Etiket arşivi: Cennet

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulabilir!

Bu dünyaya gönderiliş gayemize baktığımızda görüyoruz ki, bu âleme gönderilmiş her insan cennete aday olarak gönderilmektedir.

Ancak cennet adayı bu insan, geldiği bu âlemde bazen sıkıntı ve musibetlerle imtihana çekiliyor, bu imtihanda göstereceği sabır ve tahammülle adayı olduğu cennetin faturasını ödeyerek gidiyor öbür âleme..

Ne var ki, imtihanı kazandıran bu sabır ve tahammül olgunluğu, kendiliğinden oluşmamaktadır insanda. Kuvvetli bir imanla kazanılmaktadır bu sabır ve tahammül olgunluğu..

Bundan dolayı aleyhissalâtü ves’selâm Efendimiz yaptığı duasında şöyle niyazda bulunmuştur:

– Yâ Rab, Senden dünyadaki musibet imtihanlarını kazandıracak iman kuvveti diliyorum. Sıkıntı ve zorlukları kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle bizlere!

Demek ki, sıkıntı ve musibet imtihanlarını kazanmak, ancak sahip olduğumuz iman kuvvetiyle mümkün olur.. Gerçekten de imanı kuvvetli insanlarda zorlukların, musibetlerin tazyiki azalıyor, tahammül ve sabır duyguları gelişiyor, musibetler karşısında yıkılmıyor, dimdik ayakta durarak mutlu şekilde hayatlarını sürdürüyorlar..

İnanç bakımından inkişaf edemeyenlerde ise, küçük sıkıntı ve zorluklar dünya başına çökmüş gibi büyük görünüyor, geçici imtihanların tazyikine dayanamayan bu zayıf insan, hemen şikâyete başlıyor, bu da geçer ya hu! deyip de imtihanı kazanma duygusuna yönelmekte zorlanıyor..

İşte burada sıkıntılara iman kuvvetiyle mukabele ederek dimdik ayakta duranların verdikleri sabır ve tahammül örnekleri dikkatimizi çekiyor. Bu örneklerden ikisini arz etmek istiyorum bugün sizlere.

İmam-ı Gazali Hazretleri’nin naklettiği şu iman kuvvetinin verdiği dayanma gücüne bakın lütfen..

Sahabeden Hazreti Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim, savaşta derin yaralar almış, düştüğü kızgın kumların üzerinde susuzluktan dudakları çatlamış halde baygın yatmaktadır.

Arkadaşlarından biri durumunu görünce hemen kırbasındaki suyu uzatır:

– Şurada birazcık suyum kaldı, içiver de rahat bir nefes al!.

Dudaklarını hareket ettirmeye mecali kalmamış Salim, eliyle ağzını kapıyor, kaş-göz işaretiyle:

-Ben oruçluyum, uzattığın suyu içemem!’ diyor.. Israr ediyorlar:

– Sen bu halde iken orucuna devam edemez ölürsün, şu suyu içiver!.. Bu defa da şöyle cevap veriyor:

– Şu kalkanımın içine dökün. İftar vaktine kadar yaşarsam o zaman içerim. Yaşamazsam Rabb’imin huzuruna oruçsuz gitmektense oruçlu gitmeyi tercih ederim!.. diyerek suyu içme gereği duymuyor.

Salim, son anlarını yaşama derecesinde yaralı. Ama bu yaralar bedendedir, ruhta kalpte değil.. Kalpte ve gönülde öyle bir iman kuvveti var ki, bu imanı onu maruz kaldığı kılıç yaralarının tazyik ve tesirinden kurtarıyor, Rabb’inin huzuruna oruçlu olarak varmanın mutluluğunu hissettiriyor, uzatılan suyu içme gereği dahi duymayacak duruma gelebiliyor.

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulacağına ait ikinci misali de büyük müçtehit Ahmed bin Hanbel Hazretleri veriyor..

Devrin yönetimi, isteğine uygun fetva alamadığı için onu zindana atmıştı. Hapishanenin rutubetli bodrumunda bir hayli zayıflamış olan Hazret-i İmam, nihayet mahkemeye götürülürken yol kenarında toplanmış olan sevenlerinden birinin feryadını duyar:

– Eyvah, böylesine zayıflamış bir bedenle bu musibete nasıl karşı koyacak mübarek hocamız?.

Sesin geldiği yana dönen büyük müçtehid, şöyle ikazda bulunur zayıflığına acıyan insana:

– Dikkat et! der, hayatta eksik olmayan musibet ve sıkıntılara, beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulur. İnsanın bedeni zayıf olabilir, yeter ki imanı kuvvetli kalsın. Kuvvetli iman, sahibine karşılaşacağı her türlü musibeti yenme azim ve şevkini verir, zorluklar karşısında pes ettirmez, ümitsizliğe düşürmez..

Evet, büyük müçtehidin sıkıntılara beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulacağı konusundaki bu açıklaması, hep hatırda tutulacak muhteşem bir hatırlatmadır.

Biz de hayatta eksik olmayan sıkıntı ve zorluklar karşısında Efendimiz (sas) Hazretlerinden öğrendiğimiz duamızı vesile kılarak diyoruz ki:

– Rabb’imiz, biz aciz, zayıf kullarız, aczimizi, zaafımızı açıkça itiraf ediyoruz. Bizi ve ülkemizi zorlanacağımız sıkıntılarla imtihan etme. İmtihan edeceğin sıkıntıları da sarsılmadan kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle!.

Ahmed ŞAHİN / 15 Kasım 2011, Salı

Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz?

Allah’ın bir ismi Nur’dur. Nuranî varlıklar olan meleklerden, güneş ışığına ve kâinatı doldurmuş bütün ışınlara kadar her şey bu ismin değişik tecellilerini taşımaktadır. İnsan gözü, bu dünyada, sadece madde alemini görür. Ne kendi ruhunu, ne amellerini yazan melekleri görebilir, ne de ışınlar âlemini.

İnsan gözünün kainatta mevcut ışınların ancak % 2.5 kadarını görebildiği tespit edilmiştir. Bu göz ile bu alemde bütün nuranî varlıkları yaratan Allah’ın görülmesini beklemek, en azından, fizik kanunlarına zıt bir anlayış olur. Konunun bir başka yönü de insanların bu dünyada imtihan olmalarıdır. Allah’ın görünmesi bu imtihan sırrına da ters düşer. Bu dünyaya gönderilişimizin gayesi Allah’ı tanımak ve ibadet etmek olduğuna göre ve insanlarda inanıp inanmamak arasında bırakıldıklarına göre, eğer göz ile görme olsaydı o zaman herkes ister istemez inanmak zorunda kalacak ve imtihan sırrı ortadan kalkacaktı. Bediüzzaman’ın ifadesine göre Ebu Cehil gibi kömür ruhlular ile Hz. Ebu Bekir gibi elmas ruhlular aynı seviyede kalacaktı.

Allah’ı gözümüzle görmememizin nedeni, kudret ve ilmiyle her şeyi kapsamasından ve zıddının yokluğundandır.

Mesela, atmosferin yer küreyi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Her yer güneşin ışığıyla kaplandığından güneş görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığından güneş görülmez ve mahiyeti anlaşılmaz. Bununla beraber, ışığıyla her yerde bulunan ve her yeri kapsayan güneşin varlığını inkâr etmek de cehalet olur.

Aynı mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah’ın da göz ile görülmemesini anlayabiliriz.

Ahirette ise durum tamamen farklıdır. Cennet ehlinin ruhları bedenlerine galip gelecektir. Burada gölge hükmünde olan varlıklarının aslı orada yaratılacaktır. İnsan her yönüyle cennete layık ve ondaki her türlü ihsanlardan faydalanabilecek bir varlık olarak cennete girecektir. Cennette bile rü’yet hadisesinin sürekli olmayışı üzerinde düşünmek gerekir.

Demek oluyor ki, cennet ehli, rü’yete mazhar olacakları zaman ayrı bir hale girecekler ve bu İlâhî ikram kendine mahsus ayrı bir ortamda gerçekleşecektir. Nitekim, rü’yetten döndüklerinde ailelerinin onları tanıyamayacakları yolundaki haberler de bunu göstermektedir.

Mehmet Kırkıncı

Hz. Adem’in Cennetten İhracı

Hz. Âdem’in (a.s.) Cennetten İhracı ve Bir Kısım İnsanların  Cehenneme Girmesi Hikmeti Nedir?

Bediüzzaman, Hz. Âdemin cennetten ihracını bir vazife olarak görüyor. Öyle bir vazife ile görevlendirilmiştir ki, beşerin terakki ve inkişafına sebep ve Cenab-ı Allah’ın isimlerine bir ayine olması işte o vazifenin neticesindedir. Eğer Hz. Âdem Cennette kalsaydı melek gibi makamı sabit kalacaktı, Hikmet-i İlahiye, insanların iman, itikat ve ubudiyetleri derecesinde layık olduğu en yüksek makamları kat etmek için, melaikelerin aksine insanın kabiliyetine uygun olan dünya gibi bir yeri yaratmış, malum günahla Hz. Âdem cennetten atılmıştır.

Hz. Âdem’in Cennetten atılmasına Cenab-ı Allah’ın bir hikmeti ve kaderin de bir hissesi olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü insanın yaratmasındaki hikmet ve maksadın gerçekleşmesi de, ancak Hz. Âdem ve Havva’nın Cennetten dünyaya gelmeleriyle mümkün olmuştur.

“Demek, Hazret-i Âdem’in Cennetten ihracı ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi, küffârın da Cehenneme ithalleri haktır ve adalettir. Onuncu Sözün Üçüncü İşaretinde denildiği gibi, çendan kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş; fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var. Çünkü küfür, bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir ve bütün masnuatın vahdaniyete şahadetlerini tekziptir ve mevcudat aynalarında cilveleri görünen esmâ-i İlâhiyeyi tezyiftir. Onun için, mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın Sultanı olan Kahhâr-ı zül Celalin, kâfirleri ebedî Cehenneme atması ayn-ı hak ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet nihayetsiz azabı ister. -1-

İmam-ı Rabbani hazretleri de, “Cehennemde sonsuz olarak yanmak, küfrün karşılığıdır.” diyor.

Bir kişi imanın şartlarından birisini inkâr ederse, örneğin: kader veya melaikeye inanmasa doğrudan doğruya küfre girer. Çünkü Allah’ı, peygamberleri, Kitapları dolayısıyla imanın bütün şartlarını da inkâr etmiş olur. İman’ın şartları bir bütündür birini inkâr eden diğerlerini de inkâr etmiş oluyor.

“Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?

Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, 7 milyon 884 bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, 57 trilyon 201 milyar 200 milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette “Orada ebedî olarak kalacaklardır.”*1 adalet-i İlâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.

… Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, “Orada ebedî olarak kalacaklardır.*2 de, hapseder.”- 2-

Netice-i kelam, “Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen, Onun mülkü senindir, gör.” -3- vesselam.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

24.10.2011

www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1-Mektubat, 12 nci mektup

2-Lem’alar, 28 nci lem’a

3-Mektubat, 20 nci mektup

1-Nisâ Sûresi:4.169

2-Nisâ Sûresi : 4.169

İlk İnsan Hz. Âdem’in Yaratılışı

İlk İnsan Hz. Âdem(a.s)’in Yaratılışı ve Kıssasından Çağımız İnsanına Önemli Bir Mesaj!

Dinlerin pek çoğunda yaratılış ve ilk insan anlayışı bulunmaktadır. Ancak bu anlayış, dinlerin kendi özelliklerine göre farklılık arz etmektedir. Bununla birlikte insanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığı ve insanlığın da ondan türediği fikri müşterek nokta olarak; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm dininde görülür. İlk insan ve insanlığın atası Âdem (a.s.) Yahudi, Hıristiyan ve İslâm kaynaklarında sıkça geçer.

Âdem kelimesinin kökü ise tartışmalıdır. Arapça veya İbranice olduğu söylenir. Hangi dilde olursa olsun Âdem kelimesi, toprak, esmer, kırmızı, yerin kabuğu ve yerin tozu gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerim’de 25 yerde Hz. Âdem’den söz edilmektedir. Ayrıca bütün insanlara hitap edilirken, “Benî Âdem” şeklinde pek çok yerde geçmektedir. Bundan dolayı Hz. Âdem’e “Ebu’l-Beşer” lakâbı verilmiştir. Âdem Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayıldığından “Safiyyullah” ünvanıyla da anılmıştır. 1

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın ilk insan tasarımı şöyle açıklanır: “Bir zamanlar, Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Melekler: “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?. Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve bütün eksik sıfatlardan tenzih ediyoruz.” dediler. Allah (c.c.) da onlara: “Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.” 2

Kadır-i zül kemal ve zül cemal, yaratılışla ilgili olarak şöyle buyurur: “Andolsun biz insanı çamurdan, bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperm) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo) ya çevirdik. Alakayı (embriyo) bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. “3

“Sizi topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.” 4

Hz. Âdem, yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların Babası’dır. Kadir-i Hakim, melekler vasıtasıyla yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan su ile çamur yapıp, insan şekline koydular.”Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.” 5

Hazreti Muhammed, (a.s.v.) Hz. Âdem hakkında : “Allah (c.c.) Âdem’i (a.s.) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı halis ve temiz oldu“ buyurmuştur.6

Peygamber’imiz (s.a.s.) Hz. Âdem’in cennette ve Cuma günü yaratıldığını bize haber vermektedir. 7

Hazreti Âdem’e her şeyin ismi ve faydası bildirildi. Böylece insan fizik varlığı ile dünya hayatına, ruh yönüyle mânâ âlemine uyum sağlayabilecek bir güce sahip kılınmıştır.

Allah’ın (c.c.) emri ile bütün melekler Âdem’e secde etti, ama İblis (şeytan) kibirlenip, bu emre karşı geldi ve secde etmedi:

Hani biz meleklere (ve cinlere): Adem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu“8

Hazreti Havva validemizin yaratılışı ile ilgili Kur’an-ı Kerîm’de, onun Hz. Âdem’den veya Âdem aleyhisselâm ile aynı maddeden yaratıldığına şöyle işaret edilmiştir: “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” 9

Ey İnsanlar! Sizi tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden pek çok erkek ve kadın türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.” 10

Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.” 11

Ve O, sudan bir insan yarattı ve onu nesep ve evlenme yoluyla meydana gelecek bağlarla bağlı kıldı. Senin Rabbinin her şeye gücü yeter.” 12

Allah (c.c.) onları birbirine nikâh etti. Yasak edilen ağaçtan unutarak ve İblis’in oyununa gelerek önce Havva, sonra Âdem aleyhisselamı Cennetten çıkarıldılar.

Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” 13

Adem babamız, Arafat ovasında Havva annemizle ile buluştu. Bazı rivayetlere göre Kâbe’yi inşa etti. İlk İnsan ve tüm İnsanların ebeveynleri oldular.

Cenab-ı Allah insanlara şöyle emretmektedir: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” 14

İşte Bedi’ül beyan, Âllame  Bediüzzaman Said Nursi yukarıdaki ayete 26.cı mektup, üçüncü mebhas’ta şöyle bir açıklık getirmektedir:

Allah,(c.c.) İnsanları taife, millet ve kabile kabile yaratılmasının sebebi insanların birbirlerini tanımak, sosyal ve içtimai hayatta birbirlerine yardımcı olmaktır, yoksa husumet ve adavet etmek için değildir. Bir örnekle şöyle açıklamaktadır: Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere ta takımlara kadar ayrılırlar. Ta ki her neferin iş ve işlemleri vazifeleri tanınsın ve bilinsin. Yardımlaşma ile umumi vazifeler görülsün ve neticede düşmana karşı korunsun. Yoksa ayrı ayrı hareket edip, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı düşmanlık beslesin ve bir birlerinin aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, İslam camiası büyük bir ordu hükmündedir. Kabile ve taifeler halinde olsalar da, fakat bin bir birler sayısınca birlikleri vardır. İşte bu birler kardeşliği muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Birbirlerini tanıma, yardımlaşma içindir. Düşmanlık ve husumet için değildir.

Hazreti Âdem (as.) ile iblis-i nale ile ilgili kıssalarından bugün ki insanlara da çok önem arz edilen bir mesaj vardır: Hazreti Âdem (a.s.) bilerek veya bilmeyerek bir hataya düşmüştü; iblis’te Cenab-ı Allah’ın emrine itaat etmemekle bir hata işlemişti. Neden en büyük cezaya şeytan müstahak olmuştur diye bir sual akla gelebilir.

Hazreti Âdem (a.s.) yaptığı hatadan Cenab-ı Allah’a niyazda bulundu, tövbesi kabul oldu. Daha önce melekler arasında seçkin bir yeri ve evrenle ilgili geniş bilgisi olan İblis ise büyüklük taslaması ve yaptığı hatadan pişmanlık duymaması sonucunda cennetten ve ilâhi rahmetten kovularak cezanın en büyüğüne müstahak olmuştur. İşte, Ayet-i Kerime’de Allah (c.c.) öyle ise : “ in oradan” orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! Buyurdu. 15

Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır

Üzülerek belirtmek isterim: Nefis ve gurur Çağımız insanın en önemli hastalıklarından biridir. Mal ve mülk sahibi olan, biraz makam ve mevki, biraz şan ve şöhret elde eden hemen kendini güçlü hissetmeye başlar, böylece dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp nefis ve gurur hastalığına düşerek kendini üstün görür. “Ben benim“ der. İşte nefis böylece insanı şeytan gibi esfel-i safiline götürür.

Evet, gurur ile, insan maddî ve manevi kemâlât ve mehasinden mahrum kalır…” 16

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Kaynaklar:

1-Diyanet Yayınları

2- Bakara, 2/30

3- Mü’minûn, 23/12-13-14

4-Rûm, 30/20.)

5- Rahman süresi,23

6- Müsned-i Ahmed bin Hanbel

7-Müslim, 585; Tirmîzi, 362;

8- Bakara, 34

9-A’râf, 7/189

10-Nisâ, 4/1

11-Nûr, 24/45

12-Furkân, 25/54

13-Ta’ha, 122

14-Hucurat Sûresi: 49:13

15- A’râf, 7/13; el-Hıcr, 15/34, 35.

16- Bediüzzaman, Hizmet Rehberi

17.10.2011

Sadece Namaz Kılarak Cennete Gidilebilir Mi?

Cennete gitmenin ilk şartı imandır. Kafirler ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Müminler ise amellerine göre ya direkt cennete gidecek veya günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gidecektir.

Sadece namaz kılan bir insanın cennete gidip gitmeyeceğini Allah bilir. Ancak şunu da unutmayalım ki Allah Teala’nın emirlerine ve yasaklarının tamamına itaat etmekle mükellefiz. Bu bakımdan ahirette günahlarımızla sevaplarımız tartılacak ve bunun neticesinde cennet veya cehenneme gidilecektir.

İnsan, iyilik ve kötülüğe kabiliyeti dolayısıyla varlıklar arasında en mükemmel mevkie çıkabildiği gibi, en düşük dereceye de düşebilmektedir. Böyle bir fıtratta yaratılan insanın elbette bütün yaptıklarının kaydedilmesi gerekir. Her şeyi muhafaza eden Cenab-ı Hakk’ın hafıziyeti, amel ve fiillerinin muhafazasını gerektirir. Muhafaza edilen bu amellerin adalet terazisinde tartılması, ona göre hakkında mükâfatın veya cezânın verilmesi zarurîdir.

İşte bu hakikata işaret eden âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

O gün amelleri tartacak terazi haktır. Kimin sevapları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de sevapları hafif gelirse, işte onlar âyetlerimizi inkâr ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.“1

Amellerinin tartılmasında İlâhî adaletin bütün haşmeti ile tecelli edeceğine işaret eden, “Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez.“2 meâlindeki âyet-i kerimede de yine bu hakikat dile getirilmektedir.

O halde kıyamette Allah insanların amellerini tartarken, iyi veya kötü oldukları hükmünü açıklarken, iyilik ve kötülüklerin ağırlığına göre yapacaktır. Lem’alar’da Allah’ın haşirde büyük mizanı ile insanların amellerini tartacağı ve iyiliklerin kötülüklere galibiyeti veya mağlubiyeti noktasında hükmedeceği meselesi yukarıda geçen âyet-i kerimeye dayanmaktadır.3

İtikad ile ilgili bütün kitaplarımızda âhirette amellerin tartılması meselesinin hak olduğu açıkça kaydedilmektedir. Fakat bu tartının mahiyetini dünyadaki ölçülerimizle ifade etmemiz mümkün değildir. Ancak şurası muhakkaktır ki, Cenâb-ı Hak bütün insanların amellerinin muhasebesini en kısa zamanda halledip, iyilik ve kötülüklerini ortaya çıkaracaktır.

Bu hususta Muhammed Ali es-Sâbunî şöyle der:

Amellerin, iyilik ve kötülüklerin bizzat tartılması akıldan uzak bir hadise değildir. Modern ilimler, sıcağı, soğuğu, rüzgârı ve yağmurları ölçtüğü halde, sonsuz kudret sahibi olan Cenab-ı Hak insanların amellerini tartmaktan âciz mi olur?“4

Buna rağmen, amellerin nasıl tartılacağı hususunda kesin bir şey söylememiz mümkün değildir. Çünkü ahiret ve Cennet ahvâli bu dünyadaki ölçülerimizle ifade edilemez. Nitekim el-Bidaye’de şöyle denmektedir:

Mizân (tartı aleti) amellerin miktarlarını tesbite yarayan birşey olup, akıl onun mahiyetini bilmekten âcizdir. Dünya terazilerine benzetilmesi mümkün değildir. Bu hususta nakle (Kur’ân ve hadisteki naslara) teslim olmak en selâmetli yoldur.“5

O halde Cenab-ı Hak amelleri mutlaka tartacaktır. Keyfiyetini bilmediğimiz bir mizan ile insanların iyilik ve kötülüklerini tartacak, muhteşem adaletini tecellî ettirecektir. Şayet iyilikler fazla, kötülükler az olursa o kimse ehl-i necat olur. Tersi ise, azaba müstahak olur. Fakat Allah, rahmeti ile yine affedebilir. İmanı var, fakat günahı da varsa cezasını çektikten sonra yine cennete girer. Allah’ın sonsuz rahmetine mazhar olur.

Bununla beraber amellerin tartılmasının, hesaba çekilmenin kolay olmadığını Resulullah Efendimizin (a.s.m.) bazı hadislerinden anlamaktayız. Dualarında sık sık “Allah’ım, bana hesabımı kolaylaştır.” buyurduğu rivayet edilmektedir.

İnsanın o gün Allah’ın rahmet ve mağfiretine daha çok muhtaç olduğu, hesap esnasında Onun rahmetinin sonsuz genişliği olmasa, insanın zor durumda kalacağını yine hadis-i şeriflerinden anlamaktayız.6

Hülâsa, o gün amel defterindeki her muamele en ince noktalarına kadar hakkıyla tartılıp, herkesin kâr ve zarar bilançoları çıkarılıp hesapları kapanacaktır. İyilikleri kötülüklerinden, kârları zararlarından fazla çıkarsa o kimse kurtuluş ehli olacaktır. Sevapları günahlarından eksik çıkarsa o kimse zarara uğrayacaktır.

Mü’mine düşen vazife, iyilikleri kötülüklerine, kârları zararlarına galebe çalacak şekilde ameller yapması, ona göre hesap gününe iyi hazırlanmasıdır. Ve “Allah’ım, hesabımı kolaylaştır.” diyerek Allah’a yalvarmasıdır.

Mehmet Paksu / Sorularla İslamiyet