Etiket arşivi: bediüzzaman

Vakit, Bediüzzaman’ı anlama ve helalleşme vaktidir!

“Hür Adam” filminden dolayı zaman zaman televizyonlarda tartışma konularına rastlıyoruz. Lehte-aleyhte konuşmalar yapılıyor. Lehteki konuşmaların bir çoğu yetersiz. Alayhte yapılan konuşmaların hepsi yanlış. Aleyhte konuşanların bir kısmı Bediüzzaman’ın cahili. Bediüzzaman’ı tanımıyorlar. Bir kısmı dünyevî menfaatlerini aşıp gerçeğe yanaşamıyorlar; korkuyorlar. Bir kısmı da düşman; kin kusuyorlar. Allah, Bediüzzaman’ın cahili olanlara, Bediüzaman’ın âlimi olmayı, üç kuruşluk dünya menfaatleri ellerinden gider diye korkanlara cesur ve samimi olmayı, kasıtlı olanlara da hidayete ermeyi nasip eylesin.

Bediüzzaman bu ülkenin bir gerçeği, aynı zamanda Müslüman camianın vazgeçilmez bir değeridir. Bediüzzaman, nuruyla asrını aydınlatan, başlattığı olumlu iman hareketiyle de çağını çalkalayan bir insandır. O, tam bir Kur’an hizmetkârı ve tam bir Hz. Muhammed (s.a.v) sevdalısıdır.

Onun tek derdi vardı. “Milletinin imanını selamette görmek.” Bunun için değil idam sehpaları, takipler, sürgünler, zindanlar, zehirler, hapisler, tecrid-i mutlaklar; kendi ifadesiyle cehennemin alevleri içinde yanmaya bile razıydı.

O öyle bir Kur’an sevdalısı idi ki: “Kurân’ımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem!” diyordu. O öyle bir Hz. Muhammed (s.a.v) sevdalısı idi ki, Onu “kâinatın ruhu”, Kur’an-ı Münezzeli de “dünyanın aklı” görüyordu. Kur’an, dünyadan gitse, dünyanın delirip çıldıracağına, Peygamber ve ahlakı kâinattan çekilse kâinatın vefat edeceğine inanıyordu.

ONUN DAVASI

Onun davası, kendisine çelme atan dar düşüncelerle uğraşacak kadar basit ve küçük değildi. O, kâinat çapında büyük bir davanın, İslam ve Kur’an davasının dellalı idi. Ki bu dava Allah’ın davası idi. Bu dava son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) davası idi. Kendisi de son Peygamber’in varisi, vekili ve son asrın mebûsuydu. Bunun dışındaki görevler ona dar gelirdi. Onun içindir ki kendisine sus payı olarak teklif edilen milletvekilliği görevini, şark genel vaizliği görevini ve benzeri yüksek maaşlı görevleri kabul etmedi. Tanelerini “cumhuriyetçi” dediği karıncalara verdiği çorbasıyla yetindi, kimsenin minnetini çekmedi. Dine hizmetin karşılığında ne halktan ve ne de devletten bir şey almadı. Daru’l-Hikmet’in üyesi iken aldığı birkaç maaşı da yine millete harcadı.

Dinim beni, Müslüman olmayan birine saygı göstermekten men ediyor diyerek esirken Rus baş kumandanına ayağa kalkmaması, Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse, yoluna gitse halifedir; biz de onun emirlerine itaat ederiz. Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler padişah da olsa haydutturlar!demesi, davasına sadakatinden ve görevinin büyüklüğünden kaynaklanıyordu.

O, İKTİDARI ELE GEÇİRME MÜCADELESİ VERMEDİ.

O, koltuk kapma ve iktidarı ele geçirme mücadelesi vermedi. Çünkü o biliyordu ki, dünyevî makamlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.O, insanları imansızlık ve dinsizlik azabından kurtarma mücadelesi verdi. O, bütün mesaisini imanları kurtarmaya hasretti.

İman insanı insan eder, belki de sultan eder.” “İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” “Dinsiz dünyada hayır yoktur.diyordu. Onun hedefinde dünyaya dini anlatmak ve imanın güzelliklerini sunmak vardı. Bunun için “ikna ve irşad” yolunu, “müsbet hareket” tarzını seçti. Silaha ve şiddete davet edenlere karşı çıktı. Kalemi eline aldı, düşündüklerini kitaplaştırdı. 6000 sayfalık Nur Külliyatını miras bıraktı.

Kimse onun ölmekle işinin bittiğini sanmasın. O hayatta iken bile “Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur, konuşan yalnız hakikattır.” diyor, kitaplarındaki ölmez hakikatı ve o hakikatın kaynağı olan Kur’an’ı hedef gösteriyordu. Kur’an var olduğu ve Onun tefsiri Risal-i Nur okunduğu müddetçe Bediüzzaman hep etkili olmaya ve olumlu inkılaplar yapmaya, dünyanın çehresini güzelleştirmeye devam edecektir.

Onun miras bıraktığı kitaplarda öyle bir cezbe ve cazibe var ki, onları okuyanlar ve anlayanlar hayran oluyor, bir daha da bırakamıyorlar.

Diyordu ki: Hayatınızın lezzetini ve zevkini istiyorsanız, hayatınızı imanla hayatlandırınız, Allah’ın emirleri olan farzlarla süsleyiniz, günahlardan uzak durmakla da koruyunuz.

Makam ve mevkide gözü yoktu. İktidar, makam ve mevkiler kimin olursa olsun, yeter ki iktidarda olanlar, bu milletin değerlerini incitmesin, iman esaslarını sarsmasın, ahlakını dejenere etmesin, yüzünü kıbleden çevirip Batı’ya ve Kuzeye dönmesin, diyordu.

SKOLASTİK BATAKLIĞINA SAPLANMIŞ BİR MEDRESE HOCASI DEĞİLDİ

Bediüzzaman,beni skolastik bataklığına saplanmış bir medrese hocası mı zannediyorlar? Ben modern çağın fen ve felsefesini tahsil ettim”, “eski hal, muhal, ya yeni hal, ya da izmihlal!diyor, her türlü gelişmeye, bilim ve teknolojiye açık bir şahsiyet olduğunu ilan ediyordu. Bediüzzaman da yenilenmeden yanaydı ama mukaddes değerlerden uzaklaşarak yenilenmeyi kabul etmiyordu.

O, medeniyet fenlerini aklın nuru, din ilimlerini de kalbin ışığı görüyordu. İkisinin harmanlanmasından hakikat tecelli eder, öğrencinin gayreti harekete geçer. Bunları birbirinden ayırırsanız, din ilimleriyle meşgul olanlarda taassup, fen ilimleriyle meşgul olanlarda da hile ve şüphe görülür.” diyordu. Bunu demekle kalmadı, etkili ve yetkililerden bu iki tür ilmin beraber okutulacağı okulların açılmasını istedi. Çünkü bir insan ancak, akıl-kalb, din-fen beraberliği ile kâmil insan olabilirdi.

O, dindar bir cumhuriyetten, dindar bir medeniyetten, dindar bir bilim zihniyetinden, dindar bir ahlaktan, dindar bir hayattan yanaydı. Bu haliyle o, kökü mazide olan bir ati idi. Bir ayağı dine bağlı, diğer ayağıyla dünyayı dolaşan bir seyyah, hür ve dindar bir cumhuriyetçi idi.

BEDİÜZZAMAN, SIRA DIŞI BİR İNSANDI.

Onu sıradan biri olarak görenler hep yanıldılar, yanılırlar. O sıra dışıdır. Giyimiyle, kuşamıyla, mücadelesiyle, duası, namazı, evrad u ezkârı, ilmi, orijinal fikirleri ve bıraktığı eserleri, mertliği ve yiğitliği ile sıra dışıdır.

Bir ara siyasete sıcak bakmasıyla, sonra da siyasetin şeytanı melek, meleği şeytan gösteren dejenerasyonunu görerek siyasetten çekilmesiyle sıra dışıdır.

Kurtuluş Savaş’ından önce Kuvay-ı Milliyeyi desteklemesiyle, Kurtuluş Savaş’ından sonra yanlışlar yapmaya hazırlanır gördüğü Ankara’yı, meclis reisini ve o devrin milletvekillerini uyarmasıyla sıra dışıdır.

Hayatının 30 yılını sürgünde, hapiste, zindanda ve tecrid-i mutlakta geçirmesine, defalarca öldürücü zehirle zehirlenmesine ve en ağır muamelelere maruz kalmasına rağmen şiddete  tenezzül etmemesiyle, hattâ şiddete çağıranlara: “Bin yıl İslamiyete hizmet etmiş bir milletin evlatlarına kılıç çekilmez, o yol yanlıştır.” diyerek şiddet yanlılarını uyarmasıyla sıra dışıdır. Kendisine en ağır ve haksız muameleleri reva görenlere hakkını helal etmesiyle sıra dışıdır.

Bir taraftan at üstünde Ruslara karşı vatan savunması yaparken, bir taraftan da tefsircilere örnek olacak İşârâtü’l-İ’caz adındaki tefsirini savaş hengamesinde kaleme almasıyla sıra dışıdır. Savaş sırasında Ermeni gibi gayr-i müslim çocukların öldürülmesine karşı çıkmasıyla sıra dışıdır.

“Düşüncelerini mutlaka İslam’ın temel eserlerine dayandırmasıyla, köklerine bağlı bir alim portresi çizmesiyle, yaşadığı dönemde modern bilimi dışlayan medrese eğitimini şiddetle eleştirmesiyle, dini ve modern bilimleri birlikte ele alan üniversite projesini dönemin sultanlarına taşımasıyla” sıra dışıdır.

Her Müslüman’ın her sıfat (ve eylemi) Müslüman olmadığı gibi; her kâfirin de her sıfat ve sanatı kâfir olmaz. Binaenaleyh, Müslüman bir sıfat ve sanat (kâfirin elinde de olsa) güzel bulup almak neden caiz olmasın? diyerek kâfirin elinden alınabilecek güzel şeyler olabileceği gibi; nefse ve şeytana uyan bir Müslüman’ın elinden de çirkin işler çıkacağına dikkat çekmesiyle sıra dışıdır.

Namüsait şartlar altında kitaplar kaleme alan, okuyucusunun kafasındaki bütün tereddüt ve şüpheleri gideren, tekrar tekrar okunmasına rağmen usandırmayan 6000 sayfalık  bir eser külliyatı ortaya koymasıyla sıra dışıdır.

Halk tabakalarının her kesiminden müntesiplerinin olmasıyla, Kur’an’ın etrafında en kalabalık cemaat oluşturmasıyla, en çok okunan ve dünya dillerine çevrilen kitaplar yazmasıyla, sıradan insanları aydın yapması ve alimleştirmesi, alimleri kendine hayran bırakmasıyla sıra dışıdır.

Asrımıza düşmüş bir sahabi tavrı ve duruşuyla, medenilere karşı seçmiş olduğu mücadele tarzı olarak “ikna” usulünü ve üslubunu seçmesiyle, Peygamberimizin ahlakına, çilesine, affına, gönülleri fethedişine ve başarısına benzer ahlakı, çilesi, affı, gönülleri feth edişi ve başarısıyla sıra dışıdır.

Böyle bir insan çok nadir yetişir. Böyle bir insanın bizim ülkemizden çıkması Allah’ın bir lutfu, belki de mazide İslamiyet’e hizmet etmiş bir milletin torunlarına Allah’ın bir mükâfatıdır. Bu nimet ve mükâfat küfre ve küfrana değil, şükre ve şükrana layıktır.

VAKİT, BEDİÜZZAMAN’LA HELALLEŞME VAKTİDİR

Efendiler! Kavga zamanı geçti. Şimdi Bediüzzaman’ı anlama, bu mazlum ve mağdur insandan özür dileme, onunla helalleşme dönemindeyiz. Allah’a şükür ve ona teşekkür borcumuz vardır.

Şimdi, onun eserlerini okuyarak imanı ve imanları kurtarma zamanıdır.

Şimdi, Peygamberi öldürmeye giden, gittiği yolda Kur’an’dan duyduğu ayetlerle kendisinin gezen bir ölü olduğunu anlayan, kılıcı kınına sokup Peygamber’in huzuruna çıkan, geçmişinden utanan, mazisine ağlayan, Efendiler Efendisi’nden özür dileyen ve Onun huzurunda dirilen, Ömer gibi olma zamanıdır. Yevmülfasl ve yevmülhak gelmeden, ölüm sekeratı uyandırmadan önce uyanma ve Bediüzzman’la helalleşme vaktidir.

Ölüm haberi gelmeden / Azrail hamle kılmadan

Can bedenden ayrılmadan /Gel gidelim Dost’a gönül.

“Hür Adam”da buluşma dileklerimle!…

Vehbi Karakaş
Kaynak: Risale Haber

İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et

Said Nursî, altmış beş sene evvel Van’da Vali Tahir Paşanın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekât Nazırının İngiliz Meclis-i Meb’usanında elinde Kur’ân’ı göstererek, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız, veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır.

Kur’ân’ın bir mucize olduğunu ispat ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister, buna kat’î karar verir. Van’da bulunduğu on beş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi, âlem-i İslâmın hal-i hazırda durumu hakkında da gerekli her türlü malûmatı elde eder.

Nazirsiz bir allâme olan Bediüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi, sair emsalleri fevkinde, kendisine ayrıca hikmet-i Kur’âniye talim edilmişti. Kendisi, asr-ı hâzırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur’ân’ın mucize olduğunu ispat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.

Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru, kudret-i İlâhiyeyi açıkça gösterdiği gibi; maddî hiçbir kuvvete sahip olmayan, bilâkis mazlum ve bir nevi elleri, kolları bağlı bir vaziyette Bediüzzaman’ın çekirdek-misal hayatı ve hizmetiyle tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu, hem âlem-i İslâm, hem dünyanın ekserîsine de maddeten tesir edecek ve zihniyetlerini değiştirecek mânevî, küllî ve cihanşümûl bir inkişafın zuhuru, aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlâhî ve sevk-i Rabbanî ile olduğu akla ve kalbe görünmektedir.

Filhakika, bir eserinde tahdis-i nimet suretinde hizmet-i imaniyeye ait inayet-i İlâhiyeden bahsederken şöyle der:

Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.

Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.

Mektûbat

Bediüzzaman’ın mektubunun anlamı

Türkiye hâlâ Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu muhakeme çerçevesini müzakere ediyor. Din-Devlet-Toplum ilişkilerindeki tartışma da bu eksende. 88 yıl sonra bile bu değerlendirmeler ihmal edilemez bir ehemmiyet taşıyor.

Bediüzzaman Said Nursi’nin “Duacınız Said-i Kürdi” imzasıyla 23 Kasım 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı ve “Çok mühim bir mektup” notu düşülerek Cumhurbaşkanlığı Arşivinde saklanan bir mektup, Güntay Şimşek tarafından Habertürk gazetesinde yayımlandı.

Bediüzzaman’ın mektubu, “Ey şanlı Gazi” hitabından sonra, temsili sorumluluğundan yola çıkarak, “İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, bir meselede 10 sözünü, tavsiyesini birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum” ifadesiyle başlıyor.

Mektubun hemen girişine, “İnessalate kanet alel mü’minine kitaben mevkuta – Şüphesiz namaz belli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.” (Nisa Suresi , 103) ayeti konmuş.

Sonra 10 tavsiye geliyor. Mektubun özü, “namaz ve hayatın İslam ölçülerine göre tanzimi” etrafında şekillenmiş.

Mektuba bugünden baktığımızda, onda, bir İslam âliminin, bir devlet reisine -ki, o dönemde Mustafa Kemal Paşa, mutlak iktidar sahibi bir konumdadır – yönelik ikaz üslubunun  çerçevesini görmekteyiz. Mektup aynı zamanda, Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet reisine İslam’la ilgili bir hatırlatmada bulunmanın yadırganmadığını ortaya koyması bakımından ilginçtir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu mektubundan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak ve kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Şu hatırlatmaları yapıyor Bediüzzaman Hazretleri, Mustafa Kemal Paşa’ya:

1 ) Allah’ın verdiği olağanüstü bu başarılar, bir teşekkür ister ki sürekli olsun, artmaya devam etsin. Eğer nimet, şükür görmezse gider. Madem Allah’ın yardımıyla Kuran’ı düşmanın saldırılarından kurtardınız, Kuran’ın en açık ve kesin emri olan “namaz” gibi farzları yerine getirmeniz gerekir. Böylece namazın feyzi (ilmi, bolluğu, hazzı) şahane işleriniz için sürekli bir şekilde üstünüzde olsun ve devam etsin.

2 ) İslam dünyasını mutlu ettiniz, sevgilerini ve yakın ilgilerini kazandınız. Ancak o yakın ilgi, alaka ve sevginin devamlılığı, İslami yaşamın gereklerini yerine getirmekle olur. Çünkü Müslümanlar, İslamiyet adına sizi severler. Siz de İslami yaşantınızla ahretinizi güçlendirin ve İslamiyet’e bağlılığınızı ortaya koyunuz.

3 ) Başta yüce şahsiyetiniz olmak üzere siz ve silah arkadaşlarınız olan kahramanlar, bu dünyada Allah dostları (evliyaullah) hükmünde olan gazi ve şehitlere komutanlık ettiniz. Kuran’ın kesin emirlerini uygulamak ve uygulatmakla öteki âlemde de nurlu gruba önder olmaya çalışmak, sizin gibi büyük yardıma mazhar olanlara layıktır. Aksi takdirde burada kumandanken orada bir neferden yardım dilenme zorunda kalabilirsiniz.

4 ) Bu milletin Müslüman toplulukları, o kadar ki bir cemaat namazsız kalsa, sapkın günahkâr olsa bile yine de başlarındakini dini bütün görmek ister. Hatta bütün Kürdistan’da, görev verilen tüm memurlara yönelik ilk önce sorulan soru şudur: “Acaba namaz kılıyor mu?” Namaz kılan memura kesinlikle güvenirler, kılmayan memur da ne kadar başarılı ve etkili olsa bile onlara göre suçludur. Bir zamanlar “Beytüşşebap” aşiretlerinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya (hırsız, haydut) idiler.

5 ) …Doğu’yu ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir. Doğu’yu uyandırdınız, hak ettiği yere getirdiniz, o halde tabiatına uygun davranınız. Aksi halde bütün emeğiniz ya boşa gider veya başarılarınız çok yüzeysel kalır.

6 ) …İttihatçılar o kadar harika, gayretli, istikrarlı olmalarına ve fedakârlık göstermelerine rağmen, hatta İslam’ın uyanışına sebep oldukları halde, dinde kısmen laubalilik tavrı gösterdikleri için içerideki millet onlardan nefret etti ve değersiz görüldüler.

7 ) ….İslâm âlemi içinde önemli ve devrim niteliğinde bir iş yapmak, ancak İslamiyet’in kurallarına teslimiyetle mümkün olabilir. Aksi olamaz ve olmamıştır. Olsa dahi kısa sürede sönüp gitmiştir.

8 ) ….Napolyon’a değil belki Selahaddin-i Eyyubi gibi İslâm kahramanlarına tabi olmanız gerekir.

9 ) Sizin bu başarınızı, yüce hizmetinizi takdir eden ve sizi canı gönülden sevenlerin çoğunluğu inananlardır ve özellikle halk tabakasıdır ki, bunlar da sağlam Müslüman’dırlar……. Siz dahi Kuran’ın emirlerini uygulayıp, onlara bağlanıp dayanmanız, İslam’ın yararı adına gereklidir. Yoksa İslamiyet’ten soyutlanmış olan bedbaht, milliyetsiz Avrupa düşkünü, Batı taklitçilerini Müslüman halka tercih etmek İslam’ın yararına aykırı olduğundan İslam âlemi bakışını başka tarafa çevirmeye ve başkasından yardım istemeye mecbur kalacaktır.

10 ) ….Bu büyük inkılabın temel taşlarının sağlam olması gerekir. Bilirsiniz ki ebedi düşmanlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın gerekliliklerini tahrip ediyorlar. Öyle ise mecburi göreviniz İslam’ın gerekliliklerini yaşatmak ve korumaktır. İslam’ın değerlerini hafife alma, milletin zayıflığını gösterir, zayıflık ise düşmanı durdurmaz, bilakis cesaretlendirir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin mektubu “Hasbunallahu ve ni’me’lvekîl, ni’me’l-mevlâ ve ni’me’nnasîr – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” (Al-i İmran Suresi, 173). O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır” (Enfal Suresi, 40)  ayetleri ile bitiyor. Mektubun altında  “Duacınız Said-i Kürdi” imzası var.

Neyi hatırlatıyor bir İslam âlimi, kudretli bir devlet yöneticisine, onları alt alta sıralamakta yarar görüyorum:

Namaza itina etmek. Muhakemesi şöyle: Madem Kur’an’ı saldırılardan kurtardınız, öyleyse onun üzerinde en hassas şekilde durduğu namaza da itina edin. Ki namazın bereketi üzerinize yağsın.

Müslümanca yaşamaya itina etmek. Muhakemesi şöyle: İslam dünyasını sevindirdiniz, onlar sizi İslam’a göre yaşadığınız için severler. Öyleyse hayatınızda İslami ölçülere riayet ediniz.

Kur’an ahkamına riayet etmek, ettirmek. Muhakemesi şöyle: Siz bu dünyada şehitlere gazilere komutanlık yaptınız. Kur’an ahkamına riayet etmezseniz, ahirette, erlerden yardım istemek zorunda kalabilirsiniz.

Kürtlere namazlı niyazlı yönetici göndermek. Muhakemesi şöyle: Kürtler, kendileri namaz kılmıyor, hatta sapkın ve günahkâr olsalar bile yöneticilerinin namaz kılmasını önemserler. Kürtlerle doğru iletişim kurmak için buna önem vermek gerekir. Doğu’yu ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir.

İttihatçılara benzememek. Muhakeme şöyle: Onlar da büyük fedakârlık sahibi idiler, ancak dinde laubalilikleri sebebiyle halk onları sevmedi. Halk tarafından sevilmek istiyorsanız, dinde laubali olmayın.

İslam’dan yola çıkmak: Muhakeme şöyle: İslam dünyasında bir büyük hizmet üretmek istiyorsanız, İslam’dan yola çıkmalısınız. O zaman halk sizi destekler. Bu noktada, Napolyon gibi bir Batılı lideri örnek almak yerine, Selahaddin-i Eyyubi gibi bir İslam komutanını örnek almak gerekir.

Müslüman halka dayanmak. Muhakemesi şöyle: Sizi canı gönülden seven ve destekleyenler halk tabakasıdır, onlar da inançlı Müslümanlardır, bundan dolayı, siz de onların desteğini önemseyin, Avrupa düşkünü kesimlere yönelmeyin, öyle yaparsanız halk sizden soğur.

Sağlam bir inkılap için İslam gerekli. Muhakemesi şöyle: Büyük bir inkılap için sağlam temel taşlarına ihtiyaç vardır. Ebedi düşmanlarınız, İslâm’ın gerekliliklerini tahrip ediyorlar. Öyle ise sizin İslam’ın gereklerini yaşatmanız ve korumanız gerekir. İslam’ın değerlerini hafife alma, milletin zayıflığını gösterir, zayıflık ise düşmanı durdurmaz, bilakis cesaretlendirir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Mustafa Kemal Paşa’ya ilettiği düşüncelerin kendi içinde bir mantığı var.

Bunlar, büyük ölçüde Müslümanlık coşkusunun iştirakiyle yürüyen Millî Mücadele sonrasında, Türkiye’nin yeni yol arayışında, büyük bir özgüven içinde ifade edilebilen düşünceler.

Türkiye hâlâ, bu eksende tartışmalar yaşıyor. Ve bir anlamda Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu muhakeme çerçevesini müzakere ediyor. Din – Devlet – Toplum ilişkilerindeki tartışma da bu eksende, Kürt sorunu çerçevesindeki tartışma da bu eksende…

Doğrusu ben, aradan geçen 88 yıldan sonra bile, bu değerlendirmelerin ihmal edilemez bir ehemmiyet taşıdığı inancındayım.

Ahmet Taşgetiren

Kaynak: Aksiyon Dergisi

Sahabe imanı, İslâm celâdeti

Eşref Edip Sebilürreşad’ın 15. cildinin 356. sayısında “Sahabe İmanı, İslâm Celâdeti” başlığı altında şunları yazıyordu:

“Ashâb-ı Kirâmdan Hz. Abdullah bin Huzeyfe, Resûl-i Ekrem Efendimizin İslâma davet hakkında İran Şahına yazdığı mektubu götüren zattır. Şam fütûhatında Bizans ordusu ile yapılan muharebede esir düşmüştü. Bizanslıların kaidelerine göre, esir düşen kimse evvelâ mezhebini bildirir, ondan sonra bu mezhepten feragat eder, Hıristiyan dinine girer, ancak bu sayede kurtulurdu. Yoksa böyle yapmadığı takdirde, zeytin ağaçlarından büyük bir odun yığını hazırlanır, üzerine zeytin yağı dökülür, esir o ateş içine atılır, yakılırdı.

“Hz. Abdullah bin Huzeyfe, diğer Müslüman esirlerle beraber Bizans hükümdarının huzuruna getirildi. Hıristiyanlığı kabul etmesi teklif edildi. Kabul etmedi, şiddetle reddetti. Mezhebini değiştirmek için çok uğraştılar, fakat muvaffak olamadı. Abdullah, Müslüman olarak ölmek istediğini söyledi.

“Bunun üzerine âdet gereğince Hz.Abdullah, ateşe atılmak üzere ateş yığınının yanına getirildi. Bizans hükümdarı da orada hazırdı. Papazlar ve hükümdar, Hz. Abdullah’ın illâ Hıristiyan olmasını tekrar ileri sürdüler. Hz.Abdullah kemâl-i metanet ve şehametle reddetti. Nihayet ateş yakıldı. Hz. Abdullah ateşe atılacaktı. Ateş karşısında da yine Müslüman olduğunu, ‘Külhü vallahü ehad, Allahü’s-Samed, Lemyelid ve lem yûled’ diyerek bu bâtıl dine intisap etmeyeceğini söyledi.

Değil beni‘ dedi, ‘benim vücudumun her bir zerresi Abdullah olsa, hepsine de ayrı ayrı cefâ etseniz, ateşte yaksanız, yine Abdullah hak yoldan dönmez. Allah yolunda, bir olan Hâlık-ı Zülcelâl yolunda kalır. Yalnız benim canım değil, binlerce Abdullah’ın canı Hak yolunda fedâ olsun.

“Bizans hükümdarı ve papazları, bu İslâm, iman kuvvetini görünce hayret ettiler, yeni bir teklifte bulundular. Hükümdarın elini öpmek şartıyla kendisini serbest bırakacaklarını söylediler. Hz. Abdullah bunu da kabûl etmedi, reddetti. ‘Ben bir Allah’a inanan bir Müslümanım. Bir haça tapanın elini öpmem’ dedi. Kendisine pekçok mal, mülk ve servet vereceklerini söylediler. Hz. Abdullah bunların hiçbirisini kabul etmedi.

“Bu derece iman, bu derece metanet ve celâlet, hükümdarı büs bütün hayrete düşürdü. Böyle iman sahibi bir zatı ateşte yakmaya kıyamıyordu.

“Bu defa başka bir teklifte bulundu. Kendisinin alnını öpmek şartıyla, bütün Müslüman esirleri serbest bırakacağını söyledi. Seksen kadar Müslüman esir vardı. Hz. Abdullah bu teklif üzerine düşünmeye başladı:

“Benim hayatımın kıymeti yok. Hak yolunda ateşte yanarım, ölürüm. Fakat benimle beraber seksen Müslüman da yakılacak. Bir putperestin alnını öpmek, bir Müslümana yakışmasa da, seksen Müslümanın hayatını kurtarmak da büyük bir meseledir.’

“Seksen Müslümanın serbest bırakmak şartıyla bu teklifi kabul etti. Esir Müslümanları beraberinde alarak Mekke’ye geldiler. Hz. Ömer bu mücahitleri, bu kahraman Müslüman Hz. Abdullah’ı bizzat karşıladı ve Abdullah’a sarılarak elini öptü. O arada lâtife kabilinden bazıları, ‘Bu zat bir putperestin alnını öptü, serbest oldu’ dediler. Hz. Abdullah hemen cevap verdi: ‘Evet, maalesef öyle oldu. Fakat seksen Müslümanın da hayatını kurtardım. Onları alıp ailelerine kavuşturdum.’

“Bu sözü üzerine Hz. Ömerü’l-Faruk (r.a.) bir defa daha Hz. Abdullah’ın alnından öptü.

“Bu İslâm celâdet menkıbesini, neşretmekte olduğumuz Asr-ı Saadet, Peygamberimizin Ashabı adlı muazzam eserin dördüncü cildinden naklediyoruz. Bu bize merhum Said Nursî’nin esareti zamanında Moskof kumandanına karşı gösterdiği celâdet ve şehameti hatırlattı.

“Merhum Üstad, umumî harpte Ruslara esir olduğu zaman, buna benzer bir hâdise cereyan etmişti. Rus kumandanı esirleri teftiş esnasında Üstad kumandanın selâmını almıyor, yerinden bile kalkmıyor. Bu hareketten kumandan hiddetleniyor. ‘Belki görmemiştir’ diye tekrar önünden geçer. Fakat Üstad yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla, ‘Herhalde beni tanımadılar’ diyor. Üstad ‘Hayır!’ diyor. “Tanıyorum, kumandan Nikola Nikoloviç!’

“Kumandan, ‘Şu halde Rus Ordusuna ve dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorsunuz.’ Üstad, ‘Hayır’ diyor. ‘Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman din âlimiyim. İmanlı bir kimse Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam edemem.’

“Bunun üzerine Üstad’ı divan-ı harbe verirler. Subay arkadaşları neticenin vehametini takdir ederek, Üstad’ın özür dilemesini istirham ederler. Fakat Üstad kat’iyyen kabûl etmez. Kemâl-i izzet ve şehametle şöyle der:

Bunların idam kararı, ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir.

“Nihayet divan-ı harb idam kararı verir. Hükmün infaz edileceği sırada Üstad, namaz kılmak için müsaade ister. Vazife-i diniyesini ifadan sonra atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam o sırada Rus kumandanı yetişerek, ‘O hareketinizin mukaddesâtınıza olan bağlılığınızdan ileri geldiğine kanaat getirdim. Tekrar tekrar rica ederim, beni affediniz’ der ve idam hükmünü geri alır.”

Hür Adam filmi Risale-i Nur’a ilgiyi arttırdı

Hür Adam filminin gösterime girmesinin ardından, Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını ve eserlerini merak eden insanlar, kırtasiyecilerin yolunu tuttu. Kırıkkale’de kırtasiyeciler ve Çarşı Camii yanında bulunan iş merkezinde kitap satan esnaf, durumdan memnun.

Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarının satışında da büyük patlama yaşandığını belirten esnaf, film sayesinde bu sayının iki katına çıktığını söyledi. Yıllardır esnaflık yaptığını belirten Çağlar Kitapevi’nin sahibi Çağlar Yumşak, ilk defa bir film sayesinde sattığı kitapların iki katına çıktığını söyledi. İnsanların Hür Adam filmini ve fragmanını izledikten sonra Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını ve eserlerini merak ettiklerini ve kitaplarını satın almaya başladıklarını belirten Yumşak, “Bediüzzaman Said Nursi’nin haftada 10 kitabını satıyordum. Şimdi bu sayı 30’a yaklaştı. Stoklarım tükenmek üzere, yeni siparişler vereceğim.” dedi.

Hür Adam filmiyle birlikte Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinin yer aldığı stantlardaki kitapların bir anda boşalmaya başladığını açıklayan Nil Tuna Mağazası Kırıkkale Kitap Sorumlu Ceylan Albayrak, filmi izleyenlerin Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını öğrenmek için kitaplara yöneldiğini ifade etti.

Kitapların hızlı bir şekilde tükenmeye başladığını görünce kampanya başlattıklarını belirten Albayrak, “Hem insanlar, Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okuma fırsattı buluyor. Hem de kitaplarını ucuza temin ediyor. Bazı vatandaşlar ise Bediüzzaman Said Nursi’nin bütün kitaplarını aldı.” diye konuştu.

Hür Adam filmine hayran kaldığını açıklayan Hadi Yalmancı, şunları söyledi: “Hür Adam gibi bir insanın çağımızda yaşaması beni derinden etkiledi. Filmi izlerken, ben o günlere sürüklendim. Filmin sonunda hemen yakın bir kırtasiyeye gittim. Eserlerini öğrendim ve birçok kitabını satın adım.

Hür Adam filminin internette fragmanını izlediğini söyleyen Ali Alnıaçık, ilk defa hayatını İslam’a adamış bir insanı gördüğünü kaydetti. Hemen sinemaya gittiğini ve film bittikten sonra kırtasiyenin yolunu tuttuğunu anlattı.

Kaynak: Risale Haber

Yazar’ın Notu: Maşallah, bizimde filmden beklentimiz Risale-i Nurların okunması ve yüzlerin o tarafa doğru dönmesiydi. Cenab-ı Hak hayırlara vesile eylesin inş. Amin