Etiket arşivi: Himmet Uç

Sathi nazar

Yüzeyde Kalmak veya okyanusun kıyısında dolaşmak…

Bediüzzaman’ın Muhakemat’ı eserlerinin teorisidir denebilir, yani bir binanın yapılmasından önce nasıl onun planı yapılır, sonra ana hatları ile karkası ortaya çıkarılırsa  Risale-i Nur’da izah edilen bahislerin planları  Muhakemat’ta münderiçtir. Bediüzzaman eşyaya  nesnelere, Kur’an’a daha başka bakılması gerekli temalara gerektiği gibi bakamamanın felsefesini yapar. Derinliği görmek konusunda söyle der: “Meluf olan afak ve enfüste dikkat-ı nazarı , Kitab-ı Hakim emreder”, yani dikkatli bir nazar ile bakmak, adam bahsi okuyor  takip  etmeniz mümkün değil nerde kaldı  dikkati nazar. Başka bir cümlesi “Ayat-ı beyyinat  yedi beyza ile ülfet ve sathiyetin  hicablarını  ve zahirperestliğin perdesini parça parça ederek ukülü afak ve enfüsün hakaikına  tevcih edip irşad etmişlerdir.” Bediüzzaman sathilik ve zahirperestliğin en büyük muarızıdır.

Bugün en büyük sıkıntı zahirperestliğin perdesini yırtamamaktır. Sathiyetin hicaplarında kalmaktır.yıllardan beri bu perde ve hicapda kalan insanlar görürsün. Bir gün Sungur abiye birisi bir bahsi sordu, oradaki bir kelimeyi dedi “sen kaç yıldır bunları okuyorsun” , kırk yıldır, himmet sen izah et dedi , ve adama kırk yıldır bu cümleyi anlayamadınsa daha nasıl Risale okudum diyorsun , dedi kibarca ayıpladı.

Dünya sanatında orjinalı gören anlatan , resmeden ve yapanlar birinci sırayı teşkil ederler. Bunların isimleri çoktur, ama yaptıkları hep garip ve acib karşılandıkları için orijinal telakki edilmişlerdir. Hatta tarihte büyük kişilikler en olumsuz şartlarda yapılacak olanı görmüşlerdir, onlar da o yüzden büyüktürler. İstanbul defalarca kuşatılmış ama Fatihe gelinceye kadar hazreti Fatih’e herkesin eli boş kalmıştır.

Bediüzzaman insandaki meyilleri anlatırken şöyle der: “Hayret verecek acip şeyleri görmeğe ve  göstermeye ve   teceddüde  ve icada olan meyildir.” Kendisi hep orijinal yazmış, orjinalı görmüştür. Zaten Bediüzzaman kelimesi de bu demektir. Yani zamanın en farklı göreni demektir.Acip, acaip, taaccüp, acube, ucube kelimeleri dörtyüz civarında cümlede kullanılmıştır. Yani Bediüzzaman dörtyüz civarında nasıl olduğu konusunda insanın acze düştüğü acip olayı anlatır.Bunların hepsini tarayıp onun nasıl orijinal ve insan karihasının tarifte zorlandığı yönü görmesi bir tez olacak kadar. Ama onu izah etmenin en önemli bahislerinden biridir bu konu .Nasıl bakar , nasıl tarif eder, nasıl anlaşılır hale getirir. Ve daha başkası .

Soyut sanat eşyaya hep aynı geometri ile bakan sanata bir tepkidir, hiçbir  şeye benzemeyeni anlatır. Gösterir. Görür ve resmeder veya yapar. Bunun da örnekleri çok . Bediüzzaman kendini, kendi bakış açısını anlatır. Fahr olmasın zaman-ı sabavetimden beri üssülesası mesleğim , ifrat ve tefrit ile hakaiki islamiyeye sürülen  lekeleri temizlemek  ve o elmas gibi hakikatlarına saykal vurmak idi. “Yüzyıllardır hep aynı şekilde algılanan dini o farklı bir şekilde algılar, bunun örnekleri çoktur, zaten okunması ve çarpıcı bulunmasıda bu yüzdendir. İhsan Kasım Abi, Risale-i Nur’u en iyi batılılar anlıyor.” demişti. Çünkü onlar sanat ve felsefesi ve felsefe yapmak ile ilgili çok şey bildikleri için eserleri okurken dünya dizgisinde yerini iyi görüyorlar. Mesela şu yukarda acip olan orijinal olanı görmek büyük yorumcu tefsirci  ve yazar olmanın şartı. Şeyh  Galip yeni şeyler görmenin gerektiğini söyler ve öyle de yapar, divan geleneğindeki yeri  bu yüzden farklıdır.

Bugün en büyük sıkıntı onun deyişi ile “Nazar-ı sathi ile kainat kapılarında ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhaniyi  zevk edemediğinden  kabı kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsizlik ve harikuladeye meyil ve hayalata iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i harikulade ile  ya teceddüd  veya terviç  için meyli  mübalağa tevellüd eder.” Birgün birisi yeni bir arkadaşa Risale-i Nur’un mübahağalı metheti, çok farklı , çok orijinal, anlatılmaz dedi, o  şahıs ona; “Şöyle benim anlayacağım bir orjinalliğini anlat dedi.” o ise bir şey söyleyemedi. Yere göğe koyamadığı orjinalliğin ayağı yere deymeyen bir mübalağa olduğunu anlayamadı.

Bazı insanlar vardır, hiçbir derinlikleri yoktur, ama çevrelerine müdahinler toplayıp çok orijinal gibi görünürler. Bediüzzaman’ın kuralları yerine Abilerin kurallarını koyup olayı istediği gibi yönlendirme hastalığı , Bediüzzaman’ın anlatmak konusundaki fikirleri açılımları bir kitap olacak kadarken , müdakkik bir insanın lafını ağzına tıkıp ona hakaret etmek, Risale-i Nur meşrebine aykırı  bir şey, işi tekelinde tutanlar herşey anlatır, ama tekelcilerin yalakası olmayanlar ise kurallar ile yıpratılır. Bugün bu kadar büyük bir metnin etrafında dünya çapında yorumcular  olmayışı işte bu vasatın altındaki adamların tekelciliğinden dolayıdır. Bu adamlar elli yıllık talebeyi beş saniyede dalaletin kucağına atacak kadar densiz insanlardır. Ben bunların alayını gördüm, aman Allah saklasın.

Himmet Uç

Altıncı Mesele

Meyve Risale’si Bediüzzaman’ın Denizli yıllarında yazdığı bir eser. Denizli hapishanesinin bir meyvesi, ağacın  toprağın altında kökleri ile yaptığı tahkikattan sonra, sıkıntılı anların akabinde dalların ucunda meyveler meydana getirmesi gibi, Denizli hapsinin sıkıntılı günleri de Meyve risalesini netice vermiş. Bediüzzaman’ın mahpusları nazara alarak çok sade bir dille üslup  endişesi düşünmeden yazdığı sehlimümteni türü bir eser. Bediüzzaman birçok yerde tevhid konusunu , materyalizmi eleştirir, altıncı mesele bütün bunların sade bir dille özetlendiği kompirme bir risale-i mümtaz.

Bediüzzaman kendisine  “muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar “ denmesine karşılık onlara bir  tevhid penceresinden okuma tarzı salıkverir. Bugün bütün ilimlere her safhada esas olacak bir okuma şeklidir. Ülkemiz bölünmemiş ama huzurun katledildiği bir ülke , devlet bunları fikren, fiilen, dinen, ilmen, kültüren engelleme yıllarını geride bıraktı. Artık anarşinin silahtan başka şeyle önlenmesi mümkün değil. Ülke çapında bir televizyonda birkaç yıl konuştum konuştuğum şeylerin meyvelerini ta İstanbul’da nereye gitsem görüyordum. İstanbul Bayezıt ‘da bir dükkandan bir şey almak istedğimde şahıs beni tanıdığını söyledi, Hatay’da  derste yine öyle. Bir üniversite hastahanesinde bir bayan kan alırken konuşmalarımdan etkilendiğini söylemişti, birkaç kıskanç her nasılsa risale okumuş dedikodularla  o konuşmalara engel oldular. Bizi bitiren bu yerini yalan ve zulümle doldurmuş  adamlar. Hayatımızı kıskançlık ve çekememezlikler bitirdi. Isparta’da Akif hakkında konuşulacak bir tarihçi bir başka üniversiteden bir başka tarihçiyi çağırıyor, al sana Akif anması. Kimlik bunalımı yaptık oldu diyen mantığın sonucu.

Bediüzzaman bir kural söyler öğrencilere “sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen kendi lisan-ı mahsusu ile  mütemadiyen Allah’tan bahsedip Halıkı tanıttırır, muallimleri değil onları dinleyiniz” der. İlimin Allah’a açılan kapısı yoksa  ateizme açılan kapıları vardır, bugün müsbet ilimler dediğimiz ilimlerin hepsi ateizme hizmet ediyor. Üniversite ateist nihilisit ve anarşist yetiştiriyor,

Bediüzzaman altıncı meselede tevhidi örnekleri sunar. Eczahane, fabrika, iaşe anbarı, elektirik lamba ve fabrikası, kitap örnekleri ile tevhidi anlatır. Bediüzzaman nebatat ve hayvanatı macun ve tiryaka benzetir. Nasıl macun ve ilaç bir terkiple elde edilirse, her canlının da bitki olsun , hayvan olsun bir terkibi vardır. Eczahanedeki ilaçlar nasıl  belli maddelerin belli oranlarda bir araya getirmesinden oluşturuluyorsa, hayvan ve bitkiler de böyle terkiplerin sonucunda meydana geliyor. O eczacı nasıl varsa bu kainat denilen büyük eczahanenin de bir eczacısı ve sahibi  vardır . Burada kullanılan tıp ilminin  ölçüleridir. Farmakoloji ve tıp ilminin felsefesini yaparak tevhide uygular Bediüzzaman.

Bediüzzaman dünyayı seyyar bir  Rabbani makinaya benzetir. Ondokuzuncu yüzyıl bilimsel felsefesi evreni bir makinaya benzetti. Bediüzzaman bunları biliyor, her ağaç ve canlı bir makine gibi çalışır. Bir ağacın kökleri yerden dalları havadan aldıklarını birleştiriyor, bir yıllık bir çalışma süreci ile meyveyi veriyor, ve onu verdikten sonra, fabrikayı temizliyor ve gelecek yıla hazırlıyor. Tam hassas bir makine .Elbette makine ilminin  ölçüleri ile kainat içinde sayısız fabrika bulunun bir fabrikalar topluluğudur. Ne kadar büyük bir fabrika, ve ne kadar bir büyük fabrika sahibi .

Depo, iaşe anbarı ve dükkan örneğinde de, yüz binler ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan yeryüzü denilen bu Rahmani iaşe anbarı. Hiç kimse iaşesini alamadığı için şikayetçi değil, her şey muntazaman  hazırlanan rızkına ulaşıyor. Gemiye ve trene benzetir dünyayı. Harika bir örnektir. Bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezen gemidir. Tasarım ve muhayyile ne kadar zengin, imajın harikalığı ve orjinalliği ortada “Bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan  alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp , baharı bir büyük vagon gibi binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak  kışta erzakı tükenen  biçare zihayatlara getiren  ve Küre-i Arz denilen bu  Rahmani iaşe anbarı  ve sefine-i sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve  malları  ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkan-ı Rabbani  ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise okuduğunuz veya okuyacağınız fenni iaşe mikyasıyla , gıda dağıtım ordusu, o katiyette o derecede  küre-i arz deposunun Sahibini, Mutasarrıfını , Müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.”

Bilmek ve tanımak ve sevmek birbiri ardınca. Sevgi ancak bilmeye ve ondan hareketle tanımaya ve ondan hareketle sevmeye dönüşür. İnsanlar Allah’ın layıkı ile bilmediği ve tanımadığı ve sevmediği için  camiler  ihtiyarlarla dolu. Gençlerin bildikleri tanıdıkları ve sevdikleri başka.

Bütün sevgileri atıp içimden

Varlığımı yalnız ona verdim ben

Diyor şair, Yunus daha ileri ,

Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene sen ver onu bana Seni gerek Seni

Bediüzzaman ilimden hareketle Allah’ı bildiriyor, ilimlerin yorumu ile , sonra bilinen tanınır, tanınan da sevilir. Sevgi de ikinci hakikatte ki gibi ibadetle sevdirir.

Otuz yıldır bir şablon var, terörü karşı uygulanan.

Tebdir yok, önlem yok, törür eylemi gerçekleşiyor, devlet adamları kararlılık ifadeleri kullanıyor, eylemin tahkiki, sonra bir süre pembe günler arkasından yeni bir trajedi. Özal, ben Diyarbakır’da iken akşam kızardı bunlara, sabah on asker öldürülürdü. Yıllar böyle geçti eğitim aynı, müfredat aynı , hocalar öğretmenler idealsiz, ideal katledilir.

Geçi aylar geçti yıllar geçti seneler

Silahlar susmadı susmadı çeneler

Bediüzzaman “mucizekar kumandan” imajını kullanır. Onu tanıtır” Dörtyüzbin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı

Ve istimal ettiği silahı ayrı

Ve giydiği elbisesi ayrı

Ve talimatı ayrı

Ve terhisatı ayrı

O ayrı ayrı milletlerin

Ayrı ayrı erzaklarını

Ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak  ve şaşırmayarak verdiği o acib ordu  ve ordugah , şüphesiz bedahetle  o  h a r i k a  ku m a n d a n ı gösterir, takdirkarane sevdirir.”

Kumandan imajını kumandan-ı azam , kumandanı akdes imajları ile genişletir. Bu kumandanlar hayretle izlenir, bilinir, sevilir. Burada hayret ve takdisle bildirir. Tahmid ve tesbihle  sevdirir.

Harika şehrin milyonlar elektirik lambalarının yandırılması, dünya sarayının damındaki yıldız lambalarının aydınlatılması ve birbiri içinde idaresi , bunların tanıtılması, tesbihatı , takdisatı , perestişi. Her tevhid dersini sevmek ve perestiş ile bitirir. Bediüzzaman.ilimlerin hedefi de budur  zaten tanıtmak, bildirmek, sevdirmek, pereştiş ettirmek, ibadet. İlimlerimizin anlatımına bak gittiği yere bak.

Bediüzzaman yüzlerce fenni böyle ilahi bir bakış açısı ile yorumlamıştır eserlerinde “İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundanher bir fen, geniş mikyasıyla  ve hususi aynasıyla ve dürbünlü gözüyle  ve ibretli nazarıyla bu kainatın Halık-ı Zülcelalini  esmasıyla bildirir, sıfatını, kemalatını tanıttırır.” İlimlere dört değişik noktadan bakar.

Geniş mikyas; İlim Allah’ı tanımaya büyük ölçüler verir

Hususi ayna; Her ilmin hususi aynasında Allah fiileri ile görülür

Dürbinli göz; Her ilim ayrıntılı olarak Allah’ı tanıtır

İbretli nazar; Görülen şeyler ibret ile değerlendirilir.

Bediüzzaman nasıl bir fen yorumcusu , ilim ve tevhid  yorumcusu. İlimlerden hareketle gözlemlerle Allah’ı  tanıma ve bilme talimcisi.

Himmet Uç

Yavuz, Ahmet Aytimur ve Bediüzzaman

Ahmet Aytimur, Bediüzzaman onu şeyhülislamı olarak tesmiye etmiş. Bediüzzaman’ın eserlerini fırtınalı yıllarda, neşretmek gibi büyük bir görev üstlenmiş insan Ahmet Aytimur. Bizim ona bir takım sıfatlar vermemiz bize yakışmaz, sıfatlandırmak biraz da denk vasıflara dönük bir şey olsa  gerek.Mizacı bala pervazane  yaşamaya müsait olmayan bir insan. Hizmetin sahnede gösterdiği kadar görünmüş sonra dramaturgun sahneden çekilmesinden sonra sırası gelince kendisi de sahneyi terketmiş, sahnede kalmak için tavırlar sergilememiş.Cemaat içinde sahnede görünmek ve etkin olmak pek de kitabı değerlere göre değil, bu işi başaran tipler bir şekilde sahnedeki ömürlerini uzatırlar  ama bir kısmı da eleştirilere aldırmadan işine devam eder.Ahmet Aytimur , Tahir Ağabey’in yanına defnedilmek istemiş, mizaç ve karakter itibari ile ikisi de şamatanın ,ihtilafın, çekişmenin dışında kalma dehasını göstermiş insanlar. Tahir ağabeyi  hazretleri ismi konduğunda isminin geleceğini ifşa ettiğini ne bilebilirdi. Ama  ismi onun beşikten mezara kadarki hayat seyrini gösteren beş harften oluşuyor.

Aile ona  Tahir demişler

Soyadı ile uzlaşmış isim Mutlu

Tahir olduğu için mutlu

Hayatı ile ismi ve soyadı

Ne kadar  denk düşmüş

Sonra ebedi mutluluklar dağıtan

Bir insanla tanışmış

Bediüzzaman en olumsuz şartlarda

Mutlu olabilmiş,ne kadar zor

İnsanları mutsuz edip koltuğa yapışmak

Gibi bir ağabeyilik istememiş Tahir Abi

Ahmet Aytimurla bir keresinde Çanakkalede karşılaştık. İnsana bu kadar saygı gösteren bir insan görmedim. Utandım onun yanında , mahcub oldum , için için ağladım, gözyaşlarım içime aktı. O Bediüzzaman’ın talebesi olan bir profösürün değerini biliyordu ki , ne kadar saygılı davrandı, az kalsın ağabey bu kadarı fazla diyecek oldum, ama benim  kirli paslı bir adam , kılıç artığı bir adam ne olduğum belli , önemli olan onun dünyasına benim yansımam.iki şey çok önemli kadirbilirlik ve hakperestlik. Bunun ben bizim içimizde görmedim. Kırık çay kaşığını çöpe atan talebelerine kızıp onu lehimletip aksesuarlarına ekleyen adamdır Bediüzzaman.  Bediüzzaman’ı yere göğe koyamayan adamlar, kendilerini nereye koymaları gerektiğini düşünürler mi   bilemem. Sahnede hep ben va rım ve ben olacağım diyenler kadirbilir olamaz.Bediüzzaman Ali İhsan  Tola’ya hizmet için evini taşıyan Mehmet Baştaş’a ahirette sahip çıkacağını söyler. Kadirbilirlik bu işte.

Ahmet Aytimur’la Üstad Bediüzzaman Yavuz Sultan Selim’in mezarına giderler, malum ya İstanbul’da Fatih semtinde, mütevazi bir mezar, sade bir cami , alayişi nümayişi yok. Mısır seferine çıkarken bir cami ister, “ nasıl olsun efendim” derler,  “ sade bir şey olsun” der. Ben o camide bulutlarda uçuyorum sandım, o kadar kendimi mutlu hissettim. Yavuz hazretlerinin debdebede uzak ruhu camiye yansımıştı. Hep sade yaşamış, Hz Ömer ve Hz Ebubekir gibi, onlar da sadelik vadisinin piri, bir de Bediüzzaman Allah’ım  Bediüzzaman’ da sadelik   nasıl anlatılır. Debdebe , görüntü onun ruhunu tırmalar sanki o kadar sadelikdışı görüntülerden uzak.Evinde eşyalarına bak, o eşyaları ancak o kullanır.

Bediüzzaman dua eder kim bilirneler konuştular, Bediüzzaman Yavuz’un mezarına gitmiş, Fatih’e de gitmiş. Bir de Mevlana’ya . Yalın ayak girmiş hazretin huzuruna kim bilir baktı o mekana neler konuştu. Konuşmaların üçüncü kulağı ben olaydım.Şaban saflığında bir istek değil mi? Ahmet Aytimur Ağabeye derki “ biz farklı düşünüyorduk, o bizi ikna etti onun gibi düşündük” Anam üçler kırklar yedilerden bahsederdi , onların bir araya geldiklerini konuştuklarını söylerdi. Molla Hamid Ağabeyi bir gün gece kaldırır bir yere götürür, Bediüzzaman. Hamid Ağabey yeşil sarıklı , cübbeli adamları görünce kaçar eve gelir. Ertesi gün üstad; “Keçeli sabretseydin bak seni nerelere taşırdım” “ Yok üstadım ben korkarım” demiş.

Aytimur Abi’ye dedim bu görüşme yakaza yüz yüze dedi evet öyle . Demek onlara ölü denmez, onlar bizimle görür bizimle duyarlar, “Allah’ın şehitlerine ölü demeyiniz” diye buyurulur ya. Bediüzzaman kendi memleketlerini görüyor kimbilir ne kadar elemler duyuyordur. Sarıyerde bir genç kız ile erkeğin sarılıp dolaştığını görünce hıçkıra hıçkıra ağlar. Ya bugün olanları görse ne der.

Selimname ‘nin başını buraya Yahya Kemal , ve Bediüzzaman ve Ahmet Aytimur abiye hürmeten alıyoruz.

Selimname

Eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür
gûş-î cihâne velvele-î bâl ü per gelür

Gökyüzünden kader fermanı , haberi geldiği zaman  cihanda var olan herkesin kulağına kanat sesleri gelir, yani haberi getiren meleğin veya melekler grubunun sesleri cihana yayılır, meleklerin kanat çırpışları. Büyük bir haber gelmektedir yer yüzüne. Haber arşta düşünülmüş ve yeryüzüne gönderilmiştir. Nasıl hayal etmiş himmet Efendi değil mi ? Ne kadar derin bir hayal.

devr-î fütûhu sûr-ı sirâfil* müjdeler
hak’dan nizâm-ı âlemi te’mîne er gelür

Fetihler döneminin başladığını İsrafil aleyhisselamın düdüğü müjdeler. Çünkü Allah alemin düzenini  sağlamak için dünyaya bir er göndermektedir. Anadolu yanlış propagandalarla  karışmış, milletin itikadı alevi yaygarası ile kötüdür. Yavuz Bunları görmektedir Trabzon valililiği  sırasında , işte alemi düzeltmek için bir er yani Yavuz Sultan selim görevlendirilmiştir semada arşta

ebvâb-ı ravza-î nebevî’den firiştegân
cibrîl’i gördüler nice demdir gider gelür

Elbetteki Anadolu’da ki bu şerli olaylar üzerine Peygamberimiz rahatsızdır, bu yüzden Cebrail   Ravza-yı nebiye gidip gelmektedir, ne demdir birçok keredir. Durum Habibullaha arzedilmiştir. Peygamber ve Cebrail bu olumsuzlukları düzeltmek için konuşmuşlardır. Hele bak himmet efendi neler neler söylemiş, bidaha oku.

derk ettiler ki merkad-i pâk-î muhammed’e
rûhü’l-kudüs’le arş-ı hudâ’dan haber gelür

Bu gidiş geliş manzarasını gören melekler anladılar ki  Peygamberimizin temiz kabrine Allah’ın arşından  Cebrail aracılığıyla  bir mesaj gönderiliyor.

rûy-î zemîni tâbi-i fermânı kılmağa
sultan selîm han gibi şîr-i ner gelür

Yeryüzündeki karışıklıkları düzeltmek için bir ferman ortaya konmuştur, o fermanı uygulamak için Sultan Selim gibi bir yiğit aslan dünyaya adım atıyor. Git ve düzelt diye bir emir  veriliyor ve Yavuz seçiliyor.  Ne mutlu adam değil mi himmet Efendi evet hocam, büyüklerin görevlendirmesi de büyük ve azametli  evet.

râyâtının alemleri üstünde uçmağa
sîmürg-i feth hem-çü nesîm-î seher gelür

Sancağının alemi üzerinde uçmak için fetih kuşu seher vakti esen  nesim gibi süzülerek geliyor. Yani haberle birlikte fetihin sancakları  seher rüzgarı gibi geliyor. Burada fethin asaleti ve yumuşaklığı ve insaniliği anlatılmak için seher vakti rüzgarı kullanılmış. Hallbuki çok fetihler zulüm ve fırtınadır.

 

Yavuz’un gelişini  Yahya Kemal Peygamber, Cebrail ve Allah  arasındaki konuşmalarla oluşturulduğunu anlatır, yukarıdaki mısralarda.

Himmet Uç

Şamdan Dünyaya Estetik Dersi

Bediüzzaman 1911 senesinin baharında Şam’da bir hutbe okur, Hutbe-i Şamiye . Bu yıllar islam dünyasının özellikle Osmanlının yıkıma doğru gitti yıllardır. 1908 de ikinci meşrutiyet ilan edilmiş, ikinci meşrutiyet hukuki anlamı ile bir çözüm gibi görünürse de Osmanlıyı meydana getiren milletlere meşru çözülme tarihi olarak yorumlanabilir.ikinci meşrutiyetin  ilanından Mondros mütarekesine kadar on yıllık süre imparatorluğunu yıkılma süresidir.On yılda koca bir devlet-i ebed müddet Anadolu’da birkaç vilayetin milleti hakimeye verilmesiyle tarihin gizliliklerine iltica eder.Osman Gazi, MalHatun ve Şeyh Edebali’nin üçgeninde doğum sancıları yaşayan ve Osmanlı beyliği olarak doğan devlet-i aliye-i Osmaniye yine Anadolu’da birkaç vilayete avdet etmiştir. Altıyüz yılı aşkın bir süre geçmiştir.

Bediüzzaman Said NursiBediüzzaman Şam’a giderken rastlantı türü bir seyahata gitmiyordu. İslam dünyası Osmanlının halet-i neze geçtiğini biliyor ama bu millete inanıyordu. Onun millete inanması bir ırka inanmak değildi, devlet-i aliyeyi meydana getiren milletin yine kendini toparlayacağına kesin inanmıştı.

“Hakir olduysa milllet şanına noksan gelir sanma

Yere düşmekle cevher sakit olmaz kadr ü kıymetten”

diyen Namık Kemal gibi ümit adamdı. Bedüzzaman ümit adamdır, sadece kendini kurtarmak isteyen bir ümid adam değil, islamı , osmanlıyı , insanlığı kurtarmak isteyen  bir ümid adam. Yeisin , ümitsizliğin durağan çenberinde çırpınıp duran insanlığa alakadar olduğu bütün alanlarda ümit veren bir kişidir. “Elleri bağlı bir adama ordular taarruz ediyor” diyor. Bu çok doğru kendi ifade etmiş bunu .olağanüstü olaysız bir dönemi yok, sıradan olaylar onun yanından geçemez. Bediüzzaman’ın maverası var, bize görünen Bediüzzaman’ın bir perde arkası maverayi hayatı var. Çocukken bir tepeyi tırmanır dağlara gider, gece gelmez veya geç gelir. Aile onun kırklara karıştığını hükmedecek kadar endişelenir. Hayatı boyunca hayatının saklanan bir yanı var, belli bir zaman diliminde kimse ile görüşmez, nelerle kimlerle görüştüğü hangi mekanlara gittiği sadece kendine malum. Bir gün gecenin yarısında anahtar deliğinden Zübeyir Abi içeri bakar kalabalık bir farklı yaratık grubuna konuşmaktadır. Ertesi gün çağırır “ keçeli gece yarısı neden odama bakıyorsun?”diye onu ikaz eder. Van hayatında Molla Hamid’i bir gün gece yarısı kendisi ile dünyalarından birine götürür, ben Molla Hamid’i gördüm, ona hizmet ettim. Nasıl anlatsam onun için ne diyebilirim , çocuk saflığında nurani , azameti ruhiyesi sizi kuşatan bir insan. O götürüldüğü yerden alelacele kaçar eve gelir, yeşil cübbeli insanlar görmüştür, boylu boslu, karanlıkla ışığın  karışımı arasında onları görmüştür. “keçeli niye kaçtın” der, “seni farklı bir dünyaya götürecektim”  der , o da “ hayır , ben korkarım Seyda ” der. Onun maverası onunla gitti, varken fiziksel dünyada , ayağı maveradadır, şimdi ise tam maverada ama yine bize bakan pencereleri olduğunu düşünüyorum.

O maksat ve ruh hali ile gidiyordu. Şama giderken düşündüğü budur, konuşması bir irticalin değil bir mübremiyetin bir zorunluğun eseridir. Peygamberimizin üç defa aynı cümleyi tekrar ederek şamı kutsadığı bilinir. Şam islam dünyasının mimari anlamda bütünlüğünü dinen ve ilmen sağlayan bir merkezdir. Şam , Bağdat ve İstanbul, batı dünyasının Londra Paris ve Roma üçlüsüne benzer bir üçlüdür. Medeniyetler bu üçlü şehirlerde  müştereken doğmuştur. Bediüzzaman islam dünyası içinde Şam’ı biliyor ve özellikle Anadolu’dan Şam’a gidiyordu.

Hutbe-i Şamiye’nin belirgin vasfı ümid aşılamaktır, bir sosyolojik tahlildir. Batılı hiçbir teoriye dayanmadan islam dünyasını etüd etmiş olan yazarının bilmüşahade tahlil ve yorumlarıdır. Klişeleşmiş din yorumları değil tamamen yeni şeyler öne sürer. Burada benim dikkatimi çeken daha yirminci yüzyılın başında yıkılışın bütün sancılarını yaşayan islam dünyasına çareler taharri ederken , sosyolojik tahlillerin arkasından estetik çareler ortaya koymasıdır.islam dünyasının ümidini besleyen şeylerin yanında ilimlerin yorumlanmasında , kainatın yorumlanmasında güzelliği teşhis etmiş ve onun teşhisinin islamın ümid ışıığı ile aydınlanmasına ne faydalar getireceğini ortaya koymasıdır.Şimdi bu estetik ve güzellik metnini yorumlayalım.

Estetik bilimi teorik olarak güzellikten bahseder, güzelin kategorilerini sayar, belki örnekler verir, çok zaman onu da yapmaz. Bediüzzaman burada güzelliğin teorik meseleleri ile uğraşmaz,ilimlerin fenlerin casus tedkitatından hareketle güzelliğe gider. Bir biyolog, bir matematikçi, bir kimyacı ve fizikci ve diğer ilimlerin mensupları kendi ilimlerinden hareketle, incelikle araştırmaları ile kainatın nizamında asıl hedefin güzellik olduğunu göremezler, lokal bilimsel meseleler ile meşgul olurlar. İlmin felsefe ve estetik noktasından yorumunu yapmazlar. Ben birçok fen bilimcisi ile konuştum. Kendi ilimlerinin felsefesi bir tarafa estetiği konusunda hiç fikirleri yok. Bediüzzaman sadece dini alana hapsedilen bu insan fen adamlarının hiçbirinin görmediğini onları casus tedkikat ile görmesi ve ondan evrenin asıl maksadının güzellik olduğunu söylemesi ve bunu toplumsal kalkınmanın bir reçetesi olarak görmesi çok yüksek düzeyde bir insan ve alim ve estetikçi olduğunu gösterir. Henüz kırk yaşında olan bir insan islam dünyasının hutbe makamı olan Şam şehrinde nasıl bu yüksek ilmi perspektife vardı, nasıl ve hangi dönemde, nerede bunları okudu ve sonuçlara vardı, hayret doğrusu. Marks’ın estetiğinin bir iki sahifeden oluştuğu söylenir, dünyanın ünlü Marksist estetikçileri onun eserinden ciltlerce Marksist estetik kitapları meydana getirmişler. Bediüzzaman’ın estetik metinleri çok sayfalar tutar, ama yüz yıl evvel islam dünyasının gelişmesinde ve ilerlemesinde estetik bir bilim ve evren yorumu kazanmasını öne sürmesi hayret verici. Aradan geçen yüz yıla rağmen onun bu sosyal-sosyolojik ve felsefi estetik yorumları hala oralarda duruyor.

Markstan başka Kant ,Hegel, Schelling, Spinoza , Leibniz ve daha birçok filozofun estetik konularında ki fikirlerine bak hiçbiri bu boyutta evrensel , gözleme dayalı , bilimleri şahit tutan estetik bakışlar sergilemezler. Bediüzzaman nerede baksan gerçekten dünya çapında olağan üstü bir insan. Lukacs üç cilt belki bin sahifeyi bulan Marksist estetik kitabında konuyu öyle genişletir ki üç sahife den bin sahife çıkar, onun o Marks’a sadakatını görünce bizim halimize bakıp üzülmemek elde değil.

“Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor. Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o nevideki nizamında mu’cizât-ı kudretini ve hikmetini ve  hakikatini gösteriyor.”

Genel bakış açısından sonra bahsi daha ayrıntılı anlatır. Anatomiden bahseder, yani tıpçıların insan vücudunu öğrenmek için teşrih etmeleri yani vücudu kesip bakmaları , azaların yapısını öğrenmek istemeleri anatomi ilmi, koca koca anatomi atlasları vardır, fakültede okurken ben kitap okurdum tıpçılar anatomi atlaslarını mütalaa ederlerdi. Çok belalı bir dersti. Dünya haritalarından daha ayrıntılı atlaslardı. Bediüzzaman bütün bunlardan haberdar, dünyaca ünlü bir ressam ve heyteltraş ta gider ölülerin vücudunu teşrih eder onların güzelliliğini yaptığı heykellere yansıtırmış. İnsan bedeninin ve hayvan bedenlerinin şerhinden güzeli anlatıyor Bediüzzaman. Hayret hayret,himmet.

Bundan sonra biyoloji, astronomi , zooloji ve bunlara bağlı ilimler, kaç ilim eder bütün bunların tesbitleri doğrultusunda evrenle beraber herşey güzellikle yapılmış. Demek güzeli görmenin ümitsizlikten kurtarması gelişmenin bir nevi itekleyici gücü oluyor.
Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş. 
İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. Elbette beşer, bu cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.
Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini sanatçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.”

Mesele daha da ayrıntıya girer, güzel ve çirkin gibi bahislere girer. Çirkin estetikte uzun zaman kategoriye girmemiş, ondokuzuncuncu yüzyılda ana bir yer vermişler sen de gel demişler ama Bediüzzaman gibi çirkini önemli bir kategoriye sokmamışlar. Banal telakki edilen çirkin Bediüzzaman’ın elinde şeytan ile beraber yorumlanmış. Güzelin ortaya çıkmasında çirkinin rolünü anlatır. Şeytanın da müsabaka için insanın eylemlerine müdahale eder. Şeytanın tarihinde böyle bir yorum yok demonik edebiyat şeytansıyı çok sonralar bulmuş hâlbuki şeytansız olmaz. “ Şeytanın vücudunda cüzi şerler ile beraber pek çok makasıd-ı Hayriye-i külliye vardır” demesi estetik tarihinin ihtilal gibi bir cümlesi .Hem şeytanı kurtarır ve hem çirkini kurtarır, Bediüzzaman’ın yorumları .

Estetik lügatinde çirkini alalım. “Biçimsiz  yada uyumsuz olan. Yapısında tutarsızlıklar bulunan  Yeniçağa kadar çirkin olan herşey estetik dışı sayılmıştır. Bugünkü anlayışa göre çirkin güzelin bir başka görünümü, güzelin tümleyeni gibidir. Çağdaş estetikte ne kadar değişik bir anlam versek de çirkin uyumsuz olan ve değişmeyendir.” Bak Bediüzzaman’ın külli yani tümel bakış açısı yok. Ne kadar ilerde yani  kıyas unsuru olarak çirkin  ne kadar gerekli, ama bilim cüzde kalır külli bakamaz. Gariplik bu ya.

Bediüzzaman sadece yorum yapmakla kalmaz bütün hayatı estetik ve güzele endeksli . Van da ermeni mezaliminin yıktığı vanı görünce üzülür  önce daha sonra baharın çiçekler ve ağaçlar üzerindeki güzelikleri görünce birden çirkin den güzele geçer, bütün ilk gördüğü olumsuz levhalardan  güzelliğe hemen geçiş yapar. Münacaat güzel tabiat levhaları okumalarıdır, çok zaman okuduğum bu metinde kaotik ama güzellik olan yorumlara hayret eder, her okuduğumda yeni şeyler bulurum , bir sanat mektebi gibi metin.Güzel sanatlar müzesi olan kainatı nasıl tek tek güzel yorumlar. Bu güzellikleri herkes okusun hissetsin değil mi? İmparatorluğun yıkım öncesi durumu islam dünyasının hali perişanisi durumunda güzel görerek güzeli görerek insanları ümide taşır, Hutbe’deki tavrı budur. Ölüm döşeğinde bahtsız hafiyelerin tarassudu karşısında yine güzeli görür ve geleceğin güzel günler getireceğini söyler, büyük talebeleri ellerinde kitaplarla ağlarken o son deminde bile güzel bakış a çıları ile onların ruhlarını tatyib eder. “Biraz sıkıntı çekeceksiniz ama zafer sizin olacak ” yollu sözler söyler.

Bu metine kitaplar yazılır, …

Himmet Uç

Hz. Zülkarneyn (A.S.)

Allah farklı anlatım teknikleri kullanır, mesela Zülkarneyn ile ilgili . “ Bir de sana Zülkarneyn’i sorarar” size onun bir hadisesini anlatayım “ de.  Biz ona dünyada geniş imkanlar verdik ve onun ihtiyaç duyduğu her konuda  sebeb ve vasıtalar ihsan ettik. O da batıya doğru bir yol tuttu.

Nihayet batıya ulaştığında güneşi adeta kara bir balçıkta  batar vaziyette buldu. Orada yerli bir halk bulunuyordu. Biz “ Zülkarneyn dedik” ister onlara azab  edersin , ister güzel davranırsın” Zülkarneyn şöyle dedi” Kim zulmederse biz onu cezalandırırız, sonra da Rabbinin huzuruna götürülür. O da benzeri görülmedik bir ceza uygular. Fakat iman edip makbul ve güzel davranışlar içinde olana  en güzel karşılık verilir ve ona kolay olan buyruklarımızı emrederiz, kolaylık gösteririz.”

Zülkarneyn bu sefer yine bir yol  tuttu. Güneşin doğduğu yere varınca onun  kendilerini sıcaktan koruyacak  birb siper nasib etmediğimiz  bir halk üzerine doğduğunu gördü. İşte Zülkarneyn böyle yüksek bir hükümranlığa sahip idi.

Onun yanında ne var ne yoksa  Biz hepsine vakıf idik. Sonra o başka bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde  hemen hemen hiç söz anlamayan  bir millet bir millet buldu.

“ Ey Zülkarneyn dediler” Yecüc ve Mecüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onlar arasına bir sed yapman için  sana bir vergi vermeyi teklif ediyoruz. Ne dersin?” O da şöyle cevap verdi. “ Rabbimin bana verdiği imkanlar , sizin vereceğinizden daha hayırlıdır.  Siz bana beden gücü ile yardımcı olun da sizinle onlar arasında sağlam bir sed yapayım. Demir kütleleri getirin bana “

Zülkarneyn iki dağın arasını demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı seviyeye getirince , bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim “ dedi. Arıtk  o Yecüc ve Mecüc’un ne seddi aşmaya , ne de onda delik açmaya güçleri yetmedi. Zülkarneyn “ Bu Rabbimden bir rahmettir, bir lutufdur “ dedi. “ Rabbimin tayin ettiği vakit gelince , bunu yerle bir eder. Rabbimin vadi mutlaka gerçekleşir”18-83-98

Zülkarneyn Peygamber bir büyük zulmü engellemek için gönderilmiş peygamberlerdendir.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org