, bir bebeğin beyninin ilk yılda diğer tüm zamanlardan çok daha fazla büyüdüğü gözlemine dayanıyordu. Doman’a göre beyin, büyümenin yavaşladığı üç yaşına kadar mümkün olduğu kadar fazla uyarılmalıydı.
Doman daha da ileri giderek, bebeklerin dünyaya bilgiye aşırı aç geldiklerini ve yemek yemektense öğrenmeyi tercih ettiklerini söyledi.
Başından beri çok az sayıda uzman Doman’ın bebeklerin okuyabildiklerine dair iddialarını destekledi. Ancak yine de çok geç kalınmıştı. Bebeğinize Okumayı Öğretin kitabı 5 milyon adet sattı ve 20′den fazla dile çevrildi.
Çok erken yaşta eğitim trendi herkesi ele geçirdi ve bu trend 70′li yıllar boyunca giderek büyüdü. Ancak 80′li yılların başında psikologlar aşırı stresli çocuklarla ilgili pek çok durum bildirisinde bulundu.
1983′te Newsweek dergisinin yayınlanan bir araştırmaya göre bebekliğin yeni ABC’si şunlardı: “Kaygı, İyileşme ve Rekabet.”
Ebeveynlik kitapları artık emzirmenin ve bebek bakımının temellerine odaklanmıyordu. Onun yerine sayfalarında IQ’yu yükseltmek gibi konulara yer veriyorlardı. Çok satan kitaplardan biri olanHow to Have a Smarter Baby/ Nasıl Daha Zeki Bir Çocuk Sahibi Olunur?”ebeveynlere eğer tavsiyelerini birebir uygularlarsa 30 puanlık bir IQ artışı vaat etti.
Doman bir bebek okuyucu jenerasyonu yaratma konusunda asla başarı kazanamamış olsa da, başka bir konuyu kanıtlamayı başardı. Anne babaların kendilerine güvensizliklerinden ciddi bir servet kazanılabileceğini gösterdi herkese.
Bu atmosferin hakim olduğu bir dönemde, ben de ilk bebeğimi Bebek Einstein videolarının önüne oturtmuştum bile. Bebeğimi; Mozart’ın ksilofon yorumlarıyla dans eden lava lambaları, kurmalı oyuncaklar ve el kuklalarının sürreal bir karışımına bakarken yapayalnız bırakmıştım.
Sağduyu bana, bunun sadece bebeğimin kafasını karıştıracağını ya da uyumasına sebep olacağını söylemeliydi. Ancak ben, milyonlarca ebeveyn gibi, kızımın hayata harika bir başlangıç yapmasına katkıda bulunduğuma inanarak bu satış taktiğini bir güzel yuttum. Bu arada Bebek Einstein’ın piyasaya çıktığı ilk beş sene içinde her dört Amerikan ailesinden birisi en az bir adet bebek eğitimi videosu satın aldı. 2006 yılında Bebek Einstein markası sadece Amerika’da 540 milyon dolarlık bir satışa ulaştı ve markanın sahibi olan firmayı Disney satın aldı.
Ama ufukta problemler belirmeye başladı. Bazı araştırmalar, bu tür eğitim videolarının bir bebeğin yeteneklerini geliştirmesini sağlamayı bırakın, onlara engel bile olabileceğini iddia etmeye başladı. Eleştiriler dağ gibi büyümeye başlayınca, Disney ailelere para iadeleri önermeye başladı ve satışları düşüşe geçti.
Yine de bugün İngiltere’nin en büyük oyuncak üreticisi olan Toys R us’ın koridorlarında kısa bir gezinti yapmak bile bir anne babayı, bebeğini cebir için hazırlamanın asla erken olmadığına inandırmak için yeterli.
Mozart etkisi de kontrolden çıkmış durumda. Henüz ayaklarının bile kendilerine ait olduğunun farkında olmayan yeni doğan bebekler, bebek oyun gruplarında ayaklarıyla dev piyanoları tekmeleyerek müzik yapmaları için cesaretlendiriliyor.
Her şeyin hızla takip edildiği bu dünyada, bir atlama ipi gibi basit bir şey bile zaman çizelgesini öğreten ve renkli ışıkların yanıp söndüğü bambaşka bir oyuncağa dönebiliyor.
Nörobilimcilerin çoğu, eğitimsel oyuncaklardan ve videolardan umduklarımızın aşırı abartıldığını ve bulduklarımızın ise bir felaket olduğunu söylüyor. Onlara göre laboratuar ile çocuk odası arasında bir yerde, bilim karmakarışık bir hale getirildi. Gerçekliğin zerreleri göklere çıkarılarak dev para tuzaklarına dönüştürüldü.
Üstelik sorun sadece eğitimsel oyuncakların işe yaramadığı gerçeği değil. Gittikçe artan sayıda uzman, bu oyuncakların çocukları, ucu açık ve hayali oyun sayesinde edinebilecekleri daha hayati becerileri kazanmak için ihtiyaç duydukları zamandan ve beyin alanından yoksun bıraktığı görüşünü benimsemeye başladı.
Bir çocuğu hiçbir uyaranın olmadığı karanlık bir odada bırakmanın beynini yeterince geliştirmeyeceği gerçeği doğru olsa da, madalyonun diğer yüzü onları ne kadar çok eğitimsel uyarıya maruz bırakırsanız o kadar zeki olurlar değil maalesef.
Beyin uzmanı ve moleküler biyolog John Medina şöyle diyor: “Ne yazık ki bilginin az olduğu yerde mitler hızla çoğalıyor. Ve mitlerin insanı tuzağa düşürmek gibi bir etkisi var. Onca yıldan sonra bile bu ürünler hala raflarda ve kendilerinden şüphelenmeyen anne babaların pek de kolay kazanılmayan paralarını hala tuzağına düşürüyor.”
Ama belki de anne babaların güvensizlikleri, hiçbir zaman özel ders kadar sömürülmedi. Bir jenerasyon önce özel ders, sınıftakilere yetişmeye çalışan ya da sınavlara hazırlanan az sayıda çocuk için koruyucu kalkan gibiydi.
Bugün ise yapılan araştırmalara göre İngiltere’de okula giden çocukların 4′te 1′i özel ders alıyor. Bu oran beş sene önce yüzde 18′di. Birebir dersten grup derslerine ve online hizmetlere kadar sadece İngiltere’deki pazar tahminen bir milyon çalışanı ile yılda 6 milyar dolara ulaşıyor.
Yine de pek çok anne baba özel dersin sihirli değnek olmadığını düşünüyor. Düşük özgüveni olan bir çocuğun, akademik özgüven olmamak gibi problemlerle nasıl baş edeceğini bilmeyen bir eğitmenle birebir ders yaptığını düşünün. Bu çocuk muhtemelen kendisiyle ilgili daha kötü hissedecek ve öğrenmeye karşı daha fazla direnç geliştirecektir.
Kusursuz bir “dahi çocukların cesur yeni dünyası”nı yaratmaktan oldukça uzak bir şekilde kaygılı ve depresif çocuklar üretiyoruz. Çocuklara, okulda kendilerini daha iyi hissetmelerine yardım etmek yerine, ödeve direnme, matematik kaygısı, okuma heyecanı eksikliği, düşük özgüven, uyku problemleri ve anne babalardan kopuş gibi riskli durumlara sebep olacak baskı dolu “kaplan ebeveynlik” rolünü seçiyoruz.
Pek çok anne baba hala şunu anlamayı reddediyor: Mücadele ettikleri bazı davranışsal problemler, pek çok çocuğun bugün hissettiği baskının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Pek çok çocuk ya başarılarına bağlı olarak sevgi gördüklerini düşünüyor ya da anne babalarını hayal kırıklığına uğrattıkları duygusundan kaçmak için onlardan kopuyorlar.
Ama bu sadece ebeveynlerin suçu değil. Onlar, hükümetler ve statü takıntılı okullar tarafından desteklenen rekabetçi bir kültürde çocuk yetiştiriyorlar. Yüksek eğitimin ve iş dünyasının bıçak sırtındaki dünyasında, çocuklarının başarılı olmalarına yardımcı olmak için asla yeteri kadar şey yapamadıkları konusunda sürekli korkutuluyorlar.
Ama artık ailelerin, çocukları için kaygısız bir çocukluğun geri gelmesini istemelerinin ve anne baba olmaktan tekrar zevk almalarının zamanı geldi. Sonuç olarak anne babalar, çocukları için ne istedikleri konusunda dikkatli olmalılar. Ebeveynlik başarısının gerçek ölçüsü sınav notları değil, mutluluk ve güven duygusu olmalıdır.
egitimpedia.com

Biz Farklıyız

Yıllar önceydi…

Küçüktüm henüz… Ve küçücük dünyamdaki en büyük, en anlamlı kelimeydi belki de bu…

Annemin zihinlerimize, kalplerimize, günlerimize, hayatımızın her yönüne büyük bir özen ve titizlikle yerleştirdiği bu kelime;

Biz farklıyız yavrum; herkes gibi olmayız, olamayız. Müslümanız biz, özeliz. Düşünmeden yaşanılan bir hayat değil tercihimiz…”

Evimizin modeli, uyku ve uyanış saatlerimiz, oyunlarımız, masallarımız, kitaplarımız ve her yönüyle gittikçe büyüyen dünyamızla farklı olduğumuzun farkındaydık…

Televizyon hiç girmemişti evimize…

Şanslıydık… Bilgisayar, sadece işyerlerinde kullanılan bir aletti ve de…

Sabah namazıyla başlanan gün ne kadar da bereketliydi. Farklıydık biz saatlerimizle bile…

Anne ve babanın dilinden duyulan Kur’an, ne kadar da huzur dolduruyordu evin her köşesine. Ve beraber ezberlenen sûreler, Amme cüzü, Tebareke cüzü, nasıl da işliyordu kalbimize…

Sahte kahramanlar, sahte hayranlıklar, tertemiz dünyamızı bozacak gerçek dışı varlıklar yoktu hiç örneklerimizde.

Her bir sahabe, sanki evimizin bir ferdi, oyunlarda kahramanlarımız ve karakterlerimize göre örneklerimizdi.

Ne oyunlara, ne kitap okumalara doyamazdık, teknolojinin dokunamadığı dünyamızda…

El emeğimizle hazırladığımız kartlar, anne babamıza, kimi zaman sokaktaki arkadaşlarımıza sunduğumuz programlar, piyesler öylesine içtendi ki…

Farklıydık biz…

Ve hep farklı olmalıydık…

Giyinme tarzımız, konuşmalarımız, özlem ve hayallerimiz, sevgi ve korkularımızla, umutlarımız, gayretlerimiz ve heyecanlarımızla…

Ve yıllar sonra, şimdi…

Değişen zaman, değişen fikirler, gelişen teknoloji, ortam, ülke, imkânlar vs…

Ama Kur’an, ama İslam, ama Peygamber ve ama imtihan hiç değişmedi…

Biz yine farklıyız…

Ve hep farklı olmalıyız…

Bir anne olarak şimdi de bu bilinci, yavrularımızın kalplerine en güzel bir şekilde taşımalıyız.

Sözlerimizle, fikirlerimizle, amellerimizle, sevip sevmediklerimizle…

Sele kapılan, çoğunluğa uyan, ya da kolaya kaçan annelerden olmamalıyız.

Çocuklarımız daha küçücükken; ev düzenimizden, alışverişimizden, konuşmalarımızdan, giyim tarzımızdan, yaşamımızın her alanında yaptığımız hareketlerden, zoraki değil gönülden bir teslimiyetle farklı olduğumuzu anlamalılar.

Anlamayıp sordukları ve ‘başkaları yapıyor’ diye örnekledikleri kimi hareketleri de, söz olarak ‘biz farklıyız’ la anlamlandırabiliriz…

Tavırlarında, hassasiyetlerinde çelişkiye düşmeyen, boş vermeyen anne-babaların çocukları zaten bu farkı çok kolay anlayacak ve sürekli sorgulamayacak, hatta küçük de olsalar sizin olmadığınız ortamlarda dahi bu farklılığı koruyacaklardır.

Ve öyle ki; ‘biz neden onlar gibi yapmıyoruz?’ sorusu ve isteği yerine, olgun bir şahsiyet gibi; ‘onlar neden bu şekilde yapmıyorlar? Onlara da anlatalım, onlar da öğrensinler’ şeklinde, kendi yaptıklarından emin, yapmayanları da davet etme konumuna geçeceklerdir.

Daha iyi anlamak adına bir kaç örnek verirsek;

Parkta onlarca çocuğun arasında oynarken, 4-5 yaşlarında olmasına rağmen kıyafetiyle, konuşmalarıyla farklı olduğunun bilincindedir küçük Müslüman kız. Küçük olmasına rağmen, tek pantolon giymesinin kendisine yakışmadığını, üzerine uzun bir bluz (yaklaşık dizlerine kadar gelen) ya da elbise ile giymesinin daha güzel olduğunu, yazın kolsuz ve çok kısa kollu tişörtler giymemesi gerektiğini bilir. Hatta tek olmasına rağmen çoğu zaman dışarı çıkarken kendi isteğiyle başını örter.

Çocukların arasında fazlasıyla konuşulan, gündem edilen doğum günlerine karşı da, net bir tavır olarak kendilerinin asla kutlamadığını öğrenmiş ve öyle güzel kabullenmiştir ki, bir çocuk olarak heves edip o tarafa meyletmek bir yana ( o kadar cazibesine karşı) maalesef çevresindeki Müslümanlardan kutlayanlara üzülüp onların vazgeçmesi için büyüklerinin onlara da anlatmasını istemektedir.

Yine 5 yaşlarındaki küçük kız, babasıyla beraber eczaneye gittiklerinde – annesinden özel bir anlatım ve tembih almamasına rağmen- kendisine hediye edilen ruju kabul etmemiş ve açıkça ‘ben öyle şeyleri sevmem’ diyerek tavrını net bir şekilde ortaya koyabilmiştir.

 ‘Henüz küçüksün, biraz hevesini al sonra sürmezsin’ gibi kararlılık göstermeyen bir öğretim metodu ise, çocukların nasıl bir tavır takınacaklarını bilmedikleri, doğruyu değil işlerine geleni tercih edecekleri bir sonuca götürür.

 

Sadece birkaç konuda verdiğimiz bu örneklerde olsun, daha birçok konuda da çocuklar, özel bir tembih ya da zorlama olmaksızın, ailelerinin gösterdikleri ciddi hassasiyetleri bu şekilde açığa vurmuşlardır. Bunun örneklerini hem kendi çocuklarımızda, hem de bu konuda duyarlılık gösteren arkadaşlarımızın çocuklarında görmekteyiz.

Başkalarından farklı olduğumuzu anlatmada en çok zorlandığımız mesele ise; ciddi hassasiyetlerini kaybetmiş Müslüman kardeşlerimizdir. İslami bir yaşantısı olmayan kimselerden farklı olduğumuzu kolay bir şekilde anlatırken, kimi Müslüman ailelerin yaşam tarzlarını çocuklarımız sorgulayabilir. Bunu da yerine göre ‘yanlış yapıyorlar, uyarmalıyız, ya da bu daha iyisi, Cennet’in en üstlerini kazanmak isteyenler daha dikkatli olmalı’ şeklinde anlatabiliriz.

 ‘Biz farklıyız’ konusu sayfalarca anlatılacak, örneklendirilecek, birbirimizin hassasiyetlerinden örnek alınıp teşvik edilecek bir konu…

Kısaca özetlemeye çalışırsak; önce kendimizde, sonra da bize emanet edilen çocuklarımızda Müslüman olarak her şeyimizle farklı olduğumuz bilincini yerleştirmek, attığımız her adıma dikkat edip, gelişi güzel yaşamamak zorundayız. Ve bu zorunluluğu canı gönülden yapmalıyız.

Unutmayalım, ‘Bundan ne olur ki’ diye ihmal ettiğimiz, küçük gördüğümüz bir hassasiyet, çocuğumuzun zihninde, önemsenmeyen bir yanlış, dikkate alınmayan bir amel ve herkes gibi olabilirlik sonucuna varabilir.

Yiyip-içtiğimizden, konuşup güldüğümüze, sevip hoşlandığımızdan nefret ettiğimize, izleyip dinlediğimizden giyindiğimiz, giyindirdiğimiz elbiselere, model olarak sunduklarımızdan, seçtiğimiz kitaplara, aldığımız oyuncaklardan söylediğimiz ninnilere kadar olabildiğince dikkat etmeli, bir Müslümanın attığı her adımı bilinçli attığını yaşantımızla çocuklarımıza göstermeliyiz…

İşaret parmağındansa ayak izlerini takip etmeyi tercih eden çocuklarımız, arkamızdan gelecek ve bizi örnek edineceklerdir…

“İnanıyorsanız üstünsünüz” ayetiyle, çoğunluktan farklı olmaktan çekinmeyecek, bunun bir ayrıcalık, bir lütuf olduğunun bilinciyle hamd ederek yaşayacaklardır…

 Takva sahiplerine önder olmamız duasıyla…

Ummu Salim / muslumananneler.net

Anne Karnından Gelen Turist

Bir şehri tanıtan rehber olsaydık o şehrin tüm detaylarını öğrenir ve şehri tanımaya çalışan insanlara anlatırdık. Turistlerin hangi soruları sorup, neleri merak edeceklerini düşünüp o konular üzerinde önceden çalışma yapar, şehri onlara güzel ve sorunsuz şekilde anlatmaya çalışırdık. Bunun öncesinde bir takım çalışmalar yapardık elbette. Eğitimler alır, okumalar yapar, tecrübelilerin önerilerini dinler sonra kendimize göre bir tarz oluşturmaya çalışırdık. Ezberden okur gibi değil, anlatır gibi olmak bize artı puan kazandırırdı turistler nazarında. Ne kadar kendimize özgü olursak o derece iyi bir rehber ve ne kadar çok anlatırsak konuya o kadar hâkim olurduk.

Anne babalıkta çocuğun rehberi olmak demek aslında. Anne karnından geldiği dünyayı tanımaya çalışan turist onlar. “Burası dünya yavrum” diyerek, hayatı anlatmak gerek onlara. Önceki tecrübeleri yadsımadan, okumalar yaparak, eğitimler alarak ve kendimize özgü bir dille yapmak gerek bu rehberliği.

Oysa pek çok anne baba başımıza gelenler ortak olsa da sanki dünyada sadece o bu yollardan geçiyormuş gibi bir niyetle yola çıkıyorlar daha çok. Sanki doğan her canlının gaz, uyku, iki yaşında anne sütünden ayrılma, üç yaşına doğru bezini bırakma, dört beş yaşında Allah’a dair sorular sorma, okul başlayınca derslerini çalışma, lisede ergenlik gibi süreçleri olmaz gibi bir algıyla bakınca çocuklarına her şey daha karmaşık oluyor kanaatim o ki…

Durumu o an başımıza geldiğinde çözmeye çalışmak çoğu zaman kaygıyla yapıldığı için daha karmaşık bir noktaya taşıyabiliyor anne babaları. Bir süreç gibi bakmak yerine hemen çözülsün istiyoruz böyle zamanlarda problemler.

Hâlbuki her çocuğun seyri üç aşağı beş yukarı benzer seyirler gösterir. Hepimiz ortak yollardan geçtik. Birkaç ay oynamıştır zamanlama da en fazla aramızda. Çocuklarımız içinde durum aynı. Yürüdüğümüz yollardan rehberliğimizle yürümek istiyorlar sadece. Üstelik bunu yaparken ihtiyaçlarını da ifade ederek, işimizi kolaylaştırıyorlar.

Pek çok anne babaysa bu yardımları görmeden kaygıyla hareket ettiği için problemi o an çözmeye çalışıyor ne yazık ki… O an öğrenirse çözebileceğini düşünüyor ya da… Bir kitabı okurken, bir uzmanı dinlerken sadece o an kendisini ilgilendiren konulara odaklanıyor, bütünü göremiyor. “ O gelince düşünürüz” diye yola çıkınca, o an gelince düşünmekten çok daha fazlasına ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Bu kez daha bir kaygı kaplıyor içlerini. “Ya yanlış bir şey yaparsam” kaygısı, çoğu zaman öğrenileni bile uygulamayı mümkün kılmıyor.

Bu kadar ortak bir süreç varken, okunana ve danışılana bütün bir nazarla bakılsa çok daha kolaylaşacak oysaki bu yolculuk. Bildiklerimizin ve bilmediklerimizin dökümünü çıkarıp, bilmediklerimizi kendimize ödev saysak, öğrenmeye çalışsak daha sükûnetle yol almak mümkün olacak.

Öğrendiğimiz ebeveynliğin olumlu olumsuz tüm yanlarını aktarma gücümüz olduğunu fark edip, gereksiz duraklarda durmak yerine, bizi zorlayacak duraklar için tedbir almayı başarabilsek bu kadar kaygılanmayacağız.

“Biz de böyle büyüdük” ile “çocuğuma bana davranıldığı gibi davranmayacağım” arasında bir yerlerde, daha farkında olarak durmak, hem geçmişten aldığımız güzel emanetleri kendi çocuklarımıza devretmemiz için, hem de miras bırakmak istemediklerimizi görmemiz açısından çok daha sağlıklı olur.

Bir çocuk “Allah nerede?” diye sormadan, bu çocuğa bunun nasıl anlatılacağını öğrenmeliler anne babalar. Çocuğun eline kitap tutuşturmadan, kendi ödevi saymalı bu konuyu. Çocuğun tuvaletini söyleme dönemi gelmeden, bu konuda çocuğun verdiği işaretleri okuyacak düzeye gelmeli ki her iki taraf için de süreç kolay olsun.

Velhasıl her şeyi o an öğrenmeye çalışmak yerine, rehberliğin keyfini çıkarmalı.

Bir öykünün ucundan tutup, devamını onlara yazdırmak demek bu biraz da…

Tuğba Akbey İnan / www.cocukaile.net

Ebeveyn Siması ve Çocuk Ruhu

Bir karı koca geldi. Çocuklarının arkadaşları tarafından çok ezildiğini söylediler. Olmadık yollara başvurmuşlar ama yine de çocuğun bu hâline çare bulamamışlar…

Kavga etmeyi öğrensin diye karateye bile göndermişler, çözüm olmamış. Cesaretlendirmek için motive edici konuşmalar yapmışlar, işe yaramamış. Sonunda pedagojik yardım almak için bir arayışa girmişler…

13 yaşında bir ergen çocuktu bahsettikleri delikanlı. Anne baba tutumları üzerine konuştuk biraz. Anne çok fedakâr, baba kendi işinde gücünde bir adamdı.

Bir şey dikkatimi çekmişti, sormadan edemedim. Babanın oldukça asık bir suratı vardı, mutsuz ve memnuniyetsizdi yüzünün şekli. “Buraya zorla mı getirildiniz, nedir bu hâliniz?” diye espri yaptım. Biraz tebessüm etti. Eşi hemen devreye girip “Hocam, eşimi ilk gören böyle söylüyor ama çok iyi bir insandır. İyi bir eş, iyi bir babadır. Benim bile alışmam yıllarımı aldı…” deyiverdi.

Ben, kötü insan olduğunu düşünmemiştim zaten. Yüzü ağırdı, asıktı suratı. Hâlbuki pedagoji der ki ebeveynin siması çocuk ruhunun besin kaynağıdır. O, ne kadar mütebessim ise çocuk o kadar ruhen güçlüdür. Mutsuz bir çehre ile ebeveynlik yapmak, çocuğu ruhen çökertmek demektir…

“Gül…” dedim, “Biraz tebessüm et…

Beyefendi şaşırdı. Acemice tebessüm etmeye çalıştı, tam da beceremedi. Beceremezdi de. Çünkü “yüz kasları” gelişmemişti.

İnsan siması “ince kas”lardan oluşur. Lif lif kaslar yayılmıştır deri altında. Bu kaslar ne kadar çok kullanılmışsa yüzde o denli bir esneklik vardır, yakışır duygular simaya.

Yüz kaslarının kullanılması, çocukluk yıllarında “duyguların özgürce yaşanmasına” bağlıdır. Çocuk, içinde duyduğu heyecanı, sevinci, mutluluğu veya hüznü doyasıya yaşayabiliyorsa, yaşadığı her bir duygu simasında özgürce karşılık buluyorsa, yüz kasları işte o zaman gelişir.

Eğer bir çocuk, sevinirken “başımıza iş çıkartacaksın gülüp durma” diye engellenmişse, ağlarken “çocuk gibi ne ağlıyorsun öyle…” diye susturulmuşsa, donuk bir simaya sahip olur. Böylesi kişilerin kasları, ince ince gelişmez, topluca hareket eder.

Bu tıpkı okul öncesi çağdaki bir çocuğun parmak kaslarının gelişmesi gibidir. Nasıl ki anaokullarında çocukların ellerine kalem vererek, resim yaptırarak ve oyun hamurları kullanılarak parmak kasları geliştiriliyorsa, gelişmiş parmak kasları ile ilkokula başladığında kalemini düzgün tutabiliyor, harflerin ince ince detaylarına parmakları uyum sağlayabiliyor ve güzel yazmanın keyfini çıkabiliyorsa… İşte bunun gibi, çocukluk yıllarında duygularını özgürce yaşamış, bunları simasına yansıtırken “engellenmemiş” kişiler, yetişkinlik yıllarında “mütebessim” bir simaya sahip olurlar. Onların gülmesi de yakışır yüzlerine, hüzünleri de.

Bütün bunları anlatırken, gözüme dikkatlice bakıyordu beyefendi. “Beceremedik hocam.” dedi. “Ne yaşamayı becerebildik, ne baba olmayı.” Hanımefendi sordu: “Eşimin asık suratlı olmasının doğru olmadığını biliyordum ama isimlendiremiyordum, peki ne yapacağız?”

“Burada size ne yapacağınızı uzun uzun anlatıp vakit kaybettirmeyeyim, isterseniz internete girin ‘yüz kaslarını çalıştırma’ diye bir arama yapın. Karşınıza yüz kaslarını çalıştırmak için egzersiz örnekleri çıkacaktır. Yüz kaslarının gelişmemiş olması bir gecikmedir doğru, ama yeniden kazanılması imkânsız bir şey de değildir.” dedim.

Gittiler şimdilik… Bakalım bir dahaki sefere karşısındaki insana rahatlık veren bir sima ile mi dönecekler, yoksa onlarda da “kas hafızası” mı oluşmuş, göreceğiz.

Pedagog Dr. Adem Güneş