Etiket arşivi: gıybet

Çocuklarınıza Niçin At Eti Yediriyorsunuz?

Biraz tuhaf gelmiş olabilir başlık.

Bir de konu; Avrupa’da patlak veren At Eti Skandalı ile eş zamanlı olunca.

Aman Hocam. Biz çocuklarımıza at eti filan yedirmiyoruz ki diyorsunuzdur şimdi eminim.

Ama emin misiniz?

et çeşitleri at etiBu sorumdan sonra da, Hocam bir bildiğin varsa, açıkla, hangi firmalar, hangi markalar? Hangi ürünler? diye zincirleme bir soru sarmalına girdiniz sanırım.

Avrupa’nın en büyük gıda zincir marketleri, Nestle gibi en büyük firmaları, Catering şirketleri, dondurulmuş gıda satan firmaları, peşpeşe piyasadan ürünlerini çekiyorlar.

Hiç düşündünüz mü Dostlarım?

Acaba neden Avrupalı Gıda Şirketleri, içeriğinde at eti bulunma ihtimaline karşı, hem de milyonlarca avroluk zararı göze alarak, ürünlerini piyasadan geri çekiyorlar.

Marketlere sattıkları ürünleri, piyasadan geri topluyorlar?

Niçin?

Çok basit; çünkü Avrupalı tüketiciler, çocuklarına at eti yedirmeme konusunda çok duyarlı.

Hassas.

Sorumlu.

Üstelik at eti onlara göre haram filan da değil.

Sadece sağlık ve imaj hassasiyeti dolayısı ile yapıyorlar, bunu.

Çünkü; At etinin karışmış olduğu ürünlerde, insan sağlığına zararlı bazı ilaç atıklarının bulunmasından endişe ediyorlar.

Bu da çocuklarının hormonal dengelerinin bozulması anlamına geliyor.

Bir de at etinin, sığır eti olarak yedirilmesi dolayısıyla keriz yerine konmanın getirdiği imaj kaybı var.

Bu kadar.

Peki makalemin başlığındaki sorumu yeniden tekrarlamak istiyorum;

Siz neden Çocuklarınıza At Eti Yediriyorsunuz?

Yemiyoruz da, yedirmiyoruz da diye düşünen Dostlarım.

Biraz düşünün.

Durum hiç de düşündüğünüz gibi değil.

Üstelik şu anda çocuklarınıza yedirdiğiniz et;

Avrupalıların piyasadan çektikleri etten en az milyon kat daha tehlikeli bir et.

Hem insan sağlığına zararlı.

Hem beyin fonksiyonlarını mahvediyor.

Hem dini açıdan zararlı. Hatta kati olarak haram.

Aile içi iletişimi bozuyor.

Düşünme melekemizi yok ediyor.

Duygusal kalitemizi düşürüyor.

Muhabbeti azaltıyor.

Bu eti yiyenlerde meydana çıkan belirtiler, birkaç gün içinde insanların yüzünün kızarmasına ve topluluk önüne çıkmayacak kadar mahcup olmalarına yol açıyor.

İnsanları birbirine küstürüyor.

Genlerimizi bozuyor.

Saldırganlaştırıyor.

Daha kırıcı yapıyor.

Karakteri bozuyor.

Bu eti yiyenler bir anlamda Yamyamlaşıyor.

Allah Allah dediğinizi duyar gibiyim.

Hocam, valla da billaha da biz böyle kokmuş bir at eti filan yedirmiyoruz çocuklarımıza dediğinizi duyar gibiyim.

Ama Münir Hocanız hiç yalan söyler mi?

Desteksiz atar mı?

Soruyu son bir kez daha soruyorum Dostlarım;

Siz neden Çocuklarınıza (Onların sağlığını, genetiğini, duygu ve düşünce sistemini temamen felç eden) At Eti Yediriyorsunuz?

Pardon. Özür. Tamam.

At eti yedirmiyorsunuz.

Yani at eti konusunda bu kadar hassassınız.

Tebrikler.

Peki son sorumu bir dahaki buluşmamıza kadar iyice düşünün Can Dostlarım;

Avrupalı’lar, dinan yasak olmamasına rağmen, At Eki Skandalında, içine at eti karşımasından şüphe ettikleri milarlarca avroluk ürünleri piyasadan toplayıp imha ederken…

Siz hala niçin; içine (at eti filan değil) direkt ölü kardeş eti karışmış gıybetlerinizle çocuklarınızı beslemeye (!) devam ediyorsunuz?

Niçin?

O hassas dimağları, o terü taze bedenleri, o sınava ve başarıya odaklanmış beyinleri ve masum duyguları niçin ölü kardeş yedirerek; DUMURA UĞRATIYORSUNUZ?

AVRUPALILAR, İÇİNE AT ETİ KARIŞMA İHTİMALİ OLAN ETLERİ PİYASADAN ÇEKERKEN;

SİZ; İÇİNDE ÖLÜ KARDEŞ ETİ BULUNAN KOKUŞMUŞ ÜRÜNLERİNİZİ (GIYBETLE DOLU SOHBETLERİNİZİ VE BİRBİRİNİZİ ARKASINDAN ÇEKİŞTİRDİĞİNİZ KONUŞMALARINIZI) NE ZAMAN PİYASADAN ÇEKECEKSİNİZ?

Münir Arıkan / Çocuk ve Aile

Halife Hz. Ömer’den bir yönetici ve danışmanı dinleme örneği!

Öyle anlaşılıyor ki, samimi yöneticiler doğru sözlü danışmanlarını dinleyerek istişare ile karar verirlerse isabetli sonuçlar elde ederler.

Tıpkı dünyaya adalet örnekleri veren Hz. Ömer Efendimiz’in, yönetimi boyunca hep danışmanlarına sorarak yanlış kararlardan kurtulup isabetli kararlara imza attığı gibi.

Bugün sizlere, işte böyle bir yönetici ve danışman örneği sunmak istiyorum. Belki de bir daha ibretle okuyacak, takdirle düşüneceksiniz bu tarihî yönetici ve danışman olayını.

Bilindiği üzere on senelik halifeliği boyunca geceleri yatağında uyumayan Halife Hazret-i Ömer (ra) Efendimiz, yanına aldığı danışmanı ile Medine’yi bir uçtan bir uca sabahlara kadar dolaşarak halkın huzurunu sağlamaya özel bir dikkat ve hassasiyet gösteriyordu. Bir gece yine âdeti olduğu üzere yanına aldığı danışmanı Abdurrahman bin Avf’la birlikte sessizce yürüdükleri Medine sokaklarından birinde bir evden karışık eğlence seslerinin geldiğini duyarlar. Biraz daha yaklaşınca gelen seslerden bir tahmin yapan Halife, hemen yorumunu yapar:

– Ey Abdurrahman! der, bu evin içindekiler içmişler, sarhoş naraları atarak komşuları rahatsız ediyorlar! Ne dersin, huzuru bozan bu sarhoşlara ne türlü bir ceza verelim?

Halife’nin bu görüşüne danışmanı Abdurrahman bin Avf iştirak etmez!. Hatta iştirak etmemekle de kalmaz, aynı zamanda itiraz da ederek der ki:

-Bana kalırsa ceza verilecek olan, evinde özel hayatını yaşayan o insanlar değil, sokakta onların mahremiyetlerini araştıran bizleriz!.. Hatta der, onlar evlerinde bir suç işlemişlerse biz sokakta onların özel hayatlarını tecessüs ederek üç suç birden işlemiş oluyoruz.

Bu itiraz karşısında irkilen Halife, düşünmeye başlar. Neden sonra sorusunu şöyle sorar:

– Ne türlü suç işlemiş oluyoruz biz burada bu halimizle?

Danışmanı düşündüklerini tereddüt etmeden açık seçik şöyle sıralar:

-Allahu Azimüşşan, Hucurat Sûresi’ndeki ayetinde, “Zan ile hüküm vermekten kaçının!.” buyurdu. Biz ise gözümüzle görmediğimiz halde zan ile hüküm veriyoruz.

‘İnsanların ayıplarını araştırıp da ilan etmeyin!’ buyuruyor, biz ise evlerindeki gizli hallerini açığa çıkarıp ilan ederek cezalandırmak istiyoruz.

3- ‘Birbirinizin gıybetini yapmayın!’ buyuruyor. Biz gecenin bu saatinde hem zan ile hüküm veriyor hem evinin içindeki gizli ayıplarını meydana çıkarmak istiyor, hem de burada gıybetlerini yapıyoruz!. İşte bunlardan dolayı aslında cezalık işi biz yapıyoruz, ev sahibi değil ey Müminlerin Emiri!..

Kararlarını hep istişare ile veren koca Halife, danışmanından gelen bu açık seçik istişari görüşleri dinledikten sonra bir müddet sessiz sedasız olduğu yerde bekler.. En sonunda elini, doğru sözlü danışmanına uzatarak tarihi kararını şöyle verir:

Ey Abdurrahman der, tut şu elimden de bir an evvel buradan uzaklaşalım; yoksa ev sahipleri dışarı çıkar da bizi bu halde görürlerse, gerçekten de biz onlara değil, onlar bize ceza isteyebilirler!

Oradan hızla uzaklaşırken kendisini yanlış düşünce ve karardan kurtaran istişare arkadaşı danışmanına duyduğu memnuniyetini şöyle ifade eder:

– Kendi düşüncesini danışmanına sormak, doğrusunu duyunca da inat etmeyip hemen kabul etmek ne güzel bir istişare anlayışıdır. Hem yanlış düşünmekten hem de yanlışı uygulamaktan kurtuluyor yönetici, düşündüğü doğruyu açıkça söyleyen danışmanı sayesinde! Allah samimi yöneticiyi böyle samimi danışmanlardan hiçbir zaman mahrum eylemesin!

-Ne dersiniz?.. Dünyaya adalet dağıtan Halife Hz. Ömer’in danışmanından dinlediği doğruları hemen kabul etme örneğinden bizlere de mesaj var mı? Deve devrinden füze çağına verilen bu açık istişare örneğine bugün dünden daha fazla muhtaç değil miyiz? Biz her şeyi kendimiz biliyor, kimseye sorma gereği duymuyoruz demeye getirmiyoruz değil mi? Şayet böyle ise Halife Hz. Ömer Efendimiz gibi başarılı olmaya adayız demektir inşaallah..

Ahmed Şahin / Zaman

Diri diri gömülen kızı diriltmek!

Yıllar önce yaşadığım bir olayı unutamam; Değer verdiğim ve sevdiğim bir arkadaşım, benimle karşılaştığında, eskisi gibi içtenlikli tebessüm edemiyor; bakışlarını çeviriyordu. Anlam veremediğim bu duruma fazla sabredemeyerek yaklaştım ve benden neden uzaklaşmaya çalıştığını sordum. Gözlerime üzüntülü gözlerle baktı; “Muhammed, sen benim en samimi ve en değerli arkadaşımdın. Senin onurun benim onurum; benim onurum senin onurundu. Ama saldırıya uğradığım yerde, beni savunmasız bırakacak en son kişi olabileceğini sanırdım” dedi.

Şok olmuştum; şaşırmıştım… “Değerli bir arkadaşım kimin dedikodusuna inanmış!” diye düşünerek, “Ne diyorsun? Kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl…” diyordum ki, açıkladı: “Geçen hafta Cuma namazı çıkışı filancalar ve filancalarla birlikte yürüyordun. Orada filanca benim filan sorunumu dile getirerek beni küçük düşürmüş; herkes de kahkaha atmış. Sen ve hiçbiriniz, sesinizi çıkarmamışsınız” dedi. “Hayır, ne zaman, nasıl, ben…” kelimelerini gevelerken, olayı hatırladım.

Evet, arkadaşım küçük düşürülmüştü, çok ciddiye almamıştım, üstelik şaka yollu bu anlatım hepimizi güldürmüştü. Susmuştum; konuşan, o anda uyararak kıramayacağımı düşündüğüm bir başka arkadaşımdı. En azından somurtarak ve üzüntümü hissettirerek de olsa oradan ayrılmamış, eğlenceli sohbetin akışına (?) katılmakla da hata yapmıştım.

Günlerce düşündüm ve hâlâ düşünüyorum. Bazen, benimle ve eserlerimle alay eden birkaç ‘süper akıllı, aşırı ilerici’ kafanın sözleri bana ulaştırılıyor; üzüldüğümü görüyorum. Onurumuzla oynanması için ille de bir ayıbınıza dayanmaları gerekmiyor. Beğenmedikleri yanınızı, inançlarınızı ve değerlerinizi zikrederek de sizi küçük düşürmeye kalkışabilirler. Benimle hatalarım aracılığıyla alay edilmesinin, insanları güldüren bir fıkraya konu edilmemin ne derece rencide edici olduğunu şimdi çok daha net hissediyorum.

Bu olaydan sonra, yaşadığım, gördüğüm ve duyduğum herşeyi bu gözlükle tarıyorum. Trafik kazasında kan revan içerisinde kopardığı çığlıkların mahrem görüntüleriyle yayınlanmasından rencide olan kazazedenin, onurunun saldırıya uğrayışını ekranlardan seyretme utanmazlığından ürküyorum. Dedesinin idrarını tutamadığından ilgisiz arkadaşına söz eden, dedenin onuruyla oynamış değil midir?

Kimi sorunlarımızın bilinmesi bizi rencide etmeyebilir; ama bu bize pervasız konuşma hakkı veremez. Yukarıdaki paragrafı yazdıktan sonra, yanımdaki arkadaşıma görüşünü sordum: Güldü, “Niyete bağlıdır” diyerek itiraz etti. “O kadar hassas olursak, Avrupalılara benzeriz. Şakalaşma biter, ilişkilerimiz soğur” dedi. Kendisine sordum: “Şimdi bir gazete, herhangi bir ülkede Başbakanın idrarını tutamadığı şeklinde bir haber yapsaydı, bu haber o başbakanı bir hastalığı nedeniyle aşağılamış olmaz mıydı?” “Olurdu; ama, o başbakan bütün milleti ilgilendiriyor” cevabını verdi.

Yanılıyoruz.

Hepimiz, Sınırsız Yaratıcımızın huzurunda karıncalar gibi dizilmiş yaratıklarız. Küçüksek hepimiz küçüğüz; ve büyüksek, hepimiz birer padişah kadar önemliyiz.

Bir başbakanın onuru bütün milleti ilgilendiriyorsa, bir insanın onuru herşeyden önce Yaratıcısını; sonra da kardeşleri olan tüm evreni ilgilendiriyor. Kimi televizyonlar, radyolar, gazeteler, resimlerle, karikatürlerle, sözlerle onurlu insanları alaya alıyorlar. İnsanların başlarına gelenleri, onlardan izin almaksızın ve kabullenmeyecekleri şekilde sunuyorlar. İsimlerini, resimlerini gizleme ve anlaşılmaz kılma gereği duymuyorlar.(1) Masumlar ve bizler, rencide olmaksızın izliyoruz. Hassasiyetimizi öylesine yitiriyoruz ki, neyin onurlara saldırı olduğunu başımıza gelmeden önce kavrayamıyoruz.

Belki de bu yüzden Kaderin Sahibi neredeyse herkesi âdeta sıraya koymuş; neredeyse hepimiz, onurumuza saldırılacağı gün sırasının bize gelmesini bekliyoruz.

İnsan onuruna bireysel saldırılar, kimi toplumlarda vicdanları iyice çürütür: Kimileri etnik kimliklerle, kimileri mezheplerle, kimileri dinî veya ahlâkî değerlerle alay ederler. Eskiden hatırlıyorum: Kimisi Kürdün; kimisi Türkün, kimi Alevînin, kimi Sünnînin fıkrasını anlatırdı. Çocukluğumda, köpeğimizi ormanlarda ararken, “Arab, Arab…” diye bağırdığımı hatırlıyorum.

Aşağılayacak kadar aşağılaşmaktan utanç duyuyorum. Allah’ın olağanüstü onurlu yarattığı insanın onurunu, insan kendisi korumazsa, kimin korumasını beklemeye hakkı kalır? Benim şerefimin ayaklar altına alınışına sessiz ve tepkisiz kalan, nasıl onurludur ve nasıl benim dostum olabilir? Sözlerinize dikkat edin; sözleriniz kaderinizin ipuçlarını barındırıyor.

Hz. Muhammed (a.s.m.) der ki, “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, ölmeden kendisi o kusuru işler.” Ölmeden önceki yıllar boyunca başımıza neler mi gelecek; hangi hastalıkları veya kusurları mı yaşayacağız, hangi aptallıklara mı düşeceğiz? Bunları tahmin edebilmek için, hangi gizli kusurları yüzünden hangi kardeşlerimizi ayıpladığımıza bakmamız yeterli olacaktır.

Biz hiç mi gülünç durumlara düşmüyoruz? Utanç duyduğumuz, gizli kalmasını içtenlikle istediğimiz hiçbir yönümüz yok mu?

En onurlu insanların bile zaafları vardır. Yemeğe ve tuvalete mecbur; temizleri kadar çirkin kokulara mahkum insanın, mutlaka gizlemek istediği bir tarafı vardır. İnsan pir u pak olan meleklerden veya hurilerden değildir. Onurunuzun Yaratıcınız tarafından korunmasını istiyor musunuz? O zaman İslam Peygamberinin (a.s.m.) dediğini yapın; kardeşlerinizin utandıkları ayıplarını sadece görmezlikten gelmeyin, örtün: “Bir Müslümanın kusurlarını örten kimsenin Allah da dünyada ve ahirette ayıplarını örter.

Göreceksiniz; gün gelecek, ilâhî adalet aziz onurlarla oynayanları tavşan yavruları gibi enselerinden yakalayacak ve uçurumlara savuracaktır. Ayıpları alay vesilesi yapmak yerine örtme yolunu tercih edenlerin halini Sevgili Peygamberin (a.s.m.) neye benzettiğine bakar mısınız? “Kim bir ayıp görür de onu örterse, toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.”

Zulüm olanlar ve insanları yanıltmayı amaçlayanlar dışında kalmak ve kişisel olmak şartıyla, gizlenen ayıbı ifşa etmek çok büyük zulümdür ve gizlemek çok büyük iyiliktir.

Kıskanmak çok kolaydır; rakip görmek, rekabet etmek, kendi değerimizi yükseltmek için diğerlerini küçük düşürmeye çalışmak insan nefsine inanılmaz zevkli görünür.

Üniversite yıllarımdan hatırlıyorum: Gözümde çok büyüttüğüm bir yazarı dinliyordum ve kendi sanatını överken, eserlerini okuduğum bir başka yazarın üslubuna âdeta hakaret ediyordu. Aradan geçen 15 yıldan sonra, şimdi o çok başarılı (!) yazarın adını raflarda göremiyorum. Kimse adının tarihe çelik harflerle yazılmış olduğuna güvenmesin. Çıktıkları zirvelerde alaycılığa başlayarak onurları ezenlerin isimlerinin tarihten geri kazınması zor değildir.

1- İnsana gösterilen saygı açısından en uç örneklerden birisini MTV müzik kanalında hayretle gördüm. Bir gurup, sokakta yürüyerek gösteri yapmakta; ancak geçmekte olan diğer insanlar da kameraya takılmaktadır. Kimseyi rencide etmemek için, kendilerinden izin alınmayan sokaktaki insanların görüntülerinin karartıldığını gördüm.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

mbozdag@yetenek.com

Gıybet Nedir? Gıybet Felaketiyle Nasıl Savaşılır?

Eğer insanlar gerçekleri açık ve cesur bir ortamda eşit şartlar altında paylaşabilselerdi; yüzlerinden başka, gıyaplarında başka olmasalardı, savaşlar çıkmayacaktı; kavgalara, üzüntülere yer kalmayacaktı. Tüm felaketlerin, hatta ebedî kahroluşların ardında, gıybet tohumlarını bulacaksınız. Tüm kötülükler, gıybeti de beraberlerinde taşırlar. Bu yazımızda şu soruların cevaplarını arayacağız: Gıybet nedir? Gıybet biçimlerini nasıl sınıflandırabiliriz? Gıybet neden ve ne kadar kötüdür?

GIYBET TÜRLERİ

Burada öylesine gizli, iğrenç ve vebadan hızlı yayılma gücü olan bir hastalıktan söz ediyoruz ki, ondan kurtulmak ancak ısrarlı bir savaşın, derin bir içtenliğin eseri olabilir. Gıybet tuzağında tüm iyiliklerinin yok olup olmadığını merak eden, konuşmalarını gözlemlemeli ve gıybet biçimleri üzerinde çok düşünmelidir. Aşağıdaki tanımları, temel kaynaklardaki ipuçlarına dayanarak yapılandırdık. Konuyu ele alan metinlerde tam olarak bu şekilde oluşturulmuş bir sınıflama mevcut değildir; ama bizim sınıflamamızın içerikleri kaynaklarda vardır:

Alenî sade gıybet: Sevgili Peygamber(a.s.m.) gıybeti “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış;(1) “Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir”(2) demiştir. Bir kişinin gıyabında ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan birşeyi söylemek, alenî gıybetin ta kendisidir. Futbolcuların oynama stilleri üzerinde konuşanları dinleyin; sanatçıların özel hayatlarına burunlarını sokan magazin tutkunlarının neler anlattıklarına bakın. Komşularınız, eşiniz, dostunuz ve hatta kendi evladınız hakkında gıyaplarında konuşurken hangi üslubu kullandığınıza bakın. Çoğu insan, değil gıybet ettiklerini, başkalarından bahsettiklerini bile fark etmiyorlar. Siz isimleri geçen insanların yerinde olsaydınız, kendinizden o şekilde söz edilmesinden hoşlanır mıydınız? Eğer hakkında konuştuğunuz kişi huzurda olsaydı, cümlelerinizi, hatta o andaki duruşunuzu değiştirme ihtiyacı duyar mıydınız? Eğer öyleyse—doğruları söylemeniz şartıyla—yaptığınızın adı gıybettir ve bu, gıybetin en sade formudur.

İftiralı gıybet: Peygamber (a.s.m.) devam eder: “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.”(3) İftira, kusurların en çirkinidir. Eğer gıybet ederken kullandığımız bilgi bizzat kendi gözlemimize ait değilse, başkasından duymuşsak, dilden dile kesinlikle değişime uğramıştır ve tam olarak doğru değildir. Başkasından—veya dostlarımızdan—duyduğumuz bilgiyi aktardığımızda, sözlerimizin gıybeti aşarak iftiralı gıybete dönüşme ihtimali en az %80’dir. Çünkü insanların %80’i duyduklarının doğruluğunu tahkik etmezler; duygularını ve tercihlerini dolaştırdıkları söze katarlar; üstelik hafızaları bozuktur, bilgi dilden dile dolaşırken kırk farklı kimliğe bürünür. Bu konuda sürekli hassas davranmayanların ise defalarca iftira atma ihtimalleri %100’dür.

Gizli gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden geçirmek, yani zannetmek suretiyle gıybete girmektir. Gıybetin ne kadar kötü olduğunun vurgulandığı âyette, Kur’ân şöyle der: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın.”(4)

Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz. Hazret-i Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ‘gözü ile kötü birşeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir.(5)

Şefkatli Yaratıcımız, kendisine karşı işlediğimiz suçlardan pişman olduğumuzda bizi bağışlayacağını söylüyor; ama kul hakkıyla şehit bile olsak, affımızı vaad etmiyor. Allah, kullarının haklarını kendi hakkından önemli tutmuştur. Haksız suizandan kul hakkı doğar. Gıybet temelde insanlara karşı işlenen bir suçtur ve onun affedilmesi yetkisi, gıybet edilen insanlardadır. Bu yüzden masumun ahlâkı, onuru hakkında delil olmaksızın kötü zanda bulunur da içimizdeki kötü zannı doğru kabul edersek, ağır bir bedel ödeyeceğiz.(6)

Peygamber (a.s.m.) der ki, “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kimse ölmeden o kusuru işler.” Başkalarının hoşlanmadığımız özelliklerinin hangi şartlardan kaynaklandığını nereden biliyoruz? Kimlerin hangi zorluklar yoluyla kaderleri tarafından eğitildiklerini bilmeksizin, kimi kusurlu gözüken yönlerinin gizli bile olsa gıybetini yapmaya ne hakkımız var!

Değerli bir insan bize şunu anlatmıştır: Orta Doğu Teknik Üniversitesi fizik bölümünü kazanmış; bölüme kayıt kuyruğunda yanındaki kişiyle konuşurken, onun dokuz yıldır okulu bitiremediğini öğrenmiştir. İçinden, “Vay dangalak, bir okul dokuz yılda bitirilemez mi?” diye geçirmiş ve kendisi de o okuldan ancak dokuz yılda mezun olabilmiştir. Başımıza gelenlere bakalım; orada açık veya gizli gıybetleri yapılmış insanların haklarının iadesini görebilecek miyiz?

Münafıkâne/ikiyüzlü gıybet: Gıybetin en utanç verici biçimidir ki, İmam Gazalî buna ‘münafıkâne gıybet’ demiştir.(7) Gıybeti yapan şöyle der: “Allah affetsin, o da bizim gibi bazen karıştırıyor,” “İnşaallah düzelir, daha iyi olur.” Bu gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi sevdiğini, iyiliğini dilediğini demeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o kişinin bozulmuş olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir. Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu şekildedir: “Boşver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken, aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da, içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.

Söz taşımalı gıybet: İnsanların sözlerini muhataplarına ara bozmaya yol açacak şekilde taşımak biçimindeki gıybettir. Şöyle der Peygamber(a.s.m.): “(Arabozucu) söz taşıyan cennete giremeyecektir.”(8) Kur’ân bizi uyarır: “Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”(9)

Hasan-ı Basrî şöyle der: “Başkalarının sözünü sana ileten, getiren, muhakkak senin sözünü de başkalarına iletir. …Zira onun yaptığı hem gıybet, hem zulüm ve hıyanet, hem de aldatma ve haset, hem nifak, fitne ve hiledir.”(10) Elbette başkalarının sözlerini nakletme hakkımız var. Ama, “Sevgili arkadaşım veya aziz hocam şöyle demişti…” gibi bir dostluk ifadesiyle başlayacak isim zikrini, ancak sözün sahibinin güzel ve duyduğunda hoşuna gidecek olumlu sözleri takip edebilir. Yoksa, “Adam senin—veya filancanın—hakkında dedi ki…” şeklinde başlayıp, sözün sahibini üzecek bir cümle söyleyen, kendisini felaketler arasından felaket beğenmeye hazırlansın.

Kitlesel gıybet: Yukarıda ayrımlaştırılan gıybet türleri tek tek bireyler hakkında olabileceği gibi kitleler ve insan toplulukları hakkında da olabilir. Bir topluluk hakkında gıybette bulunanın kurtulabilmesi için o topluluğun tümünden affedilme dilemesi gerekir. Kitlesel gıybet, bir insanın irtikap edebileceği, altından kalkılması en zor, en acınası, en dehşetli gıybettir. Yukarda geçen âyetin “…Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız…”(11) şeklindeki bölümü, ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine vurgu yapmaktadır. Filan partilileri, falan spor takımını tutanları, filan cemaat, din veya mezhep mensuplarını veya filan ırka, milliyete mensup insanları küçümseyen, onlarla alay eden gıybetçilerin ebedî âlemde ödeyecekleri tazminat inanılmaz ağır olacaktır.

Bu açıdan örneğin yalnızca bir Temel fıkrasını anlatan, eğer bu fıkra Karadenizlileri rencide etmişse, tümüne bunun manevî tazminatını ödemeye mahkum olacağını iyi bilmelidir. Eğer bir Nasrettin Hoca fıkrası anlatacaksak, “Acaba merhumu gıyabında rencide eder miyiz?” diye korkmalıyız. Birkaç kişiyi on saniye güldürmek uğrunda şerefimizi ateşe veremeyiz. En dehşetli akıbetler alay edenler için hazırlanmıştır ki, Kur’ân onlar hakkında, onların “vay hâline!” buyurur Hümeze suresinde. İnanç sistemimizi aşağılayan, kitlesel gıybetler ve iftiralar yapan sözler medyada hemen her gün yayınlanıyor. Bu saldırıların her birini ruhumuzdan kanlar fışkırtan paslı mızraklar olarak algılıyoruz. Onurumuza yapılan bu saldırılar çoğu zaman uykularımızı kaçırıyor. Okul kapılarında ağlaşan gencecik evlatlarımızı gördükçe çaresizlik çığlıkları koparıyoruz.

İnsanlık onuruna saygı duyan herkes, bu kitlesel gıybet ve iftiralar altında inliyor. Türkiye’de bir siyasetçi bir diğer siyasetçiye ‘… onbaşı’ diyerek, onbaşılığı aşağıladı. Bir—veya iki—onbaşı rencide olduğu için manevî tazminat davası açtı ve kazandı. Tüm onbaşılar da aynı davayı açabilir ve aynı tazminatı kazanabilirlerdi. Hatta eğer Türkiye’de insanlar haklarını korumak için dava açma cesaretine ve alışkanlığına sahip olsalardı, o tür sözleri söyleyenlerin tüm servetleri tek bir cümle yüzünden eriyip gidebilirdi. İnsan adaleti bu onurlu sonucu gerektiriyorsa, ebedî adaletin bu hesabı soracağından kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Paylaşımlı/ortaklaşa gıybet: Gıybeti yapan, sadece onu söyleyen veya ima eden değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya yapmasa da yapılmasından hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı koymayan da katil sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale etmeyen de tam olarak o gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle—gizli biçimi hariç—ancak birden fazla kişinin ortaklaşa irtikap edebileceği fuhuş gibidir. Sevgili Peygamberin(a.s.m.) “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar”(12) şeklindeki sözü, gıybeti dinleyenin sorumluluğuna işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı tehdit ediyor. Anlıyoruz ki, huzurlarında yapılan—haksız—gıybete küçücük korkuları yüzünden müdahale etmeyenler, onurlu bir hayat sürdüremeyecekler.

GIYBETİN KÖTÜLÜĞÜ

En iğrenç suçtur: Kur’ân şöyle der: “...Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrenip tiksindiniz…”(13) “Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline!”(14)

Zina, cinayet dahil başka hiçbir suç, iğrendirici bir fiile gıybet kadar benzetilmemiştir. Bediüzzaman, gıybet hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Gıybet …nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fenâ ve alçaktırlar.”(15)

İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet; bunların hepsi Kur’ân tarafından en şiddetli surette takbih olunmuş ve bunlar, reziletin ta kendisi tanınmıştır.”(16)

Gıybet, aklen, kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur.”(17)

Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır.”(18)

Zarar potansiyeli korkunçtur: Gıybetin en korkutucu taraflarından birisi, yol açabileceği felaketlerin potansiyel büyüklüğüdür. Gıybet fani bedene değil, Yaratıcının bakileştirdiği kalbe ve ruha saldırır. Cinayeti işlemek nisbeten zordur, failini bulmak ve cezalandırmak mümkün ve nisbeten kolaydır. Oysa gıybeti işlemek kaş göz işareti kadar kolaydır; bir kere ağızdan çıktı mı mantar gibi çoğalır, milyonlarca kopyası insanlar arasında dalga dalga yayılma ve inanılmaz fitnelere, katliamlara yol açma potansiyeline sahiptir.

Gıybetin insanlar tarafından kaynağında tespit edilip cezalandırılması, akışıp ilerlemesinin, hatta iftiraya dönüşmesinin durdurulması neredeyse imkânsızdır. Katilin de kendince bir şerefi vardır; ama gıybetçinin mikrop kadar onuru olamaz. Cephede düşman kurşunuyla şehit olan askerin hâli tarifsiz bir yüceliktir. Oysa gıybet, babanın çocuğunu veya çocuğun annesini öldürmesini andırır ölçüde esef verici bir cinayet hâline dönüşebilir. Sözler isimli eserde, Peygamberin (a.s.m.) kimi hadislerindeki abartı gibi gözüken benzetmelerin, tehlikenin potansiyel büyüklüğünü kastettiği vurgulanır: “Şu nevi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: ‘Gıybet, katil gibidir.’(19) Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır.”(20)

Ebedî hayatı yok eder: Peygamber (a.s.m.) der ki: “Ateşin kuru odunu yakması, insanın sevaplarını yok etmekte gıybetten daha hızlı değildir.” Yangın yok edicidir. Daha dün bir gecekonduyu alevler sarmış;(21) demir parmaklıklı pencere ile alevlerin kuşattığı kapı arasında sıkışan zavallı bir anne ve iki masum yavrusu, tüm servetleri olan evlerinin içerisinde yanıp kül olmuştu. İşinden geriye, kalıntıların başına dönen babanın hâlini düşündükçe hâlâ titriyorum—bu felakete dayanılamaz. İşte gıybetçilerin başına gelecek olan manevî felaket bu zavallı insanların yaşadıklarından da beter olacaktır.

Bir ömür hayır içerisinde yaşadığını sanıp da ebedî huzura giden insanın, söylediği veya rıza ile dinlediği gıybetler yüzünden tüm manevî hasenatının alevlerle yanıp kül olduğunu görmesinin ne büyük şok olduğunu tahmin edebilirsiniz. Gıybetin verdiği alçakça zevk uğrunda böylesi bir felakete razı olmayı hangi vicdan kabul edebilir? Hazret-i Rehberimiz (a.s.m.) şöyle der: “Aziz ve Celil olan Rabbim beni Miraca çıkardığında, demirden tırnaklarla yüzlerini ve gözlerini tırmalayan bir topluluğa rastladım. Cebrail’e dedim ki: ‘Bunlar kimlerdir?’ Şöyle dedi: ‘Bunlar gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve onların şereflerine dil uzatanlardır.’”(22)

Gıybet, insanları işte böyle bir geleceğe hazırlıyor. Gıybetin ebedî hayata yönelik zararları bir yana, sosyal, siyasal ve ekonomik hayata, kişisel huzura, sağlığa ve yeteneklere, kısaca topyekün insan kaderine yönelik sonuçlarını birkaç sayfaya sığdırabilmemiz imkânsız. Üzerinde düşündüğünüzde siz de bu sonuçları keşfedebilirsiniz.

• Sonuç olarak Gelecek yazımızda—inşallah—şu sorulara cevap arayacağız: Huzurunda gıybet yapılan nasıl davranmalıdır? Gıybetten nasıl kurtulabiliriz? Hangi zaaflarımız bizi bu salgın vebanın tuzağına düşürüyor? Hangi şartlarda söylenenler gıybet değildir? Gıybetin din ve hizmet adına meşrulaştırılması nasıl bir tehlikedir?

Savaşa şimdi başlamalıyız. Ben gıybetle savaş başlattığımda, diğer kişilerle veya gruplarla ilgili ağzımdan çıkan neredeyse hemen her sözün, gıybetin bir formuna uyduğunu fark etmiştim. Bu sinsi düşmanla bilinçli bir savaş başlatıp hassasiyetleri hücrelerine işleyinceye kadar sürdürmeyenler, amellerini ateşe verecek yangınlardan kurtulamayacaklar. Bu savaşı başlattığımda, eroin krizine tutulmuş gibi, sözlerin ortasında uyanıyor, konuşamama krizine yakalanıyordum. Çünkü kriterlerim açısından baktığımda, neredeyse ne söylesem ve ne dinlesem gıybet olduğunu görüyordum. Gıybete savaş açtığınızda, yaptığınızın büyüklüğü nedeniyle ilâhî rahmetin şefkati kalbinize öylesine yayılıyor ki, “Ben bu vakte kadar nerelerdeydim?” diyorsunuz. Gıybet esaretinden bir kere kurtuldunuz mu, özgürlüğünüzün ruhunuza yaşatacağı coşkuya paha biçemeyeceksiniz.

Muhammed Bozdağ

mbozdag@yetenek.com http://www.yetenek.com

Serinin ikinci yazısı için tıklayınız: http://www.nurnet.org/en-etkili-giybetle-savas-teknikleri/

KAYNAKLAR

1- Ebu Davud, Edeb 40, (4874)

2- Camiussağir, Hadis No:7972

3- Ebu Davud, Edeb 40, (4874)

4- Kur’ân: 49/12

5- İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Merve Yayınları, s.388.

6- Gıybetin önemli zararlarından birisi, gıybet içeriğini oluşturan olumsuz ruhsal enerjinin lanet örneğinde olduğu gibi muhatabını araması ve sonunda haksız olan ruhun bu ruhsal enerjiden tahrip olmasıdır. Bu sonuç için gıybetin alenî veya gizli olması değil, taşıdığı duygu yükü önemlidir. Bu süreci Ruhsal Zeka isimli kitabımızda anlattık.

7- Gazalinin görüşlerinin detayı için Bkz. age. s.388

8- Buhari, Edeb, 50

9- Kur’ân: 49/6

10- Gazali, age., s.394

11- Kur’ân: 49/6

12- Camiussağir, Hadis No:8489

13- Kur’ân: 49/12

14- Kur’ân: 104/1

15- Barla Lahikası s.264. Bu yazıda geçen “Risale-i Nur” metinleri, İhlas Nur Neşriyatın yayınladığı “Bediuzzaman-1” CD’sinden alıntılandığından, sayfa numaraları CD’de esas alınan kitaplara göre oluşmuştur.

16- İşaratül İcaz s.222.

17- Sözler s.399.

18- Mektubat s.295.

19- Müsnedül Firdevs 3:116,117’de geçen bu hadis, Kenzul Ummal, 3:589 No:8043’de “Gıybet zinadan daha şiddetlidir” şeklinde yer almaktadır. Gazali de hadisin ikinci biçimini zikretmiştir. (Bkz, Gazali, Age. s.386) Ancak Bediüzzaman’ın yorumu gösteriyor ki, her gıybet cinayetten veya zinadan kötü değildir; ama sonuçları dikkate alındığında, yerine, zamanına ve biçimine göre, gıybet bunlardan daha ağır bir suç hâline gelebilir.

20- Sözler s.362

21- Sözü edilen olay 1 Mart 2002 tarihinde akşam TV haberlerinde yer almış ve bu cümle, aynı gece saat 04.00 civarında bilgisayara aktarılmıştır.

22- Müsned, 3:224.

Sevaplarımız birikmiyor mu?

Her işlediğimiz güzel amelde sevap kazandığımızı hesap ederiz. Böylece sevapları üstüste koyarız ve kendimizi cennete layık görürüz. Aslında her hareketimizi güzel ve sevaplı görürüz ya!

Ayağımızı kaydıran tuhaf bir bahanedir. Ben sizin adınıza itiraf ediyorum. ‘Nasılsa çokça sevabım var, ucundan kıyısından yenirse çok şey kaybetmem herhalde’ deriz. Böylece birikmiş sevaba güvenip günahın avuçlarına bırakırız kendimizi.

Peki ya sevap biriktirilebilir mi? Üste üste konulabilir mi sevaplarımız? Bir şeyi biriktirmemiz için harcadığımızın kazandığımızdan az olması gerek değil mi? Bir şeyi üst üste koyabilmek için elimizde kalanın elimizden çıkandan çok olması gerek değil mi?

Bir iyilik edebilmemiz için bedenimiz için yapılan harcamalar, dünyamızın ayakta durması için gerekli masraflar, bizim ürettiğimiz iyilikten çok çok fazladır.

Mesela, bir an sadece bir defalık ‘Elhamdulillah’ diyerek nefesimizle, sesimizle ürettiğimiz şükür için, yıllar yıllar öncesinden peygamberler gönderilmiş olması, onların sözünün ve sesinin yüzyıllar içinde milyonlarca güzel insanın akıl almaz çileleriyle bize ulaştırılmış olması gerekir.

Ayrıca, o andaki şükrü üretebilmemiz için bize doğduğumuz (hatta doğumumuzdan da önce) andan itibaren sayısız nimet verilmesi, sevdiklerimizle ve hatıralarımızla o an’a taşınmış olmamız gerekir. O an şükrettiğimiz şeyi tadacak zevk, duygu, dil, damak, dudak, mide, göz, koklama gibi sayısız yeteneklerimizin hazır edilmesi gerekir.

Ayrıca, o şükre yetecek nefeslerimiz verilirken, güneşin tepemizde duruyor, yıldızların üzerimizde bekliyor, dünyanın altımızda dönüyor olması gerekir.

Üretim hızımız tüketim hızımızdan çok çok az.

Hem sonra ne kadar kaliteli ürün ortaya çıkardığımız da şüpheli. Ne kadar sahici söyledik ‘Elhamdülillah’ı? Anlamına kendimizi ne kadar kattık?

Hem sonra, ‘Elhamdülillah’ diyebilenler arasında olmakla da yeni ‘Elhamdülillah’lar demelere borçlandığımız ortadayken, ürettiğimiz hamdleri stokladığımızı söyleyebilir miyiz? Ürettikçe daha çok hamd ham maddesini borçlanmıyor muyuz bize hamd etmeyi öğreten ve hamd edilesi nimetler veren Tedarikçimize?

Üst üste koyabilmek için sevaplarımızı elimizden kalanın elimizden çıkandan fazla olması gerekiyor?

Ya gıybetle yakmışsak elimizdekileri?

Ya hasetle yiyip bitirmişsek depoladıklarımızı?

Ya ürettiklerimizin hepsi de defolu diye pazara sürülmemişse?

Nasıl olur da sevabımıza güveniriz şu halde?

Dr. Senai Demirci