Etiket arşivi: Cennet

Ehl-i Cennet ve Cehennemin Elbiseleri Nasıl Olacak?

Üstad yirmi sekizinci mektubun, sekizinci mes’elesinde şöyle açıklıyor:

”Ehl-i cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazatı maneviyesiyle ubudiyet etmiş ve cennetin lezaizine istihkak kesbetmiş ise; her bir duygusunu memnun edecek, her bir cihazatını okşayacak, her bir letaifini zevklendirecek bir tarzda; cennettin her bir nev’inden birer mehasini gösterecek bir tarz-ı libası, kendilerine ve hurilerine, rahmet-i ilahiye tarafından giydirilecek.

Ve o müteaddid hülleler; bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu mealdeki hadistir ki: “Huriler yetmiş hülle giydikleri halde , bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor.”

Demek en üstündeki hülleden, ta en alttaki hülleye kadar; ayri ayri mehasinle, ayrı ayrı tarzda, hissiyatı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var.”

Cehennemin libasları: “Ehl-i cehennem ise; nasıl ki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hakeza.. Bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette cehennemde onlara göre elem verecek, azab çektirecek ve küçük bir cehennem hükmüne gelecek mühtelifü’l-cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafi görünmüyor.”

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Cennette Olduğumuzun Farkında Mıyız?

Gayr-i Müslimlerden biri Müslüman olup İslamiyet’e girince:

1-Cenneti bulmuş ve cennete girmiş kadar seviniyor. Çünkü İslamiyet, cennettir. Kemaliyle uygulandığında insana cennet keyfi verir.

2-Karanlıktan çıkıp ışığı bulmuş kadar mutlu oluyor. Çünkü İslamiyet güneştir. Aydınlatmadığı karanlık yoktur. Bütün soruların cevabı, bütün sorunların çözümü ondadır. Onun için Üstad-ı Muhterem: “İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.” demiştir.

3-Esaretten ve azaptan kurtulup hürriyete ve rahmete kavuşmuş kadar huzurlu oluyor. Çünkü İslamiyet hürriyettir, rahmettir ve şefkattir. Acımadığı, şefkatle kucaklamadığı hiçbir insan, hiçbir varlık yoktur. O, inasanı her şeye kulluktan kurtarır, Allah’a kul eder, gerçek hürriyete kavuşturur.

4-Kıtlıktan çıkıp bolluğa kavuşmuş kadar mutlu oluyor. Çünkü İslamiyet bolluktur, berekettir. İslamiyet’in Sahibi’ne teslim olanı, İslamiyet’in Sahibi kimseye muhtaç etmez. Çalışma şevkini artırır, hırsını frenler, helale kanaat ettirir, israftan uzak tutar, rahata kavuşturur.

5-Kâinatı kucaklayacak kadar sevgi ile doluyor. Çünkü İslamiyet muhabbettir. Kin ve husumeti kabul etmez. Onun müntesipleri hep muhabbet fedaisidir. Severler, sevdirirler, sevilirler. Sevindirirler, sevindirilirler.

6-Müslüman olmayanlardan biri Müslüman olup İslamiyet’e girince, suyunu bulmuş balık gibi cana geliyor, hayata kavuşuyor, yeniden doğuyor. Çünkü İslamiyet, su gibi hayattır; kemaliyle yaşandığında insanı maddî ve manevî bütün kirlerden arındırır, cennete layık hale getirir.

Aslında İslamiyet, Müslümanlar için de böyledir. Fakat Müslümanlar, “o mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” sözünde ifade edildiği gibi okyanusun içindeki balıklar gibi okyanusun kıymetini bilememektedirler. İslamiyet gibi sonsuz bir rahmetin, sonsuz bir nimetin ve sonsuz bir cennetin farkında değillerdir. Çünkü bozulmamış insan vicdanının istediği her güzellik onda. Hukukun üstünlüğü ilkesi onda, üstün ve güzel ahlak onda, meşru hürriyet onda, ilericilik ve hamlecilik onda, tavizsiz adalet onda. Haşyet, ihlasla ibadet ve itaat bilinci onda. Mükemmel aile terbiyesi onda. Dünya ve ahiret dengesi onda. İslamiyet, müntesiplerine ahireti kazandırmak için, dünyayı terk ettirmez. Dünyayı kazandırmak için de ahireti unutturmaz.

Sağlam vücut ve sağlam kafa dengesi ve denklemi de onda. Kafası sağlam olanın vücudu sağlam olur, imanı sağlam olanın da kafası sağlam olur. İmanı sağlam olmayanın kafası sağlam olmaz, kafası sağlam olmayanın da vücudu sağlam olmaz. Onun için İslamiyet müntesiplerinden önce iman sağlamlığı istemektedir.

MÜSTEHCENLİĞE BAKIŞ FARKI

Güneyde turistik beldelerimizden birinde konferans vermek üzere davet edilmiştim. Enteresan manzaralarla karşılaştı. O beldemiz adetâ yerli ve yabancı turistlerin işgaline uğramıştı. Dinin ve dini ölçülerin unutulduğu bir yerde hissettim kendimi. Çünkü çok kimse, özellikle kadınlar anadan üryan gibi dolaşıyorlardı. Edebin “E”si, hayanın da “H”si bile yoktu. Çok kimsenin imanını zedeleyen, günah saymadan izleyen kimsenin ise, imanını yok eden bu müstehcen manzaralar, benim ıstırabımı artırdı ve aynı zamanda imanımı kuvvetlendirdi; Allah’a olan muhabbetimi, hayranlığımı ve takdirimi dile getirtti. Kendi kendime dedim:

“Ne kadar halimsin, ne kadar sabırlısın, ne kadar büyüksün Allahım! Senin mülkünde geziyorlar, ama seni tanımıyorlar, senin nimetlerinle sefa sürüyorlar, şükür ve ibadet sunmuyorlar; tam tersi isyan ediyorlar. Ört demişsin, örtmüyor, kapat demişsin, kapatmıyor. İçme demişsin içiyor, tut demişsin, tutmuyor, kıl demişsin, kılmıyor. Emir ve yasakların alenen çiğneniyor. Ne kadar halimsin, ne kadar sabırlısın Allahım!

Ben bu düşünceler yumağı içinde hayretimi ve merakımı izale edecek bir ip ucu ararken şu ayetler imdadıma yetişti. Halim ve Sabûr olan Allah şöyle buyuruyordu:

İnkâr edenler, (bu dünyada) kendilerine vermiş olduğumuz mühletin (süre), sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz, onlara ancak, günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (1) … Aslında ben onlara mühlet veriyorum, ama asla onları ihmal etmeyeceğim. Çünkü Benim tuzağım, pek kuvvetlidir.” (2) “Zalimlerin yaptıklarından Allah’ın gafil olduğunu sanma! Allah, onları, gözlerin kamaşacağı, (apışıp kalacağı veya dehşetten uyanacağı) bir güne bırakıyor.” (3)

Aman dikkat!!! Gençliğimizi, servetimizi, sihhatimizi, şöhretimizi, şehvetimizi ve evladımızı başımızın belası yapmayalım. Bu nimetleri Allah’ın razı olduğu yerlerde kullanalım, helal daire ile yetinelim. İslamiyet gibi bir cennetin ve nimetin içinde olduğumuzun farkına varalım. O nimetin ve cennetin sahibine hamd edelim. Hamd edelim ki Ebedî Saadetin ve Cennetin Sahibi’ne kavuşalım.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Bkz. Al-i İmran, 3 / 176-178

2-Â’raf, 7 / 183

3-İbrahim, 14 / 42

Simit Parasına Cennet!

Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.Öğretmeni, onun bu halini fark etti: – Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?

 Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?- Ahmet arkadaşımız var ya… – Evet, ne olmuş Ahmet’e?- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pek iyi şeyler koymuyor.- Eee?- Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?

Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.

 Nurhan Öğretmen:- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum. – Nerede çalışıyorsun?- Simit satıyorum.

 Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.

 Nurhan Öğretmen, Ali’ye döndü:- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.- Çok zengin bir işadamı…- Niçin?- İnsanlara daha çok yardım etmek için…- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet’in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim edersin. Olmaz mı?- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.— Neden olmaz?— Üç sebepten dolayı olmaz.

 Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.

 İkincisi: “Ağaç yaş iken eğilir.” deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam.

Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.

 Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.

 – Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet’i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet’in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet’e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?

 Nurhan Öğretmen’in gözleri dolmuştu. Başını “Evet” anlamında sallarken Ali’yi evine yolladı.

 Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali’nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.

 Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SİMİT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.

 Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı… Ağladı… Ağladı.

 Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık “Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak” diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, “Ne dediniz hocam?” demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti…

(Alıntı bir hikaye)

Peygamberimiz’ in (a.s.m) Ramazan Hutbesi

Resûlullah, (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) bize bir Şaban ayının son günü bir hutbe irad buyurdu ve şöyle dedi:
“Ey Müslümanlar!
Büyük ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu, içinde ‘bin aydan daha hayırlı’ olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu bir aydır.
Bu ay, Allahû Teâlâ’nın, gündüzlerinde orucu farz; gecelerinde teravih namazını nafile olarak meşru kıldığı (mübarek) bir aydır.
Bu ayda kim bir hayır işlerse başka zamanlarda bir farzı yerine getiren kimse gibi sevap kazanır. Bir farzı eda eden de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getiren gibi sevap kazanır.
Bu ay, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da Cennettir. Bu ay, ihsan, yardım ve eşitlik ayıdır. Bu ay, mü’minin rızkının arttığı bir aydır.
Kim bir oruçluyu iftar ettirirse bu, onun günahlarının bağışlanmasına ve cehennemden kurtulmasına sebeb olur. İftar ettirdiği Müslümanın aldığı sevaptan bir şey eksilmeksizin onun kazandığı kadar da sevap kazanır.”
 
“- Bizim hepimiz bir oruçluyu iftar ettirecek imkâna sahip değildir…” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem);
 

“Allahû Teâlâ bu sevabı bir oruçluya bir hurma veya bir yudum su ya da bir içim süt ile iftar ettirene de verir” buyurduktan sonra hutbesine şöyle devam etti:
 
“Bu ay evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Kim (bu ayda) emri altındakilerin yükünü hafiletirse, Allah onu bağışlar ve cehennemden azâd eder.
Bu ayda dört şeyi çok yapınız. Bunların ikisi ile Rabbinizi hoşnud edersiniz; ikisinden de zaten uzak kalamazsınız. Rabbinizi hoşnud edecek iki işiniz; Lâ ilâhe illallah diyerek Allah’ın birliğine şehadet etmeniz ve bağışlanma dilemenizdir. Uzak kalamayacağınız öteki iki şeye gelince, onlar da Allah’tan Cenneti isteyip Cehennemden uzak kalmayı dilemenizdir.
Kim bir oruçluyu doyuracak olursa, Allah onu benim havuzumdan sulayacak, o da cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmeyecektir.”

(İbn Huzeyme, Sahih III, 191-192, Thk. M.M. A’zamî, Beyrut 1975)

Kazanmak veya Kaybetmek

‘‘Kıyamet ne zaman kopacak?’’ sorusunun cevabını merak edip araştıran insanoğlu; Ölümün aslında kendisinin bir nevi kıyameti olacağını neden düşünüp sorgulama ihtiyacı hissetmez ki…

Gecenin karanlığıyla, güneşin aydınlığının bir araya gelmesinin mümkün olmayacağını bilip aklen buna inanan insanoğlu; her gün dünya hayatının geçiciliğini haykıran göz önündeki binlerce vefiyatları, ölümleri görüp te, ölümün hayattan ziyade bir isteği olduğu hakikatine nedendir ki kayıtsız ve bigâne kalır.

Peygamberler zincirinin son halkası Efendimiz(s.a.v), islamiyetin ölüm kalım savaşı olan uhud harbinden dönerken şöyle buyurmuştu sahabilerine; ‘‘Küçük cihad bitti, büyük cihada gidiyoruz!’’

Dünyevi küçük bir menfaati için, her türlü fedakârlıktan geri durmadan savaşan, gerektiğinde uğruna mukaddesatını dahi feda edebilecek kadar mücadeleci bir ruha sahip insanoğlu; Efendimizin(s.a.v) ‘‘büyük cihad’’ olarak tarif ettiği nefis ile mücadelesinde nicedir ki geri duruyor, biricik düşmanı olan şeytanı ile savaşında teslimi silah ediyor…

‘‘Amerika tavukları ne kadardır?’’ gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçirmekle, en elzemini bırakıp, güya binler sene ömrü var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiren insanoğlu; acaba ‘‘Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?’’ gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışmakla tılsım-ı kâinatı keşfetmesi ve yaratılış gayesini anlamaya çabalaması gerekmez mi?

Hedef ve amacı ‘‘imtihan’’ olan bütün bu zıtları iç âleminde yaşayan insanoğluna; elbette hayatın asıl gayesini Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.” kudsi hakikatiyle haykırmakta, kulağına fısıldamaktadır.

Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dâiresinden ve cesed ve hâne dâiresinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dâiresinden tut tâ zîhayat ve dünya dâiresine kadar, birbiri içinde dâireler var. Herbir dâirede, herbir insanın bir nev’i vazifesi bulunabilir.

Fakat en küçük dâirede, en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük mâkûsen mütenâsib vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dâirenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dâiredeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyâni ve âfâkî işlerle meşgul eder.

Sermâye-i hayatını boş yerde imhâ eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.

Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir da’va açılmış ki: Her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek da’vayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.

İşte o da’va ise, yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sâhibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinâden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin, îman mukâbilinde bu zemîn yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak(cennet) veya kaybetmek(cehennem) da’vası başına açılmış.

Eğer îman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o da’vasını kaybediyor.

Hatta bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekerâtta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler.

Acaba bu kaybettiği da’vanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

O büyük da’vayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o da’vanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan îman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in mu’cize-i ma’nevîyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir da’va vekili bulunan Risâle-i Nur’dur.

Evet, bir adamın imanı, ebedî ve dünya kadar bir mülk-ü bâkinin anahtarı ve nurudur. Öyleyse, imanı tehlikeye mâruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha fâideli bir saltanat, bir fütuhat kazandırmıştır Risaletü’n-Nur. 

Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.

Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü’n-Nur’dadır.

Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletü’n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder.

Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Zira böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmaktır.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar.

Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.

Demek Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır.

Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.